Книга Tom Amca'nın Kulübesi - читать онлайн бесплатно, автор Stowe Beecher Harriet. Cтраница 2
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Tom Amca'nın Kulübesi
Tom Amca'nın Kulübesi
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Tom Amca'nın Kulübesi

Yakışıklı bir adam olduğu kadar hoşa giden tavırları da vardı, sonuç olarak da fabrikada herkesin gözbebeği olmuştu. Yine de yasanın gözünde bir insan değil de, bir “nesne” olması bir yana, bu üstün nitelikler kaba saba, dar kafalı ve gaddar bir efendinin denetimine bağlıydı. Aynı zat, George’un icadı kulağına çalınınca bu akıllı “taşınır malın” ne yaptığını görmek için fabrikaya kadar uzandı. İşverence büyük heyecanla karşılandı ve bunca değerli bir kölesi olduğu için kutlandı.

Yapacakları dört gözle beklenen, ağzından çıkan her söze kulak verilen, tüm makinelerin onayından geçtiği George, öyle yürekli bir tavırla ve akıcılıkla konuşuyor, dimdik duruşuyla öyle yakışıklı, erkeksi görünüyordu ki, efendisi hafiften bir aşağılık duygusuyla tedirgin olmaya başladı. Her yanda dört dönüp, makineler icat edip, başını beyefendiler arasında dik tutmak bir kölenin neyineydi? Hemen buna bir son vermeliydi. Onu geri götürecek, çapanın başına koyacak, “Hadi bakalım, marifetini burada göster,” diyecekti. Ansızın George’un yevmiyesini alıp onu eve götüreceğini söylediğinde fabrikanın müdürü ve işle ilgili öbür kişiler çok şaşırdı.

Müdür, “Ama Mr. Harris,” dedi, “bu biraz ani olmadı mı?”

“Olmuşsa ne olmuş? Adam benim değil mi?”

“Kira bedelini artırmaya hazırız efendim.”

“Hiç yorulmayın efendim. Ben razı olmadan adamlarımdan hiçbirini kiralayamazsınız.”

“Ama efendim, bu işe çok uyum sağlamıştı.”

“Bana kalırsa hiçbir şeye ona vereceğim iş kadar uyum sağlamayacak. Bundan hiç kuşkum yok.”

“Ama şu makineyi icat ettiğini bir düşünsenize,” diye umutsuzca işçilerden biri araya girdi.

“Ha, evet! İşi kolaylaştıracak bir makineydi, değil mi? Bulmuştur, buna hiç kuşkum yok, bir zenciyi kendi haline bıraktın mı, tamam. Onların her biri iş kolaylaştırıcı birer makine değil mi zaten? Hayır, gidecek!”

George, karşı konulması olanaksız bir gücün yazgısı için verdiği son kararı dinleyen bir adam gibi olduğu yere çakılıp kalmıştı. Kollarını kavuşturup dudaklarını sıkmıştı ama göğsünde acı duygularla yanan bir volkanın ateşi damarlarında çağlıyordu. Kesik kesik soluk alıyor, iri, koyu renk gözleri canlı kömürler gibi parlıyordu; müdür koluna dokunup alçak sesle konuşmasaydı tehlikeli bir taşkınlık yapabilirdi.

“Şimdi bunu kabul et George, onunla git. Biz sana yardım etmeye çalışacağız,” diyordu.

Zalim adam, müdürün davranışını gördü ve söyleneni tahmin etti; tam olarak duyamadıysa da kurbanı üstündeki baskıyı azaltmama kararını içinden daha bir pekiştirdi.

George eve götürülmüş, çiftlikteki en pis angaryalar verilmişti. İçinden gelen saygısız her sözü bastırmayı başarmıştı ama kor gibi yanan gözleriyle kederli, eziyet çeken yüzü doğal dilin bastırılamayan, kesin göstergesiydi; duyguları o kadar açıktı ki, elinden hiçbir şey gelmiyordu.

Fabrikadaki mutlu işi sırasında karısını tanımış, evlenmişti. Müdürün çok güvendiği, sevdiği biri olarak o süreçte ağzı sıkı olmak kaydıyla istediği zaman gelip gitme özgürlüğü vardı.

Mrs. Shelby’nin biraz da kadınca bir kendini beğenmişlikle arabuluculuk yaptığı evlilik onaylanmış, en beğendiği güzeller güzeli kölesiyle kendi sınıfından ona çok uygun görünen birinin ellerini birleştirmekten hoşnut olmuş, sonuçta da Eliza’nın hanımının büyük salonunda evlenmişlerdi. Hanımı gelinin güzel saçlarını kendi elleriyle portakal çiçekleri takarak süslemiş, üstüne de daha açık renk bir başta pek de hoş durmayacak duvağı atmıştı; beyaz eldivenler, pasta ve şarap bile unutulmamıştı, bu arada konuklar gelinin güzelliğini, hanımının hoşgörüsüyle özgür düşünceli olmasını bol bol övmekten de geri kalmamıştı.

İlk iki yıl Eliza kocasını sık sık gördü, bu süre içinde iki bebeğini yitirmesi dışında mutluluklarını bozacak bir şey olmadı. O kadar büyük bir tutkuyla bir bebeği olsun istiyordu ki, yitirdiğinde acısı hanımından tatlı bir sitem işitecek kadar yoğun olmuş, hanımı ona doğasının verdiği tutku dolu duygularını akla ve dine yönlendirmesini önermişti.

Küçük Harry’nin doğuşundan sonraysa, genç kadın giderek yatışmış, daha olgunlaşmış, kanayan her bağ ve zonklayan her sinir düğümü, o küçük yaşamı sarıp sarmalamış, anlam ve sağlık kazanmıştı. Kocası iyi yürekli patronundan koparılıp yasal efendisinin demir yönetimi altına getirilinceye kadar mutlu bir kadın olmuştu. Sözüne sadık kalan fabrika müdürü, ortalığın yatıştığını umarak, George’un götürülüşünden bir-iki hafta sonra Mr. Harris’i ziyaret etmiş, onu yumuşatarak ikna etmek için her yolu denemişti.

“Daha fazla konuşmanıza gerek yok,” demişti Mr. Harris, Nuh deyip peygamber demeyen bir tavırla. Sonra da eklemişti:

“Ben işimi bilirim efendim.”

“İşinize karışmak gibi bir niyetim yok efendim. Yalnızca, önerilen koşullarda adamınızı bize vermek için belki bir kez daha düşünürsünüz diye tahmin ettim.”

“Konuyu gayet iyi kavradım. Onu aldığım gün, göz kırpıp fısıldadığınızı gördüm ama beni öyle kolay kolay alt edemezsiniz. Burası özgür bir ülke, adam da benim, onunla ne istersem yaparım, o kadar!”

Böylece George’un son umudu da suya düştü, artık önünde ağır, zahmetli işler ve kapana kısılmış bir yaşam vardı. En küçük bir tatsızlıkta ancak zalim bir yaratıcılığın tasarlayabileceği türden bir aşağılama altında her gün daha da acı çeken biri haline dönüşüyordu.

Acıma duyguları çok gelişmiş bir hukuk uzmanı bir gün şöyle demişti:

“Bir adama yapılacak en kötü davranışın onu asmak olduğunu düşünürsünüz. Hayır, başka bir davranış biçimi vardır ki, adam buna mahkûm edilirse EN KÖTÜSÜ başına gelmiş olur!”






3

Koca ve baba

Mrs. Shelby arabasına binmiş uzaklaşırken Eliza da verandada durmuş mahzun gözlerle arkasından bakıyordu. Biri omzuna elini koydu. Eliza döndü, güzel gözlerini bir gülümseme aydınlattı.

“George, sen misin? Nasıl da korkuttun beni! Neyse, geldiğine çok sevindim! Hanımım öğleden sonrayı dışarıda geçirecek, hadi gel küçük odama geçelim de biz bize olalım.”

Bunu söyler söylemez kocasını, hanımı çağırırsa duyabilsin diye her zaman dikişi elinde oturduğu verandaya açılan küçük, temiz bir daireye aldı.

“Öyle sevindim ki! Neden gülmüyorsun, bak Harry nasıl büyüyor.” Küçük oğlan annesinin eteğine yapışmış, bukleleri arasından utangaç bakışlarla babasına bakıyordu.

Eliza, “Ne kadar güzel değil mi?” diyerek buklelerini düzeltip onu öptü.

George acı bir tonla, “Keşke hiç doğmasaydı,” dedi. “Ben de keşke hiç doğmasaydım!”

Şaşıran ve korkan Eliza oturup başını kocasının omzuna yasladı ve gözyaşlarına boğuldu.

Adam sevecenlikle, “Yapma Eliza, seni üzmek beni perişan eder, zavallı kızcağızım! Her şey öyle kötü ki!.. Beni hiç görmemiş olmanı nasıl isterdim, bilsen, belki öyle mutlu olabilirdin!” dedi.

“George! George! Bunu nasıl söylersin? Bunca korkunç ne oldu ya da olacak ki? Son zamanlara kadar seninle çok mutlu olduk.”

“Öyle cancağızım,” dedi George. Sonra da oğlunu dizlerine çekerek onun muhteşem kara gözlerine kararlı bir tavırla baktı. Elini buklelerinin arasından geçirerek, “Aynı sen, Eliza,” dedi. “Bugüne kadar gördüğüm ve görmek isteyebileceğim en güzel kadınsın ama ahh! Keşke ne sen beni görseydin ne de ben seni!”

“Aa, George nasıl söylersin bunu!”

“Öyle Eliza, hep acı, eziyet, ıstırap! Hayatım pelin otu gibi acı, yaşam özü içimde tükeniyor. Ben garip, sefil, umutsuz bir ağır ve pis işler amelesiyim, yalnızca seni aşağılara sürükleyebilirim, o kadar. Bir şey yapmaya, bir şey bilmeye, bir şey olmaya çalışmamızın anlamı ne? Yaşamanın ne yararı var? Keşke ölmüş olsaydım!”

“Aa ama George, böyle söylemek gerçekten çok kötü! Fabrikadaki işini kaybettiğin için neler hissettiğini biliyorum, sert de bir efendin var ama dua et, sabırlı ol, kim bilir belki…”

Adam onun sözünü keserek, “Sabırlı mı!” dedi. “Sabırlı olmadım mı ben? Herkesin bana iyi davrandığı bir noktaya yükselip de sudan bir nedenle adamın beni alıp götürmesine tek söz ettim mi? Kazancımın her sentini veriyordum ona, herkes de iyi çalıştığımı söylüyordu.”

“Eh, gerçekten korkunç bir şey bu,” dedi Eliza, “ama ne de olsa o senin efendindir, biliyorsun.”

“Efendim! Kim onu benim efendim yaptı? Benim düşündüğüm bu. Benim üstümde nasıl hak sahibi olabilir? Ben de onun kadar insanım. Ondan daha da iyi bir insanım. İşi ondan iyi biliyorum, ondan daha iyi bir yöneticiyim, ondan daha iyi okurum, elyazım onunkinden güzel ve bunların hepsini kendi kendime öğrendim, bu konuda ona teşekkür borcum yok, ona karşın öğrendim, peki şimdi nasıl oluyor da onun beni yük beygiri yapma hakkı doğuyor? Beni yaptığından daha iyi yaptığım bir işten alıp da herhangi bir beygirin yapabileceği bir işe koşma hakkını kim veriyor? Yapmaya çalıştığı bu, beni çökerteceğini, burnumu sürteceğini söylüyor, tutup özellikle en zor, en kötü, en pis işe mahkûm ediyor!”

“Ah, George! George! Beni korkutuyorsun! Hiç böyle konuştuğunu duymamıştım; kötü bir şey yapacağından korkuyorum. Senin duygularından asla kuşku duymam ama ne olur dikkatli ol, benim hatırım için, Harry’ nin hatırı için çok dikkatli ol!”

“Dikkatli de oldum, sabırlı da ama her şey gitgide daha kötüye gidiyor, artık bu etle can taşıyamıyor bunu, bana hakaret ve işkence etmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyor. İşimi iyi yapıp dilimi tutayım, iş saatleri dışında da okuyup bir şeyler daha öğreneyim demiştim ama bunu gördükçe daha çok yükleniyor. Ağzımı bile açmamama karşın, içimdeki şeytanı gördüğünü söylüyor, onu dışarı çıkarmayı kafasına koymuşmuş, bugünlerde hiç hoşuna gitmeyecek bir şekilde dışarı çıkmazsa ben de bir şey bilmiyorum.”

Eliza kederli bir sesle, “Aman Tanrı’m, ne yapacağız?” dedi.

“Daha dün arabaya taş yüklerken atın hemen yanında duran Efendi Tom kamçısını öyle bir şaklattı ki, hayvancağız ürktü. En hoş tavrımı takınıp ona yapmamasını söyledim ama o devam etti. Yine yalvarınca dönüp beni kırbaçlamaya başladı. Elini tuttum, o da bağırıp tekme attı, sonra da babasına koşup onunla dövüşmeye kalktığımı söyledi. O da öfkeyle geldi, bana kimin efendi olduğunu öğreteceğini söyledi; sonra beni bir ağaca bağladı ve ağaçtan dallar kesip genç efendiyi çağırdı, beni yoruluncaya kadar kırbaçlayabileceğini söyledi, o da bunu ikiletmedi! Bir gün ona bunu anımsatmazsam, ne olayım!”

Genç adamın alnının rengi koyulaştı, gözleri genç karısını titreten bir ifadeyle kor gibi parlamaya başladı.

“Bu adamı benim efendim yapan kim? Bilmek istediğim bu!”

Eliza acı dolu bir sesle, “Eh,” dedi, “ben hep efendimle hanımıma boyun eğmezsem iyi bir Hıristiyan olamayacağımı düşünmüşümdür.”

“Bunda gene biraz mantık var; seni evlat edinir gibi almışlar, yedirip içirip giydirmiş, hoşgörü göstermişler, iyi bir eğitimin olmuş, bazı şeyler istemekte haklılar ama ben, tekmelenmiş, tokatlanmış, sövülmüşüm, en iyi durumda bir başıma bırakılmışım, öyleyse borcum ne? Ben borcumun yüz katını ödedim. Katlanmayacağım! Hayır, katlanmayacağım işte!” Kaşlarını çatmış, yumruğunu sıkmıştı.

Eliza titreyerek suskun kalakaldı. Kocasını daha önce hiç böylesine ateşli ve öfkeli görmemişti. Ilımlı ahlaki değerleri böylesi bir sivri duygu seli karşısında kamışlar gibi eğilip bükülüyordu.

“Bana verdiğin şu zavallı Carlo var ya,” diye konuşmasını sürdürdü George, “benim kadar rahatı yerindeydi. Geceleri benimle uyuyor, gündüzleri peşimden ayrılmıyor, ne hissettiğimi anlıyormuş gibi bakıyordu yüzüme. Derken, geçenlerde mutfak kapısının oradan topladığım kırıntılarla karnını doyururken efendi geldi, onun parasıyla beslediğimi, bir zenci parçasının bir de köpeğine para yetiştiremeyeceğini söyledi, boynuna bir taş bağlayıp göle atmamı emretti.”

“Ayy, George, yapmadın ya?”

“Ben mi? Hayır ama o yaptı. Efendi ile Tom boğulan hayvanı taşa tuttular. Zavallıcık. Bana öyle acı dolu gözlerle baktı ki, neden kurtarmadığımı sorar gibiydi. Köpeği boğan ben olmadığım için üstüne bir de dayak yedim. Vız gelir. Efendi bir gün benim, kamçıyla yola gelenlerden olmadığımı anlayacak. Kendini kollamazsa benim de sıram gelecek.”

“Ne yapacaksın? Ah George, Tanrı’ya inancın varsa, kötü bir şey yapma sakın, iyi davranmaya çalış, O seni korur.”

“Ben senin gibi bir Hıristiyan değilim Eliza, benim yüreğim acı dolu, Tanrı’ya güvenemiyorum. Neden bunlara izin veriyor?”

“Ah, George inancımız olmalı. Hanımım diyor ki, her şeyin en kötü gittiği zamanlarda bile Tanrı’nın en iyisini yaptığına inanmalıymışız.”

“Kanepelerine kurulan, arabalarında gezen insanlar için bunu söylemek kolay, onlar benim yerime geçsin de görelim, nasıl zor gelir, görürüz o zaman. İyi biri olabilmeyi ben de istiyorum ama yüreğim yanıyor, hiç uzlaşacak gibi de değilim. Sen de benim yerimde olsan uzlaşamazdın, her şeyi anlatacak olsam, şimdi bile yapamazsın bunu. Daha her şeyi bilmiyorsun!”

“Daha ne olabilir ki?”

“Efendi evlenip gitmeme izin verdiği için aptalca davrandığını, gururlu oldukları, başlarını efendinin önünde bile eğmedikleri için Mr. Shelby’yle ailesinden nefret ettiğini, benim de sizlerden gururlu olmayı öğrendiğimi, artık buraya gelmeme izin vermeyeceğini, bana bir karı bulup beni onun evinde oturtacağını söyleyip duruyor. Önceleri beni azarlarken de bu tür bir şeyler geveleyip duruyordu ama dün Nina’yı alıp bir kulübede oturmamı, yoksa beni nehrin aşağısında bir yerlere satacağını söyledi.”

“Ama bizim seninle resmî nikâhımız var, aynı beyazmışsın gibi!” dedi Eliza sadelikle.

“Bir kölenin evlenemeyeceğini bilmiyor musun sen? Ülkede böyle bir yasa yok, bizi ayırmaya karar verirse seni karım olarak elimde tutamam ki! O yüzden keşke görmeseydim, keşke doğmasaydım, dedim, ikimiz için de daha iyi olurdu, zavallı çocuk için de hiç doğmaması daha iyiydi. Tüm bunlar ona da olabilir!”

“Ama benim efendim çok iyi yürekli!”

“Tamam da, belli mi olur? Mr. Shelby ölebilir ya da çocuk kimsenin tanımadığı birine satılabilir. Yakışıklı, akıllı, yetenekli olmasının ne yararı var? Bak, sana bir şey söyleyeyim mi Eliza, çocuğunun sahip olduğu her iyi ve hoş şey için bir kılıç ruhunu delecek çünkü bunlar onu senin alıkoyamayacağın kadar değerli kılacak!”

Sözcükler Eliza’nın yüreğine olanca ağırlığıyla tokat gibi indi; tüccar gözünün önüne geldi, biri ölümcül bir darbe indirmiş gibi beti benzi attı ve soluğu tıkandı. Endişeli bakışlarla bu ağır konuşmadan sıkılıp verandaya çıkmış, Mr. Shelby’nin bastonunu at yapmış, zafer kazanmışçasına bir aşağı bir yukarı koşan çocuğa baktı. Kocasına kaygılarını anlatmalıydı ama sonra kendini tuttu.

“Yoo, zavallıcığın zaten derdi başından aşkın,” diye düşündü. “Hayır söylemeyeceğim ona, hem doğru olmaz ki! Hanımım bizi aldatmaz.”

“Eh Eliza, kızcağızım,” dedi kocası acı dolu bir sesle, “şimdi dayanman ve vedalaşman gerekiyor, ben gidiyorum.”

“George George! Nereye gidiyorsun?”

“Kanada’ya.” Kendini toparlamaya çalışıyordu. “Oraya vardığımda seni satın alacağım, bize kalan tek umut bu. Senin iyi yürekli bir efendin var, satmayı reddetmez. Seni ve oğlanı satın alacağım, Tanrı’nın yardımıyla yapacağım bunu!”

“Ne korkunç! Ya yakalanırsan?”

“Yakalanmayacağım Eliza. Yakalanmaktansa ölürüm! Ya özgür olacağım ya da öleceğim!”

“Kendini öldürmeyeceksin değil mi?”

“Ona gerek yok. Nasılsa beni hemen öldürürler, asla nehri canlı geçmeme izin vermezler.”

“Ah, George, hatırım için, n’olur dikkatli ol! Kötü bir şey yapma, ne kendinin ne de başkasının aleyhine bir şey yap! Çok… kafaya takmışsın ama yapma… yani gitmen gerekiyorsa git ama dikkatli ol, akıllı davran ve Tanrı’ya sana yardım etmesi için dua et.”

“Öyleyse Eliza şimdi planımı dinle bakalım. Efendi aklına esip birkaç kilometre geride oturan Mr. Symmes için elime bir not tutuşturup beni buralara gönderdi. Sana gelip olanları anlatacağımı düşünmüş olmalı. Sana ya da sizlere anlatacaklarım onun adlandırdığı gibi ‘Shelby’ninkileri’ sinirlendirecek, o da bundan zevk duyacaktı. Eve işimi yapmış gibi döneceğim. Yapmam gereken hazırlıklar var, bana yardım edecekler de var, bir-iki haftaya kadar kayıplara karışacağım. Benim için dua et Eliza, yüce Tanrı seni belki duyar.”

“Kendin için dua et George ve ona inanmaya devam et, o zaman kötü bir şey yapamazsın.”

George, “Eh, hadi öyleyse, hoşça kal,” diyerek Eliza’ nın ellerini tutup öylece durarak gözlerinin içine baktı. Suskun durdular, sonra son sözcükler, son hıçkırıklar, ardından da acı dolu ağlayışlar geldi. Bu ayrılış bir örümcek ağına takılanların ayrılışına benziyordu… Ve karıkoca ayrıldılar.






4

Tom Amca’nın kulübesinde


bir akşam

Tom Amca’nın kulübesi, zenci adamın deyişiyle “tipinin en kusursuz örneği” olan efendisinin “ev”ine bitişik, kütüklerden yapılma küçük bir kulübeydi. Önünde özenle bakılan, her yaz çileklerin, ahududuların, meyve ve sebzelerin fışkırdığı tertemiz bir bahçeciği vardı. Evin önünü koskoca kızıl bir begonya kaplamıştı, bir de kaba saba odunları dantel örgü gibi sarıp sarmalayarak gözden saklayan bir yediveren gülü vardı.

Ayrıca mevsimlik açan parlak renkli petunyalar, kadife çiçekleri ve akşamsefalarının her biri güzelliğini gösterecek bir köşe bulmuştu, bunların tümü de Chloe Teyze’nin gururu ve hazzıydı.

Şimdi içeri girelim. Evde akşam yemeği bitmiş, başaşçı olarak hazırlıkları yöneten Chloe Teyze sofrayı toplama ve bulaşıkları yıkama işini mutfaktaki astlarına bırakarak ihtiyarcığının akşam yemeğini kotarmak üzere en rahat ettiği yere çekilmişti. Ateşin başında bir yandan tavanın içinde cızırdayan bir şeyleri hevesle karıştırıyor, bir yandan da ölüm kalım öneminde bir iş yaparcasına dikkatle, saçtığı güzel kokularla içinde “iyi bir şey” olduğu izlenimini veren tencerenin kapağını kaldırıyordu. Chloe Teyze’nin yuvarlak, kara, ışıl ışıl yüzü öyle parlaktı ki, çay peksimetlerine koyduğu yumurta akıyla yıkayıvermiş gibi geliyordu insana. Tombul yüzü, güzelce kolalanmış başörtüsünün altında doyum ve hoşnutlukla hafifçe gülümsüyordu, itiraf etmeliyiz ki bu gülümsemede bir nebze de olsa, ünü dünyayı sarmış, üstelik de bu ünün doğruluğu onaylanmış bir aşçı olmasının sorumluluğu da vardı.

Aşçılığı da aşçılıktı hani, hem de iliğine, kemiğine kadar…

Avluda onun yaklaştığını görüp de vahim bir olayın eşiğinde olduğunu sezmeyen tek bir piliç, hindi ya da ördek yoktu, Chloe Teyze sonlarının gelmesi demekti.

Pişirmeden önce kanadını kırıp bağlasam mı, doldursam mı, yoksa kızartsam mı diye neredeyse istiareye yatar, her türlü kümes yaratığına dehşet saçardı.

Mısır ekmeği, her türlü yöresel hamur işi, minik pandispanyalar, şıpınişi yaratılan tatlar ve sayılamayacak kadar çeşitli türler bu işi daha az bilenler için tam bir sırdı. Bulunduğu noktaya erişmek isteyenlerin semeresiz çabalarını anlatırken şişman kalçalarını haklı bir gurur ve keyifle sallardı.

Eve konuk çağrılıp da ikindi ya da akşam mönülerinin “usulünce” hazırlanması tüm gücünü uyandırırdı, yeni çabalar ve zaferler müjdelediği için hiçbir şey ona verandada yığılı seyahat sandıkları kadar çekici gelmezdi.

Şu anda da Chloe Teyze gözlerini tavaya dikmiş durumda… Bizse kulübenin resmini çizmeyi tamamlayıncaya kadar onu, tam ona göre biçilmiş kaftan olan bu işle baş başa bırakacağız.

Bir köşede kar beyazı örtüsüyle derli toplu bir yatak vardı, yanında pek büyük olmayan bir halı yayılıydı. Yaşamın önemli kararları için Chloe Teyze bu halının üstünde dikilirdi, halıyla yatağın olduğu o köşenin yaşamında özel bir yeri vardı, bugüne kadar da elden geldiğince küçüklerin bu kutsal yeri karıştırmaları, buraya saygısızlık etmeleri önlenmişti.

Aslında, orası evin oturma odasıydı. Öbür köşedeyse yalnızca amacına uygun çok daha kendi halinde bir yatak vardı. Şöminenin üstündeki duvar çok parlak İncil sahneleriyle süslenmişti, bir de General Washington portresi asılmıştı. Portre öyle bir biçimde çizilip boyanmıştı ki, o kahraman adam neye benzediğine şöyle bir göz atsa, şaşar kalırdı.

Köşedeki kaba saba tahta sırada parlak kara gözleri, tombul parlak yanaklarıyla birkaç kıvırcık saçlı çocuk, bir bebeğin ilk yürüme çabalarını denetlemekteydiler, çocuğun ayağa kalkıp bir an dengelendikten sonra yere yuvarlanmasıyla son bulan her başarılı düşüş, karar verilerek yapılmış zekice bir şeymişçesine çılgın bir neşeyle karşılanıyordu.

Bacakları romatizmalı bir masa, ateşin önüne çekilmiş, bir örtü örtülmüş, üstüne de parlak desenli fincanlarla tabaklar ve yaklaşan bir yemeği gösteren öteberi konulmuştu. Bu masada Mr. Shelby’nin sağ kolu Tom Amca otururdu, öykümüzün kahramanı olduğu için okurlarımıza fotoğrafını gümüş levha üstüne çekeceğiz. İriyarı, geniş göğüslü, tepeden tırnağa pırıl pırıl kapkara parlayan, güçlü kuvvetli bir adamdı, Afrikalı çizgilerin ciddi ve güvenilir bir anlamla birleştiği yüzünde iyi yüreklilikle hayırseverlik okunuyordu. Halinde tavrında kendine saygı ve vakar vardı. Ancak bunlar insana güven veren alçakgönüllü bir sadelikle karışmıştı.

Şu anda cin gibi zeki, on üçünde ve eğitmenlik sorumluluğunun bilincinde olan genç Efendi George’un gözetimi altında büyük bir dikkatle ağır ağır yazmaya uğraştığı mektuplar için oturduğu taş tahtanın başında çok meşgul görünüyordu.

Tom Amca g’nin kuyruğunu işgüzarlık yapıp yanlış yana uzatınca çocuk sert, uyanık bir tavırla, “Öyle değil Tom Amca, öyle değil,” dedi. “Öyle yapınca q oldu baksana.”

Genç öğretmeni onun öğrenmesi için q’larla g’leri bininci kez tam bir başarıyla yazarken Tom Amca hayranlık ve saygıyla, “Tanrı’nın sevgili kulusunuz, değil mi?” dedi, sonra kalemi iri, hantal parmaklarıyla kavrayarak sabırla yeniden yazmaya koyuldu.

Chloe Teyze çatalına taktığı pastırma dilimiyle alçak kenarlı demir tavayı yağlarken bir an durup genç Efendi George’a gururla baktı, “Beyazlar böyle şeyleri amma da kolay beceriyor,” diye söylendi. “Nasıl da yazıyor, hele okuması! Sonra da akşamları gelip derslerini bize öğretiyor, amma da garip!”

“Ama Chloe Teyze, ben çok acıktım,” dedi George. “Şu senin tava kekin olmadı mı daha?”

“Olmak üzere Efendi George,” dedi Chloe Teyze ve kapağı kaldırıp altına bir göz attı.

“Güzel, kahverengileşiyor, tam tatlı kahverengi olmuş. Ah, işte bu tam benim işim! Geçen gün hanımım, Sally’nin kek yapmasına izin verdi, azıcık öğrensin diye. Ben de, ‘Aman bırakın hanımım, o güzel malzemelerin böyle ziyan olduğunu görmeye acıyorum,’ dedim. Kekin yalnızca bir yanı kabardı, ne biçim var ne bir şey, pabucum gibi oldu, amaan git hadi!”

Sally’nin acemiliğini küçümseyen bu son cümleyle Chloe Teyze kabın üstündeki kapağı bir hamlede kaldırıverdi ve hiçbir pastacının yüzünü kızartmayacak görünümüyle, güzelce kabarmış bir kek ortaya çıktı. Bu eğlencenin en önemli noktası olduğu için Chloe Teyze şef denetleyici olarak telaşla sağa sola koşuşturmaya başladı.

“Hey Rose ile Pete, ortadan çekilin bakayım zenciler sizi! Sen de çekil Polly canım, annesi bebeciğine sonra bi’şeyler verecek. Şimdi Efendi George, şu kitapları bir kenara çekin de ihtiyarcığımla yerleşin bakalım, ben de sosislerle gözlemeleri sıcak sıcak bi’ dakkada tabağınıza koyuvereyim.”

“Akşam yemeğine eve dönmemi söylediler,” dedi George, “ama ben buradakilerin bırakılmayacak kadar güzel olduğunu biliyordum Chloe Teyze.”

“Elbette bileceksin, elbette bileceksin cancağızım,” dedi Chloe Teyze, bir yandan da dumanı tüten gözlemeleri George’un tabağına tepeleme yığıyordu.

“İhtiyar teyzeciğin en iyisini sana saklar bilirsin. Bunu sen bilmeyeceksin de kim bilecek? Hadi oradan!”

Bunu söylerken parmağıyla George’u şakacıktan dürttü, sonra olanca canlılığıyla yine tavasının başına döndü.

Tava “bakanlığının” işleri biraz durulunca, Efendi George, “Şimdi sıra kekte,” diyerek koca bir bıçağı kesmek üzere uzattı.

Chloe Teyze çabucak kolundan yakalayarak, “Tanrı sizi korusun Efendi George!” dedi. “O kocaman ağır bıçakla kesmeyeceksiniz ya! Söner, o güzelim kabarıklığı bozulur. Alın, bu daha ince bir bıçaktır, bu tür işler için hep bilerim. Şööyle… Bakın nasıl tüy gibi bölünüyor! Şimdi yiyin bakalım. Daha lezizini bulamazsınız.”

George ağzı dolu, “Tom Lincon’un dediğine göre, Jinny senden daha iyi aşçıymış.”

Chloe Teyze kibirli bir tavırla, “Tom Lincon’un ne söylediği hiç önemli değil. Yani bizimkilerin yanında demek istiyorum. Jinny daha sıradan işlerde eli yüzü düzgün şeyler çıkarabilir ortaya belki ama şık bir şey dedin mi, eli ayağı birbirine karışır. Şimdi bırakın Efendi Lincon’u bir yana Efendi Shelby! Güzel Tanrı’m! Gelelim Hanım Lincon’a… Benim hanımım gibi odaya süzülerek girebilir mi, nasıl harika bir yürüyüşü vardır, bilirsiniz! Amaan, git işine! Şu Lincon’lardan söz etmeyin bana!”

Chloe Teyze kafasını dünya çapında bir sır biliyormuşçasına salladı.

“İyi de… ben senin de, Jinny’nin oldukça iyi bir aşçı olduğunu söylediğini duymuştum,” dedi George.

“Söyledim. Onu söyleyebilirim. İyi, sade, sıradan yemekleri, Jinny yapar. İyi bir mısır ekmeği, mısır unundan kusursuz bir kek yapmayı beceremez ama. Tanrı bilir ya, leziz, alengirli bir şey gerekirse, ne yapabilir ki? Elbet o da kek yapıyor ama dışı nasıl oluyor? Senin sevdiğin gibi o ağızda eriyen kabarıklığı verebilir mi? Miss Mary evlenirken gitmiştim oraya, Jinny de düğün pastasını göstermişti. Jinny’yle iyi arkadaşızdır, biliyor musunuz? O pasta için ‘hadi git işine’den başka hiçbir şey söylemedim Efendi George! Ben pasta diye öyle bir yığın yapsaydım, bir hafta gözüme uyku girmezdi. Ona pasta bile denmezdi ya, neyse!”