Başımı önüme eğip “peki!” dediğim zaman Tarık’tan aşk sahneleri beklemedim. İstanbul’a hareket etmeden on gün evvel, sefarette bir nişan merasimi yapıldı. Nikâhımız ve düğünümüz Ankara’da olacaktı. Biz Washington’dan ayrıldıktan sonra, Tarık bunun için iki ay izin alıp gelecekti. Washington’daki bu on gün zarfında, iki nişanlı olarak yalnız dolaştığımız zaman, bütün aşk gösterisi, sinemada elimi tutmak –o da karanlık olduğu için– arada bir de veda ederken yanaklarımdan öpmek oldu. Bazan da kolunu belime dolardı. Halbuki ben, bir erkek dudaklarının bir kızın dudaklarına ilk defa dokunduğu zaman –Amerikan romanlarında tarif edilen– insanı kendinden geçiren harikulâde hissi öyle merak ediyordum ki… Garda bizi teşyi ederken10 de iki yanaklarımdan öptü. Fakat ne onda, ne de bende fevkalâde bir heyecan yoktu. Halbuki, bizi uğurlamaya gelenler arasında, danslarda beni daima başkalarının –bilhassa Tarık’ın– kollarından kapıp alan o sarışın Amerikalı genç, öyle bir iştiyakla bana bakıyordu ki, bir an için âdeta dudaklarını dudaklarımda hisseder gibi olmuştum.
Eniştemle teyzem Ankara’da, Keçiören’deki evlerinde bize bir daire döşediler. Tarık gelir gelmez düğünümüz, nikâhla beraber yapıldı. Merasim hayli şatafatlı idi.
Eniştem çok geçmeden Belçika’ya Sefir, Tarık da İngiltere Sefareti’ne Başkâtip oldu.
On beş sene en iyi geçinen, birbirine arkadaş ve dost, birbirine güvenen bir çift gibi yaşadık. Ne kavga, ne gürültü oldu. Hatta ateşli münakaşalar bile bu devirde kendisini göstermemiştir. Fakat ne de olsa ateşi eksik bir münasebetti. Mamafih, herkesin gıpta ile bahsettiği bir evlilik hayatı!
Ben, memlekette veya hariçte, iyi giyinen, davetleri sakin fakat muntazam, etrafını da, evini de iyi idare eden bir kadın diye tanındım. Teyzemin bir nevi kopyası… Fakat Tarık’ın eniştemin kopyası olduğunu söylemek katiyyen mümkün değildi.
Daha evvel, bir aralık Tarık Cenubî11 Amerika’da uzun müddet Müsteşar olduğu zamanlar, gene muayyen bir yerde değil, fakat memleket harici, birbirini takip eden, kısa veya uzun süren kongrelere beni daima götürürdü. Bensiz Avrupa’ya gidemeyeceğini daima tekrar ederdi. Hatta bir defasında gebe olduğum halde beni zorla götürdü. Bereket versin, çocuk dört aylıkken düştü, bir daha da çocuğumuz olmadı. Galiba bir taraftan ideal, öbür taraftan ateşi eksik münasebet bilhassa bereketsiz oluyor. Tarık’ta da çocuklara düşkünlük yoktu. Gerçi ben ana olmak isterdim ama bu dopdolu hayatta Tarık’ın mütemadiyen nüfus çoğalmasından dünyanın düştüğü tehlikeli vaziyetten bahsetmesinden dolayı olacak, bu analık arzusu içimde gizli kaldı.
Bütün bu on beş senelik hayatımızda Tarık bana tek defa kıskanmak fırsatını vermedi. Bütün kadınlara nazik davranır, lâzım gelen ölçülü komplimanları yapar, fakat hiçbirine, hatta en güzeline, kendisine sulanan en aşüftesine bile zaaf gösterdiğine şahit olmamıştım. O kadar ki, Ankara sosyetesinde bayanlar kocalarının kâtip ve daktilo kadınlara düşkünlüklerinden şikâyet ederken ben gülerek dinlerdim. Hatta bazan acı dahi olsa, kıskançlık hissini tecrübe etmek istediğimi söylediğim zaman ahbaplarım bir ağızdan beni haşlar veyahut yapmacık yaptığımı iddia ederlerdi. Yalnız bu defa Roma’ya giderken beni götürmek istememesi bana garip geldi. Acaba!
İşte bu acaba, beni bir gün, bir bahane bularak, Tarık’ın dairesine sevketti. Kapıdan içeriye ayak atar atmaz gözlerim dişi mahlûkat, bilhassa daktilolar arıyordu. Her odaya bir tanesi girip çıkıyor, ortalıkta vızır vızır dolaşıyorlardı. Hemen hepsine güzel ve genç denilebilirdi. Bilhassa bir tanesi bana sosyetemizin süslü hanım sınıfının en güzide âzası olabilecek kadar makyajı da, kılığı kıyafeti de kusursuz göründü.
Tarık odasında, masasının başında oturmuş, kâğıt imza edip duruyordu. Dairesine ilk defa gittiğim için biraz hayret etmesi lâzımdı. Fakat onun, o siyah gözlerinin arkasından geçenleri keşfetmek mümkün değildir ki… Niçin geldiğimi sormasını bekledim, sormadı.
– Tarık, ben bugün içimde verdiğim bir kararı sana söylemeye geldim.
Güldü:
– Akşam söyleyemez miydin?
– Geldiğime kusur mu ettim?
– Yooook!.. Söyle bakayım.
Elinde kalem, gözlerini “Haydi, diyeceğini de…” der gibi bir hali vardı.
Ben bir şey söylemeden karşısındaki koltuğa oturdum, bir sigara yaktım:
– Sen Roma’da iken ben İstanbul’a gidip teyzemde kalmaya karar verdim.
– Bunu konuştuk zannediyordum. Birkaç gün kalır, gelirsin.
– Hayır, sen dönünceye kadar İstanbul’da kalacağım.
– Niçin?
– Artık Ankara sosyetesinde benim için bir yenilik yok. İstanbul’un bir arka sokağındaki konak hayatını merak ediyorum. Üç yıldır Lâleli’nin o sokağındaki evlerini ziyaret etmedim.
Tarık gözlerini kaldırdı, beni ilk defa görüyormuş gibi gözden geçirdi:
– Sen henüz genç ve güzelsin, ben yokken davetlerde flört yapar, eğlenirsin. Burada kal!
Gene bir acaba…
– Kıskanmaz mısın?
– Ne münasebet!.. Ha, şu kâğıtları getir, masanın üstüne koy.
Odaya birinin girdiğini nasıl sezmişti?
Ben gözlerimi kapıya çevirince, daktiloların en güzeli olan o Sevim adlı genç kızı, elinde bir tomar kâğıtla gördüm. Her halde ayaklarının ucuna basarak girmişti. Demek Tarık onun girdiğini havadan sezmişti.
Acaba?
Daktilo bayan geldi, Tarık’ın arkasından eğildi, kâğıtları masanın üstüne, tam önüne koyarken güzel elâ gözleri beni süzüyordu. Belki konuştuğumuzu da işitmişti. Her ne ise… Kâğıtları masanın üzerine bıraktıktan sonra da kolunu Tarık’ın omuzundan çekmedi, arada bir, kırmızı boyalı parmağını kâğıdın üzerine uzatıyor, bir noktasına işaret ediyordu. Bu bana biraz gösteriş gibi geldi. On beş yıldır duymadığım bir sızı göğsümde belirdi. Acayip sızı… Aynı zamanda, kafamın içinde şüphe denilen vızıltı… Sevim bana bakmadığı halde, bana nispet ediyor hissini veriyordu.
Tarık hiç farkına varmamış gibi bidüziye:12
– Ha, şurası, ha, şu mesele, deyip duruyor, işaret edilen kelimelerin altını çiziyor, Sevim’in bu hareketini tabiî görüyordu. Demek, bu güzel, çıplak kolun omuzuna yapışıp kalmasına alışık! Acaba?
Biraz sonra:
– Al, götür, dedi.
Ancak o an Sevim’in kolu omuzundan kalktı, gitti. Ondan sonra hiç belli etmemesine rağmen Tarık’ın gözlerinde bir sual işaretinin bana çevrildiğini sezer gibi olmuştum. Belki de vehimden ibaret… Acaba?
Kız odadan çıkınca Tarık ayağa kalktı:
– Sen şimdi git. Bu meseleyi akşam konuşuruz, dedikten sonra, benimle beraber odadan çıktı, beni merdivene kadar teşyi etti, sonra karşıdaki bir kapıyı açarak içeriye girdi. Odadan kadın sesleri geldiğine göre her halde daktiloların odası olacak.
O akşam biraz dalgındı İstanbul projemi dinledi.
– Ben de seninle gelir, teyzeni, enişteni ziyaret ederim.
– İstanbul’dan mı uçacaksın?
– Hayır, Ankara’da biraz daha işim var. Döner, iki gün burada kalır, buradan uçarım.
– Senden başka kimler gidiyor?
– Birkaç kişi…
– Kâtip filan yok mu?
– Henüz bilmiyorum. Döviz meselesi ne kadar sıkı, biliyorsun. Belki de sefaretteki kâtip elemanını kullanırız.
Kafamdaki vızıltı biraz ara verdi. Gerçi ikide bir tekrar acabalar başgösteriyordu. Ama, İstanbul’a gidinceye kadar henüz evlenmişiz gibi Tarık mütemadiyen benimle meşgul oluyordu. 1955 yılının Eylül’ünde İstanbul’a hareket ettik. Evi, yüksek bir fiyatla üç ay için Amerikalılar’a kiralamıştık.
5
Albaydı.
6
İncelik, sevecenlik.
7
Sezdirirdi, ima ederdi.
8
Merakla.
9
Katılan.
10
Uğurlarken.
11
Güney.
12
Durmadan.
3
İSTANBUL’A GİDİYORUZ
Ankara Garı’nda Tarık, platformda ayakta durmuş, trenin hareketini bekliyor, ben de trenin penceresinden, yolcularla teşyie gelenler arasındaki konuşmalar, gülüşmelerle meşgul oluyorum. Her halde Tarık o gün İstanbul’a gideceğini kimseye söylememiş olacaktı. Ben de zaten hareket günümü ahbaplara haber vermemiştim. Sade, başkalarını teşyie gelenler arasındaki tanıdıklar pencereye yaklaşıyor; bir iki lâf ediyorduk.
Garda ışıklar yanmış, akşamın soluk ışığı gece karanlığına girmişti. Harekete artık beş dakika vardı. Tarık’ın bir ayağı trenin merdivenlerinde, bir eli parmaklığı yakalamış, hemen atlamak üzereyken, iki genç adam koşarak gara girdiler, gözleriyle sağı, solu aradıktan sonra Tarık’ın yanına sıçrayarak geldiler. Tavırlarında, iyi haber getirenlerin, “Müjdemi isterim!” diyen hali vardı. Bir tanesi dedi ki:
– Nihayet muvaffak olduk, Tarık Bey, o işi istediğiniz gibi hallettik.
Bu müjde onu alâkadar etmemiş, hatta bu haberden kaçar gibi, Tarık trene atlamıştı. Belli etmemeye çalışmakla beraber onlarla bu meseleyi konuşmak istemediği besbelliydi. Vagonun penceresinden elini sallayarak, “Ben üç gün sonra döneceğim, o zaman konuşuruz,” dedi ve kompartımana girdi. Bir tanesi platformdan seslendi:
– Bilet işi henüz halledilmedi.
Tarık tekrar pencereden aşağıya eğildi:
– Hepsini geldiğim zaman hallederiz. Zahmetinize teşekkür ederim. Orövuar.13
Bu defa kompartmanımıza daldı. El sallamalar, konuşmalar, nihayet sahneden çekilen bir aktör gibi trenin yavaş yavaş süzülerek gardan ayrılışı!
Tren hızlanıp ilerledikten sonra, elinde çıngırağıyla bir garson, kompartımanların önünde birer birer durup içeridekilere birinci servisin başladığını haber verdi. Bizim kompartımanın kapısına gelince, Tarık, “Yemeklerimizi buraya getirin,” dedi.
Ben çantalarla meşguldüm:
– Gidelim, eğleniriz. Hem de garson bizim yataklarımızı rahat rahat hazırlar, dedim.
Tarık kompartımanın kapısını kapamıştı:
– Orada bir sürü ukalâ vardır, Nermin. Aralarında benim Roma’ya gittiğimi kıskanan ve tezvir14 yapanlar da olduğunu biliyorum. Seninle biz, şurada başımızı dinleyelim. Yataklar yapılırken koridora çıkarız.
Bunu söyledikten sonra sigarasını yaktı, ayak ayak üstüne atıp pencerenin önüne yerleşti:
– Gel yanıma, Nermin. Etrafı seyredelim, biraz da konuşuruz. Beraber geçecek az zamanımız kaldı.
Sesinde endişe, hatta ıstıraba benzer bir mâna sezdim. Acaba ilk defa bensiz seyahat onu üzüyor mu? Bu defaki acaba hoş ihtimallerle mi dolu? Oturdum, sigaramı yaktım, belli etmeden yüzünü tetkike başladım. Haricen hep o kısa burnu her vakitki gibi kudretli bir buldog kadar iradeli, dudakları mütehakkim,15 hareketsiz, gözleri istediğini bilen ve mutlaka elde eden adamın mânasını taşıyor.
Kendimi tutamadım. Dedim ki:
– Genç kâtiplere ne kadar haşin davrandın, Tarık! Anlaşılan seni memnun edecek bir iş başarmışlar ve senden takdir bekliyorlardı. Ne idi o hallettikleri mühim mesele?
– Ne bileyim, yüz tane mühim mesele var. Tren hareket ederken konuşacak vakit yoktu ki… Bu gençlerden biri benimle gelmek istiyordu. Belki Müsteşar’ın gönlünü etmiş…
Lâfı kesti, fakat yüzümdeki değişmeyi de anladı:
– Nermin, ben seni götürmeyi çok isterdim ama, biliyorsun ya bu döviz, hatta dövizden fazla delege karılarının kongrelere gitmeleri çok çirkin dedikodulara yol açıyor. Ben inşaallah bir aydan fazla kalmam.
– Ben, sen erken gelsen de gene üç ay İstanbul’da kalacağım…
– Ben evin kira müddeti bitinceye kadar Ankara Palas’ta kalırım, hafta sonları ben de İstanbul’a uçarım, seninle gezer, dolaşırız. Eniştenle ne kadar zamandır baş başa kalamadık.
Adam yatakları yaparken biz koridora çıkmıştık. Ben pencereden etrafı seyrederken, Tarık kolunu belime dolamış, başı başıma dayalı duruyordu. Bu, onun mizacına uymayan bir hareket; o hiçbir zaman açıkta böyle bir şey yapmaz. Kolunu ittim, başımı çektim:
– Gelen geçen bize bakıyor…
Kompartımana girdik. Ben aşağıdaki yatağa yerleştim. O soyunduktan sonra pencerenin önünde uzun müddet kaldı.
– Niçin yatmıyorsun, Tarık?
– Seni uyurken seyretmek istiyorum. Ağzın çocuk ağzı gibi…
– Balayında imişiz gibi konuşma.
Yatağına çıkmadan evvel koynuma geldi. Belki bir saat, hatta balayında bile hatırlamadığım, sıcak ve ateşli bir Tarık’la yaşadım. Hiç Tarık’a benzemiyor. Ne oluyoruz! Sahiden aşk denilen, türlü divane tecellisi16 olan hastalığa tutulmuş ise biraz geç kalmış değil mi? Gene kafamda vızıltı… Onun yukarıdaki yatakta sık sık döndüğünü duyuyorum. Nihayet trenin sallantısı beni de uyuttu.
– Sapanca Gölü’nü geçiyoruz, kalk, sen o gölü çok seversin, Nermin!
Tıraş olmuş, giyinmiş, çantasını indirmiş, pencerenin önündeki sandalyede bazı kâğıtları gözden geçiriyor. Artık her zamanki Tarık.
– Restoranda kahvaltı ederiz değil mi?
Bir zaman cevap vermedi.
– Çantamdaki evrakı gözden geçiriyorum. Buradan ayrılamam. Sen istersen giyin, git. Ben burada çay içerim.
Restoranda zorla yer buldum. İki kişilik küçük bir masada, yaşlıca, fakat makyajı mübalâğalı, süslü bir bayanın karşısına yerleştim. Her halde yüksek bir memur karısı olacaktı. Bazı davetlerde, bilhassa sefaretlerde onu görmüş olduğumu sanıyordum. Hafif bir baş salladıktan sonra ikimiz de kahvaltımıza daldık. Arada bir çantasını açıyor, aynada burnunu pudralıyor, dudaklarının rujunu tazeliyor, sonra yine kahvaltısına dalıyordu. Benim varlığımdan epeyce zaman haberdar değilmiş gibi bir hali vardı. Sigarasını yaktıktan sonra ancak beni birdenbire süzmeye başladı:
– Sizi uzaktan çok gördüm, sanıyorum. Tarık Bey’in hanımı değil misiniz?
– Evet, ben de sizi davetlerde görmüş olmalıyım.
Kim olduğunu söylemedi. Dalgın dalgın pencereden dışarıya bakıyordu. Sonra, birdenbire, içini sıkan bir mesele varmış da çıkarıp nefes almak istiyormuş gibi söze başladı:
– Biraz evvel arkamızdaki masada ne konuşulduğunu duydunuz mu?
– Hayır, ben her halde sizden sonra geldim.
– Dün gece Ankara Palas’ta çok garip bir şey olmuş.
– Yaaa…
– Daktilolar arasında bir müsabaka yapılmış.
– Hangisi daha çabuk yazıyor diye mi?
– Yok, a canım. Beyler, aralarında, seninki güzel, benimki güzel diye bahse girmişler. Sizin anlayacağınız güzellik müsabakası. Daktiloların bir şort giyip görünmeleri eksikmiş…
Tarık daima geceleri evde oturur, nereye gitse beni beraber götürürdü. Onun için içimde acabalar yükselmedi.
– Sizin beyin daktilosu mu kazanmış?
Bunu biraz müstehzi17 ve âdeta kötü bir hisle söylemiştim. Derhal yüzünde bir hınç belirdi. İçine saplanan hançeri bana çevirdi:
– Bizim beyin daktilosu kara, kuru, sakil. (Bu aralık çantasından küçük ayna çıktı. Yüzünün pudrası, dudaklarının ruju tazelendi.) Fakat hınzırın hınzırıdır. Dairedeki bütün erkeklerin yuvasını yıkmaya çalışır. Ama ona bakmak için bir erkeğin karısı umacı gibi bir şey olmalı. (Dişlerini gıcırdattı.) Daktilo milleti öyle melûn, erkek milleti de öyle gençlik elinde zebun18 ki, karılarını aldatmak için bahane aralar. Değil daktilo, karşılarına genç bir zebani çıksa dizlerinin bağı çözülür.
– Her halde sizin beyin daktilosu derece almamış olacak.
Belki sesindeki gizli alaydan, belki başka bir sebepten şişman yüzü pudrasının altında kıpkırmızı oldu, âdeta şişti. Gözlerini gözlerime dikti:
– Kimin birinci olduğuna karar verildiğini bilmek ister misiniz?
– Belki ilân ederler.
– Yok a canım, resmî bir müsabaka değil ki… Hem erkeklerin hepsi bunu karılarından saklamak isterler.
– Bazan karılarıyla beraber gidenler de vardır. Ben de birkaç defa gittim.
– Beyiniz orada değil miydi?
– Hayır.
– Acaba kimin kazandığını ona haber vermediler mi?
– Tarık öyle şeylerle pek alâkadar olacak mizaçta değildir.
– O halde ben haber vereyim. (Evlerinden fırlamış hınçlı gözlerini zaferle gözlerime dikti.) Tarık Bey’in şu meşhur daktilosu, Sevim denilen sarışın kız kazanmış.
– Öyle ise Tarık’a müjde vereyim.
O kadar tabiî söylemiştim ki, yıkmak için kafasını vurduğu kalın duvarda kendi kafası patlamış gibi kendinden geçti. Neden benim içime bir şey sokmak istiyordu? Acaba aldırmadığım için kızmış mı idi? Yoksa, kocası Roma’daki delegeliğe talip olup da muvaffak olamayanlardan biri miydi? Her halde ya Tarık’a veya bana mutlak bir darbe vurmak istiyordu. Bundan sonraki cümlesi kafamda son zamanlarda hasıl olan vızıltının temposunu hızlandırdı:
– Artık Tarık Bey ne yapar yapar, onu mutlak Roma’ya götürür. (Gülerek) Tabiî siz de yanında olacaksınız. Bir şey olmaz ama, dikkatli davranmanızı, ocağınıza incir dikilmesine fırsat vermemenizi tavsiye ederim.
– Ben gitmiyorum ama Tarık’tan eminim. Hem Sevim Hanım’ın rabıtalı bir kız olduğundan şüphem yok. Başka türlüsü Tarık’ın yanında çalışamaz.
Bilmem neden, son zamanlarda Ankara’da yalnız kadın değil, erkek muhitlerinde de, çalışan kadınlara karşı korkunç bir kin, bir gayz hissediliyordu. Erkeklerin de, kadınların da bu kini başka başka şekilde bir kıskançlık eseri idi. Erkekler belki çalışan kadının ekmeklerini ellerinden almaya namzet bir vaziyete geldiklerini tahayyül ediyorlardı. Kadınların ise saikı19 daha fazla hissî idi. Fakat bundan dolayı bütün çalışan kadınlara, bilhassa daktilolara karşı bu garip gayz belki tabiî idi.
O aralık garsona yemiş ısmarladıktan sonra hâkim bir tavır aldı:
– Ankara’da inşaallah görüşürüz.
– Ben şimdilik İstanbul’da kalacağım. Tarık döndükten sonra inşaallah görüşürüz. Müsaadenizle ben gidiyorum.
Kalktım, kompartımanımıza döndüm. Yataklar toplanmış, Tarık gene pencerenin önünde kâğıtları sıralıyordu. Beni görünce:
– Sana bir müjdem var…
– Ne imiş o müjde?
– Dün gece Ankara Palas’ta baylar en güzel daktilonun senin Sevim Hanım olduğuna karar vermiş.
Güldü:
– Ya, öyle mi? Her halde kızcağız sevinir. Çok iyi ve çalışkan bir kızdır. Biraz sinirlidir ama çok faydalıdır.
– Azıcık teklifsiz değil mi?
– Ben farkında değilim. Teklifsizliğe benim hiç tahammülüm yoktur… Her şeyin hazır mı? Haydarpaşa’ya geliyoruz.
Tavrı o kadar tabiî idi ki… Hamal gelmeden çantalarımızı indirdi. Aynada şapkasını düzeltti. Koyu renk kostümü ile kibar ve âmir tavırlı bir insan, her halde daktilodan uzak düşünceleri var. Kafamdaki vızıltı gene kesildi.
Garı kol kola geçtik. Vapurda yan yana oturarak denizi seyrettik. Ankara’dan gelenler için deniz her halde bir göz ziyafeti. Tarık, sıkıntılı bir çalışma devrinden sonra kısa bir vakans20 elde etmiş gibiydi. Bana her zamandan fazla sokuluyor, muhabbet gösteriyordu. Fakat pek de belli etmiyordu. Arabaya kadar konuşmadık. Arabada, onun İstanbul’da kalacağı üç gün zarfında nereleri gezeceğimizi tesbite çalışıyorduk.
Beyazıt’ta arabadan indik. Çantamızı bir hamala vererek, oradaki bir büyük bakkala girerek sokağı sorduk. Garip olarak Ahmet Kemal Sokağı’nı bilmemelerine hayret ettim. Fakat eniştemin ismini verince o sokağa Âkile Hanım Sokağı denildiğini anlattılar. Kasanın etrafında kadınların ukalâlığı hakkında bir de konuşma geçti. Evet, en ahmak kadının bile en akıllı erkeği parmağının üstünde çevirebileceğine dair garip bir kanaat var galiba.
Bizi, eniştemin evine, oraya su götürecek bir çırakla gönderdiler. Biz de arkamızda hamal, önümüzde su götüren bakkal çırağı, yola düzüldük. Tarık’taki vakansa kavuşan talebe ruhu bana da sirayet etmişti. Güneşli bir gündü. Epeyce yürüdükten sonra, çocukların oynadığı, âdeta Ankara sokağı kadar düz ve betonlu bir sokağa girdik. Karşımızda, minarelerin üstünde uçuşan mor, kırmızı bulutlar vardı.
13
Hoşça kalın.
14
Dedikodu.
15
Hükmeden.
16
Delilik belirtisi.
17
Alaycı.
18
Esir.
19
Sebebi.
20
Dinlenme arası, tatil.
4
TEYZEMİN EVİ
Kapıyı bize Güzide açtı. Kendimi bildim bileli Güzide onlarda oturur, arada bir kaybolur, fakat mutlaka geri gelirdi. Hulâsa, ailenin gönüllü ve yakın bir azası gibiydi. Hemen benim boynuma atıldı, Tarık’ın omuzlarını okşadı. Onun muhabbet göstermesi oldukça nadirdir, umumiyetle terstir. Ailenin küçüklerine teyzemden fazla tahakküm eder, teyzeme de, enişteme de kafa tutar durur. Mamafih ona o kadar alışılmıştır, o kadar faydalı ve sadakatine inan vardır ki bu gibi hareketlerine alayla mukabele ederler. Teyzemden galiba biraz çekinir fakat belli etmez, enişteme daha teklifsiz davranır.
Güzide’yi Avrupa seferlerine de götürürlerdi. Âdeta sefaretin bir kâhya kadını gibi idi. Garip olarak kâtipler ve diğer sefaret erkânı, hatta bütün garsonlara kurum satan başgarsonlar dahi ona karşı çekinmeyle karışık bir zaaf beslerler, hiçbir tersliğine aldırmazlardı. Güzide, sefaretlerde sadece davet günlerinde ortadan kaybolurdu. Bunun sebebi galiba hiçbir zaman Avrupaî bir şekil almayan kılık ve kıyafeti idi. Bu, belki de Avrupaîleşmişleri küçük görmesinden, onlarla daima alay etmesinden ileri geliyordu.
Orta boylu, esmer ve elma yanaklı, kara gözleri pırıl pırıl, elleri –daima iş görmekten olacak– sert ve pürtük pürtük. Fakat maddî bakımdan teması hoş olmayan bu el, hasta olduğunuz zaman o kadar sözle ifade edilemeyen bir rikkatle size hizmet eder, bir taraftan sizi diliyle haşlarken, diğer taraftan bu sert ellerin yastığınızı düzeltmesi, başınızı yavaşça okşaması o kadar sıfat verilemeyecek bir teselli ve destek olurdu ki…
Saçları her zamanki gibi sımsıkı, kafasının üstünde bir topuz halinde, çenesinin altında düğümlenmiş bir yemeni ile hep o eski Güzide. Ellerini önlüğüne sildikten sonra, hamal çocuğun elindeki çantaları öyle bir şiddetle çekip aldı ki, bütün çocukluğumu ve ilk gençliğimi bana bir an içinde tekrar yaşattı.
– Sizinkiler sizi dört gözle bekliyor.
– Nasıllar?
– Her vakitki gibi. Teyze Hanım mızmız. Enişte, o Büyükelçi Bey…
Gülüyor ve önde giderken bidüziye başını arkaya çevirip:
– Dikkat ediniz, bizim merdivenler çöker ha, diyordu.
Ben bu eve ilk defa geliyordum. Çünkü, Ankara’dayken teyzem beni nadiren İstanbul’a getirdiği zaman Fatih’teki konaklarına inerdik. Orasını kiraya vermişlerdi. Bu eski, aydınlık bir konak yavrusuydu.
Teyzem bizi merdivenin başında karşıladı. Elâ gözlü, lepiska saçlı (tabiî şimdi boyalı), yüzünün âzâsı sabit, iyi giyinmiş, vakarlı bir kadın. Eniştem merdivenin karşısındaki odasının kapısında bizi ayakta bekliyordu. Bana, kıranta21 devrinden ihtiyarlık devrine birkaç adım atmış gibi geldi. Kır saçları seyrekleşmiş, şakakları tamamen beyazlaşmış, yüzünün alışık olduğumuz kırışıklıkları ve çizgileri artmış, derinleşmişti. Fakat gene de o eski Osmanlı örneği sefir! İnce dudaklarındaki mânidar tebessümlü alay unsuruna karışan şefkat bugün çok bârizdi. O uzun, mütehakkim burun aynı, büyük gözlerinin kenarlarındaki buruşukluklar artık örümcek ağı gibi şakaklarına doğru uzanıyor, iki düz, kır kaşlarının ortasında çok derin tek bir çizgi.
Eniştem beni yanaklarımdan öperken gözleri gözlerimin içini aradı. Teyzem Tarık’ın boynuna sarıldı. İkisinin halinde de, sadece sevdikleri iki insanı görmek sevinci değil, daha fazla, manevî bir yalnızlıktan usanmış, huzursuzluktan bîzar olmuşların alışık oldukları insanları görünce hâsıl olan ve zorla zaptedilen heyecanı seziliyordu.
Eniştemin odasında, bahçeye bakan pencerenin önünde gene o emektar yazı masası, yanında kâğıt dolabı vardı. Üstü derli toplu idi, fakat epeyce yazılı kâğıt ve dosya kalabalığı göze çarpıyordu. Kendi kendime, “Acaba hâtıratını mı yazıyor?” dedim. Odanın iki duvarına koltuklar, pencerenin karşısındaki duvarın dibine de geniş bir divan konulmuştu.
Teyzemle ben, yan yana sedire oturduk. Tarık eniştemin masasının önünde oturduğu koltuğun yanına bir iskemle çekmişti.
İki tarafın ele aldığı mevzular birbirinden çok başka idi, o kadar ki eniştemin dudaklarında, milletlerarası siyaset konusu konuşurken tebessüm alay unsuru birdenbire galip geldi:
– Eski usul harem, selâmlık yapıyoruz. Kadınlar dedikodu, moda, erkekler siyaset ve iş. Haydi, biz de biraz dedikodu yapalım. Senin şu ezelî rakip Hüsnü Sarman gene senin Roma’ya gitmene mâni olmak için epeyce çalışmış…
– Karısı, trende, uzaktan gözüme ilişti. İstanbul’a geldiğine bakılırsa ekâbire tesir yapmak ümidini kaybetmiş olacak. Benim gitmeme mâni olamazdı ama, Roma’ya Nermin’i götürmeme o kadının faaliyeti mâni oldu. (Burada bana bir an baktı.) Artık kongre delegeleri hanımlarını kolaylıkla götüremeyecekler galiba…
– Kâfir, bunu bana daha evvel niye söylemedi? Bu hatun, restoranda benimle konuşan olacak… Demek, benden hınç almak için daktilo dedikodusunu ortaya attı. Kafamdaki acaba vızıltısı gene dindi.
– Teyze, buraya neden Âkile Hanım Sokağı diyorlar?
– Vaktiyle adı öyle imiş.
Eniştem olduğu yerden söze karıştı:
– Karşıki konakta bir Âkile Hanım var. Tam eski biçim. Bütün mahalle ona Muhtar Hanım der. Hani küçükken hikâye yazmaya özenirdin, Nermin… Vakit geçirmeden onu tanı ve dinle…