Книга Kehanet Gecesi - читать онлайн бесплатно, автор Пол Бенджамин Остер. Cтраница 5
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Kehanet Gecesi
Kehanet Gecesi
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Kehanet Gecesi

Aynı çarşamba gününün öğle sonrasında New York’un bir başka köşesinde Nick’in karısı Eva da Rosa Leightman’ı düşünmeye başlamıştır. Nick neredeyse kırk saattir kayıptır. Polisten, kocasının tarifine uyan bir adamla ilgili kaza ya da cinayet haberi gelmemiştir, adam kaçıran birileri fidye isteyen mektuplar göndermemiş ya da telefon etmemişlerdir, böylece Eva, Nick’in kaçmış, başını alıp gitmiş olabileceğini düşünmeye başlar. O an’a kadar Nick’in bir başka kadınla ilişkisi olabileceği hiç aklına gelmemiştir, ama pazartesi akşamı Nick’in restoranda Rosa hakkında söyledikleri ve onun kızı ne kadar beğendiği üzerinde düşününce, acaba Nick bir kaçamak mı, zina mı yapıyor, başak saçlı sıska kızın kollarına mı atıldı, diye işkillenmeye başlar.

Telefon rehberinden Rosa’nın numarasını bulup evine telefon eder. Yanıt alamaz elbette, çünkü Rosa çoktan uçağa binmiştir. Eva kısa bir mesaj bırakıp telefonu kapatır. Telefonuna yanıt alamayınca Eva o gece bir daha çevirir Rosa’nın numarasını ve bir mesaj daha bırakır. Bu böylece birkaç gün yinelenir; bir sabah arar onu, bir de geceleri; Rosa’nın sessizliği uzadıkça Eva’nın öfkesi artar. Sonunda Rosa’nın Chelsea’de oturduğu binaya gider, üç kat merdiveni tırmanır ve evinin zilini çalar. Ses çıkmaz. Yeniden vurur kapıya, yumruklar ve kapıyı menteşelerinden sarsar, yine de açan olmaz. Eva bunu, Rosa’nın kesinlikle Nick’le birlikte olduğu biçiminde yorumlar; mantık dışı bir varsayımdır bu, ama Eva artık mantıklı düşünecek durumda değildir, içinde büyüttüğü en korkunç kuruntulardan, evliliği ve kendisi hakkındaki en kötü korkularından beslenen ve kocasının yokluğunu açıklayacak bir hikâye kurmaktadır kafasında, delicesine. Bir kâğıt parçasına bir şeyler karalar ve Rosa’nın kapısının altından içeri atar. Seninle Nick hakkında konuşmam gerek,

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «ЛитРес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на ЛитРес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

Примечания

1

O sabahtan bu yana yirmi yıl geçti, birbirimize söylediğimiz şeylerin büyükçe bir bölümü unutuldu. Kayıp diyaloğu hatırlamak için belleğimi yokluyorum, ama ancak birkaç kopuk parça buluyorum, bulunduğu ortamdan koparılmış bölük pörçük şeyler. Emin olduğum bir tek şey varsa o da Chang’e adımı söylemiş olduğum. Benim yazar olduğumu keşfetmesinden sonra yapmış olmalıyım bunu; çünkü onun bana kim olduğumu sorduğunu duyar gibiyim, yazdıklarımdan okuduğu var mı, diye sormuştur. “Adım Orr,” demiştim ona, adımdan önce soyadımı söyleyerek. “Sidney Orr.” Chang’in İngilizcesi yanıtımı anlamasına yetmiyordu. Ben Orr deyince o ‘or’ anlamıştı, ben başımı iki yana sallayıp gülümseyince şaşkınlık ve mahcubiyet içinde kızarıp bozarmıştı. Tam hatasını düzeltip soyadımın yazılışını hecelemek üzereydim ki benim ağzımı açmama fırsat bırakmadan gözleri yeniden parladı, elleriyle kürek çeker gibi çılgınca çırpınmaya başladı, benim söylediğim sözcüğün belki de kürek anlamına gelen ‘oar’ olduğunu sanmıştı. Yine başımı hayır anlamında iki yana sallayıp gülümsedim. Chang pes etmişti, derin bir iç geçirip “Şu İngilizce korkunç bir dil,” dedi, “benim zavallı beynim için fazla karışık.” Mavi defteri tezgâhtan alıp kapağın iç tarafına büyük harflerle adımı yazana kadar bu yanlış anlama sürdü. Sonunda sonuç alınmıştı. Bunca çabadan sonra, Amerika’ya yerleşen ilk Orrların Orlovskyler olduğunu söylemeye kalkışmadım. Bu ad daha Amerikan görünsün diye büyükbabam kısaltmıştı, tıpkı Chang’in, adının yanına dekoratif ama anlamsız M.R. harflerini eklemesi gibi.

2

John elli altı yaşındaydı. Genç olmayabilirdi ama kendisini yaşlı hissedecek kadar yaşlı da değildi, özellikle de iyi bir biçimde yaşlanırken ve hâlâ kırklı yaşlarının ortasında ya da olsa olsa sonunda gösterirken. O sırada onu tanıyalı üç yıl olmuştu, Grace’le evli olmam dolayısıyla onunla arkadaş olmuştum. İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda Grace’in babasıyla John, Princeton Üniversitesi’nde birlikte okumuşlardı, o iki adam farklı alanlarda çalışsalar da (Grace’in babası Virginia’nın Charlottesville kentinde Bölge Federal Mahkeme Yargıcı’ydı) o günden bu yana yakınlıkları sürmüştü. Bu nedenle ben John’u ailenin dostu olarak tanıdım, liseden beri kitaplarını okuduğum ve hâlâ ülkenin en iyi yazarlarından biri olduğunu düşündüğüm ünlü romancı olarak değil.

John, 1952 ile 1975 yılları arasında altı roman yayınlamıştı, ama yedi yılı aşkın bir süredir hiçbir şey yapmamıştı. John hiçbir zaman hızlı yazan biri olmamıştı, kitaplarının arasındaki sessiz dönemlerin alışıldığından uzun olması onun çalışmadığı anlamına gelmiyordu. Hastaneden çıktığımdan beri onunla pek çok öğle sonrası geçirmiştim ve sağlığımla (bu konuda çok kaygılanıyordu, kendine dert edip duruyordu), yirmi yaşındaki oğlu Jacob’la (son zamanlarda oğlu onun çok canını sıkıyordu), debelenip duran Mets beysbol takımıyla (hiç bıkmadığımız ortak bir saplantımızdı bu) ilgili sohbetlerimizin arasına, o günlerde neyle uğraştığına ilişkin yeterince laf sokuşturmuştu, böylece belli bir şeye gömüldüğünü, zamanının büyük bölümünü iyi giden ve belki de sonuna yaklaşan bir projeye ayırdığını ima etmişti.

3

Grace’le de bir yayınevinin bürosunda tanışmıştım, bu da Bowen’a neden o mesleği uygun gördüğümü açıklayabilir. 1979 Ocak’ıydı, ikinci romanımı bitireli çok olmamıştı. İlk romanımı ve ondan önce hazırladığım bir öykü kitabını San Francisco’daki küçük bir yayınevi yayınlamıştı ama artık New York’taki daha büyük ve daha ticari bir yayınevine geçmiştim, Holst&McDermott’a. Onlarla sözleşme imzaladıktan iki hafta kadar sonra editörümle görüşmek üzere bürolarına gittim ve konuşmanın bir yerinde kapak konusunda düşünceler tartışılmaya başlandı. İşte o sırada Betty Stolowitz masasının üzerindeki telefonu eline alıp “Grace’i çağıralım da ne düşündüğünü öğrenelim, ne dersin?” dedi. Grace’in Holst&McDermott’un sanat bölümünde çalıştığını öğrendim,

Hayali Erkek Kardeşle Birlikte Otoportre

’nin kılıfının tasarımını hazırlamakla görevlendirilmişti; kaprisler, gündüz düşleri ve acılı karabasanları konu alan küçük kitabımın adı buydu.

Betty ile üç-dört dakika daha konuştuk, sonra Grace Tebbetts içeri girdi. Bizimle on beş dakika kadar kaldı, yanımızdan ayrılıp odasına döndüğünde ben ona âşık olmuştum bile. Böylesine ani, böylesine kesin ve böylesine beklenmedikti. Bu tür şeyleri romanlarda okumuştum, ama yazarların hep ilk bakışmanın gücünü abarttıklarını sanmıştım, insanların dilinden düşmeyen ve erkeğin sevdiği kadının gözlerine ilk kez baktığı, o ânın gücünü. Benim gibi doğuştan karamsar biri için tamamıyla şaşırtıcı bir deneyimdi bu. Sanki ahir zaman ozanlarının dünyasına fırlatılmıştım da La Vita Nova’nın birinci bölümünün bir parçasını yaşıyordum (…düşüncelerimdeki muhteşem kadın karşıma ilk çıktığında…), binlerce unutulmuş aşk sonesinin eskimiş dizelerindeki kişi bendim sanki. Yanıyordum. Özlemle yanıp tutuşuyordum. Bitkindim. Dilim tutulmuştu. Ve bütün bunlar olabilecek en ruhsuz yerde gelmişti başıma, yirminci yüzyılın sonlarının havasını taşıyan bir Amerikan bürosunun sert floresan ışıkları altında, insanın hayatının aşkına rastlamayı hiç ummayacağı bir yerde.

Böyle bir olayın açıklaması olamaz, neden şuna değil de buna âşık olduğumuzu açıklayacak nesnel bir gerekçe yoktur. Grace hoş bir kadındı, ama ilk karşılaşmamızın o ilk birkaç, allak bullak edici saniyesinde bile, Grace’in elini sıkıp onun Betty’nin masasının yanındaki koltuğa oturuşunu izlerken bile, aşırı güzel olmadığını görebilmiştim, kusursuzluklarının pırıltısıyla gözünüzü alan şu film yıldızı tanrıçalardan değildi. Kuşkusuz çekiciydi, çarpıcıydı, göze çok hoş görünüyordu (bu sözcükleri istediğiniz gibi yorumlayabilirsiniz), ama benim üzerimde ne kadar güçlü bir çekim gücü olursa olsun bunun salt fiziksel bir çekim olmadığını biliyordum, görmeye başladığım düşün bir anlık bir arzudan doğan hayvansal bir dürtü olmadığını da. Grace’i zeki bulmuştum, ama toplantı uzadıkça ve kitabın kapağıyla ilgili düşüncelerini açıklamasını dinledikçe Grace’in düşüncelerini son derece açıkça ifade edebilen biri olmadığını gördüm (iki fikir arasında sık sık duraklıyordu, küçük, işlevsel sözcüklerle yetiniyordu, soyutlama yeteneğine sahip olmadığını sanıyordum), o öğle sonrasında söylediği hiçbir şey özellikle parlak ya da unutulmaz değildi. Kitabım hakkında üç-beş gönül alıcı söz ettiyse de benimle ilgilendiğini gösterecek en ufak bir ipucu vermedi.Bense işkenceler içindeydim, yanıp tutuşuyor, özlem çekiyordum, aşkın pençesine düşmüş bir adamdım.

Bir yetmiş üç boyunda, altmış kilo ağırlığındaydı. Zarif bir boynu, uzun kolları ve uzun parmakları vardı, teni beyazdı, saçlarıysa kısa ve kirli sarıydı. Sonradan farkına vardığım gibi bu saçlar, Küçük Prens’teki kahramanın saçlarına benziyordu –sağa sola fışkıran kâh düz kâh bukleli saçlar– ve belki de bu ilinti, Grace’in çevresine yaydığı çifte cinsiyetli aurayı pekiştiriyordu. O öğle sonrasında üzerinde olan erkeksi giysilerin de bu imajın oluşmasında payı vardı kuşkusuz: siyah kot pantolon, beyaz bir tişört ve açık mavi keten ceket. Yanımıza geldikten beş dakika sonra ceketini çıkarmış ve iskemlesinin arkalığına asmıştı; kollarını, o uzun, pürüzsüz, olağanüstü kadınsı kollarını gördüğümde onlara dokunana, ellerimi bedenine koyma ve çıplak teninde dolaştırma hakkını elde edene kadar huzur bulmayacağımı anlamıştım.

Ama ben Grace’in bedeninden daha derine inmek istiyorum, onun fiziksel varlığının rastlantısal olgularından daha derine. Bedenlerin önemi vardır elbette, kabul etmek istediğimizden de daha önemlidirler, ancak bedenlere âşık olmayız biz, birbirimize âşık oluruz ve varlığımızın büyük kısmı et ve kemikse böyle olmayan pek çok yanımız da vardır. Bunu hepimiz biliriz ama yüzeysel niteliklerin ve görünümlerin oluşturduğu listenin ötesine geçer geçmez kelimelerimiz tükenir, paramparça olup gizemli karmaşalarda ve bulanık, önemsiz metaforlarda dağılırlar. Bazıları buna varolmanın alevi der. Kimileriyse içteki kıvılcım ya da kişiliğin iç ışığı der. Özün yangını diyenler de vardır. Bu deyimler hep sıcak ve aydınlatma imgelerinden yararlanmaktadır ve bu güç, bazen ruh diye adlandırdığımız bu hayatın özü, bir başka insana gözlerimiz yoluyla iletilir. Elbette bu noktada ısrar eden şairler haklıydılar. Arzunun gizemi, sevgilinin gözlerine bakınca başlar, çünkü ancak orada o kişinin kim olduğuna ilişkin bir ışık yakalarız.

Grace’in gözleri maviydi. Yer yer kahverengi, çoğunlukla gri benekli koyu maviydi, belki ela pırıltılar da vardı. Kolay anlaşılmayan gözlerdi onunkiler, belli bir anda üzerine düşen ışığın yoğunluğuna ve rengine göre renk değiştirirlerdi; onu Betty’nin bürosunda ilk gördüğüm gün, çevresine böylesine huzur ve dinginlik yayan bir başka kadınla tanışmadığımı düşünmüştüm, o sırada yirmi yedisinde bile olmayan Grace sanki hepimizden çok daha yüce bir mevcudiyet kazanmıştı. Gizemli bir havası olduğunu ya da azizeler gibi bir tenezzül ya da kayıtsızlık bulutu içinde, bulunduğu ortamın üstünde süzüldüğünü söylemek istemiyorum. Tam tersine, görüşmemiz süresince oldukça hareketliydi, kolayca gülüyordu, gülümsüyordu, uygun sözcükleri kullanıyor, uygun el-kol hareketleri yapıyordu, ancak Betty ile benim ona önerdiğimiz fikirlerle profesyonelce ilgilenmesinin altında herhangi bir iç mücadele yatmadığını şaşırarak seziyordum; zihinsel dengesi, onu modern yaşamın bildik çelişkilerinin ve saldırganlıklarının –kendinden kuşku, kıskançlık, alaycılık, başkalarını yargılama ya da küçümseme ihtiyacı, kişisel hırsın yakıcı, dayanılmaz sancısı– dışında tutar gibiydi. Grace gençti, ama ruhu yaşlıydı ve yıpranmıştı, o ilk gün onunla Holst&McDermott’un bürosunda otururken ve gözlerine bakıp incecik, kıvrımlı bedeninin hatlarını incelerken, onu sarıp sarmalayan dinginlik duygusuna, içinde yanan ışıl ışıl sessizliğe âşık oldum.

4

Karıma dünyada John’dan başkası

Gracie

demezdi. Hatta annesiyle babası bile artık öyle çağırmıyorlardı kızlarını; Grace’i tanıyalı üç yıldan fazla olmuştu ama ona bir kez bile o takma adla seslenmemiştim. John ise onu doğduğundan beri tanıyordu, hatta doğduğu günden beri, zaman içinde John’a pek çok ayrıcalık tanınmış, o da ailenin dostu olmaktan çıkıp gayri resmi akraba konumuna geçmişti. Sanki en sevilen amca statüsünü kazanmıştı ya da gerçekten öyle olmasa da vaftiz babası bile denebilirdi ona.

John Grace’i seviyordu, Grace de onun sevgisine karşılık veriyordu; ben de Grace’in hayatındaki erkek olduğum için John beni yakın aile çevresine dahil etmişti. Rahatsızlığım süresince Grace’in bu buhranlı günleri atlatmasına yardımcı olmak için zaman ve enerji harcamıştı, ben ölümden kurtulunca da her akşamüzeri hastaneye gelip yanımda kalmayı alışkanlık edinmişti, sonradan farkına vardığım gibi beni canlılar dünyasında tutmaya çalışmıştı. Grace ile birlikte onun evine yemeğe gittiğimiz gün (18 Eylül 1982), New York’ta John’a, ikimizden daha yakın kimse olduğunu hiç sanmıyordum. Bize de ondan yakın kimse yoktu. Cumartesi gecelerimize neden bu kadar önem verdiğini, bacağından sorunu olduğu halde buluşmayı iptal etmek istememesini açıklar bu. Yalnız yaşıyordu ve insan içine de pek çıkmadığından bizimle buluşması toplumla tek ilişkisi, birkaç saat kesintisiz sohbet etmesinin tek fırsatı haline gelmişti.

5

Tina, John’un ikinci karısıydı. İlk evliliği on yıl sürmüş (1954’ten 1964’e kadar) ve boşanmayla sonuçlanmıştı. Benim yanımda bundan hiç söz etmezdi ama Grace bana ailede hiç kimsenin Eleanor’dan hoşlanmadığını anlatmıştı. Tebbettler onu hep Massachusettsli mavi kanlı soydan gelme, burnu havada Bryn Mawr kızı olarak görmüşlerdi, John’un New Jersey’in Paterson kentinden gelme işçi sınıfından ailesine hep tepeden bakmıştı. Eleanor’un saygın bir ressam olması ve ününün John’unkine denk olması durumu değiştirmiyordu. Bu ikisinin evliliği son bulunca Tebbettler hiç şaşırmadı, içlerinden bir tek kişi bile Eleanor’un gitmesine üzülmedi. Ne yazık ki, dedi Grace, John onunla bağını sürdürmek zorunda kaldı. Bunu arzuladığından değil, sorunlu ve bir yaptığı bir yaptığını tutmayan oğulları Jacob’ın tuhaflıkları yüzünden.

Sonra Tina Ostrow’la tanışmıştı, kendinden on iki yaş küçük olan Tina dansçı-koreograftı, John onunla 1966’da evlendiğinde Tebbett klanı bunu sevinçle karşıladı. Sonunda kendisine layık olan bir kadın bulduğuna emindiler ve zaman onları haklı çıkardı. Ufak tefek ve cıvıl cıvıl Tina, harika bir kadındı, dedi Grace ve John’a (Grace’in kullandığı sözcüklerle) neredeyse tapıyordu. Bu evliliğin tek sorunu, Tina’nın otuz yedi yaşına bile gelmeden ölüp gitmesiydi. On sekiz ay boyunca rahim kanseri Tina’yı John’un elinden yavaş yavaş çekip almıştı. John onu toprağa verdikten sonra, dedi Grace, uzunca bir süre kendini evine kapattı, ‘sanki dondu ve soluk alıp vermekten vazgeçti’. Önce bir yıllığına Paris’e gitti, sonra Roma’ya, sonra da Portekiz’in kuzeyinde küçük bir köye. 1978’te New York’a dönüp Barrow Sokağı’ndaki eve yerleştiğinde son romanı yayınlanalı üç yıl oluyordu. Trause’nin, Tina’nın ölümünden beri bir tek satır bile yazmamış olduğu söyleniyordu. O tarihin üzerinden de dört yıl geçmesine rağmen hâlâ hiçbir şey çıkarmamıştı ortaya, en azından birilerine gösterebileceği bir şey. Ama çalışıyordu. Çalıştığını biliyordum. Bunu bana kendisi söylemişti, ama ne tür bir şey üzerinde çalıştığını bilmiyordum, bunun tek nedeni de sormaya cesaret edemememdi.

6

Grace grafik çalışmalarının büyük çoğunluğunda sanat yapıtlarına bakarak esinlenirdi, yılın başındaki hastalığımdan önce cumartesi günleri öğle sonralarımızı birlikte resim galerilerine ve müzelere girip çıkarak geçirirdik. Bir bakıma, evliliğimizi sanata borçluyduk, sanat olmasa Grace’in peşinden gitme cesaretini bulacağımdan emin değilim. Bereket Holst&McDermott’un tarafsız sahasında karşılaşmıştık, iş çevresi denen yerde. Herhangi başka bir yerde bir araya gelmiş olsaydık –bir yemekli partide, örneğin, ya da bir otobüste ve uçakta– amacımı belli etmeden onunla yeniden bağlantı kurmayı başaramazdım, Grace’e ihtiyatla yaklaşılması gerektiğini içgüdüsel olarak sezmiştim. Elimdeki kartları zamanından önce açsaydım onu asla kazanamayacağıma neredeyse emindim.

Bereket onu aramak için bir bahanem vardı. Kitabımın kapağını Grace hazırlayacaktı, onunla konuşmam gereken yeni bir fikrim olduğu bahanesiyle tanışmamızın üzerinden iki gün geçtikten sonra telefon ettim ve gidip kendisiyle görüşüp görüşemeyeceğimi sordum. “Ne zaman istersen,” dedi. Bu ‘zaman’ bir türlü ayarlanamadı. Ben o sıralarda tam gün çalışıyordum (Brooklyn’deki John Jay Lisesi’nde tarih öğretmeniydim), saat dörtten önce Grace’in bürosuna gidemeyecektim. Grace’in öğle sonraları da bütün hafta boyunca randevularla doluydu. Gelecek pazartesi ya da salı günü buluşmamızı önerince bir okuma programı için kent dışına çıkacağımı söyledim ona (aslında doğruydu bu, ama doğru olmasa bile böyle bir şey uydururdum). Böylece Grace pes etti ve beni cuma günü iş çıkışı iki arada bir derede görmeyi kabul etti. “Saat sekizde bir yerde olmam gerekiyor,” dedi, “ama saat beş buçukta bir saatliğine filan buluşursak sorun olmaz.”

Kitabımın adını, Willem de Kooning’in 1938’de yaptığı bir karakalem çalışmadan almıştım. Hayali Erkek Kardeşle Birlikte Otoportre, ufak, zarif bir resimdi, ayakta duran iki erkek çocuktan biri ötekinden bir-iki yaş daha büyüktü, biri uzun, öteki diz altına kadar gelen bir pantolon giymişti. Tablo çok hoşuma gitmiş olsa da benim ilgimi tablonun adı çekmişti, bu adı seçmemin nedeni de Kooning’i anmak değil, sözcüklerin kendisiydi, onları oldukça davetkâr bulmuştum, yazdığım romana da çok uygundular. Hafta başında Betty Stolowitz’in bürosunda kapağa de Kooning’in çizimini koymayı önermiştim. Şimdi Grace’e bunun iyi bir fikir olmadığını söylemeyi tasarlıyordum, çizgilerin silik olduğunu, yeterince net görünmeyeceklerini, istenilen etkiyi bırakmayacağını söyleyecektim. Ama aslında netlik umurumda değildi. Betty’nin bürosunda o resme itiraz etmiş olsaydım şimdi onu savunacaktım. Tek istediğim Grace’i yeniden görme fırsatını bulmaktı; beni ona götürecek yol da sanattı, asıl amacımı tehlikeye atmayacak tek konu buydu.

İş çıkışında benimle görüşmeyi kabul etmesi bana umut verdiyse de saat sekizde yanımdan ayrılacak olması bu umudu silip atmıştı. Bir erkekle buluşacağından emindim (güzel kadınlar cuma akşamları hep erkeklerle buluşurlar), ama Grace’in bu adama ne kadar derinden bağlı olduğunu bilmem mümkün değildi. İlk kez buluşacağı biri olabileceği gibi, nişanlısıyla ya da birlikte yaşadığı erkek arkadaşıyla buluşacak da olabilirdi. Evli olmadığını biliyordum (tanıştığımız gün Grace’in bürodan çıkmasının ardından Betty söylemişti), ama başka yakınlıkların sınırı yoktu. Betty’ye Grace’in hayatında biri olup olmadığını sorduğumda bilmediğini söyledi. Grace özel hayatını kimseyle paylaşmaz, dedi, büro dışında neler yaptığı hakkında bürodakilerin en ufak bir bilgisi yoktu. Orada çalışmaya başlamasından bu yana iki-üç editör ona çıkma teklif etmişti ama Grace hepsini geri çevirmişti.

Grace’in özel hayatını kimseyle paylaşmaktan hoşlanmayan biri olduğunu çok geçmeden öğrendim. Evlenmeden önce onunla geçirdiğim on ayda hiçbir sırrını açmadı bana ya da daha önce başka erkeklerle yaşadıklarını anlatmadı. Ben de anlatmaktan hoşlanmadığı belli olan bir şey için zorlamadım onu. Grace’in sessizliğinin gücü buradaydı. Sevilmeyi istediği biçimde onu sevecekseniz, kendisiyle sözcükler arasına çektiği çizgiyi kabul etmek zorundaydınız.

(Bir keresinde, ilişkimizin başlangıcında, çocukluğundan söz ederken yedi yaşındayken ailesinin hediye ettiği ve çok sevdiği bir bebeği hatırlamıştı. Bebeğe İnci adını vermiş ve ondan sonra dört-beş yıl nereye gitse yanında sürüklemişti, onu en iyi arkadaşı olarak kabul etmişti. İnci’nin en ilginç yanı konuşabilmesi ve kendisine söylenenleri anlayabilmesiydi. Ama Grace’in yanındayken İnci’nin ağzından tek bir sözcük bile çıkmamıştı. Konuşamadığı için değil, konuşmak istemediği için.)

Grace’le tanıştığımda hayatında biri vardı; bundan eminim, ama o adamın adını da, Grace’in bu konuda ne kadar ciddi olduğunu da asla öğrenemedim. Oldukça ciddi olduğunu sanıyordum, çünkü arkadaşlığımızın ilk altı ayı benim için oldukça çalkantılı geçti, sonu kötü geldi, Grace bana ilişkimizi bitirmek istediğini, artık onu aramamamı söyledi. Yine de, hayal kırıklığıyla dolu o aylar süresince, kısa ömürlü zaferlerin ve ufak çaplı iyimserliklerin, azarlamaların ve boyun eğmelerin, beni göremeyecek kadar meşgul olduğu ya da yatağını paylaşmama izin verdiği gecelerin, o umarsız, başarısız flörtün bütün o iniş-çıkışları arasında Grace benim için hep büyülü biri oldu, arzu ile gerçek yaşamı birbiriyle buluşturan aydınlık bir temas noktası, vazgeçilmez aşkım oldu. Sözümü tutup onu aramadım, altı-yedi hafta sonra Grace damdan düşercesine aradı beni ve fikir değiştirdiğini söyledi. Açıklama yapmaya yanaşmadı, ama rakibim olan adamın artık sahneden çekildiğini tahmin ettim. Yalnız beni yeniden görmek istemekle kalmadığını, benimle evlenmek istediğini de söyledi. Ben onun yanında evlilik sözcüğünü ağzıma almamıştım. Onu ilk gördüğüm andan beri aklıma koymuştum bunu, ama dile getirmeye cesaret edememiştim, Grace’i ürkütmekten korkmuştum. Şimdiyse Grace bana evlenme teklif ediyordu. Hayatımın geri kalanını kırık bir kalple geçirmeye razı olmuşken Grace bana kendisiyle birlikte yaşayabileceğimi söylüyordu; bir bütün olarak, hayatımın tamamı onunla bir bütün olarak geçecekti.

7

Bowen’ın Kansas City’ye gitmesini gelişigüzel kararlaştırmıştım. Aklıma ilk gelen yer orasıydı. Büyük olasılıkla New York’tan çok uzakta olmasıydı nedeni, ülkenin ortasına gömülü bir kent; bütün muhteşem tuhaflığıyla Oz. Nick’i Kansas City yoluna düşürdükten sonra aklıma Hyatt Regency’deki felaket geldi, gerçek bir olaydı bu, on dört ay önce olmuştu (Temmuz 1981’de). O sırada lobide iki bine yakın insan toplanmıştı, lobi yaklaşık altı yüz metre kare büyüklüğünde müthiş geniş bir açık hava atriumuydu. Herkes başını yukarı kaldırmış, üst kattaki koridorlardan birinde yer alan bir dans yarışmasını izliyordu (bu geçitlere asma koridor da deniyordu ya da havayolu); yapıyı destekleyen kenarlardaki enli kirişler palamarlarından koptular, büyük bir çatırtıyla dört kat aşağıdaki lobiye düştüler. Aradan yirmi bir yıl geçti ama bu olay Amerikan tarihinin en korkunç otel facialarından biri olarak anılır.

Вы ознакомились с фрагментом книги.

Для бесплатного чтения открыта только часть текста.

Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:

Полная версия книги

Всего 10 форматов