“Richard aynı Richard’dı, eskiden neyse oydu; ama biraz daha iyi gibiydi, daha az huzursuz görünüyordu. Evlenmiş, iki kızı olmuştu. Belki de bunun yararı dokunmuştu. Belki sekiz yaş daha yaşlanmanın yararı dokunmuştu, bilmiyorum. Yine eskisi gibi o yavan işlerden birinde kendini tüketiyor –bilgisayar parçası satıcısı, verimlilik danışmanı, hangisi olduğu aklımda kalmadı– ve yine her akşamını televizyonun karşısında geçiriyor. Futbol maçları, komedi dizileri, polisiyeler, doğa belgeselleri; televizyonda ne oynasa bayılıyor. Ama asla okumaz, asla oy vermez, hatta dünyada olup bitenler hakkında bir fikri varmış gibi bile yapmaz. Beni on altı yıldır tanır ama daha bir kez bile kitaplarımdan birinin kapağını açma zahmetine girmemiştir. Aldırmıyorum elbette, bunu sırf onun ne kadar tembel, ne kadar meraksız biri olduğunu göstermek için söylüyorum. Yine de geçen akşam onunla birlikte olmaktan hoşlandım. En sevdiği televizyon programlarından, karısıyla iki kızından söz ederken, teniste gitgide ustalaşmasından, New Jersey yerine Florida’da yaşamanın avantajlarından söz ederken keyifle dinledim onu. Oranın havası daha güzeldir, bilirsin. Ne kar fırtınası olur, ne buz gibi soğuk hava; yılın her günü yaz. O kadar sıradandı ki Richard, çocuklar filan, öylesine safça mutluydu ki canına yandığımın, ama yine de –nasıl söyleyeyim?– çok huzurluydu, hayatından öylesine hoşnuttu ki neredeyse gıpta ettim ona.
“Evet, işte durum böyleyken, yani şehir merkezinde hiçbir özelliği olmayan bir lokantada oturmuş hiçbir özelliği olmayan yemekler yerken ve incir çekirdeğini doldurmayacak şeylerden söz ederken Richard birden başını tabağından kaldırıp bana bir hikâye anlatmaya başladı. Sana bütün bunları bu yüzden anlatıyorum işte, Richard’ın hikâyesine gelmek için. Benimle aynı görüşte olur musun olmaz mısın bilemem ama uzun zamandır bu kadar ilginç bir şey duymamıştım.
“Üç-dört ay önce Richard evinin garajında, karton bir kutu içinde bir şey ararken eline eski bir üç buutlu dürbün geçmiş. Kendisi çocukken annesiyle babasının bu dürbünü aldıklarını hayal meyal hatırlıyormuş ama ne amaçla aldıklarını ya da nerede kullandıklarını bilemiyormuş. Eğer bununla ilgili unuttuğu bir anı yoksa, o dürbünü hiç kullanmadığına, hatta eline bile almadığına eminmiş. Dürbünü kutudan çıkarıp incelemeye başladığında turistik resimlere ya da güzel manzaralara bakmakta kullanılan şu ucuz, uyduruk dürbünlerden olmadığını fark etmiş. Sağlam, düzgün bir optik aletmiş elindeki, ellili yılların başındaki üç buutlu çılgınlığından kalma değerli bir andaçmış. Geçici bir hevesti o ama herkes özel bir kamerayla kendi üç buutlu resimlerini çekmek, sonra bunları slayt yapıp dürbünle seyretmek istiyordu, böylece bu dürbün üç buutlu bir fotoğraf albümü gibi oluyordu. Kamera ortada yokmuş ama Richard bir kutu slayt bulmuş. On iki slayt vardı, dedi; bu da, annesiyle babasının yeni makineleriyle yalnızca bir rulo film kullandıklarını, sonra kamerayı bir yere kaldırıp varlığını unuttuklarını getiriyordu akla.
“Karşısına neyin çıkacağını bilmeden Richard slaytlardan birini dürbünün içine yerleştirmiş, arka fonu aydınlatacak düğmeye basmış ve resme bakmış. Bir anda, dedi bana, hayatımın son otuz yılı silindi. 1953 yılıymış, ailesinin New Jersey’in West Orange Kasabası’ndaki evinin salonundaymış, Tina’nın on altıncı doğum gününde konukların arasında duruyormuş. Şimdi her şeyi hatırlıyordu: on altı yaş cümbüşü, mutfakta malzemeleri paketlerden çıkaran ve şampanya kadehlerini tezgâhın üzerine dizen servis şirketi elemanları, kapı zilinin çalınması, müzik, gürültülü konuşmalar, Tina’nın arkada ufak bir topuz biçiminde toplanmış saçları, giydiği uzun sarı elbisenin hışırtısı. Richard slaytları birer birer makineye takıp on ikisini de seyretmiş. Herkes oradaydı, dedi. Annesiyle babası, kuzenleri, amcaları ve teyzeleri, kız kardeşi, kız kardeşinin arkadaşları, hatta kendisi, gırtlağındaki dışarı fırlamış ademelmasıyla, saçları tepede küt kesilmiş, boynunda kırmızı papyonuyla çelimsiz bir on dörtlük. Normal fotoğrafa bakar gibi değildi, dedi Richard, hatta evde film seyreder gibi de değildi, bu tür filmler solmuş renkleri, titrek görünümleri ve geçmişe ait oldukları duygusuyla insanı hep hayal kırıklığına uğratırlar. Bu üç buutlu resimler inanılmaz derecede bozulmadan kalmışlar, olağanüstü netmişler. Resimdeki herkes canlı gibiymiş, cıvıl cıvılmış, o ânın içinde yaşıyormuş, neredeyse otuz yıldır kendini yineleyen ebedi bir şimdinin birer parçasıymış sanki. Canlı renkler, son derece net ve pırıl pırıl parlayan ufacık ayrıntılar, resimdekileri kuşatan bir uzam, bir derinlik yanılsaması. Slaytlara baktıkça, dedi Richard, o insanların soluk alıp verişini görür gibi oldum; ne zaman durup bir sonraki fotoğrafa geçsem, öncekine biraz daha uzun bakmış olsaydım –bir ancık daha– resimdeki insanların gerçekten de kıpırdamaya başlayacakları duygusuna kapıldım.
“Bütün slaytlara birer kez baktıktan sonra, yeniden seyretmiş hepsini ve ikinci seyredişinde fotoğraflardaki insanların çoğunun ölmüş olduğu gelmiş aklına. Babası 1969 yılında bir kalp krizi sonucu ölmüştü. Annesi böbrek yetmezliğinden 1972’de. Tina 1974’te kanserden ölmüştü. Resimlerdeki altı amca ve teyzeden dördü çoktan öbür dünyaya göçmüştü. Fotoğraflardan birinde Richard evlerinin önündeki çimde annesi, babası ve Tina’yla birlikte duruyordu. Dördüydü yalnızca, kol kola girmişler, birbirlerine yaslanmışlardı, gülümseyen bir sıra yüz, gülünç görünüyorlar, kameraya maymunluk yapıyorlardı; Richard o fotoğrafı ikinci kez makineye yerleştirdiğinde gözleri ansızın yaşlarla dolmuş. İşte o fotoğraf bardağı taşıran damla oldu, dedi, artık dayanamadım. Çimde üç hayaletle birlikte durduğunu fark etmiş, otuz yıl önceki o öğle sonrasından hayatta kalan bir tek oymuş; ve gözyaşları bir kere boşalınca önünü alamamış. Dürbünü elinden bırakmış, ellerini yüzüne kapamış ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamış. Bana bu hikâyeyi anlatırken kullandığı sözcük buydu: hıçkırmak. ‘Ciğerlerim sökülene kadar ağladım,’ dedi. ‘Kopmuştum.’
“Richard buydu, içinde en ufak bir şiirsellik olmayan bir adam, taş ne kadar duyguluysa o da o kadar duyguludur, ama o fotoğraflar eline geçtiğinde başka bir şey düşünemez olmuş. O dürbün, Richard’ın zaman içinde yolculuk edip ölülerini ziyaret etmesine yardım eden büyülü bir fenere dönüşmüş. Sabahları işe gitmeden önce o fotoğraflara bakıyormuş, akşamları eve dönünce yine bakıyormuş. Hep garajda, hep bir başına, hep karısından ve çocuklarından uzakta; 1953 yılındaki o öğle sonrasına dönüp duruyor, ne kadar baksa doymuyormuş. Bu sihir iki ay sürmüş, sonra bir sabah garaja gittiğinde dürbün çalışmamış. Makine sıkışmış, düğmeye basıp ışığı yakamıyormuş. Herhalde aşırı kullanmıştım, dedi Richard; makineyi nasıl onaracağını bilemediğinden bu serüvenin sonu geldi, keşfetmiş olduğum harika şey elimden alındı, diye düşünmüş. Korkunç bir kayıpmış bu, yoksunlukların en acımasızıymış. Işığa tutsa bile bakamıyormuş slaytlara. Üç buutlu fotoğraflar bildik fotoğraflar gibi değildir, onları anlaşılır görüntüler haline getirmek için bu dürbüne ihtiyaç vardır. Dürbün yoksa görüntü de yoktur. Görüntü yoksa geçmişe doğru zaman içinde yolculuk da yapılamaz. Zaman içinde yolculuk yoksa keyif de yok. Yeni bir yas dönemi, yeni bir keder dönemi; sanki o insanları hayata geri döndürdükten sonra ölülerini bir kez daha gömmek zorunda kalmış gibi hissetmiş.
“Richard’ı iki hafta önce gördüğümde bu durumdaydı. Makine bozulmuştu, Richard ise hâlâ başına gelenleri hazmetmeye çalışıyordu. Hikâyesinin beni ne kadar etkilediğini sana anlatamam. Bu hantal, vasat adamın filozof bir hayalciye, ulaşılmazın özlemini çeken ıstırap içindeki birine dönüştüğünü görmek beni çok etkiledi. Kendisine yardım için elimden geleni yapacağımı söyledim. Burası New York, dedim ona, dünyadaki her şey New York’ta bulunabildiği için mutlaka bu makineyi onaracak biri de vardır. Benim coşkum Richard’ı mahcup etmiş gibiydi, ama bana teklifim için teşekkür etti, sonra da bu konuyu kapattık. Ertesi sabah işe giriştim. Sağa sola telefon ettim, biraz araştırma yaptım, bir-iki gün içinde Batı Otuz Birinci Sokak’ta fotoğraf makinesi satan bir dükkân buldum, sahibi makineyi onarabileceğini tahmin ediyordu. O arada Richard Florida’ya geri dönmüştü. O akşam haberi vermek için ona telefon ederken çok sevineceğini, hemen dürbünü nasıl paketleyip New York’a göndereceği üzerinde konuşacağımızı düşünüyordum, ama hattın öteki ucunda uzun bir sessizlik oldu. ‘Bilmiyorum John,’ dedi Richard sonunda, ‘seni gördüğümden beri bu konu üzerinde epeyce düşündüm, belki de durmadan o resimlere bakmam pek iyi bir fikir değil. Arlene çok rahatsız oluyordu, kızlarla da pek ilgilenmiyordum. Belki böylesi daha iyi. İnsan şimdide yaşamalı, öyle değil mi? Geçmiş geçmiştir, o resimlerle ne kadar zaman geçirirsem geçireyim, geçmişi geri getiremem ki…’”
Hikâye böyle bitiyordu. Hayal kırıklığı yaratacak bir son, dedi John, oysa Grace aynı düşüncede değildi. İki ay boyunca ölülerle konuştuktan sonra Richard kendini tehlikeye sokmuştu, dedi, belki de ciddi bir depresyon geçirmesi riski bile vardı. Ben de bir şey söylemek üzereydim, ancak daha ağzımı açar açmaz burnum yine berbat bir biçimde kanamaya başladı. Hastaneye yatmamdan bir-iki ay önce başlamıştı bu kanamalar, öteki belirtilerin pek çoğu artık ortadan kalkmış olsa da burnumun kanaması geçmemişti; sanki en olmayacak zamanlarda kanamaya başlıyor ve beni güç durumlarda bırakıyordu. Kendimi denetim altında tutamamaktan nefret ediyordum, örneğin o akşam olduğu gibi bir salonda oturmak, bir sohbete katılmak ve birden benden kan aktığını fark etmek, kanın gömleğime ve pantolonuma damladığını görmek ve kanı durdurmak için elimden en ufak kahrolası bir şey gelmemesi. Doktorlar kaygılanmamamı söylemişlerdi, tıbbi açıdan bir tehlike yoktu, bir dert açılmazdı başıma, ama onların sözleri kendimi daha az çaresiz ya da daha az sıkıntıda hissetmeme yardımcı olmuyordu. Ne zaman burnumdan kan boşalsa altına kaçıran küçük bir oğlan çocuğu gibi hissediyordum kendimi.
Koltuktan fırladım, yüzüme bir mendil bastırarak en yakındaki banyoya koştum. Grace yardıma ihtiyacım olup olmadığını sordu, ne dediğimi hatırlayamıyorum ama ona ters bir yanıt vermiş olmalıyım. ‘Gerek yok’ ya da ‘Beni rahat bırak’ gibi bir şey. Ne söylemiş olursam olayım sözlerimdeki öfke John’u eğlendirdi, çünkü ben odadan çıkarken onun güldüğünü çok net hatırlıyorum. “Eski Dost geri döndü,” dedi. “Orr’un burnu âdet kanamasında. Boş ver Sidney, moralini bozma. Hiç değilse gebe olmadığını biliyorsun.”
John’un evinde iki banyo vardı, dubleks dairenin her katında bir tane. Genelde o akşamı, yemek odasının ve salonun bulunduğu alt katta geçirirdik ama John’un flibitli bacağı ikinci kata çıkmamızı zorunlu kılmıştı, çünkü zamanının büyük bölümünü artık yukarıda geçiriyordu. Üst kattaki oda evin ikinci salonu gibiydi, büyük cumbaları olan şirin bir odaydı, duvarların üçü kitap raflarıyla doluydu, stereo aletler ve televizyon filan için özel girintiler vardı, nekahet dönemindeki bir sakat için kusursuz bir özel alan. O kattaki banyo John’un yatak odasının hemen yanındaydı, yatak odasına ulaşmak için de onun çalışma odasından, yazı yazdığı yerden geçmek zorundaydım. Çalışma odasına girince ışığı yaktım, ama aklım kanayan burnumda olduğu için odada neler olduğuna hiç bakmadım. Burun deliklerimi sıkarak, başımı geriye atarak banyoda on beş dakika kadar kalmış olmalıyım, bu eski usul çareler sonuç vermeye başladığında o kadar çok kanım akmıştı ki acaba hastaneye gitsem de bana acilen kan mı verseler, demeye başladım. Beyaz porselen lavabonun içinde kan ne kadar da kırmızı duruyor, diye düşündüm. Ne kadar canlı bir renkti bu, estetik açıdan ne kadar çarpıcıydı. Bedenimizden çıkan öteki sıvılar kanla kıyaslandığında çok renksizdi, soluk soluk fışkırırlardı. Salya beyazımsıydı, meni boz bulanık, idrar sarı, sümük yeşilimsi kahve. İçimizden sonbahar ve kış renkleri fışkırtıyorduk, ama görünmeden damarlarımızdan akan ve bizi hayatta tutan maddenin rengi, çılgın bir sanatçının elinden çıkan kırmızıydı, taze boya kadar parlak bir kırmızı.
Kriz geçtiğinde, lavabonun başında bir süre daha oyalandım, insan içine çıkacak hale gelmeye çalıştım. Üstümdeki lekeleri çıkarmakta geç kalmıştım (kan sertleşmiş, pas rengi ufak dairelere dönüşmüştü, silerek çıkarmaya çalıştığımda kumaşın üzerine yayılıyordu), ama ellerimle yüzümü iyice yıkadım, saçımı ıslatıp John’un tarağının yardımıyla yatırdım. Durumuma daha az üzülüyordum artık, kendimi toparlamaya başlamıştım. Gömleğimle pantolonumun üzerinde hâlâ çirkin benekler olsa da burnumdan akan dere kurumuştu, burnumun içinin karıncalanması da çok şükür kesilmişti.
John’un yatak odasından geçip çalışma odasına girdiğimde masasına bir göz attım. Tam olarak oraya bakmıyordum, kapıya doğru giderken çevreme göz gezdiriyordum yalnızca, ama karmakarışık duran tükenmezlerin, kurşunkalemlerin ve kâğıt yığınlarının arasında mavi bir defter vardı, o sabah Brooklyn’de satın aldığım deftere şaşırtıcı derecede benziyordu. Bir yazarın çalışma masası kutsal bir yerdir, dünyanın en özel tapınağıdır, yabancılar izin almadan oraya dokunamazlar. Daha önce John’un çalışma masasına hiç yaklaşmamıştım, ama o kadar şaşırmış, gördüğüm defterin benimkiyle aynı olup olmadığını öğrenmeyi o kadar istemiştim ki nezaketi bir yana bırakıp bakmak üzere masaya gittim. Defter kapalıydı, küçük bir sözlüğün üzerinde önyüzü yukarı bakacak biçimde duruyordu, onu incelemek üzere eğildiğimde evde benim çalışma masamda duran defterin bire bir aynısı olduğunu gördüm. Bu keşfim beni inanılmaz derecede heyecanlandırdı, heyecanımın nedenini bugün bile anlamış değilim. John’un nasıl bir defter kullandığının ne önemi vardı? Birkaç yıl Portekiz’de kalmıştı, belli ki bu defterler orada her yerde satılan türdendi, sıradan kırtasiyecilerde bulunabiliyordu. Portekiz’de üretilmiş mavi ciltli bir deftere neden yazmasındı? Hiçbir neden yoktu, hiç, yine de o sabah kendi defterimi satın alırken kapıldığım o nefis, hoş duygular, o sabah o deftere yazarak üretken birkaç saat geçirdiğim (bir yıldır giriştiğim ilk yazı denemesiydi) ve John’un evindeki bu akşam boyunca aklımın hep o çabalarımda olduğu düşünüldüğünde, bu durum bana şaşırtıcı bir rastlantı, küçük çaplı bir kara büyü gibi geldi.
Salona döndüğümde keşfimden söz etmeyi düşünmüyordum. Çatlaklıktı benimkisi, fazlasıyla özel ve kişiseldi, eşyalarını karıştırmak gibi bir alışkanlığım olduğu izlenimi de vermek istemiyordum John’a. Ama salona girip de onu bacağı havada, gözlerinde umutsuz, çaresiz bir bakışla tavana bakarken gördüğümde fikrimi değiştirdim. Grace alt kattaydı, bulaşıkları yıkıyor, getirttiğimiz yemekten kalan artıkları çöpe döküyordu, onun boşalttığı koltuğa oturdum, kanepenin yanına, John’un başının bir metre kadar uzağına. Kendimi daha iyi hissedip hissetmediğimi sordu. Evet, dedim, daha iyiyim, sonra öne eğilip ona, “Bugün başıma çok tuhaf bir şey geldi,” dedim. “Sabah yürüyüşüne çıktığımda bir dükkâna girip bir defter aldım. Öyle mükemmel bir defterdi ki, öylesine sevimli ve tatlı bir küçük şeydi ki yeniden yazma isteği doğdu içimde. Eve varır varmaz çalışma masamın başına oturdum ve tam iki saat kesintisiz yazdım.”
“İyi haber bu, Sidney,” dedi John. “Yeniden çalışmaya başlıyorsun.”
“Flitcraft olayı.”
“Bu daha da iyi.”
“Göreceğiz. Yalnızca birkaç not aldım, taslak halinde, pek önemli değil. Ama bu defter bana güç verdi sanki, yarın sabahı zor bekliyorum, yazdıklarıma devam etmek için. Koyu mavi, çok hoş bir tonu var mavisinin, sırtında yukarıdan aşağı bez bir şerit iniyor ve ciltli. Hem de Portekiz malı.”
“Portekiz mi?”
“Hangi kent olduğunu bilmiyorum. Ama arka kapağın iç tarafında küçük bir etiket var, üzerinde Made in Portugal yazıyor.”
“Bu defterlerden birini burada nasıl buldun Tanrı aşkına?”
“Bizim semtte yeni bir kırtasiyeci açıldı. Adı Kâğıt Sarayı, sahibi de Chang adında biri. Elinde dört tane vardı.”
“Lizbon’a her gittiğimde bu defterlerden alırdım. Çok iyi, çok sağlamdırlar. Bu defterlere yazmaya başladıktan sonra başka bir şeye yazamayacakmışsın gibi gelir.”
“Ben de bugün aynı duyguya kapıldım. Umarım bu defterin bağımlısı olmuyorumdur.”
“Bağımlılık demek abartı olabilir ama fazlasıyla baştan çıkarıcı oldukları kuşkusuz. Dikkatli ol Sid, ben yıllardır o defterleri kullanıyorum ve ne dediğimi biliyorum.”
“Sanki tehlikelilermiş gibi konuşuyorsun.”
“Ne yazdığına bağlı. O defterler çok dostturlar ama acımasız da olabilirler, gözünü aç da onların içinde kaybolma.”
“Sen bana kayıpmışsın gibi gelmiyorsun. Hem banyodan gelirken çalışma masanın üzerinde bu defterlerden birini gördüm.”
“New York’a dönmeden önce epeyce yedek defter almıştım. Ne yazık ki gördüğün defter sonuncusu ve neredeyse bitmek üzere. Amerika’da bulunabildiklerini bilmiyordum. Üreticisine yazıp birkaç tane ısmarlamayı düşünüyordum.”
“Dükkânın sahibi bana o şirketin kapandığını söyledi.”
“Şansa bak. Ama şaşırmadım. Belli ki bu defterlere pek rağbet yoktu.”
“İstersen pazartesi günü gidip sana bir tane alabilirim.”
“Mavi kalmış mı?”
“Siyah, kırmızı ve kahverengi. Son maviyi ben aldım.”
“Çok fena. Ben maviden başka renk sevmiyorum. Madem o şirket kapanmış ben de yeni alışkanlıklar edinmek zorundayım.”
“Çok komik, ama bu sabah raftaki o defterlere baktığımda elim hemen maviye gitti. O defter beni çekti, sanki karşı koyamadım. Sence ne anlama geliyor bu?”
“Hiçbir anlamı yok Sid. Tek anlamı, hafifçe kafadan kontak olman. Ben de senin kadar kafadan kontağım. Kitap yazıyoruz, değil mi? Bizim gibilerden başka ne beklenir ki?”
Cumartesi geceleri New York hep kalabalıktır ama o gece sokaklar her zamankinden de tıklım tıklımdı, eve dönmek gecikmelerle birlikte aşağı yukarı bir saatimizi aldı. Grace, John’un evinin önünde bir taksi yakalamayı başardı, ama arabaya binip sürücüye Brooklyn’e gideceğimizi söylediğimizde, benzininin bitmekte olduğunu bahane edip bizi kabul etmedi. Ben itiraz etmek istedim ama Grace kolumdan tutup beni nazikçe taksiden indirdi. Ondan sonra hiçbir taksi geçmedi, biz de gürültülü, sarhoş çocuk çetelerinin ve yarım düzine kaçık dilencinin arasından geçerek Yedinci Cadde’ye doğru yürümeye başladık. O gece Village’den enerji taşıyordu, her an içinden şiddet fışkırabilecek bir tımarhane gibiydi, Grace’in koluna asılıp dengemi yitirmemeye çalışırken o kalabalıkların arasında olmak beni yoruyordu. Boş bir taksi geçene kadar Barrow Sokağı’yla Yedinci Cadde’nin kesiştiği köşede tam on dakika bekledik, bu arada Grace öbür taksiden beni zorla indirdiği için en az altı kez özür dilemiş olmalı. “Kavga etmeni engellediğim için beni bağışla,” dedi. “Suç bende. Bu soğukta burada dikilmemen gerek, ama aptal insanlarla tartışmaktan nefret ediyorum. Beni çok sinirlendiriyor.”
Ama Grace o gece aptal taksi sürücülerine sinirlenmekle kalmadı. Bu ikinci taksiye binmemizden hemen sonra durup dururken ağlamaya başladı. Öyle dolu dolu değil, hıçkırıklara boğularak değil, ama gözlerinin kıyısında yaşlar birikti, Clarkson’da kırmızı ışıkta durunca sokak lambalarının ışığı taksinin içine vurdu, ben de o ışıkta Grace’in gözlerinde yaşlar parladığını gördüm, irileşen küçük kristaller gibi gözlerine doluyorlardı. Grace asla kendini böyle koyvermezdi. Grace asla ağlamaz ya da aşırı duygu gösterilerine izin vermezdi, en gerilimli anlarında bile (benim hastalığım sırasında örneğin ve hastanede kaldığım o ilk, umarsız haftalarda) kendini tutmak ve en acı gerçeklerle yüz yüze gelmek konusunda doğuştan yetenekli gibi görünmüştü. Neyi olduğunu sordum ona, ama o başını sallayıp öte yana dönmekle yetindi. Ona sarılıp yeniden sorduğumda omzunu silkip elimi itti, daha önce böyle bir şey yaptığı olmamıştı. Düşmanca bir hareket değildi, ama dediğim gibi Grace böyle yapmazdı, biraz alındığımı itiraf etmeliyim. Ona zorla yanaşmak ve incindiğimi belli etmek istemediğimden arka koltukta kendi köşeme büzüldüm ve taksi Yedinci Cadde boyunca adım adım güneye doğru ilerlerken sessizce oturdum. Varick ve Canal sokaklarının köşesine geldiğimizde yoğun trafikte birkaç dakika sıkışıp kaldık. Korkunç bir sıkışıklıktı: kornalarını çalan otomobiller ve kamyonetler, birbirine bağırarak küfür eden sürücüler: tam anlamıyla bir New York cehennemi. Bütün bu kargaşanın ve karmaşanın ortasında Grace birden bana dönüp özür diledi. “Bu gece o öyle kötü görünüyordu ki,” dedi, “öyle bitkindi ki. Sevdiğim bütün erkekler yıkılıyorlar. Bunu kaldırmak gitgide güç geliyor bana.”
Ona inanmadım. Ben iyileşiyordum, John’un bacağındaki geçici rahatsızlığın Grace’i böylesine umarsızlığa sürüklemesiyse pek mantıklı gelmiyordu bana. Onu rahatsız eden başka bir şey, benimle paylaşmak istemediği bir özel sıkıntısı vardı mutlaka, bana açılması için onu zorlarsam her şeyin kötüye gideceğini biliyordum. Uzanıp Grace’e sarıldım, sonra onu yavaşça kendime çektim. Bu kez direnmedi. Kaslarının gevşediğini hissettim, az sonra da yanıma sokuldu, başını göğsüme dayadı. Elimi alnına koyup saçlarını okşamaya başladım. Eskiden beri alışkanlığımızdı bu, ikimizin birlikte kim olduğumuzu belirlemeye devam eden, sessiz bir mahremiyetin ifadesiydi; Grace’e dokunmaktan, onun bedeninin bir yerine elimi sürmekten hiç bıkmazdım, böylece devam ettim, Batı Broadway’de ilerleyip Brooklyn Köprüsü’ne doğru kaplumbağa hızıyla giderken sürekli saçlarını okşadım.
Birkaç dakika birbirimize hiçbir şey söylemedik. Taksi Chambers Sokağı’nda sola dönüp köprüye yaklaşmaya başladığında bütün rampalarda trafik sıkışmıştı, neredeyse yerimizde sayıyorduk. Sürücümüz –adı Boris Stepanoviç’ti– ağzının içinde Rusça küfürler savuruyordu, kuşkusuz bir cumartesi gecesi Brooklyn’e geçmeye kalkıştığı için kendi budalalığına yanıyordu. Öne eğilip çizik içindeki ara camın para deliğinden onunla konuştum. Merak etme, dedim, sabrının ödülünü göreceksin. Ya, dedi. Nedir demek bu? Yüklüce bir bahşiş, dedim. Bizi evimize tek parça halinde götürürsen bu gecenin en yüklü bahşişini alacaksın.
Sürücünün yanlış kullandığı sözcükleri duyan Grace gülmesine engel olamamıştı –nedir demek bu–, ben de bu kahkahayı onun keyfinin yerine gelmesi olarak yorumladım. Arkama yaslanıp Grace’in saçlarını okşamaya devam ettim, saatte yarım kilometre hızla köprüye çıkan yokuşu sürünerek tırmanıyorduk, arkamızda binaların ışıkları, sağımızda Özgürlük Heykeli, köprünün üstünde asılı dururken Grace’le konuşmaya başladım, amacım salt konuşmaktı, onun dikkatini çekmek ve yeniden benden uzaklaşmasına engel olmak istiyordum.
“Bu gece tuhaf bir keşifte bulundum,” dedim.
“Umarım iyi bir şeydir.”
“John’la benim tutkularımızın aynı olduğunu keşfettim.”
“Ya?”
“İkimizin de mavi renge bayıldığı çıktı ortaya. Özellikle de Portekiz malı ama artık üretimden kalkmış mavi renkte defterlere.”
“Eh, mavi güzel bir renktir. Dingin ve ağırbaşlı. Zihinde kalır. Öyle hoşlanırım ki maviden, tasarladığım kapakların hepsinde kullanmamak için kendimi bayağı tutmam gerekiyor.”
“Renkler gerçekten de duyguları yansıtırlar mı?”
“Elbette yansıtırlar.”
“Ya ahlaki nitelikleri?”
“Ne anlamda?”
“Sarı korkaklık demektir. Beyaz saflık. Siyah kötülük. Yeşil masumluk.”
“Yeşil kıskançlık.”
“Evet, o da. Ama mavi neyin simgesidir?”
“Bilmiyorum. Umudun olabilir.”
“Ve hüznün.”
“Masmaviyi unutma.”
“Evet, haklısın. Mavi sadakattir de.”
“Ama kırmızı tutkudur. Herkes kabul eder bunu.”
“Büyük Kızıl Makine. Sosyalizmin kızıl bayrağı.”
“Teslim olurken çekilen beyaz bayrak.”
“Anarşizmin siyah bayrağı. Yeşiller Partisi.”
“Ama kırmızı aşk ve nefrettir de. Kırmızı savaştır.”
“Savaşa girerken renklerini yanında taşırsın derler, değil mi?”
“Sanırım.”
“Renk savaşı lafını duydun mu hiç?”
“Bir şey çağrıştırmıyor.”
“Çocukluğumdan kalma. Sen yaz aylarını Virginia’da ata binerek geçirirdin ama annem beni New York’un kuzeyinde bir yatılı kampa gönderirdi. Kızılderili şefi Pontiac’ın adını taşırdı kamp. Yazın sonunda bizi iki takıma bölerlerdi ve kamp bitene kadarki dört-beş gün boyunca her iki takımdan farklı gruplar birbirleriyle yarışırlardı.”
“Hangi alanda?”
“Beysbol, basketbol, tenis, yüzme, halat çekme, hatta kaşıkta yumurta taşıma ve şarkı yarışmaları. Kampın renkleri kırmızı ve beyaz olduğundan takımlardan biri Kırmızı Takım, öteki de Beyaz Takım olurdu.”
“Renkler savaşı bu mu?”
“Benim gibi bir spor manyağı için müthiş eğlenceliydi bu. Bazı yıllar Kırmızı Takım’da olurdum, bazı yıllar Beyaz Takım’da. Ama bir süre sonra üçüncü bir takım kuruldu, bir tür gizli dernek, aynı kafa yapısında olanların kurduğu bir kardeşlik. Yıllardır düşünmedim onu, ama o zaman benim için çok önemliydi. Mavi Takım.”
“Gizli bir kardeşlik. Oğlanların saçma sapan bir şeyi gibi geliyor kulağıma.”
“Öyleydi. Yo, aslında öyle değildi. Şimdi düşününce bana hiç de saçma gelmiyor.”
“O zamanlar farklıydın herhalde. Sen hiçbir şeye katılmak istemezsin ki.”