“Kendim katılmadım, seçildim. Aslında kurucu üyelerden biriydim. Onur duymuştum.”
“Sen zaten Kırmızı ve Beyaz takımlara girmiştin. Mavi’nin özelliği neydi?”
“İlk başladığında on dört yaşındaydım. O yıl kampa yeni bir gözetmen gelmişti, kadrodakilerden –çoğu on dokuz-yirmi yaşında üniversite öğrencileriydi– biraz daha büyüktü yaşı. Bruce… Bruce bir şey… soyadı sonra gelir aklıma. Bruce lisans eğitimini bitirmiş ve Columbia Hukuk Fakültesi’nde bir yıl okumuştu. Sporla yoğrulan bir kampta, atletizmle hiçbir ilgisi olmayan, kemikleri sayılan, bücür bir oğlan. Ama zeki ve espriliydi, sürekli güç sorularla insana meydan okurdu. Adler. Buldum. Bruce Adler. Herkes ona haham derdi.”
“Ve Mavi Takım’ı o mu yarattı?”
“Öyle sayılır. Daha doğrusu nostaljik olsun diye yeniden yarattı.”
“Anlayamadım.”
“Birkaç yıl önce yine gözetmen olarak bir başka kampta çalışmıştı. O kampın renkleri mavi ve griydi. Yazın sonunda renkler savaşı çıktığında Bruce Mavi Takım’a konulmuş, aynı takımda başka kimler var diye çevresine bakındığında en hoşlandığı, en saydığı çocukların orada olduğunu görmüş. Gri Takım ise bunun tam tersiymiş, ne kadar mızıkçı, sevimsiz çocuk varsa oradaymış, yani kampın döküntüleri. Bruce’un kafasında Mavi Takım sözü bir avuç önemsiz bayrak yarışından çok daha büyük bir anlama geliyormuş. Bu söz bir insanlık idealini temsil ediyormuş, hoşgörülü ve duygudaş bireylerin oluşturduğu birbirine sıkı sıkıya bağlı bir birlikmiş. Düşlenen kusursuz toplummuş.”
“Tuhaf bir hikâye, Sid.”
“Biliyorum. Ama Bruce bu konuyu ciddiye almıyordu. Mavi Takım’ın güzelliği de buradaydı. Her şey şaka gibiydi.”
“Hahamların şaka yapmalarına izin verildiğini bilmiyordum.”
“Verilmiyordur herhalde. Ama Bruce haham değildi ki. Yazın çalışan bir hukuk öğrencisiydi, biraz eğlenmek istiyordu. Bizim kampta çalışmaya geldiğinde öteki gözetmenlerden birine Mavi Takım’dan söz etmişti, ikisi birlikte yeni bir kol kurmaya karar verdiler, gizli bir dernek olarak yeniden icat edeceklerdi onu.”
“Seni nasıl seçtiler?”
“Gece yarısı. Yatağımda mışıl mışıl uyuyordum, Bruce ile öteki gözetmen sarsarak uyandırdılar beni. ‘Haydi kalk,’ dediler, ‘sana bir şey söyleyeceğiz.’ Sonra da el fenerlerini alıp beni ve iki çocuğu ormana götürdüler. Orada küçük bir ateş yakmışlardı, ateşin çevresine oturduk, bize Mavi Takım’ın ne olduğunu, bizi neden kurucu üye olarak seçtiklerini, hangi nitelikleri aradıklarını anlattılar, yani başka adaylar önermek istersek diye.”
“Neydi bu nitelikler?”
“Özel bir şey yoktu. Mavi Takım’ın üyeleri tek tip değildi, her biri farklı ve bağımsız bir kişiydi. Ama espri anlayışı olmayanı almıyorlardı, bu anlayış kendini nasıl gösterirse göstersin. Bazı insanlar durmadan espri yaparlar, kimileriyse doğru anda bir kaşlarını kaldırırlar ve odadaki herkes bir anda gülmekten yerlere yuvarlanır. İyi bir mizah anlayışı, hayatın cilvelerinden zevk alma ve tuhaf olanı anlama. Ama aynı zamanda alçakgönüllü ve ağzı sıkı, başkalarına karşı düşünceli, gönlübol olması da gerekiyordu adayların. Kendini beğenmişler, kibirliler, yalancılar ve hırsızlar alınmıyordu. Mavi Takım’ın üyesi meraklı olmalıydı, kitap okumalı ve dünyayı kendi istediği kalıba girmesi için zorlayamayacağını bilmeliydi. Akıllı bir gözlemci, ahlaki ayrımlarda bulunabilecek, adalet aşkı taşıyan biri olmalıydı. Mavi Takım’ın üyesi, ihtiyacın olduğunu görünce sırtından gömleğini çıkarıp sana verebilmeliydi, ama bunu yapmak yerine sen başka yana bakarken cebine on dolar sokmayı yeğlerdi. Anlatabiliyor muyum? Sana bunu kesin çizgilerle anlatamam, şöyledir ya da şöyledir, diyemem. Hepsinin bir toplamıdır, her bir nitelik karşılıklı olarak ötekileri etkiler.”
“Senin tanımladığın, iyi bir insan oluyor. Saf ve yalın. Babam böylelerine dürüst adam, derdi. Betty Stolowitz, mensch, der. John ise, öküzün teki değil, der. Hepsi aynı kapıya çıkıyor.”
“Belki. Ama Mavi Takım adı benim daha çok hoşuma gidiyor. Üyeler arasındaki bağı, tutarlılık bağını çağrıştırıyor. Mavi Takım’daysan ilkelerini açıklaman gerekmez. Senin nasıl davrandığına bakılarak hemen anlaşılır bunlar.”
“Ama insanlar hep aynı biçimde davranmazlar. Şimdi iyidirler, bir dakika sonra kötü. Hata yaparlar. İyi insanlar da kötü şeyler yaparlar, Sid.”
“Yaparlar tabii. Ben kusursuzluktan söz etmiyorum ki.”
“Ediyorsun. Başka insanlardan daha iyi olduklarına karar vermiş olan kişilerden söz ediyorsun, bunlar ahlaki açıdan sıradan insanlardan üstün hissederler kendilerini. Bahse girerim ki arkadaşlarınla senin gizli bir tokalaşma usulünüz vardı, değil mi? Sizi öteki ayaktakımından ve aptallardan ayırsın diye, haksız mıyım? Başka kimsenin kafası ermediği için sahip olamadığı bir bilgiye sahip olduğunuza sizi inandırsın diye.”
“Aman Tanrım, Grace. Yirmi yıl öncesinde kalan önemsiz bir şeydi bu. Bu konuyu masaya yatırıp çözümlemen gerekmez ki.”
“Ama sen bu saçmalığa hâlâ inanıyorsun. Sesinden anlıyorum bunu.”
“Hiçbir şeye inandığım yok. Benim inandığım şey, hayatta olmak. Hayatta olmak ve seninle olmak. Benim için tek önemli şey bu, Grace. Bunun dışında hiçbir şey yok, şu lanet olası dünyada başka hiçbir şeyin önemi yok benim için.”
Konuşmamızın bu biçimde sona ermesi keyfimi kaçırmıştı. Grace’i o karamsar havadan çıkarmak için pek de ustaca olmayan bir biçimde giriştiğim çaba, bir süre iyi sonuç vermişti, ama sonra onu fazla zorlamış ve istemeden yanlış konuya girmiştim, o da o sert uyarıyla sırtını dönmüştü bana. Böyle münakaşa etmek onun doğasına aykırıydı. Grace bu tür konularda pek hiddetlenmezdi ve geçmişte ne zaman böyle tartışmalara girsek (belli bir konusu olmayan, rasgele daldan dala atlayan şu uçucu, dolambaçlı diyaloglar) kendisine söylediğim şeylerle eğlenir, onları pek ciddiye almaz ya da karşı görüş ileri sürmezdi, oyuna katılır, benim anlamsız düşüncelerimi dışa vurmama izin verirdi. Ama o gece, söz konusu günün gecesinde böyle yapmadı; gözyaşlarını bir kez daha tutmaya çalışırken, taksideki yolculuğumuzun başında kapıldığı mutsuzluğun içine yeniden düşerken onun gerçekten de büyük bir sıkıntısı olduğunu, kendisine acı çektiren adsız şey üzerinde sürekli düşündüğünü anladım. Ona sormak istediğim bir sürü soru vardı, ama yine kendimi tuttum, kendine gelip konuşmaya hazır olana kadar bana açılmayacağını biliyordum, eğer kendine gelecekse tabii.
O arada köprünün üzerine varmıştık, Henry Sokağı’ndan geçiyorduk, Brooklyn Heights’ten Atlantik Caddesi’nin hemen altındaki Cobble Hill’deki evimize uzanan ve iki yanında kırmızı tuğladan asansörsüz binaların dizili olduğu dar bir sokaktı burası. Grace’in tepkisi şahsıma değildi, bunun farkındaydım. Grace’in ters davranışı bana olmaktan çok söylediğim şeyeydi; benim söylediklerimle onun düşünceleri arasındaki rastlantısal çarpışmanın doğurduğu bir kıvılcımdı. İyi insanlar kötü şeyler yaparlar. Grace yanlış bir şey mi yapmıştı? Ona yakın olan biri kötü bir şey mi yapmıştı? Bunu bilmek imkânsızdı, ama birinin bir şeyle ilgili olarak kendini suçlu hissettiğine karar verdim, benim söylediklerim Grace’in kendini savunan konuşmasını başlatmış olsa da bu sözlerin muhatabının ben olmadığıma fazlasıyla emindim. Bu düşüncemi kanıtlamak istercesine, Atlantik Caddesi’nden geçip yolculuğumuzun son ayağına girer girmez Grace elini uzatıp ensemi tuttu, beni kendisine çekip dudaklarını dudaklarıma bastırdı, dilini ağzıma yavaşça sokup beni tahrik edercesine öptü; Trause’nin dediği gibi, dolu dolu öptü. “Bu gece benimle seviş,” diye fısıldadı. “Kapıdan girer girmez elbiselerimi yırt ve seviş benimle. Beni parçala, Sid.”
Ertesi sabah geç saatlere kadar uyuduk, saat on bir buçuk-on ikiye kadar yataktan çıkmadık. Grace’in kuzinlerinden biri o gün şehirde olacaktı, saat ikide Guggenheim’da buluşmayı kararlaştırmışlardı, sonra da sürekli sergide birkaç saat geçirmek üzere Metropolitan Müzesi’ne gideceklerdi. Grace’in hafta sonlarında yapmayı sevdiği şeylerin başında resim seyretmek gelirdi, saat birde evden çıktığında oldukça sakindi.[6] Onu metroya kadar götürmeyi teklif ettim, ama Grace zaten gecikmişti, metro istasyonu da evden oldukça uzakta olduğundan (ta Montague Sokağı’ndaydı) o kadar yolu koşar adım giderek kendimi yormamı istemedi. Grace’e merdivenden inip sokağa çıkana kadar eşlik ettim, ilk köşebaşında vedalaşıp ikimiz de farklı yönlere doğru uzaklaştık. Grace, Court Sokağı’ndan Heights’e doğru koşturdu, bense birkaç sokak aşağıdaki Landolfi’nin şekerci dükkânına doğru ağır adımlarla yürüdüm, bir paket sigara aldım. Benim bünyem o günlük ancak bu kadarını kaldırırdı. Mavi defterimin başına oturmak için sabırsızlanıyordum, her zamanki gibi mahallede dolaşmak yerine hemen dönüp eve yollandım. On dakika sonra evdeydim, koridorun sonundaki odamda, masamın başına oturmuştum. Defteri açtım, cumartesi günü kaldığım sayfayı buldum ve işe koyuldum. Şimdiye kadar yazdıklarımı tekrar okumaya kalkışmadım. Kalemimi elime alıp yazmaya başladım.
Bowen uçaktadır, karanlığın içinde Kansas City’ye doğru yol almaktadır. Kafasına düşen çörtenlerden ve hiçbir şey düşünmeden havaalanına koşmaların ardından içinde büyüyen bir sükûnet, durgun bir boşluk vardır. Bowen ne yapmakta olduğu üzerinde düşünmez. Pişman değildir, işini terk edip şehirden ayrılma kararı üzerinde bir daha durmaz, Eva’yı bırakıp gittiği için de en ufak bir pişmanlık duymamaktadır. Bunun Eva’ya ne kadar ağır geleceğini bilmektedir, ama sonunda Eva’nın kendisi olmadan daha rahat edeceğine kendini inandırmayı başarır, Bowen’ın ortadan kaybolmasının şokunu atlattıktan sonra yeni ve daha tatmin edici bir hayata başlaması mümkün olacaktır. Arzu edilen ya da hoş bir konum değil elbette, ama Bowen kafasındaki düşüncenin tutsağı olmuştur, bu düşünce de kendi önemsiz ihtiyaçlarından ve yükümlülüklerinden öylesine baskın, öylesine güçlüdür ki ona uymaktan başka seçeneği olmadığını düşünür; hem de sorumsuzca davranmak, daha dün kendisine ahlaki açıdan çirkin gelecek şeyleri yapma pahasına. Hammett bu düşünceyi, ‘İnsanlar rasgele öldüler,’ diye dile getirmişti, ‘ve ancak şansları rast gidince hayatta kaldılar. İlişkilerini mantıklıca düzenleyerek hayata ayak uydurmamış, adımları farklı yöne gitmişti (Flitcraft’ın). Düşen kirişten yirmi adım bile uzaklaşmadan, hayatın bu yeni yüzüne uyum sağlamadan huzur bulmayacağını anlamıştı. Öğle yemeğini bitirene kadar da nasıl uyum sağlayabileceğini bulmuştu. Düşen bir kiriş hayatını rasgele sona erdirebilirdi. O da çekip giderek hayatını rasgele değiştirecekti.’
Bowen’ın yaptıklarını yazabilmem için onları onaylamam gerekmiyordu. Bowen, Flitcraft’tı, Hammett’in romanında Flitcraft kendi karısına aynı şeyi yapmıştı. Hikâyenin temeli buydu, ben de hikâyenin temeline bağlı kalacağım yolunda kendimle yaptığım pazarlıktan vazgeçecek değildim. Aynı zamanda bu hikâyede Bowen’dan ve uçağa bindikten sonra başına gelenlerden çok daha fazlası olduğunu anlamıştım. Eva’yı unutmamam gerekiyordu, Nick’in Kansas City’deki serüvenlerini izlemeye kendimi ne kadar kaptırırsam kaptırayım, New York’a dönüp Eva’ya neler olduğunu araştırmadan hikâyenin hakkını vermiş olamazdım. Eva’nın kaderi benim için kocasınınki kadar önemliydi. Bowen umursamazlığın peşindeydi, her şeyi olduğu gibi itirazsız kabullenecekti, Eva’ysa bunlarla savaş halindeydi, koşulların kurbanıydı, Nick’in ufak bir iş halletmek için gittiği köşebaşından dönmediği andan başlayarak Eva’nın zihni çelişkili duyguların savaş alanına döner; panik ve korku, ıstırap ve öfke, çaresizlik. Bu ıstırabın içine girme olasılığından hoşlanmıştım, bu tutkuları Eva’yla birlikte yaşayabileceğim ve gelecek günlerde onlar hakkında yazabileceğim olasılığından da.
Uçak LaGuardia’dan havalandıktan yarım saat sonra Nick evrak çantasını açar, içinden Sylvia Maxwell’in romanının müsveddesini çıkarır ve okumaya başlar. Kafamda şekillenen hikâyenin üçüncü öğesiydi bu ve bunu olabildiğince erken eklemeye karar vermiştim; hatta uçak Kansas City’ye inmeden önce. Önce Nick’in hikâyesi, sonra Eva’nın hikâyesi ve sonunda bu hikâyeler gelişirken Nick’in okuduğu ve okumaya devam ettiği kitap; hikâye içinde hikâye. Ne de olsa edebiyatla ilgilenen biridir Nick, bu yüzden de kitapların etkisi altında kalır. Yavaş yavaş, Sylvia Maxwell’in kullandığı sözcüklere dikkat ettikçe kendisiyle romandaki öykü arasında bir bağ görmeye başlar, sanki kitap dolaylı, oldukça metaforik bir biçimde Nick’e o an içinde bulunduğu koşullardan içtenlikle söz etmektedir.
O noktada, Kehanet Gecesi’nin nasıl olmasını istediğim hakkında pek az fikrim vardı, roman taslağının çalakalem ilk çizgilerinden öte gitmiyordu düşüncelerim. Kurguyla ilgili hiçbir şeyi işlememiştim, ama kitabın, geleceği görme üzerine kısa, felsefi bir roman, zamanla ilgili bir fabl olacağını biliyordum. Romanın kahramanı Lemuel Flagg’di, Birinci Dünya Savaşı’nın siperlerinde korkunç bir patlama sonucu gözlerini kaybeden bir yüzbaşı. Yaralarından kan akarak, yönünü yitirerek ve acıyla inleyerek savaş alanından uzaklaşır ve taburuyla bağlantısını koparır. Nerede olduğunu bilmeden, tökezleyerek, sendeleyerek Ardennes Ormanları’na girer ve yere çöker. Aynı gün daha geç saatlerde, baygın adamı iki Fransız çocuk bulur, on bir yaşında bir oğlan ve on dört yaşında bir kız, François ile Geneviève. Ormanın ortasındaki terk edilmiş bir kulübede kendi başlarına yaşayan iki savaş yetimidir bunlar, bir peri masalı ortamında iki masal kahramanı. Flagg’i evlerine taşıyıp ona bakarlar, birkaç ay sonra savaş sona erince de Flagg çocukları da yanına alıp İngiltere’ye döner. 1927’nin üstünlük sağlayan alanında durup geriye, üvey babasının tuhaf kariyerine ve sonraki intiharına bakarak öyküyü anlatan Geneviève’dir. Flagg körlüğü sayesinde kehanet gücüne kavuşmuştur. Transa girer gibi ansızın gelen nöbetlerde yere düşer ve epilepsi hastası gibi çırpınmaya başlar. Bu nöbetler sekiz-on dakika sürer, kriz boyunca Flagg’in zihni geleceğe ilişkin imgelerle dolar. Bu nöbetler uyarmaksızın gelirler, onları durdurmak ya da denetim altına almak onun elinde değildir. Flagg’in yeteneği hem bir lanet hem de lütuftur. Ona servet ve nüfuz sağlar ama aynı zamanda bu nöbetler büyük acılara neden olurlar, ruhsal acılar da cabası, çünkü Flagg’in gördüğü hayallerin pek çoğu bilmek istemediği şeyler hakkında bilgilerle donatır onu. Örneğin annesinin ölüm günü ya da Hindistan’da tam iki yüz kişinin öleceği bir tren kazasının yeri. Çocuklarıyla herkesten uzak bir yaşam sürmek istemektedir, ama kehanetlerinin (hava tahmininden parlamento seçimlerinin sonucuna, kriket maçlarının sonuçlarına kadar değişen bir yelpazede) şaşırtıcı derecede isabetli olması onu savaş sonrası İngiltere’sinde en tanınmış kişilerden biri yapar. Tam ününün doruğundayken aşk hayatı bozulur ve yeteneği onu mahveden bir şeye dönüşür. Bettina Knott adında bir kadına tutulmuştur, iki yıl boyunca kadın onun aşkına karşılık verir, hatta evlenme teklifini bile kabul eder. Ne var ki evlenmelerinden bir gece önce Flagg yine bir epilepsi nöbeti geçirir, o arada Bettina’nın daha bir yıl geçmeden kendisine ihanet edeceğini görür. Flagg’in kehanetleri hiç yanlış çıkmamıştır, bu nedenle evliliğinin kötü biteceğini bilir. Asıl felaket, Bettina’nın masum olmasıdır, tamamıyla suçsuzdur, çünkü kocasını aldatacağı adamla henüz karşılaşmamıştır. Kaderin kendisine hazırladığı ıstıraba katlanamayacağını anlayan Flagg, kalbine bir bıçak saplayıp intihar eder.
Uçak alana iner. Bowen yarısına kadar okuduğu müsveddeyi çantasına koyar, terminal binasından çıkıp bir taksi bulur. Kansas City’yi tanımamaktadır. O kente daha önce hiç gitmemiştir, oraya iki yüz kilometre uzaklıkta oturan birini bile tanımamaktadır, haritada yerini göster deseler zorlanacaktır. Taksinin sürücüsüne kendisini şehrin en iyi oteline götürmesini söyler, Ed Victory gibi son derece tuhaf bir adı olan iriyarı siyah sürücü bir kahkaha patlatır. Umarım kör inançlarınız yoktur, der sonra.
Kör inanç mı, der Nick. Ne ilgisi var?
En iyi oteli soruyorsunuz. En iyisi Hyatt Regency’dir. Gazete okur musunuz bilmem ama bir yıl kadar önce Hyatt’ta büyük bir felaket olmuştu. Asma koridorlar tavandan kopmuştu. Lobiye düşmüşler ve yüzden fazla insanın ölümüne yol açmışlardı.
Evet, hatırlıyorum. Times’ın kapağında bir fotoğraf vardı.
Otel yine açıldı, ama kimileri orada kalmaktan ürküyorlar. Ürkmezseniz ve kör inançlarınız yoksa benim size önereceğim otel orasıdır.
Pekâlâ, der Nick, Hyatt olsun. Bugün beni yıldırım bir kez çarptı. Bir kez daha çarpmak isterse beni nerede bulacağını bilir.[7]
Nick’in yanıtı Ed’i güldürür, şehre doğru giderlerken iki adam konuşmaya devam ederler. Ed’in taksicilikten emekli olmak üzere olduğu gelir gündeme. Tam otuz dört yıldır bu işi yapmaktadır ve bu gece onun işteki son gecesidir. Son vardiyası, havaalanına son gidişidir, Bowen’dan son ücretini alacaktır, Bowen’dan sonra müşteri binmeyecektir taksisine. Nick ona bundan böyle kendisini neyle meşgul etmeyi planladığını sorar, Edward M. Victory de (adamın tam adı budur), elini gömlek cebine atıp bir kartvizit çıkarır ve onu Nick’e verir. Kartta, Tarihsel Koruma Bürosu yazmaktadır, Ed’in adı, adresi ve telefon numarası da kartın alt tarafında yazılıdır. Nick bu adın ne anlama geldiğini sormak ister ama ağzını açamadan taksi otelin önünde durur, Ed de alacağı son ücreti tahsil etmek üzere elini uzatır. Bowen ücretin yanına yirmi dolar bahşiş ekler, artık emekli olan sürücüye iyi şanslar diler, döner kapıdan geçerek talihsiz otelin lobisine girer.
Yanında pek az nakit para vardır, kredi kartıyla ödeme yapmak zorunda olduğundan otele kaydolurken kendi adını kullanır. Yeniden düzenlenen lobi yepyeni durmaktadır, elinde olmadan kendisiyle otelin aynı durumda olduğunu düşünür Nick: Her ikisi de geçmişlerini unutmaya, her ikisi de yeni bir hayata başlamaya çalışmaktadırlar. Cam asansörleri, devasa avizeleri ve cilalı metal duvarlarıyla ışıltılı saray bir yanda, sırtındaki elbiseden, cüzdanındaki iki kredi kartı ve deri çantasında yarısı okunmuş bir romandan başka bir şeyi olmayan Nick öte yanda. Parasına kıyıp bir süit kiralar, asansörle onuncu kata çıkar ve otuz altı saat boyunca odasından dışarı adım atmaz. Çıplak bedenine otel bornozunu giyip odasına getirttiği yemekleri yer, pencerenin yanında ayakta dikilir, banyodaki aynada kendisini inceler ve Sylvia Maxwell’in romanını okur. İlk gece yatmadan önce bitirir romanı ve ertesi günü de yine onu okuyarak geçirir, bir daha okur, dördüncü kez okur, sanki ölüm kalım meselesiymiş gibi romanın iki yüz on dokuz sayfasını inceden inceye okur. Lemuel Flagg’in öyküsü onu çok etkilemiştir, ama Bowen’ın Kehanet Gecesi’ni okuma nedeni etkilenmek ya da hoşça vakit geçirmek değildir, bundan sonra ne yapacağı hakkında alması gereken kararı ertelemek için romana gömülmüş de değildir. Bir sonraki adımının ne olacağını bilmektedir o, bunu yapmak için elinde kitaptan başka bir şey de yoktur. Geçmişi düşünmemek için kendini eğitmesi gerekmektedir. Çörten kaldırıma düştüğünde başlayan serüveni açacak anahtar budur. Eski hayatını yitirdiyse yeni doğmuş biri gibi davranmalıdır, bir bebek geçmişinden ne kadar az etkilenirse kendisi de geçmişinden o kadar az etkileniyormuş gibi davranacaktır. Anıları vardır elbette, ama bu anılar artık geçersizdir, önünde açılan yeni hayatın parçası değildirler, New York’taki eski yaşamına –ki silmiştir bunu, artık bir yanılsamadan başka bir şey değildir o– ilişkin düşüncelere daldığını ne zaman fark etse, zihnini geçmişten çekip almak ve bugüne yoğunlaştırmak için elinden geleni yapar. Kitabı bu yüzden okur. Bu yüzden okumayı sürdürür. Kendini artık kendisine ait olmayan bir hayatın sahte anılarından çekip alması şarttır, romanın müsveddesini mutlaka kesin bir teslimiyetle okumalıdır, okurken hem bedenin hem de ruhun aralıksız dikkati gerektiğinden, romanın sayfalarına gömüldüğünde eski kimliğini unutabilir.
Üçüncü gün Nick sonunda dışarı çıkmayı göze alır. Sokakta yürür, bir erkek giyim mağazasına girer ve tam bir saatini raflar, bölmeler ve kutular arasında geçirir. Yavaş yavaş yeni bir gardırop oluşturur kendisine, pantolondan gömleğe, iç çamaşırından çoraba kadar her şeyi üst üste yığar. Faturayı ödemek üzere satıcıya American Express kartını verdiğinde makine kartı kabul etmez. Kartınız iptal edilmiş, der satıcı. Bu beklenmedik gelişme Nick’e bir darbe olur, ama telaşa kapıldığını belli etmez, önemi yok, der, visa kartımla öderim. Satıcı, bu kartı makineden geçirdiğinde onun da geçersiz olduğu anlaşılır. Nick çok zor durumdadır. Şaka yapmaya çalışır ama aklına komik bir şey gelmez. Rahatsızlık verdiği için satıcıdan özür diler, sonra arkasını dönüp mağazadan çıkar.
Bu karışıklığın basit bir açıklaması vardır. Bowen daha otele dönmeden anlamıştır bunu, Eva’nın kredi kartlarını neden iptal ettirdiğini anladığında onun yerinde olsa kendisinin de aynı şeyi yapacağını istemeye istemeye itiraf eder. Bir kadının kocası mektup atmaya gidiyor ve geri dönmüyor. Karısı ne düşünecektir? Terk edildiği olasılığı vardır elbette, ama bu düşünce daha sonra gelir akla. İlk tepkisi korkuya kapılmak olacaktır, sonra olası kazaları ve tehlikeleri sıralar. Kamyonetin altında kalmış olabilir kocası, sırtından bıçaklanmış, silah dayanıp kafasına vurulmuş olabilir. Kocası bir soyguna kurban gitmişse hırsız cüzdanıyla kredi kartlarını alıp kaçmıştır. Şu ya da bu varsayımı destekleyecek bir kanıt olmadıkça (suç bildirimi ya da sokakta bulunmuş cesetler) yapılacak en basit iş, kredi kartlarını iptal ettirmektir.
Nick’in yanında altmış sekiz dolardan başka nakit para yoktur. Çek yoktur, Hyatt Regency’ye giderken bir ATM’de durduğunda Citibank kartının da iptal edildiğini öğrenir. Durumu birden oldukça umarsızlaşmıştır. Paraya giden bütün caddeler kesilmiştir, pazartesi gecesi otele kaydolurken verdiği Amerikan Express kartının geçerli olmadığını otel öğrenirse Nick berbat bir duruma düşecektir, belki de kendini suçlamalara karşı savunmak zorunda kalacaktır. Bunca yolu, sorunlar baş gösterdiğinde arkasını dönüp kaçmak için gelmemiştir, aslında eve dönmek de istememektedir, geri dönmek istememektedir. Nick asansöre binip otelin onuncu katına çıkar, süitine girer, Rosa Leightman’ın New York’taki numarasını çevirir. İçgüdüsel olarak yapmaktadır bunu, kıza ne söyleyeceğini bile bilmemektedir. Bereket Rosa evde yoktur, Nick de onun telesekreterine bir mesaj bırakır, kendisine bile bir şey ifade etmeyen, daldan dala atlayan bir monolog.
Kansas City’deyim, der. Neden burada bulunduğumu bilmiyorum, ama şimdi buradayım, belki de uzunca bir süre için ve seninle konuşmak istiyorum. Yüz yüze konuşabilsek iyi olurdu ama senin hemen uçağa atlayıp buraya gelmeni istemek herhalde uygun olmayacak. Gelemesen bile bana telefon et. Hyatt Regency Oteli’nde kalıyorum, oda numaram 1046. Büyükannenin kitabını birkaç kez baştan sona okudum, bana kalırsa yazdığı en iyi kitap bu. Müsveddeyi bana verdiğin için sana teşekkür ederim. Pazartesi günü büroma geldiğin için de teşekkür ederim sana. Bunu söylediğim için rahatsız olma ama seni bir türlü aklımdan çıkaramadım. Bir balyoz gibi vurdun bana, sen kalkıp odadan çıktığında beynim dağılmış gibi oldu. İnsan birine on dakika içinde âşık olabilir mi? Senin hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Evli olup olmadığını, biriyle birlikte yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyorum, serbest olup olmadığını da. Ama seninle konuşabilmek ne güzel olurdu, seni yeniden görebilmek. Burası çok güzel bir yer. Her şey tuhaf ve yassı. Pencerenin yanında durmuş kente bakıyorum. Yüzlerce bina, yüzlerce yol, ama her yer sessiz. Pencerenin camı ses geçirmiyor. Hayat, camın öte yanında, ama içerisi ölü ve gerçekdışı. Sorun şu ki bu otelde daha fazla kalamayacağım. Kentin öteki ucunda oturan birini tanıyorum. Şimdiye kadar tek tanıştığım kişi o, birkaç dakika sonra çıkıp onu arayacağım. Adı Ed Victory. Kartviziti cebimde, sana onun telefon numarasını vereceğim, sen aradığında ben otelden ayrılmış olursam diye. Belki o benim nerede olacağımı bilir. 913 765 4321. Tekrarlıyorum: 913 765 4321. Tuhaf değil mi? Rakamların küçüldüğünü şimdi gördüm, birer birer küçülüyorlar. Daha önce hiç böyle bir telefon numarası görmemiştim. Sence bir anlamı mı var? Yoktur herhalde. Belki de vardır ama. Yanıtı bulursam sana söylerim. Senden ses çıkmazsa birkaç gün sonra yine ararım. Adios.
Rosa mesajı dinleyene kadar aradan bir hafta geçer. Nick yirmi dakika önce aramış olsaydı Rosa telefona yanıt verebilirdi, ama az önce çıkmıştır evden, bu yüzden de Nick’in telefon ettiğinden haberi yoktur. Nick konuşmasını onun telesekreterine not ettirdiği sırada Rosa, Holland Tüneli’nin girişinden üç sokak ötede bir sarı taksinin içindedir. Newark Havaalanı’na doğru yol almaktadır, öğleden sonra bineceği uçak onu Chicago’ya götürecektir. Günlerden çarşambadır. Kız kardeşi cumartesi günü evlenecektir; tören, ailesinin evinde yapılacağından ve Rosa da nedime olduğundan hazırlıklara yardımcı olmak üzere önceden gitmektedir oraya. Ailesini epeydir görmemiştir, bu ziyareti fırsat bilip düğünden sonra onlarla birkaç gün geçirecektir. New York’a salı sabahı dönmeyi tasarlamıştır. Adamın biri ona olan aşkını bir telesekretere itiraf etmiştir ama Rosa’nın bunu öğrenmesi için tam bir hafta geçecektir.