“Herhalde Jinny onu beğendi,” dedi George.
“Öyle olmalı! Değil mi ya? Orada tüm aklı ermezliğiyle yaptığını onlara yediriyor, ortada işte, Jinny bilmiyor. Ailede iş yok ki! Ondan böyle bir şeyi bilmesi beklenemez! Bu onun suçu değil. Ah, Efendi George, ailenizin size sağladığı ayrıcalıkların yarısının bile farkında değilsiniz!” Bu noktada Chloe Teyze duygulanarak gözlerini yuvalarında şöyle bir çevirip içini çekti.
“Bundan hiç kuşkum yok Chloe Teyze, tüm pasta ve muhallebi ayrıcalıklarımın farkındayım. Her görüşümde övünüp övünmediğimi Tom Lincon’a sor bakalım.”
Chloe Teyze iskemlesine oturdu ve genç efendinin bu nüktesine yürekten gelen ağız dolusu kahkahalarla gülmeye başladı, parlak, kara yanaklarından aşağı yaşlar süzülünceye kadar da güldü, arada bir şaka yollu “Efendi Georgey”ye dirsek vurup şaplak atarak duruma neşe katıyordu, ona işine gitmesini, amma da garip bir tip olduğunu, Chloe Teyzesi’ni neredeyse öldüreceğini söylüyor, bu kanlı öngörüler arasında yine her biri öncekinden daha güçlü kahkahalara boğuluyordu, öyle ki sonunda George bile aman vermez bir şakacı olduğunu düşünmeye başladı, artık konuşurken elinden geldiğince komik olma konusunda dikkatli olacaktı.
“Siz de sonra Tom’a öyle dediniz demek? Hey Tanrı’m! Ne gençler yaratıyorsun! Tom’a övündünüz demek? Hey Tanrı’m! Efendi George siz bir böceği bile güldürürsünüz.”
“Evet,” dedi George, “ona dedim ki, Chloe Teyze’nin pastalarını bir görmelisin, tam ağzına layık.”
Tom’un bilgisiz durumundan yardımsever yüreği etkilenmiş olan Chloe Teyze, “Yazık Tom göremedi bunları,” dedi. “Bugünlerde onu yemeğe davet etmelisiniz Efendi George,” diye ekledi. “Size o yakışır. Biliyorsunuz, ayrıcalıklarınız yüzünden kendinizi kimsenin üstünde hissetmemelisiniz, ayrıcalıklarımız ödüllerimizdir, bunu hep anımsamalıyız,” dedi Chloe Teyze. Son derece ciddi görünüyordu.
“Eh, önümüzdeki hafta Tom’u davet ederim,” dedi George. “Sen şöyle bir döktür bakalım da Chloe Teyze o da bakakalsın. On beş gün acıkmayacak kadar yedirmez miyiz şimdi onu biz?”
“Evet, evet, kesinlikle,” dedi Chloe Teyze. Hoşuna gitmişti. “Göreceksin. Tanrı’m! Bazı akşam yemeği davetlerimizi düşünüyorum da… General Knox’a yemek verdiğimizde yaptığım o tavuklu böreği anımsıyor musun? Kıtır kabuğu yüzünden hanımımla neredeyse tartışıyorduk. Bazen hanımlara neler oluyor hiç anlamıyorum ama, birimizin sırtında en ağır sorumluluk yükü varken en olmayacak şeyi önemserler, bir de üstelik çoluk çocukla birlikte ayak altında dolaşıp her şeye karışırlar. Hanım şunu şöyle yap, bunu böyle yap der, sonunda benim de sabrım taşar, tutup ona derim ki: ‘Bakın hanımım, bir şu üstünde çiy parlayan zambaklar gibi yüzükler ışıldayan uzun parmaklı güzelim beyaz ellerinize, bir de benim kocaman kara, kütük gibi ellerime bakın. Şimdi, Tanrı benim börek yapmamı, sizin de salonda oturmanızı istemiş olmalı, öyle değil mi?’ Ben çok sabırsızım Efendi George.”
“Ee, annem ne der buna?”
“Demek mi? Gözlerinin, o kocaman gözlerinin içi güler, ‘Eh, Chloe Teyze sanırım doğru söylüyorsun,’ deyip salona geçer. Bu kadar sabırsız olduğum için kafamı yarması gerekir ama o böyledir işte! Yani ben mutfakta hanımlarla yapamam!”
“O yemekte harikalar yaratmıştın,” dedi George. “Herkesin de aynı şeyi söylediğini anımsıyorum.”
“Ya, öyle değil mi? O gün yemek odasının kapısının arkasında olmadığımı mı sanıyorsun? Generalin tabağını böğürtlen tatlısıyla üç kez doldurduğunu görmediğimi mi sanıyorsun? Bir de, ‘Bulunmaz bir aşçınız var Mrs. Shelby,’ demişti. Tanrı’m! Sevincimden çatlayacaktım neredeyse!”
Chloe Teyze gururla, “General yemekten anlıyor,” dedi. “General çok hoş bir adam. Eski Virginia’nın en köklü ailelerinin birinden geliyor! Neyin ne olduğunu benim kadar iyi biliyor şu general. Her pastanın püf noktası vardır, herkes onun ne olduğunu bilmez ama general biliyordu, bunu söylediklerinden anladım. Evet, püf noktasının ne olduğunu biliyordu!”
Bu arada Efendi George (sıra dışı durumlarda) bir erkek çocuğun tek bir lokma bile yiyemeyeceği noktaya gelmişti, bu yüzden de kıvırcık yüne benzeyen saçları ve parlayan gözleriyle karşı köşeden aç gözlerle onu izleyen birbiri üzerine yığılmış kara kafaları fark etti.
Kalan parçaları onlara atarak, “Alın bakalım Rose’la Pete, siz de biraz istersiniz, değil mi? Hadi Chloe Teyze onlara da biraz kek ver.”
Sonunda George’la Tom ocak başında daha rahat bir yere geçtiler, bu arada Chloe Teyze bir sürü gözleme daha yapmış, bebeğini kucağına almış, bir kendinin bir onun ağzını doldurup duruyor, elindekileri yemekle meşgul olan Rose’la Pete de masanın altında yuvarlanıyor, birbirlerini gıdıklıyor, arada bir de bebeğin ayak başparmağını çekiştiriyorlardı.
Arada zıvanadan çıktıklarında anne masanın altına rasgele vurarak, “Rahat durun bakayım!!!” diyordu. “Beyazlar geldiğinde daha doğru dürüst oturamaz mısınız? Kesin şunu artık, tamam mı? Kendinize çekidüzen verin, yoksa Efendi George gittikten sonra sizin canınıza okur, alaşağı ederim!”
Bu korkunç gözdağının ardında ne yattığını anlamak zordu ama yöneldiği genç günahkârlarda pek bir etki yarattığı söylenemezdi.
“Kesin artık!” dedi Tom Amca. “Bu kıkırdaşma öyle bir hale geldi ki, ne yaptığımızı anlamıyoruz.”
Elleri, yüzleri esmer şekere bulanmış çocuklar masanın altından çıkıp bebeği öpmeye başladı.
Anne yünü andıran kafalarını iterek, “Hadi gidin şurdan!” dedi. “Böyle yaparsanız hepiniz birbirinize yapışır kalırsınız. Hadi gidin dereye de temizlenin!” Öğüdünü korku verici bir sesle şaplayan bir tokatla noktaladı ama bu kapıdan telaşla birbiri üstüne yuvarlanarak çıkan çocukları daha çok güldürdü, dışarı çıkar çıkmaz da bir keyif çığlığı koyverdiler.
Chloe Teyze halinden hoşnut bir tavırla, “Hiç bu kadar haylaz şeyler gördünüz mü?” dedi, bir yandan da böyle acil durumlar için sakladığı eski bir havluyu çatlak çaydanlıktan azıcık su dökerek ıslatıp bebeğin eliyle yüzüne bulaşmış şekerleri siliyordu, çocuk pırıl pırıl olana kadar ovaladı, sonra da Tom’un kucağına oturtup yemek artıklarını toparlamaya koyuldu. Bebek de bu arada fırsat bu fırsat, Tom’un burnunu çekiyor, yüzünü tırmalıyor, tombul ellerini onun yünümsü saçlarına gömüyor, bu son yaptığından özellikle çok keyif alıyordu.
Tom, bebeği kendinden uzakta tutarak, “Ne şirin şey değil mi?” dedi. Sonra da kalkıp çocuğu geniş omuzlarına yerleştirip onunla hoplayıp sıçrayarak dans etmeye koyuldu, Efendi George da mendilini havada şaklatarak bebeğe vuruyordu. Rose’la Pete dönmüş, ayılar gibi homurtulu sesler çıkarıyorlardı, sonunda Chloe Teyze gürültücülerin kafasını kopartacağını söyledi ama belli ki bu kulübede olağan bir olaydı ve açıklanışı coşkuyu azaltmadı, herkes sakinleşinceye kadar bağıra yuvarlana oynayıp durdu.
Açılır kapanır yatağın altına itilmiş tekerlekli yatağı çekmeye uğraşan Chloe Teyze, “Eh, istediğiniz olmuştur artık,” dedi. “Şimdi, Rose’la Pete gelin, şuraya girin yatın da biz de oturup konuşalım.”
“Anne, oraya yatmak istemiyoruz, biz de oturup konuşmaları dinlemek istiyoruz, çok merak ediyoruz, çok hoşumuza gidiyor.”
“Chloe Teyze, it onu yatağın altına da bırak otursunlar,” dedi Efendi George kararlı bir sesle ve o kötü (!) nesneyi şöyle bir itiverdi.
Durumu kurtarmış olan Chloe Teyze o nesneyi yatağın altına itmekten belli ki son derece hoşnuttu, bir yandan da, “Eh, belki bu sefer uslu dururlar,” diyordu.
Şimdi evin içi toplantının yiyecek içecek ve hazırlıklarını tartışmak için hepsinin katıldığı bir kurula dönüşmüştü.
Chloe Teyze, “Şimdi bakın, yer konusunda ne yapacağımızı hâlâ bilmiyorum, haberiniz olsun,” dedi. Bu toplantı Tom Amcalarda uzun süredir her hafta yapılıyor ama yer sorunu bir türlü çözümlenemiyordu.
“Yaşlı Peter Amca geçen hafta ilahi söylerken o eski sıranın bacaklarını kırdı,” dedi Rose.
“Hadi oradan! Kalıbımı basarım ki sen çıkarmışsındır onları oradan, senin parlak fikirlerinden biri,” dedi Chloe Teyze.
Rose da, “Eh duvara dayarsanız yine de ayakta durur!” dedi.
“Öyleyse Peter Amca oraya oturmamalı, ilahi söylerken yerinde zıplıyor. Geçen gece ta odanın öbür ucuna zıpladı,” dedi Pete.
“O zaman onu odanın o ucuna oturtalım,” dedi Rose. “Ondan sonra da, ‘Azizler ve günahkârlar, gelin buraya da beni dinleyin,’ derken güm diye gitsin.” Adamın genizden gelen sesinin aynını yansılıyordu, düşünülen felaketi eksiksiz canlandırmak için yere bile yuvarlandı.
“Hadi bakalım, doğru durun. Utanmıyor musunuz?” dedi Chloe Teyze.
Efendi George da gülerek suçlunun tarafını tutup kararlı bir tavırla onun bir “köftehor” olduğunu söyleyince ananın uyarısı havada kaldı.
“Eh ihtiyar adam, artık şu fıçıları taşımak zorundasın,” dedi Chloe Teyze.
Rose, Pete’ten yana çıkarak, “Annemin fıçıları Efendi George’un iyi kitapta okudukları gibi, insanı asla yarı yolda bırakmaz,” dedi.
“Geçen hafta biri çöktü,” dedi Pete, “ilahinin tam ortasında herkes yere yuvarlandı, biz de düşüyorduk az daha, değil mi?”
Bu arada Rose’la Pete iki boş fıçıyı aralarına alıp kulübeye yuvarlamış, iki yanına taşlar koyarak sağlamlamış, aralarına tahtalar uzatmış, elbirliğiyle kovaları, yayıkları ters çevirmişlerdi. Derme çatma iskemleleri de şekle şemale soktuktan sonra hazırlıklar tamamlanmıştı.
Chloe Teyze, “Efendi George öyle iyi bir okuyucu ki, şimdi bize de okuyacak,” dedi, “hem böylesi çok daha ilginç olur.”
George dünden razıymışçasına kabul etti, kitabınızın kahramanı onu önemli kılan her şeyi yapmaya hazırdı.
Az sonra oda, yaşlı saygın büyüklerden, seksenliklerden ve gri saçlılardan tutun da on yedisindeki delikanlılardan genç kızlara kadar değişen karmakarışık bir kalabalıkla doldu. Efendi Shelby’nin evin şanına şan katacak kızıl doru yeni bir tay almayı düşündüğü söylendi. Lizzy’ nin düğün töreni yapıldığında hanım benekli bir muslin giysi verecekti, yaşlı Sally Teyze yeni yazmasını nereden bulmuştu; böylesi çeşitli konular üstüne küçük, zararsız bir dedikodu başladı.
Yakın ailelerden geldikleri için katılmalarına izin verilen dostlar da evlerinde ve çevrelerinde olup bitenlere ilişkin değişik haber kırıntıları getirmişlerdi, tümü de daha üst sınıf çevrelerde yapıldığı gibi herkesi dolaştı.
Bir süre sonra herkes olanca coşkusuyla ilahi söylemeye başladı. Bir zamanlar yabanıl ve yaşam dolu olan seslerin doğuştan getirdikleri etkiyi genizden gelen ses perdelerinin olumsuzluğu bile bozamıyordu. Sözler bazen kiliselerde söylenen ilahilerin bilinen dizeleri, bazen de kamp akşamlarında seçilen daha yabansı, tanımsız ama özellikli sözlerdi.
Büyük coşku ve hazla söylenen birinin sözleri şöyleydi:
Ölmek savaş alanında,
Ölmek savaş alanında,
Ruhumda şan ve şerefle.
Sıkça yinelenen bir başka sevilense şöyleydi:
Şerefimle gidiyorum – benimle gelmez misin?
Meleklerin emrinde ve istediğimi yerine getirmeye hazır
Beni uzaklara çağırdığını görmüyor musun?
Altın kenti ve sonu olamayan günü görmüyor musun?
Zenci düşüncesine uygun ateşli ve hayal gücü geniş, sürekli Ürdün Nehri’nin kıyıları, vaat edilmiş ülkenin tarlaları ve cennetten söz eden başka ilahiler de vardı, bunlar hep capcanlı, resim gibi bir doğayı anlatıyordu, söylerken nehrin öbür yanını, cenneti elde etmişçesine kimi gülüyor kimi ağlıyor kimi el çırpıyor ya da sevinçle el sıkışıyorlardı.
Çeşitli öğüt ya da deneyimler ezgiyle karışmış olarak bir sonraki sırada yer alıyordu.
Çalıştığı günlerin üstünden çok uzun zaman geçmiş, artık tarihin bir sayfası olarak bakılan yaşlı, gri saçlı bir kadın ayağa kalkıp değneğine abanarak, “Eh çocuklar! Sizi bir kez daha dinlediğim ve gördüğüm için başım göğe erdi, cennete ne zaman giderim bilmiyorum ama hazırlandım çocuklarım, öyle görünüyor ki, çulum çaputum bağlandı, bonem başıma kondu, şimdi yalnızca gelip beni asıl evime götürmeleri kaldı, bazen geceleri tekerlek sesleri duyar gibi oluyor, hep dışarı bakıyorum, siz de hepiniz her an hazır olun çocuklar, bakın söylüyorum size,” dedi ve değneğini sertçe yere vurdu. “Şu cennet çok yüce bir şey! Çok yüce, çocuklar, sizse onun hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz, oysa o muhteşem!”
Yaşlı kadın gözlerinden ip gibi yaşlar akıtarak tümüyle söylediklerinin etkisinde yerine oturdu, derken çepeçevre dizilmiş herkes ansızın, “Ah Kenan, parlak Kenan diyarı / Kenan topraklarına gitmeye hazırız,”a başladı.
İstek üzerine Efendi George, Vahiy Kitabı’nın son bölümlerini okumaya başladı. İkide bir, “Yüzü suyu hürmetine!”, “Şuraya bakın!”, “Şunu bir düşünün!”, “Bu söylenenler yeterli delil değil mi?” gibi feryatlarla sözü kesiliyordu.
George dinî konularda annesince eğitilmiş, parlak bir çocuktu, sonunda bu konudaki her şeye hayran olduğunu keşfetmiş, zaman zaman övgüye layık bir ciddiyet ve ağırbaşlılık taşıyan kendi yorumlarını getirmiş, bunun için gençlerin hayranlığını, yaşlıların da rızasını kazanmış, sonuçta da herkesçe “bir rahibin bile bu işi ondan iyi beceremeyeceğinde” ve bunun “gerçekten çok şaşırtıcı” olduğunda birleşilmişti.
Tom Amca bu çevrede dinî konularda hatırı sayılır biriydi. Arkadaşlarından çok daha geniş görüşlü, incelikli ve bilgili olmasının yanı sıra manevi gücün son derece etkin olduğu bir düzen kurduğundan büyük bir saygı görür, ona bir tür rahipmiş gibi davranılır, vaazımsı öğütlerinin sade, içten ve yürekten gelen üslubu, eğitimli insanlarınkinden daha eğitici olurdu ama asıl üstünlüğü dua konusundaydı. İncil diliyle zenginleştirilmiş dualarının çocuksu içtenliği ve dokunaklı sadeliğiyle hiçbir şey yarışamazdı. Tüm bunlar onun benliğiyle öylesine iç içe geçmiş, onun bir parçası olmuştu ki, dindar yaşlı bir zencinin anadili olarak elinde olmaksızın dudaklarından dökülüyor, dualar “oluşuveriyordu”. Dinleyicilerinin inançlarına seslenen duaları öylesine etkili oluyordu ki, dört bir yanında patlak veren karşılık seli içinde yitip gitme tehlikesi baş gösteriyordu.
İhtiyarın kulübesinde bu sahne yaşanırken efendinin salonunda çok daha değişik bir sahne vardı.
Tüccarla Mr. Shelby, yemek odasında kâğıtlar ve yazı gereçleriyle kaplı bir masanın başında oturuyorlardı.
Mr. Shelby bir tomar faturayı saymakla meşguldü, saydıklarını tüccarın önüne itiyor, o da bir kez daha sayıyordu.
“Her şey uygun,” dedi tüccar, “şimdi de şunları imzalayıverin.”
Mr. Shelby satış faturalarını uygunsuz satış yapan bir adamın bir an önce bitirmek isteyen aceleci tavrıyla çabucak önüne çekip imzaladıktan sonra parayla birlikte yine tüccara uzattı.
Haley iyice eskimiş bir valizden bir parşömen çıkardı, ona bir süre baktıktan sonra Mr. Shelby’ye uzattı, o da gizlemeye çalıştığı bir sabırsızlıkla aldı.
Tüccar ayağa kalkarken, “Eh, bu iş tamamdır!” dedi.
Mr. Shelby düşünceli bir tonla, “Tamamdır!” dedi ve derin derin içini çekerek yineledi: “Tamamdır!”
Tüccar, “Pek mutlu değilmişsiniz gibi geliyor bana,” dedi.
“Haley,” dedi Shelby, “Tom’u nasıl birileri olduğunu bilmediğiniz bir yere satmayacağınıza şerefiniz üstüne söz verdiğinizi umarım anımsarsınız,” dedi.
“Siz az önce bunu yaptınız ama,” dedi tüccar.
Shelby kibirli bir tavırla, “Koşullar,” dedi, “biliyorsunuz beni buna zorladı.”
“Eh beni de zorlayabilir,” dedi tüccar. “Ne olursa olsun Tom’a iyi bir yatacak yer vermek için elimden gelenin en iyisini yapacağım, ona kötü davranma konusuna gelince, bundan zerre kadar korkunuz olmasın. Tanrı’ya şükretmeyi eksik etmediğim bir konu varsa, o da kötü yürekli olmadığımdır.”
Tüccarın insancıl ilkelerini açıklamasından sonra bile Mr. Shelby kendini pek güvence verilmiş gibi hissetmiyordu ama koşulları ancak bu kadar içini rahatlatmasına elveriyordu. Adam çıkıp giderken hiç sesini çıkarmadan bir puro yaktı.
5
Canlı mallar sahipleri değiştiğinde
duygularını nasıl gösterir?
Mr. Shelby ile Mrs. Shelby gece için dairelerine çekilmişlerdi. Adam büyük bir koltuğa oturmuş, öğleden sonra postasıyla gelen mektupları gözden geçiriyor, kadın da aynanın önünde ayakta durmuş Eliza’nın sabah düzenlediği karmakarışık örgü ve bukleleri fırçalıyordu, hanımı kızcağızın soluk yanaklarıyla bitkin gözlerini fark edince o gece için izin vermiş, yatağına gitmesini emretmişti. Patroniçesi kıza sabaha konuşacaklarını söylemiş, sonra kocasına dönerek rasgele, “Aklıma gelmişken Arthur, bu akşam masamıza gereksiz yere istemeyecek çağırdığınız o düşük düzeyli adam kimdi?” diye sordu.
Shelby iskemlesinde tedirgin bir tavırla dönerek gözleri mektuba dikili, “Adı Haley,” dedi.
“Haley mi? O da kim ve burada ne işi var Tanrı aşkına?”
“Geçen sefer Natchez’e gittiğimde onunla iş yapmıştım,” dedi Mr. Shelby.
“O da buna güvenip evine girer gibi gelip sofraya oturdu, öyle mi?”
“Yok canım, onu ben davet ettim, bazı hesaplarımız vardı.”
Mrs. Shelby kocasının sıkıldığını hissederek, “Köle taciri mi?” diye sordu.
Shelby başını kaldırarak, “Aman canım, bu da nereden aklınıza geldi?” dedi.
“Hiç, yalnızca Eliza yemekten sonra buraya geldi, çok kaygılıydı, ağlayıp sızlayarak sizin bir tüccarla konuştuğunuzu, adamın oğlunu, şu bizim komik küçük ördeği satın almayı önerdiğini söyledi!”
Mr. Shelby mektubuna dönüp baş aşağı tuttuğunu fark etmeden bir süre tüm dikkatini ona vermiş göründükten sonra, tüm mantığıyla, “Nasılsa satılacaktı, er ya da geç,” dedi.
Mrs. Shelby saçlarını fırçalamayı sürdürerek, “Eliza’ ya o acıları çekmekle aptallık ettiğini, o tip biriyle hiç işiniz olmayacağını söyledim. Elbette bizimkilerden hiçbirini satmaya niyetiniz olmadığını biliyorum – en azından öyle birine,” dedi.
“Bakın Emily, her zaman hissettiğim ve söylediğim gibi benim işimin kesinliği yoktur. Elimdekilerden bazısını satmak zorunda kalabilirim.”
“O yaratığa mı? Olamaz! Ciddi olamazsınız Mr. Shelby.”
“Öyle olduğumu söylediğim için üzgünüm. Tom’u satma konusunda hemen hemen anlaştık.”
“Ne? Bizim Tom’u mu? O iyi, vefalı adamı ha! Çocukluğundan beri size sadakatle hizmet eden o adamı! Ah, Mr. Shelby, azat etmeye bile söz vermişken hem de, bunu onunla yüzlerce kez konuştuk. Bunun üstüne her şeye inanabilirim artık. Zavallı Eliza’nın tek çocuğu küçük Harry’yi bile satabileceğinize inanırım!” Acı ve haksızlığa karşı duyduğu öfkeyle konuştu:
“Eh her şeyi bilmeniz gerektiğine göre, söyleyelim. Tom’la Harry’yi birlikte satmaya karar verdim ve herkesin her gün yaptığı şeyi yaptığım için neden bir canavar sayıldığımı anlamıyorum.”
“Ama öbürleri varken, neden onlar? Neden illa satmanız gerekiyorsa öbürleri değil de bunlar?”
“En çok parayı onlar getiriyor da ondan. Başka birini de seçebilirdim. Adam Eliza için çok para verdi, size uyarsa…”
“Alçak adam!” dedi Mrs. Shelby hırsla.
“Eh, ben de onu bir saniye bile dinlemedim zaten, sizin duygularınız adına böyle bir şey söz konusu bile olamaz, yapamazdım ama siz de bana biraz hak verin.”
“Canım,” dedi Mrs. Shelby kendini toparlayarak, “bağışlayın beni, aceleci davrandım. Şaşırdım, bunu hiç beklemiyordum ama siz de bu zavallı yaratıklar için aracılık etmeme izin vereceksiniz herhalde. Tom, zenci olsa da soylu yüreği olan sadık, güvenilir biridir. İnanıyorum ki Mr. Shelby, gerekirse yaşamını bile sizin için feda edebilir.”
“Bunu biliyorum, sanırım öyledir ama bunun yararı ne? Bunu yapmamak elimde değil ki!”
“Neden parayı feda etmiyoruz? Payıma düşen zorluğa katlanmaya hazırım. Ah, Mr. Shelby, her Hıristiyan kadının yapması gerektiği gibi o zavallı, basit, yardım ve desteğe muhtaç insanlar için görevimi sadakatle yerine getirmeye çalıştım, didindim. Onlar için kaygılandım, onlara yol gösterdim, göz kulak oldum, yıllarca tüm sevinçlerini, ilgi duydukları şeyleri hep bildim, peki şimdi zavallı Tom kadar sadık, kusursuz ve bize bunca güvenen birini önemsiz bir çıkar karşılığı satarak ona sevgi, değer adına öğrettiğimiz her şeyi bir anda koparıp alırsak onların arasında bir daha nasıl başım yukarıda dolaşırım? Onlara ailenin, ana babanın, çocuğun, karıkocanın görevlerini öğretmişken parayla kıyaslandığında bizim ne denli kutsal olursa olsun hiçbir bağ, görev ve ilişkiye aldırmadığımızı bu kadar açıkça ortaya koymamıza nasıl dayanabilirim? Eliza’yla oğlu için, Hıristiyan bir ana olarak ona olan görevleri konusunda konuştum, ona nasıl göz kulak olacağını, dua edeceğini ve onu nasıl iyi bir Hıristiyan olarak yetiştireceğini anlattım. Şimdi onu koparıp alır da bedeni ve ruhuyla bayağı, ilkesiz bir adama üç sent uğruna satarsanız ben o kadına ne derim? Ben ona tek bir ruhun, dünyanın tüm parasından değerli olduğunu söylemişken şimdi sırtımızı dönüp de çocuğunu satarsak, hem de bedeni ve ruhu iflas etmiş bir adama, bana nasıl inanacak?”
“Böyle hissetmenize üzüldüm Emily, gerçekten çok üzüldüm,” dedi Mr. Shelby, “duygularınıza tümüyle katılmasam bile saygım var ama size ciddi olarak söyleyeyim ki, bu konuda yapabileceğim bir şey yok. Bunu size söylemek istemezdim Emily ama açıkça anlatmam gerekirse, bu ikisini satmakla her şeyi satmak arasında seçeneğimiz yok. Ya onlar gidecek ya da her şey. Haley ipotekli alacak sahibi olarak gelmişti buraya, bu borcu hemen kapatmasaydım, önüne ne çıkarsa alacaktı. İnceden inceye hesap yaptım, giderleri azalttım, borç aldım, hiçbiri işe yaramadı, hatta yalvardım ama açığı kapatmak için bu iki kölenin satılması gerekti, ben de onları gözden çıkarmak zorunda kaldım. Haley çocuğu istedi ancak öyle anlaşacağını, başka hiçbir yolu kabul etmeyeceğini söyledi. Bense onun eline düşmüştüm, başka çarem yoktu. Bazı şeyleri satmak varken, ne var ne yok satmak daha mı iyi?”
Mrs. Shelby felakete uğramış biri gibi kalakalmıştı. Sonunda tuvalet masasına dönerek yüzünü ellerinin arasına aldı, bir inilti koyverdi.
“Bu Tanrı’nın köleliği laneti, çok çok acı ve en kötü şey! Efendiye de köleye de gelen bela! Bu kadar ölümcül bir kötülüğü düzeltebileceğimi düşündüğüm için aptalın biriyim. Bizimkiler gibi yasalarla bir köleyi elimizde tutarak günah işliyoruz, bunu hep küçük bir kızken bile hissettim, kiliseye gitmeye başladıktan sonra bu düşüncem daha da güçlendi ama bu sıkıcı durumun etkisini azaltabileceğimi düşündüm, iyilik, özen ve bilgiyle onlara özgürlükten daha fazlasını verebileceğimi, kendi durumumu iyileştirebileceğimi, vicdanımı rahatlatabileceğimi düşündüm… Amma da budalaymışım!”
“Karıcığım, bakıyorum enikonu köleliğin kaldırılmasından yanasınız.”
“Köleliğin kaldırılmasından yana ha! Benim kölelik konusunda bildiklerimi bilseler, neler düşünürlerdi acaba? Bunun söylenmesine bile gerek yok, köleliğin doğru olduğunu hiç düşünmediğimi biliyorsunuz, asla köle sahibi olmaya gönüllü olmadım.”
“Eh, işte o noktada birçok akıllı ve dindar adamdan ayrı düşünüyorsunuz,” dedi Mr. Shelby. “Mr. B.nin geçen pazar verdiği vaazı anımsıyor musunuz?”
“Böyle vaazları duymak istemiyorum, Mr. B.yi de bir daha kilisemizde vaaz verirken dinlemek istemiyorum. Din adamları kötüye hizmet etmez, bazı şeyleri düzeltmek konusunda bizden daha fazla işe yaramazlar belki ama karşı koyarlar! Bu tip vaazlar hep sağduyuma aykırı düşmüştür. Sizin de o vaazı pek düşündüğünüzü sanmıyorum.”
“İtiraf etmeliyim ki, bu vaizler bazen olayları biz zavallı günahkârların yapmaya cesaret edebileceğinden çok daha ileri götürürler. Bazı şeylere zor da olsa gözlerimizi kapamalı ve doğru olmayan bir pazarlığa da alışmalıyız ama kadınlarla din adamlarının böyle liberal ve yeniliklerden habersiz düşüncelerle ortaya çıkıp erdem ya da ahlaki konularda bizi aşmalarını pek hoş karşılamadığımız bir gerçektir. Yine de sevgilim, bu olayın gerekliliğini ve koşulların elverdiği en iyi şeyi yaptığımı gördüğünüze inanıyorum.”
“Aa, evet evet!” dedi Mrs. Shelby çabucak. Bir yandan da dalgınlıkla altın saatine dokundu ve düşünceli bir tavırla, “Pek fazla para edecek bir mücevherim yok ama bu saat bir işe yaramaz mı? Alındığında epey pahalıydı. En azından Eliza’nın çocuğunu kurtarabileceksem, her şeyi feda ederim,” diye ekledi.
“Çok üzgünüm, gerçekten çok üzgünüm Emily. Bu işin sizi bu kadar etkilemesi beni çok üzüyor ama hiçbir yararı olmaz. Sorun şu ki Emily, her şey olup bitti, satış anlaşmaları imzalandı, şu anda da Haley’de, her şey çok daha beter olmadığı için şükretmelisiniz. O adamın elinde hepimizi mahvedecek bir güç vardı, neyse ki kurtulduk. Adamı benim kadar tanısaydınız, kıl payı kurtulduğumuzu anlardınız.”
“Öyleyse çok acımasız?”
“Yoo, acımasız değil de, yalnızca bir tüccar, satış ve kârdan başka bir şeye aldırmayan, ölüm ve mezar kadar soğuk, amansız ve duraksamayan biri! İhtiyara bir zarar gelmesini istemez ama iyi bir fiyata anasını bile satar.”
“Bir de bu rezil yaratık iyi sadık Tom ile Eliza’nın çocuğunun sahibi olacak ha?”
“Eh, canım bu bana da çok zor geliyor! Düşünmekten nefret ettiğim bir şey. Haley işleri ayarlayacak. Yarın her şey onun kontrolünde olacak. Sabah erkenden atıma binip uzaklaşacağım. Tom’u göremem, bu kesin, siz de bir yerlere gidin, Eliza’yı da yanınıza alın. O ortalarda yokken bu iş olup bitsin.”