Книга Akile Hanım Sokağı - читать онлайн бесплатно, автор Adıvar Edib Halide
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Akile Hanım Sokağı
Akile Hanım Sokağı
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Akile Hanım Sokağı



Can Sanat Yayınları Ltd. şti., 2010

Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.


1. basım: 2010

3. basım: Aralık 2013, İstanbul

E-kitap 1. Sürüm Ağustos 2014, İstanbul

2013 tarihli 3. Basım esas alınarak hazırlanmıştır.



Yayına hazırlayanlar: Mehmet Kalpaklı – S. Yeşim Kalpaklı


Kapak tasarımı: Ayşe Çelem Design



ISBN 978 975 0722 61 5


CAN SANAT YAYINLARI

YAPIM, DAĞITIM, TİCARET VE SANAYİ LTD. ŞTİ.

Hayriye Caddesi No. 2, 34430 Galatasaray, İstanbul

Telefon: (0212) 252 56 75 / 252 59 88 / 252 59 89 Faks: (0212) 252 72 33

www.canyayinlari.com

yayinevi@canyayinlari.com

Sertifika No: 10758



Halide Edib Adıvar

ÂKİLE HANIM SOKAĞI


ROMAN




HALİDE EDİB ADIVAR’IN


CAN YAYINLARI’NDAKİ DİĞER KİTAPLARI


SİNEKLİ BAKKAL / roman

ATEşTEN GÖMLEK / roman

HANDAN / roman

MOR SALKIMLI EV / anı

TÜRK’ÜN ATEşLE İMTİHANI / anı

VURUN KAHPEYE / roman

SON ESERİ / roman

YOLPALAS CİNAYETİ / roman

TATARCIK / roman

TÜRKİYE’DE ŞARK-GARP VE AMERİKAN TESİRLERİ / deneme

KALP AĞRISI / roman

ZEYNO’NUN OĞLU / roman

ÇARESAZ / roman

SEVDA SOKAĞI KOMEDYASI / roman

KERİM USTA’NIN OĞLU / roman






Halide Edib Adıvar, 1882’de İstanbul’da doğdu. Üsküdar’daki Amerikan Kız Koleji’nde okudu. 1908’de gazetelere yazmaya başladığı kadın haklarıyla ilgili yazılardan ötürü gericilerin düşmanlığını kazandı. 31 Mart Ayaklanması’nda bir süre için Mısır’a kaçmak zorunda kaldı. 1909’dan sonra eğitim alanında görev alarak öğretmenlik, müfettişlik yaptı. Balkan Savaşı yıllarında hastanelerde çalıştı. 1919’da Sultanahmet Meydanı’nda, İzmir’in işgalini protesto mitinginde etkili bir konuşma yaptı. 1920’de Anadolu’ya kaçarak Kurtuluş Savaşı’na katıldı. Kendisine önce onbaşı, sonra üstçavuş rütbesi verildi. Savaşı izleyen yıllarda Cumhuriyet Halk Fırkası’yla siyasal görüş ayrılığına düştü. 1917’de evlendiği ikinci kocası Adnan Adıvar’la birlikte Türkiye’den ayrıldı. 1939’a kadar dış ülkelerde yaşadı. O yıllarda konferanslar vermek üzere Amerika’ya ve Mahatma Gandhi tarafından Hindistan’a çağrıldı. 1939’da İstanbul’a dönen Adıvar, 1940’ta İstanbul Üniversitesi’nde İngiliz Filolojisi Kürsüsü başkanı oldu, 1950’de Demokrat Parti listesinden bağımsız milletvekili seçildi. 1954’te istifa ederek evine çekildi ve 1964’te öldü.






KISALTMALAR


Ar.

:

Arapça


Fr.

:

Fransızca


Mec.

:

Mecazi


Yun.

:

Yunanca






SUNUŞ

Âkile Hanım Sokağı, önce 1957-1958 yıllarında Hayat mecmuasında yayımlanmış sonra da kitap halinde basılmıştır (1958). Can Yayınları’ndaki bu baskıda 1958’deki kitap esas alınmış, gerekli görülen yerlerde karşılaştırma için mecmuadaki yayıma da başvurulmuştur. Metin hazırlanırken, diğer kitaplarda olduğu gibi, yazarın özgün diline ve üslubuna dokunulmamıştır. Kitabın başlığındaki “Âkile” yazılışı da, Halide Edib’in 1958’deki yayımda kullandığı imlâya uygun olarak bırakılmış, kelimenin doğru imlâsı olan “Âkıle” kullanılmamıştır. Halide Edib, ellili yıllardaki, değişim içindeki Türk toplumundan bir kesit yansıttığı bu sosyal konulu romanında, âdeta, bizzat tanıdığı, gerçek insanların başlarından geçenleri, yalnızca isimlerini değiştirerek kaleme almış gibidir.

Mehmet Kalpaklı






KISIM I






1

SOKAĞI TAKDİM

Lâleli civarında, oldukça kısa fakat genişçe, orta yeri gayet dikkatle yapılmış, beton bir sokak. Bu, ana caddeye muvazi1 olan sokakların galiba üçüncüsüdür. Bir tarafta Aksaray’a giden dik ve arızalı bir iniş vardır. Öbür tarafı Beyazıd’a çıkar. Birkaçı sokaktan geçen, yer yer ana caddeden inen sarp yokuşlar görürsünüz.

Yamrı yumru arka sokaklar arasında bu sokağın beton olması, dümdüz ve muntazam görünüşü herkesin dikkatini oraya çeker ve merak uyandırır. O civarlılar bunu şöyle bir düzme veyahut doğru bir rivayetle izah ederler: Güya, orada oturanlardan biri mevki sahibi olan bir şahsın yakın dostu imiş. Her halde bu düzlük o civar çocuklarını buraya çeker.

Burası bütün manasıyla demokrat bir memleket çocuklarının oyun meydanı manzarasını gösterir. Konaklardan, apartmanlardan olduğu kadar izbelerden, gecekondulardan da çocuklar orada birleşirler. Orta yerde ve yaya kaldırımında, her kılık ve kıyafette çocukların top, koşmaca, güreş taklidi sporlarını, hulâsa her nevi oyunların nümunelerini görürsünüz. Ayakları çıplak, pantolon ve gömlekleri parça parça, yüz göz toz içinde, sümüklü çocuklar, gömlekleri ütülü, pabuçları pırıl pırıl, saçları dikkatle fırçalanmış, hatta briyantinle şekillendirilmiş çocuklar mutlak bir müsavat2 içinde orada oynar, dolaşırlar. Kavga, gürültü, sövme-sayma, el veya dil dalaşı yok gibidir. Evet, oraya “Birleşmiş çocuklar” toplantısı diyebilirsiniz ve her halde Birleşmiş Milletler toplantılarındaki mücadeleden fazla bir mücadele görmezsiniz.

Buradaki evler bugünkü Türkiye’nin, mimarî bakımdan eski ve yeni birbirine benzemeyen uslûplarının bir hulâsası gibidir. Çökmeye mahkûm cumbalı, kafesli, yanları teneke kaplı evcikler, biraz daha içinde yaşanabilecek başka ahşap binalar ve bu eski biçim evlerin aralarında mesela, yüzleri iki metreyi geçmeyen, altı yedi katlı kâgir veya beton Hilton karikatürleri de göze çarpar. Her halde, üç, dört yüz yıllık bina usullerinin –şaka olsun diye– numuneleri karmakarışık bir sergi halindedir.

Hiçbiri fazla büyük değildir, fakat Aksaray’a inen tarafın iki köşesinde karşı karşıya, biri ahşap, öteki kâgir iki konak vardır. Bunlar âdeta kibar mahallelerden buraya uçmuş gelmiş gibidir. Bunlardan biri, kâgiri, tuğla renginde kırmızı; öteki, boyaları dökülmüş, beyaz bir ahşap konaktır.

Kırmızı konak ve onun sırasındaki evler, arka taraftan sadece bahçelere, küçük camilere, evlere, ön taraftan sokağa bakar. Beyaz konak ve sırasındaki evlerin arka manzaraları çok gariptir: Bir takım daracık, inişli yokuşlu garip izbeler, kulübeler, eski zamandan kalmış yarı yıkık hamam kubbeleri, bunların arasında dolaşan insanlar ve onların arkasında bütün ihtişamıyla mavi deniz! Bu iki konağın arasından İstanbul’un ev toplulukları, yüksek minareler görünür. Bunların arkasından da her akşam güneş batar, göğü ve bulutları hayale sığmayan gizli renklere bular.

Sokaktan gelip geçenler de kılık kıyafet bakımından, çocuklar kadar birbirine benzemeyen insanlardır. Saçlı sakallı, kellifelli efendiler arasından geçen kadınlar da hiç birbirine benzemez.

İşte, askervârî yürüyerek geçen üç güzel kız! İkisinin saçları kesik, birinin saçı bir tarakla tepesine tutturulmuş, ucu bir at kuyruğu gibi sırtında sallanıp duruyor, kollar ve bacaklar çıplak, ayaklarda dümdüz, terlik biçimi ayakkabılar. Üçü de birbirinden güzel, fakat hiçbiri fingirdek değil, gayet ciddîdirler. Bazan konuşarak, bazan gözleri ufuklarda gelip geçerler. Kendilerine dönüp bakan erkeklerde uyandırdıkları alâkadan hiç haberdar değildirler. Tavırları hiç bir erkeğe sulanmak cesaretini vermez. Yüzlerinde boyadan eser yoktur. Bunlar belki üniversite talebesi, belki de münevver3 aile kızlarıdır.

İşte, boyalı şişman ve zayıf, ancak plajlarda görülecek kadar çıplak kadınlar. İşte, sımsıkı başörtülü, kucağında bir yavru, eteğine yapışmış birkaç yavru daha, koltuğunun altında bir bohça veyahut bir elinde evinin akşam nevalesini yerleştirdiği sepetle geçen bir kadıncağız… İşte, eski İstanbul bakiyesi, yeldirmeli veyahut Anadolu’dan gelmiş çarşaflı, ağzını, burnunu örten bir hatuncağız daha!

Erkeklerin hemen hepsi kolları kısa gömlekli, yakaları açık, belleri kemerli, bazıları sportif ipince gençler, bazıları şişman, karnı dışarıya fırlamış, enseleri okkalı, gözleri fırlak, yeni zamana ayak uydurmaya çalışan yaşları ilerlemiş adamlar. Hiçbirinin başında şapka yoktur.

Bu sokak halkını en çok alâkadar eden, köşedeki karşı karşıya olan konağa gelen misafirlerdir. Bazan hususî arabalarla, bazan taksilerle gelirler. Bunların ekserisi ceketli, boyunbağlı, umumiyetle şapkalıdırlar. Kadınları, yüksek terziler elinden çıkmış şık elbiseli, azametli, sokağa yukarıdan bakan bayanlardır.

Herkes buraya “Âkile Hanım Sokağı” der. Fakat bu isim sokağın başındaki levhada yoktur. Resmî adı “Ahmet Kemal Sokağı”dır. Fakat eski adı olan” Âkile Hanım Sokağı” kimbilir kaç yüz yıldır civar halkın hafızasında yer etmiş olacak ki bir türlü yeni adını benimseyemezler.

Beyazıd Meydanı’na bakan dükkânlar yıkılmadan evvel orada meşhur eski bir bakkal dükkânı vardı. Bir gün, oraya, melon şapkalı, siyah köstümlü bir beyle, lacivert tayyörlü, başında kuş yuvasını andıran avuçiçi kadar bir şapkacık, ellerinde naylon eldivenler ve gösterişli bir çanta ile bir hanım girdi. Kapıda gördükleri küçük bir çırağa sordular:

– Ahmet Kemal Sokağı nerede, gösterir misiniz?

– Burada öyle sokak yoh…

– Canım, Lâleli civarında imiş…

– Bilmeyom…

Hanım kasaya doğru yürüdü. Şişman, kellifelli bir kasadar önündeki hesap görmeye gelmiş müşterilerle meşguldü.

– Efendim, postacılar biliyor da acaba neden burada Ahmet Kemal Sokağı’nı sizin çırağınız bilmiyor? Halbuki bana, sizin dükkândan alışveriş ettiklerini, size sormamı yazmışlardı.

Kasadar bu suale cevap vermedi, başını kaldırarak sordu:

– Kimi arıyorsunuz?

– Eski Belçika Sefiri Samim Akyürek Bey’in evini…

– O sokağı herkes Âkile Hanım Sokağı diye bilir.

– Acaba neden?

Kasadar gene cevap vermedi, fakat kasanın önünde sıra bekleyen uzun boylu bir efendi hemen lafa karıştı:

– Akıllı kadınlar eski günlerde de varmış, Hanımefendi. Bu civarda kaç tane tarihe geçmiş kadın vardır. Şair Fitnat…

Kadın sözünü kesti; kasadar başını kaldırmadan seslendi:

– Ahmet, buraya gel. Sen bugün Samim Bey’in evine su götürecektin. Hemen şimdi götür, Hanımefendi’ye de evi göster.

Samim Bey’in evini arayan eşler, sırtına su damacanasını yüklenerek önlerinde giden çırakla dükkândan çıkıp Âkile Hanım Sokağı’nın yolunu tuttular.

Uzun boylu efendi kasaya yaklaştı:

– Galiba bu civardan olmayacaklar…

Arkadan bir ses:

– Kılıklarından Ankara’dan geldikleri anlaşılıyor.

– Öyle olacak, yoksa “Ahmet Kemal Sokağı”nı sormazlardı.

Artık kasanın başında toplanan müşteriler bu konuyu münakaşaya başlamışlardı:

– Ben tarihte Âkile adlı meşhur bir kadın bilmiyorum.

– Eski İstanbul’un âdetini bilmez misin, a birader? Kalûbelâdan beri4 sokak isimlerini, o civarda dikkati çeken, iyi kötü kendisine mahsus şahsiyeti olan adamlardan alırlardı. Kimbilir, belki bu civarda vaktiyle herkese akıl öğreten bir kadın yaşamıştır.

– Ukalâ desen daha iyi olur. Zaten erkeklere akıl hocalığı etmeyen dişi mahlûk var mıdır ki…

– Eskiden sokak isimlerini biraz da alay tarzında verirlerdi…

– Meselâ Sinekli Bakkal…

– Meselâ Şaşkın Bakkal…

– Meselâ…

Arkada duran bir müşteri sözlerini kesti:

– Eskiden sokağın adı ne idi, bilmem ama, bugün o sokağa o isim çok yaraşıyor. Ben sokağın yanındaki yokuşta otururum. Orada Âkile adlı bir hatun vardır; bütün sokak ondan akıl danışır.




1

Paralel.


2

Eşitlik.


3

Aydın, okumuş.


4

Burada “çok eski zamanlardan beri” anlamında.






2

ANKARA’DAN GELEN EŞLER

Tarık bu defa Roma’da toplanan bir kongreye giderken her nasılsa benim beraber gelmemi istemedi. Halbuki, ta evlendiğimiz günden beri (on beş yılı geçiyor) her yere beraber gitmiştik. Her zaman, “Dil bilen, içtimaî toplantılarda alâka çeken kadın, hariciyeli bir erkek için en büyük nimettir” derdi. Galiba benim bu kararının sebebini sormamı bekledi. Gözlerini bana çevirmeden, yüzünde haricen hiç bir değişme belirmeden bana baktığını, ne tesir hâsıl ettiğini anlamak istediğini ben onun taş gibi hareketsiz duran tavrından anladım. Hiçbir şey söylemedim. O günden beri hem dalgın, hem de sinirli idi. Tavrında güç bir meseleyi hall için en muvafık tarzı arayan, konuşmaktan çekinen ve aynı zamanda huzursuzluk alâmetleri gösteren bir adam hali vardı.

Tarık’la ben, Belçika sefaretinden sonra emekliye ayrılan ve bir devre mebusluk ettikten sonra İstanbul’daki evlerine çekilen eniştemle teyzemin Ankara’daki evlerinde evlenmiştik. Bütün aile esasen İstanbullu olmakla beraber, ta İstiklâl Mücadelesi günlerinden beri Ankara’ya yerleşmişlerdi.

Babam Şark’taki sonsuz ayaklanmalardan birinde şehit olmuştu. Annemi çocukken kaybetmiştim. Ondan sonra teyzem beni yanına almıştı. Hiç çocukları olmadığı için onları ana, baba bilirim. Babam, annem öldükten sonra hiç evlenmemişti. Hayatı, daima uzak ve hudut bölgelerinde geçen, tehlikeli sahnelerde mühim rol oynamış, hakikî eski Osmanlı ruhunu taşıyan bir miralaydı.5 İki vazife arasında Ankara’ya geldiği zaman teyzeme misafir olur, beni görürdü. Ben eniştemi baba telâkki etmeye alışmış olduğumdan, babam bana seyrek gördüğüm bir amca gibi gelirdi.

Beni nadiren kucağına alırdı. Fakat gözleri uzaktan –şimdi anladığım– garip bir hasretle beni takip eder, hemen hiç konuşmazdı. Üniformasının parlak düğmelerine bayılırdım, sırf onlar için arada bir kucağına tırmanırdım. Her defasında, ceketinin sert çuhası arkasında kalbinin şiddetle attığını, kollarını, vücudunu kımıldatmamakla beraber onların sertleşmesinde, benim boynuna atılmamı bütün varlığıyla beklediğinin farkına –yıllarca sonra, insan ruhunu anlamaya başladıktan sonra– biraz varabiliyorum. Fakat ben hiç onun boynuna sarılmazdım. Dizine sıçrar sıçramaz küçük ellerimle, ceketinin düğmelerini çeker, koparmaya çalışır, kuvvetim yetmeyince de elimin altında gümbür gümbür atan kalbini olanca hırsımla yumruklardım. Her defasında bu kudretli kalp âdeta durur, en acı mağlûbiyet ve yeis karşısında iradesini birdenbire eline alan eski bir asker sükûneti ile o kalın sesi biraz kısılarak enişteme, “Galiba kızıma ceketimin düğmesinden başka bir hatıra kalmayacak,” derdi.

Ben de haşin bir çocuk gayzıyla, “Ben senin değil, Samim Bey’in kızıyım,” der, bizi o yarı müstehzi ve zarif tebessümüyle seyreden eniştemin kucağına atılır, kollarımı boynuna dolardım.

Çok geçmeden babam benim hayat sahnemden çekildi, gitti. Şahadet haberi geldiği zaman teyzemin ağladığını, beni bağrına bastığını, eniştemin biraz kısılan bir sesle, “Nermin artık tamamen bizim çocuğumuz,” dediğini hatırlıyorum.

Ben de, çocukların bazan en hassasında görülen bir katılıkla, “Düğmelerini gönderdi mi?” demiştim.

Eniştemle teyzemin hiç çocukları olmamıştı. Bana karşı hakiki bir baba ve ana mesuliyeti hissederlerdi. Beni iyi yetiştirmek için ellerinden gelen her fedakârlığı yapmışlardı. Bana Türkçe’den başka İngilizce ve Fransızca hocaları tuttular, beni büyük bir itina ile büyüttüler. Çocukluk senelerimde, eniştemin muhtelif sefirlikleri esnasında beni Ankara’da Keçiören’deki evlerinde, teyzemin kaynanasının yanında bir mürebbiyenin eline bırakarak giderlerdi. Fakat on yaşına bastıktan sonra eniştem Washington’a sefir olunca beni de Amerika’ya götürdüler. Bu yüzden İngilizcem çok kuvvetlendi.

Washington’dan, en fazla hafızamda yer tutan şeylerden biri, oranın nehir kıyısındaki kiraz ağaçları ve teyzemin hastalanarak İstanbul’a gittiği sene eniştemin gösterdiği hassasiyetti. Bu ayrılık onun içine işlemişti. Tavrındaki sükûn ve soğukkanlılığa, durup dinlenmeyen fikir faaliyetine rağmen tuhaf bir çocuk tarafı vardı. Teyzem yanında olmayınca mı nedir, bir türlü uyuyamaz, beni uykuya dalıncaya kadar başında bekletir, konuşturur, ben de o uyuyunca ayaklarımın ucuna basarak odadan çıkardım.

Bu konuşmalar arasında kendisi döner dolaşır, teyzemin üstünde dururdu. Teyzemin, benim hiç gözüme çarpmayan hususiyetlerinden bahseder, bazan lafı alaya döker ve yüzünde içine gizlenmiş bir rikkat,6 bir bağlılık olduğunu ihsas ederdi.7 Başucundaki yeşil abajurlu lambanın ışığında yüzünü, garip bir tecessüsle8 seyreder dururdum. Bıyıklar tıraşlı, dudaklar yalnız uykuya dalarken gevşeyen iki ince ve kısık, renksiz hat, burun azametli ve uzun, kaşlar ipince, kafa kocaman, alın geniş… İnsanda hürmet ve biraz çekinmek hissi yaratan bir baş!

Uzun ve ince vücudu yorganın altında uyku anı yaklaşınca biraz gevşer, fakat bu an pek çabuk gelmez; kendi kendisine, bazan da hiddetle, “Sanki neden İstanbul’a gitti, burada doktor yok muydu… İnat, inat,” diye homurdanır, sonra gene, “Elini başıma koy, Neriman, elin teyzenin eli gibi,” diye mırıldanır, sonra birdenbire gevşer, gözlerini kapardı.

Teyzemi aradığını sadece yattığı zaman hisseder ve kendi kendime, erkeklerin karılarını yalnız yatakta istediklerini düşünürdüm. Gündüzleri hep dolu idi. Çay zamanları ve akşamları –eğer bir yere davetli değilse– evde daima bir sürü misafir vardı. Bunların arasında hariciye mensuplarından başka münevver, muharrir ve sanatkâr sınıfından olanlar da bulunurdu.

Ben bu yıllarda misafirlerin yanına girmemekle beraber, sefareti saran telaş ve heyecan bana da sirayet ederdi. Bana ders veren Miss Melon adında bir Amerikalı hoca ile Amerikan tarihini ve edebiyatını okurken, odamızın altındaki salondan yükselen seslere ikimiz de kulak verirdik.

Hocam, galiba gelir gelmez, aşağıda Butler’i yakalar, ondan misafirlerin kimler olduğunu öğrenirdi. Çünkü dersin ortasında birdenbire bir İngiliz muharririnin, bir meşhur Hintli’nin, bir Fransız veya İtalyan romancısının ismini zikrederdi. Fakat kendisi yerli olduğu için, Amerikalı misafirlerle hiç alâkadar değildi.

Bir aralık eniştem, iki ay izinle İstanbul’a gidip teyzemi getirmek için çalışıyordu. Akşam yemeklerinde eğer yalnız olur da beni sofrasına çağırırsa, yarı hiddetli, yarı heyecanlı, “Bu defa ne derse desin onu sürükleyip getireceğim,” diyordu.

Gene bu aralık sefarete intisap eden9 bir genç kâtiple eniştem çok alâkadar oluyordu. Umumiyetle sefaret mensuplarıyla konuşurken, bütün nezaketine rağmen biraz yukarıdan baktığı hissini veren eniştem ona tamamen bir arkadaş, hatta fikrine ehemmiyet verdiği kendi mevkiinde bir insanmış gibi muamele ediyordu. Kendi bulunmadığı zaman, mühim meseleleri ona havale etmeye karar vermiş olduğunu anlamıştım. Çünkü yalnız yemek yediğimiz akşamlar ekseri o da gelir, yemek esnasında benim aklımın eremeyeceği bir takım işler konuşurlardı. Fakat benim onu bundan evvel ilk defa tanımam şöyle oldu:

İstanbul’a hareketten epeyce evvel, eniştem sefirler şerefine bir kokteyl parti tertip etmiş, ben de ilk defa sefaretin resmî partisinde bulunmuştum. Eniştem bana, “Sen evin kızı sıfatıyla misafirlerle meşgul olacaksın, Nermin, Miss Melon da yanında bulunacak, sana yardım edecek,” demişti.

Fakat ben kendi başına bambaşka bir âlem olan konuşmaları, tavırları bana biraz gösteriş gibi gelen toplantıdan biraz sıkılmıştım. Eniştemin beni “yeğenim” diye takdim ettiği adamlarla ne konuşacağımı bilemiyordum. Bir sürü süslü, gösterişli kadınlar da vardı. Eniştem bu birbirine benzeyen veya benzemeyen her misafire karşı kendine mahsus bir tavır alıyordu. Halbuki ben saklanmak için delik arayan bir hayvan yavrusu idim. Ellerim soğuk, ter içinde, nereye bakacağımı kestiremiyor, davetlilerin sefarette ilk defa gördükleri bu Türk kızına alâkaları beni bütün bütün şaşırtıyordu. Bereket versin, Miss Melon imdadıma yetişiyor, kendisini takdim ediyor, uzun uzun konuşuyordu.

Kabul salonunun yanındaki büyük odada orkestra harekete geçmiş, dans başlamıştı. Biraz ötede bir genç alayı gözleriyle dansa davet edecekleri kadınları seçiyorlardı. Birdenbire arka taraftan bir adam yanıma geldi, eğildi, beni dansa davet etti ve hemen yakalayıp dans salonuna geçirdi. Bıyıkları kısa kesilmiş, siyah gözleri keskin, burnu kısa biraz buldogvâri, orta boylu, iyi giyinmiş, yakışıklı bir adamdı. Tavrı serbest, anlaşılan cemiyet hayatının bütün teferruatına aşina, kendinden emin bir gençti. Mamafih, genç derken tereddüt ediyorum, çünkü yaşı her halde ileri olmamasına rağmen o kadar görmüş geçirmiş, o kadar olgun, o kadar hareketlerinde tereddütsüzdü ki…

Ben onu evvela Amerikalı sanmıştım. Fakat dans salonuna geçip de beni bir tüy imişim gibi kollarının arasında çevirirken kulağıma eğildi, Türkçe olarak, “Enişteniz yakında İstanbul’a giderse siz burada mı kalacaksınız?” dedi.

Sonra ben sualine cevap vermeden kendi kendisini takdim etti. Sefarete yeni intisap eden Tarık Tamar adlı kâtip olduğunu söyledi.

Kendi dilimi konuşan ve aynı zamanda samimî ve tabiî bir tavır alan bu adama kendimi o kadar yakın hissetmiştim ki, sıkılmadan ben de konuşmaya başlamıştım. Fakat çok sürmeden sarışın, uzun bir Amerikalı genç, dansı kesmiş, beni yakalamış, sağa, sola çevirmeye başlamıştı.

Tarık, işte bu akşamdan sonra bizde yalnız olduğumuz akşamlar yemek yiyordu. Fakat bu ilk tesadüfteki alâkayı, yakınlığı hiç göstermiyordu. Esasen hep eniştemle benim pek aklımın ermeyeceği meseleler konuşuyorlardı. Lakırdı arasında gözleri bana tesadüf ederse bir boş duvara bakıyormuş, beni hiç görmüyormuş gibiydi. Bazan sabahları da geliyor, eniştemin odasında çalışırken, eniştem beni çağırıyor, kütüphanesinden bazı kitaplar istiyordu. Bazan da onlara, bir tepsi üstünde içecek bir şey götürüyordum. Çünkü bu nevi çalışmalarda eniştem garsonun odaya girmesini istemiyordu. Fakat Tarık nezaketle elimden tepsiyi alıyor, beni görünce daima eğilerek selâm veriyor, fakat hiç konuşmuyordu.

Eniştem İstanbul’a teyzemi getirmek için gittiği zaman, Miss Melon da beni New York’a götürmüştü. Tabiî o esnada Tarık’ı hiç görmemiştim.

Washington’a döndüğü zaman, resmî ve hususî bütün toplantılarımızda teyzem hâkimdi. İngilizcesi pek kuvvetli olmadığı için beni daima yanına çağırırdı. Hulâsa hariciye hayatının içtimaî taraflarını, teyzeme iki yıl çıraklık ettikten sonra kavradım. Bu iki yıl zarfında Tarık’la da daha fazla konuşuyorduk, mamafih vaziyetinde bana karşı bir zaafı olup olmadığı belli değildi. Fakat teyzemin gelişi bizi daha fazla birbirimize yaklaştırmıştı. Bununla beraber aramızda flörte benzeyen bir hal yoktu. Hatta, kadın-erkek münasebetlerine dair sefaretlerde tabiî olan dedikodulardan dahi bahsetmezdi.

Washington’dan ayrılacağımız yılın sonlarına doğru, gene sefarette danslı bir kokteyl parti veriyorduk. O yıl artık ben de on sekiz yaşıma basmış, biraz geç de olsa gençlik hayatının çağlayan gibi akıp giden cereyanına kendimi kaptırmış gibi idim.

Eniştemle henüz bir dans bitirmiştim ki kapının önünde teyzem, Tarık da yanında ayakta durmuş, bana yanına gelmemi işaretle bildirmişti. Her zaman sakin görünen Tarık’ın halinde bir heyecan sezer gibi oldum.

Teyzem, “Bu dansı Tarık’la yaptıktan sonra seninle konuşmak istiyorum,” dedi.

Dans başlayınca Tarık bir iki defa beni çevirdikten sonra kolumdan tuttu, büfeye âdeta sürükledi.

– Size mühim bir şey söyleyeceğim, Nermin Hanım.

– Hayrola!

– Ben sizi teyzenizden istedim. Benimle evlenir misiniz?

– Çok ani bir teklif. Nereden aklınıza geldi, diye güldüm.

– Öyle, öyle ama, enişteniz yakında Washington’dan ayrılıyor. Ben Başkâtip olarak kalacağım. Ankara’da sizi isteyen çok olacaktır. Fırsatı kaybetmek istemiyorum.

Hayretle yüzüne baktım. O zamana kadar taştan dökülmüş gibi duran kısa burnunda, kesik bıyıklarının altındaki kalın dudaklarında garip bir titreme vardı. Gözlerine baktım. O siyah, parlak ışıklar, fırça gibi sık kaşlarının altında birer siyah alev gibi parlıyordu. Şaşırdım.

– Müsaade edin de bir defa teyzemle konuşayım.

Kolumu tuttu, sıktı.

– Beni seviyor musunuz?

– Siz beni seviyor musunuz?

– Öyle olmasa size talip olur muydum?

– Peki ama ben sizi Miss Melon’un yeğeni Edith’e vurgun sanıyordum.

– Vurgunluğun binbir şekli vardır, küçükhanım. Evlenmek sadece vurgunlukla olamaz, bütün bir hayat içindir. Bütün bir ömrü beraber, el ele geçirmek sadece vurgunluktan daha çok derin şeylere bağlıdır.

O zamana kadar bana karşı aşka benzer bir his göstermeyen Tarık’a benim içimden zaman zaman gelip geçen alâkanın mahiyeti hakkında düşündüm durdum. Evet, Tarık’la evlenmemiz öyle romanlara geçecek bir sevda macerası ile olmadı. Evlenmek kararı on günde alındı. Eniştemle teyzem benimle on sekiz yaşında bir kız değil, otuzu geçkin bir kadın imişim gibi konuştular. Bir kızın en romantik hadisesi olması tabiî gibi görünen evlenmek, bana âdeta dinî ve kutsal bir hadise gibi aşılandı.