banner banner banner
Selçuklu Anadolusu’nda Devlet-Toplum-Ekonomi / Makaleler
Selçuklu Anadolusu’nda Devlet-Toplum-Ekonomi / Makaleler
Оценить:
 Рейтинг: 0

Selçuklu Anadolusu’nda Devlet-Toplum-Ekonomi / Makaleler

Çok iyi bilinen bir husustur ki Türk örfünde ve töresinde devlet, devleti kuran ailenin (hanedanın) erkek fertlerinin ortak malı kabul edilir, hanedana mensup fertlerin tamamının devlet yönetimine katılma hakları bulunmaktadır. Devlet, kutsal bir varlık olduğu gibi onu kuran ailenin fertleri de kutlu kişilerdir. Devletin başında bir hakan bulunur. Hanedana mensup olan diğer fertler ikinci, üçüncü dereceden yöneticiler olarak ülkenin (devletin) kendi payına düşen yöresini elinde bulundurur ve baştaki hakana tabi olarak yönetime iştirak ederler. Bu hiyerarşinin bozulması durumunda hanedan üyeleri arasında savaşlar vuku bulmaktadır. Zaman zaman bu savaşlar sırasında hanedan üyesi olan prenslerin ölümleri veya öldürülmeleri de meydana gelmektedir. Bu prenslerin kanlarının toprağa (yere) akması uğursuzluğa ve talihin dönmesine sebep olacağına inanıldığı için, onların boğularak öldürülmelerine azami itina gösterilirdi. Bu inançlarından dolayı Türkmenler hakan soyundan olmayan kişilerin etrafında toplanmaz ve siyasi mücadelelerinde onlara destek olmazlar.

İşte bu inanç ve töreden dolayı birçok Türk devletinde, kurulduktan kısa bir zaman sonra, doğu-batı veya kuzey-güney gibi isimlerle bölünmeler meydana gelmekte, bu durum devletlerin kısa sürede parçalanmasına yol açmaktadır. Kök Türklerde (Göktürk) ve Karahanlılarda olduğu gibi dönem dönem devletin birliğini muhafaza etmek için hanedan içi çatışmalar yaşanmaktaydı. Bunlardan biri de Büyük Selçuklu Devleti’ndeki yabguluk savaşları ve taht mücadeleleridir. Birçok Türk devletinin kısa ömürlü olması da bundan kaynaklanmıştır.

İslamiyet’ten sonra kurulan Türk devletlerinde de bu inanç ve törenin (töre hukuku) bazı değişmelere uğramakla beraber, devam ettiği görülmektedir. Bu dönemde devletin ve hanedanın kutsallığını vurgulamak için menkıbeler imal edildiği, devlete esrarengiz bir hüviyet verilmeye çalışıldığı görülür. Bunun için genel olarak tasavvufi motiflerden ve teorilerden yararlanılmaktadır.

Türkmenler tarafından kurulan Büyük Selçuklu Devleti döneminde Gaznelilere karşı kazanılan Dandanakan Zaferi’nden hemen sonra (1040) bu devleti kuran Selçuklu hanedanı üyelerinin devletlerini Türk töresine ve örfi kanunlara göre yapılandırmaya çalıştıkları müşahede olunmaktadır. Tuğrul Bey Nişabur’da sultan (büyük hakan) olarak ilan edilmiş, diğer hanedan üyelerinin her biri bir yöreye “melik” (Yabgu) unvanı ile gönderilmişlerdir. Çağrı Bey, Musa Yabgu, Kavurt, Alp Arslan, Yakuti, Kutalmış ve oğulları, İbrahim Yinal vs. her bir hanedan üyesi bir yörede devlet yönetimine iştirak etmişlerdir. Bu yolla “Türk-Cihan Hâkimiyeti Ülküsü”nün gerçekleşmesine çalışılmaktadır. Her melik bulunduğu yörede fetihler yaparak ülkesini imar ederek hükümranlığını devam ettirmektedir.

Bu yazıda Türkiye Selçuklularında yukarıda ana hatlarıyla tasvir edilen Türk devlet anlayışının uygulanmasında ne gibi yenilikler olduğu, nasıl bir yapılanmaya gidildiği gösterilmeye çalışılacaktır. Anadolu’daki sosyal, kültürel ve siyasi şartların bu yapılanmada ne gibi değişik uygulamalara yol açtığı belirtilecek ve bunun fikrî ve felsefi temelleri açıklanacaktır. Anadolu’da ortaya çıkan bu devlet anlayışı ve yapılanmanın Osmanlı Devleti’ne de temel teşkil ettiği bu vesile ile gösterilecektir.

Anadolu’da Siyasi Birliğin Tesisi

Genel olarak Türklerin Anadolu’yu fethi Malazgirt Zaferi (M 1071) ile başlatılır. Rahmetli Fuat Köprülü’nün de işaret ettiği üzere Malazgirt Zaferi’ni takip eden ilk yüz senede Türkler Küçük Asya’yı askerî bakımdan fethetmekle meşgul idi. Bu dönemde Anadolu’da siyasi bir belirsizlik hüküm sürmüştür. Bir yandan Selçuklu Devleti ile Anadolu’da kurulan diğer Türk beylikleri arasındaki mücadeleler, bir yandan da Anadolu topraklarını çiğneyip geçen Haçlı dalgaları bu topraklarda siyasi istikrarın sağlanmasını hem zorlaştırmış hem geciktirmiştir. Selçuklular zamanında Anadolu’da siyasi birlik ve istikrar ancak II. Kılıçarslan’ın saltanatının son yıllarında sağlanmıştır. Bu istikrarın sağlanmasıyla birlikte Anadolu’da yoğun biçimde ilmî, fikrî, kültürel ve ticari faaliyetler başlamıştır. Gene bu istikrarla birlikte Anadolu’da sosyal kültürel ve sınai nitelikli halk örgütlenmeleri görülmektedir.

Anadolu’ya Oğuzlarla birlikte İranlılar da gelmişlerdi. İranlılar daha çok tacir, ilim adamı, meşayih ve müritler olarak Anadolu’ya gelmişler ve çoğunlukla şehirler de yerleşmeyi tercih etmişlerdir. Türkmen halklar ise daha çok göçebe topluluklar hâlinde idiler. Fethedilen topraklara göçüyor ve kırsal bölgelere yerleşmeyi tercih ediyorlardı. Böylece Anadolu pek çok farklı kültürlerin birbiriyle tanıştığı ve etkilendiği bir muhit olmuştu. Yerli, Hristiyan, Rum ve Ermeni halk kahir ekseriyeti Müslüman olan milletlerle yüz yüze gelmiş ve iç içe yaşamak durumunda olmuşlardır. Şüphesiz Anadolu’da farklı dinlere ve ırklara mensup insanlar, zümreler bulunuyordu. Fakat ekseriyet itibarıyla İslam-Hristiyan kültürünün etkileşmesi ön plandaydı. Bu iki dine mensup insanların karşılıklı kültürel etkileşmeleri daima İslamiyet lehine bir gelişme göstererek Anadolu’nun Müslümanlaşması gerçekleşmiştir. Tabii kültürel faaliyetler içinde Türklerin ön planda bulunmaları, Türk nüfusunun göçlerle sürekli artış göstermesi, siyasi otoritenin Müslüman Türklerde olması Anadolu’nun İslamlaşması yanında Türkleşmesi sonucunu da doğurmuştur.

II. Kılıçarslan uzun mücadelelerden sonra Dânişmend Oğulları Devleti’ni ortadan kaldırarak Anadolu’da siyasi birliği sağladığı hâlde ülkesini 11 oğlu arasında paylaştırarak bu siyasi birliği kendi eliyle dağıtmıştır. O, her oğlunu bir yöreye melik statüsü ile tayin etmişti. Kendisini de sultan olarak merkeze alıp bu meliklerin üstünde siyasi otorite kurmayı düşünmüştür. Ancak kendisinden sonra ülkesinin birliğinin devamını sağlayacak düzenlemeyi belirleyememiş ya da düşündüğünü uygulamaya koyamamıştır. Bu yüzden o daha hayatta iken her biri bir yörede melik olan oğulları Selçuklu tahtını ele geçirmek ve sultan olmak için birbirleriyle mücadeleye tutuştular. II. Kılıçarslan’ın ölümünden sonra da devam eden bu mücadelede Malatya’daki kültürel fikrî çevrede yetişen ve eğitim gören I. Gıyâseddin Keyhüsrev ile Tokat ve Amasya çevresindeki kültürel ve fikrî ortamda yetişen ve Tokat meliki olan Rükneddin Süleyman Şah’ın ön plana çıktıkları görülür. Bunun sebebi şudur:

Selçuklular zamanında Tokat ve Malatya çevresinde birbirinden farklı, birbiriyle zıtlaşan ve rekabet hâlinde bulunan iki ayrı fikrî ve kültürel çevre teşekkül etmiştir. Tokat, Amasya, Niksar çevresinde Dânişmend Oğulları’ndan tevarüs eden Türk millî kültürüne dayalı bir kültürel çevre, Alplik ve Gazilik ülküsünden kaynaklanan siyasi bir yapılanma meydana gelmiştir. Buna karşılık Malatya ve yakın çevresinde ise İran millî kültürüne dayalı bir kültürel yapılanma teşekkül etmiştir. O dönemde birbiriyle siyasi rekabet hâlinde bulunan bu iki farklı kültürel çevrede farklı siyasi güç odakları oluşmuştur. Bu iki farklı siyasi zihniyet arasındaki rekabet ve zıtlaşma Türkiye Selçukluları tarihi boyunca devam etmiş, pek çok sosyal ve siyasi olayların meydana gelmesinin ve hatta devletin yıkılışının en önemli sebebi olmuştur.

Tokat ve Malatya, Dânişmend Oğulları zamanında bu kültürel özellikleriyle iki önemli ilim ve fikir merkezi hâline gelmiştir. Bu durum bu iki beldenin Selçuklular zamanında da şehzadelerin tahsil ve eğitim merkezi olarak belirlenmesine sebep olmuştur. Böyle olunca da bu iki kültürel çevre zaman zaman kendi beldelerinin şehzadelerini iktidara getirme gayreti içinde olmuşlar ve bu yönde faaliyetlerde bulunmuşlardır. Bu da şehzadeler arasında sık sık taht mücadelelerinin baş göstermesine ve sultanlara suikast düzenleme olaylarının yaşanmasına sebep olmuştur.

Bu devirde devlet hizmetinde bulunan beyler ve emirler de ya bu iki zihniyetten birine mensup olmak ya da birini tercih etmek durumunda kalmışlardır. Genel olarak Malatya çevresindeki zihniyetin iktidarlar üzerindeki ilmî, kültürel ve siyasi ağırlığının daha müessir ve yönlendirici olduğu görülmektedir. Bu iki siyasi zihniyet mensubu yöneticiler ve fikir adamları bugünkü siyasi partilere benzer bir faaliyet içinde bulunmuşlardır. O dönemde Anadolu’da bulunan dinî ve sosyal nitelikli kuruluşlar (tarikatlar ile sınai ve sosyal kuruluşlar) da bu siyasi zihniyetlerden birine destek olmuşlar ve destekledikleri zihniyetin halk içindeki siyasi tabanının oluşması yönünde faaliyet göstermişlerdir. Bu konuyu ayrı bir makalede örnekler göstererek geniş olarak ele alıp yayımlamış olduğumuzdan burada kısa kesiyor ve esas konuya dönüyoruz.

II. Kılıçarslan’ın ölümünden sonra yukarıda sözünü ettiğimiz iki şehzade arasındaki taht mücadelesi, Harput ve Malatya’da eğitim gören I. G. Keyhüsrev ile Tokat ve çevresindeki Türkmen muhitin meliki olan Rükneddin Süleyman Şah arasında baş göstermesi işte bu iki kültürel çevrede odaklaşan iki farklı siyasi iradenin ön plana çıkmasından kaynaklanmıştır.

Anadolu Selçuklu Sultanı I. G. Keyhüsrev 1192 yılında babası II. Kılıçarslan’ın desteği ile tahta geçmişti. Fakat bir müddet sonra Tokat meliki olan kardeşi Süleyman Şah kendisine karşı ayaklanmış ve onu Konya’da muhasara altına almıştı. Sonuçta I. G. Keyhüsrev, 1196’da Konya’yı ve Anadolu’yu terk etmeye mecbur kalmıştır. Keyhüsrev şehzadeliği döneminde bir süre Uluborlu melikliğinde bulunmuştur. Burada bir çevresi ve destekçileri vardı. Bu yüzden Süleyman Şah onu Anadolu’yu terke mecbur ederken Batı’ya yani dayılarının bulunduğu Bizans’a ya da Uluborlu yönüne gitmesine müsaade etmemiş olmalıdır. Tahtını kaybeden Keyhüsrev önce Halep’e Salâhaddin Eyyûbi’nin oğlu el-Melikü’z-Zâhir’in yanına gitmiştir. Oradan Diyarbakır, Ahlat ve Harput’a gitmiş, Güney ve Doğu Anadolu’daki devletlerden umduğu destek ve yardımı bulamayınca Trabzon’a gelmiştir. Trabzon Komnenler Hanedanı’nın yardımı ile deniz yoluyla İstanbul’a giderek dayılarına sığınmıştır. Sekiz yıl sürgün hayatı yaşayan G. Keyhüsrev burada iken Türkiye Selçukluları Devleti’nin Bizans’a sınır olan uç bölgelerdeki hudut muhafızları konumundaki Türkmen beylerle irtibat kurmuş ve onlardan kaybettiği tahtını tekrar ele geçirmek hususunda destek sözü almıştır. Bu Türkmen beyler uygun bir zamanda onu Anadolu’ya davet etmişlerdir.

Kayınpederi olan Komnenler sülalesinden Manuel Mavrozomes’i de yanına alan G. Keyhüsrev onun çok büyük destek ve yardımlarına nail olarak İzmit, Kütahya üzerinden Uluborlu’ya gelmiştir. Onun bu güzergâhı takip ederek Anadolu’ya intikali tamamen Manuel Mavrozomes’in yardım ve çabalarıyla gerçekleşmiştir. Uç Türkmenlerinden ve Mavrozomes’in Bizanslı askerlerinden müteşekkil bir ordu ile Uluborlu’dan Konya üzerine yürümüştür. Büyük güçlüklerden sonra nihayet 1204 yılı başlarında tekrar tahtına kavuşmuş, tahtan indirdiği yeğeni Süleyman Şah’ın oğlu III. İzzeddin Kılıçarslan’ı tutuklatmış bilahare de onu boğdurmuştur.

Türkiye Selçuklularında Devletin Yeniden Yapılanması

I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in yeniden tahtı ele geçirmesinin ardından devlet yapısında ve yönetiminde yeni bir yapılanma çalışmalarına girdiği görülmektedir. O bunu yapmak suretiyle devlete kalıcı bir düzen vermiş olacağını ve bu yolla Anadolu’da bulunan farklı etnik ve dinî zümreler arasında barış ve güven ortamı sağlayacağını düşünüyordu. Bu yolla güçlü, toplayıcı ve birleştirici büyük bir devlet modelini gerçekleştirmeyi planlıyordu. Böylece Türkiye Selçuklularında yeni bir devlet anlayışı ve yeni bir mutlu toplum inşa etme düşüncesi doğmuştur. Bunu Türk Cihan Hâkimiyeti Ülküsü’nün yeni bir uygulama biçiminin gündeme getirilmesi olarak düşünebiliriz.

I. Gıyâseddin Keyhüsrev bu amacını gerçekleştirmek için ilk iş olarak yeniden tahtı ele geçirmekte Komnen Manuel Mavrozomes’ten çok büyük yardım ve destek gördüğü için ikinci defa iktidara gelişinin hemen ardından Emir Mavrozomes’i “melik” unvanıyla uç bölgesine göndermiş; Uluborlu, Denizli ve Honaz’ı ona vermiştir. Böylece Anadolu’da ilk olarak yöneticisi Hristiyan olan Selçuklu Devleti’ne bağlı bir meliklik kurulmuştur. Kendisi ve oğlu Yohannes, Hristiyan olarak bu görevlerini sürdürdüler. Fakat torunu olan Denizlili Mehmed el-Mevrazemî Müslüman olmuş ve uç beyi olarak görevine devam etmiştir. Bilahare Hülagu Han tarafından öldürüldü.

I. Gıyâseddin büyük oğlu İzzeddin Keykâvus’u yukarıda bahsedildiği üzere İran kültürünün merkezi durumunda olan Malatya’ya melik olarak Güneydoğu Anadolu’nun yönetimini de ona vermiş oluyordu. Diğer oğlu Alâeddin Keykubad’ı da Tokat’a yine melik olarak gönderdi. Türkmenlerin yoğun olduğu ve Dânişmend ili diye anılan Kuzey Anadolu’nun idaresini de bu oğluna vermiştir. Kendisi de büyük sultan olarak başkent Konya’dan bütün bu melikliklere vaziyet ediyordu. Böylece I. G. Keyhüsrev, Efrasiyab’ın soyunda gelen bir hakan olarak Turani kavimlerin büyük hakanı, destani İran şahlarının unvanı olan Keyhüsrev unvanını kullanarak eski İran şahlarının devamı olduğunu ve nihayet Diyar-ı Rum’da Kayser-i Rum’un yerine kaim bir kayser olduğunu, Anadolu’daki dinî ve etnik zümrelere empoze etmiş ve onların hamasi duygularını tatmin etmeyi düşünmüştür.

Nitekim o dönemde Anadolu’da yaşayan Türkmen asıllı Şeyh Evhadüddin Hâmid el-Kirmani, G. Keyhüsrev’e hitaben yazdığı bir rubaide şöyle demektedir:

Kayser’in ayağının altında yer eskimekteydi.
Köşkü gökyüzüne yükselmişti.
Ey Keyhüsrev onun yerini almış durumdasın.
Söyle o köşk nerede? Kayser ise sanki hiç yaşamadı.

O hâlde I. Gıyâseddin, oğulları ve ahfadının Keyhüsrev, Keykâvus, Keykubad, Keyferidun gibi destani İran şahlarının unvanlarını kullanmaları İran kültürüne duyulan hayranlıktan çok, politik bir amacı bulunduğu göz ardı edilmemelidir. I. G. Keyhüsrev bütün bu dinî ve etnik zümreleri kendi siyasi otoritesi altında toplayarak ve kendini merkeze alarak Anadolu’da istikrar ve barış ortamı yaratmaya çalışmıştır. Böylece bu yeni devlet felsefesinin ve siyasi anlayış ve düşünüş biçiminin yapılanmasına yönelik bir çalışma yürütülmüştür. Nitekim bundan sonradır ki bu dönemde Anadolu’da Selçuklu Devleti hizmetinde çok sayıda Rum ve Ermeni kökenli kontlar, İran ve Türkmen kökenli emirler görülmektedir. I. Gıyâseddin Keyhüsrev, bu düzenlemeleri gerçekleştirdikten sonra bu emir ve kontların desteği ile Antalya’yı ve Samsun’u fethederek devletinin sınırlarını Akdeniz ve Karadeniz’e ulaştırmıştır. Bundan sonraki Türkiye Selçukluları sultanları “Sultanü’l-Arabi ve’l-Acem” (Arap ve Arap olmayan halkların sultanı) unvanlarına, “Sultanü’l-bahreyn” (İki denizin sultanı) unvanını da katmışlardır. Ondan sonra gelen Selçuklu sultanları da bu unvanı kullanacaklardır.


Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
(всего 911 форматов)