Книга Akile Hanım Sokağı - читать онлайн бесплатно, автор Adıvar Edib Halide. Cтраница 3
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Akile Hanım Sokağı
Akile Hanım Sokağı
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Akile Hanım Sokağı

– Biz, Nermin’le bu üç gün, bayram yapan iki çocuk gibi gezip dolaşacağız.

– Ya biz sizi ne zaman göreceğiz?

Bunu eniştem söylüyor. Teyzem yarı alaylı, yarı sitemli bir sesle gülerek lâfa karıştı:

– Şunlara bak, bize beraber gezmeyi hiç teklif ediyorlar mı?

Eniştem öksürdü:

– Ben zaten gündüzleri pek bir yere çıkmıyorum, yazılarım var. Biz de onları bir akşam, bir tiyatroya veya sinemaya götürürüz.

Güzide başını kapıdan içeriye sokarak sözlerimizi kesiverdi:

– Çantalarını odalarına götürdüm, isterlerse gelsinler. Hamamı da yaktım.

– Ben bu eski eve modern banyolu bir hamam yaptırdım. Sizin odanızla bizim yatak odasının arasında. Eski bir sandık odasıydı.

Bir sandık odasından tam teşkilâtlı modern bir banyo odası olan yeri, Tarık gözlerinde ve dudaklarında tecessüsle karışık hoş bir tebessümle seyretti. Raftaki, eniştemin ve teyzemin tuvalet levazımını birer birer gözden geçirdi:

– Ben teyze hanımın ruj kullandığını hiç tahmin etmezdim. Hele şu enişte beyin tıraş sabununa bak! Paris’ ten gelmiş olacak.

– Sen onları bırak da işini çabuk bitir. Ben yıkanacağım. Malûm ya yemek tam on iki buçuktadır. İhtiyarların yanına biraz erken gidelim.

– Kim demiş ihtiyar! Bizden genç. Enişte Bey her zamankinden fazla Osmanlı veyahut İngiliz ricalini hatırlatıyor. Masanın üstüne bir göz attım, siyasi hâtıratını yazıyor galiba. Bir nevi Türk Churchill’i.

Demek yanılmamıştım. Acaba hâtırat sadece siyasî mi? Ben hamama girdim. Bir duş yaptıktan sonra odaya geldim. Dolaba esvaplarımızı asmaya başladım. Etrafa göz gezdirirken bana bir eksiklik varmış gibi geldi.

– Bana bak Tarık, burada bir tek yatak var, ne yapacağız?

Biz evlendiğimizden beri yan yana iki yatakta yatarız. Ben koyun koyuna yatmaktan hoşlanmam. Tarık da uyku zamanı müstakil olmak isteyen mizaçlardandır. Ben bazan uyumadan evvel, başına elimi koyduğum zaman, yavaşça çeker, elimi öper: “Allah rahatlık versin” der, arkasını dönerdi. Her halde, teyzem de bizim ayrı yatmak âdetimizi biliyordu. Acaba buraya neden tek yatak koymuşlardı? Tarık birdenbire bir bayram günü şevkiyle boynuma sarıldı:

– Koyun koyuna yatarız, küçükhanım.

– Asla…

– O halde bir tekme vurur, beni yere yuvarlarsın. Ben de koltukta uyurum. Haydi, “evet” de bakayım!

Bu, ne kadar bambaşka bir Tarık! O, benim kadar, belki daha fazla uyku zamanı mahremiyetine düşkündü. Acaba o da, eniştem gibi, uyumadan evvel başını okşatmak falan mı istiyor? Acaba? Hemen işi alaya döktüm:

– Bu yaştan sonra artık sarmaş dolaş uyuyamayız, Tarık Bey. Haydi, saat on ikiye geliyor.

Tarık’ın elinden yakaladım, bir yaramaz çocuk gibi eniştemin yazı odasına sürükledim.

O gün, öğleden sonra Tarık’la yola düzüldük, müzeye gittik. Antikalardan ziyade bahçedeki renk renk çiçeğe, bilhassa lale tarlasının rüzgârda dalgalanmasına gözlerim yapıştı, kaldı. Sonra da, Köprü’den bir vapura binerek Boğaz’a gittik. Kanlıca’da çay içtikten sonra, yemek vakti olan saat sekizde eve dönebildik. İstanbul’un sıfat bulunamayacak kadar hususî olan güzelliğinin içime o günkü kadar sızdığını bilmiyorum. İstanbul’a bir değil, binlerce sıfat verilebilir… Ben bunlardan birini düşünemeyecek kadar kendimden geçmiştim. Boğaz’dan İstanbul’a bakarken âdeta biraz sarhoş gibi idim. Fakat bunda azıcık da Tarık’ın hiçbir zaman bu şekli almayan âşık halinin dahli vardı. Bunun saiki ne idi? Tarık’ta bir sevgili ve daimi arkadaştan ayrılacakmış gibi bir vaziyet, itidalli mizacına hiç uymayan sıcak ve taşkın bir düşkünlük vardı.

Yemekten sonra eniştem bir hayli siyasî felsefe savurdu. O günün yüksek idare ve siyaset ricaline dair bir sürü lâf ediyor, Tarık bir şey söylemeden dinliyordu. Bir aralık birdenbire sordu:

– Bu mütalâaları hâtıratınıza koyacak mısınız?

– Hâtıratım bu güne ait değil ki…

Tarık güldü:

– Ne kadar değişirse o kadar eskinin aynıdır.

– “Eller değişti, yumruk gene o yumruk” demek istiyorsun, Tarık. Fakat ben, imkân nisbetinde şahsî mütalâa karıştırmadan, İstiklâl Mücadelesi’nden evvelki ve o esnadaki müşahedeleri kaydediyorum. Başlangıcı bu küçükhanımın henüz doğmadığı yıllara uzanır.

Ben kendi kendime, eniştemin hususî hayatından bir şey sokup sokmayacağını düşünüyordum. Hatta, içimden, bir fırsat bulursam bu hâtırata gizlice göz atmaya bile karar vermiştim. Fakat bu mevzuu unutmaya çalışarak teyzeme döndüm:

– Şu Âkile Hanım Sokağınız hakkında bana biraz malûmat verseniz…

– Sen onu Güzide’yle konuş. O herkesle ahbaptır. Bütün komşuların sırlarını ezbere bilir.

– Güzide bana epeyce yaşlanmış gibi geldi.

– Görünüşte belki… İçindeki enerjinin bir zerresi bile kaybolmamıştır. Hele bizim kiracılar…

– Sizin kiracılarınız da mı var?

– Evet, selâmlığı kiraya verdik. Az ücret alıyoruz. Daha fazla, bu koca evde biraz kalabalık istiyoruz. Gündelikçi kadın, onlara da hizmet ettiği için, evlerinde olup bitenleri bizim Güzide’ye anlatır.

– Ankara’daki gibi gene çok misafir geliyor mu?

– Ekâbir emekli evine pek gelmez. (Güldü.) Fakat gene de çok misafir geliyor. Eniştenin, bilhassa Amerika’ da ve İngiltere’de tanıdığı bir sürü fikir adamı var. Sonra da eniştenin fikrine çok uyan iki Fransız ilim adamı.

Eniştem hemen söze karıştı:

– Malûm ya, İngiltere ve Fransa şimdi emekliye ayrılmış iki millet. İyice uyuşuyoruz.

Bu defa Tarık da bu mevzu ile alâkalı göründü:

– Emekliye ayrıldıktan sonra daha verimli ve esaslı hizmet görmek kabildir sanıyorum.

– Sizin emekli zihniyetini anlayacağınızı sanmıyorum.

– Neden anlayamayacağız? Benim hizmetim yirmi yıla yaklaştı. Biz artık orta yaşlı olduk.

– Yooo, Tarık! Otuzu henüz geçmiş kadın bu gün bir genç kız sınıfından sayılıyor. Kadınlar ondan sonra Hanya’yı, Konya’yı idrak ediyor…

Teyzem gene gülüyordu:

– Bana bak Tarık, hani Washington’da, Nermin’in mütemadiyen seninle dansını kesen bir Amerikalı genç yok muydu? O, birkaç ay için bilmem ne vesile ile Türkiye’yi tetkike gelmiş, bize sık sık geliyor. Gözünü aç, Nermin çok güzelleşmiş.

Birinci akşam yalnızdık. Gece on ikiye kadar konuştuk durduk. Ve ilk defa ben kocamla aynı yatakta uyuyabiliyordum. Kafamdaki “Acaba!” vızıltısı tamamen dinmiş gibiydi. Sabahleyin erken kalktık. Kahvaltıda Güzide ile odamızda bir hayli dedikodu yaptıktan sonra Üniversite’ nin bahçesine gidip dolaştık. Sonra Süleymaniye’yi, daha sonra da Ayasofya’yı gezdik. Tarık’ın İstanbul’da kaldığı üç gün zarfında iç yüzünü öğrenmeye karar vermiş olduğum “Âkile Hanım Sokağı” sakinleri ile pek meşgul olmadım.

İkinci günümüz Adalar’da geçti. Döndüğümüz vakit, Güzide kapıda durmuş, karşıki kiremit renkli kâgir konağın kapısının önünde duran uzun boylu, zayıf bir kadınla, elleriyle işaret ederek konuşuyorlardı. Güzide’nin sesi her zamanki gibi çıngır çıngır, karşıdakinin yavaş, ağır ve kelimeler ağzından tane tane çıkıyor.

– İşte Ankara’dan gelen misafirlerimiz, Âkile Hanım.

– Safa geldiler, hoş geldiler.

Tarık’la ben, karşıda duran kadına başımızla selâm vererek içeriye girdik.

– İşte bu Âkile Hanım’dı…

Güzide’nin sesi heyecanlıydı:

– İşte bütün mahalle ona akıl danışır. Üniversite’den çıkmışları da, dil bilenleri de cebinden çıkartır.

– Tarık gittikten sonra ben de onunla ahbaplık etmek isterim. Sen beni tanıştır, Güzide.

– İyi edersin. Bahçelerinde oturur, hava alırsın. Bizim bahçe hem küçük, hem de kiracıların çamaşırlarından rahat yok ki. Tarık Bey, sizi bugün üç defa Ankara’dan aradılar.

Ben sordum:

– Kim olduklarını söylemediler mi?

Güzide cevap vermeden evvel ikimizin yüzünü de süzdü. Nihayet tereddütlü bir sesle, “Hayır…” dedi.

İşte nihayet İstanbul’da beraber geçireceğimiz son akşam geldi, çattı. Evde, yemekte bir sürü misafir vardı. Bunlar, evvela şu, beni Washington’da mütemadiyen dansa sürükleyen Dick Jones, onun dostu olan bir Amerikalı gazeteci, bir üniversite profesörü, meşhur muharrir Kazım Özlü, bir de Roma sefaretimizin kâtiplerinden aynı zamanda eniştemin yeğeni Burhan Hürsoy idi. O zamana kadar pek az görmüş olduğum bu genç, belki de bu muayyen bir hariciyeli örneğinin ifadesinden başka bir şey değildi. Güzide nefis bir yemek çıkarttı. Şarap buldu, hep İngilizce konuşuluyordu.

Eniştem gene vaziyete hâkim görünüyordu. Frak giymemiş olmasına rağmen siyah kostümü, itina ile taranmış saçları, parlayan gözleri ile alışık olduğu bu muhitin içinde, zâhirî sükûnetine rağmen memnundu. Ona mukabil Tarık biraz rahatsız ve münzevi gibiydi. Bilhassa yemekten evvel, yukarıda aperitif alırken, misafirler siyasetten konuşmaya başlamışlardı. Bundan hiç memnun değildi. Ben Dick ile gazetecinin arasında oturuyordum. Fakat aşağıya inmeden evvel Tarık beni bir tarafa çekmiş, “Gazeteci sana bir sürü sual soracaktır. Dikkat et, sözü siyasetten uzak tut…” diye sıkı sıkı tembih etmişti.

Eniştemle hususî konuşmaya zaman bulamamış olmasına rağmen ona da, gözleriyle ve tavrıyla aynı direktifi veriyor gibiydi. Fakat sofrada, Rusya, Amerika ve İngiltere’nin bugünkü mühim şahsiyetlerini mütemadiyen tenkit ediyorlar ve dünyaya nizam vermek için toplanmış gibi ateşli ateşli konuşuyorlardı.

Bu münakaşadan en fazla memnun görünen Profesör’dü. Hukuk’ta mühim bir kürsü işgal eden bu kellifelli adamcağız, bayat fikirlerini, satışa pahalı ve nadir mallar çıkarmış bir dükkâncı gibi, bazı cümlelerinin üzerinde bilhassa uzun duruyor, etrafını gururla gözden geçiriyordu. En fazla üzerinde durduğu nokta, demokrasinin dünya için muzır olduğunu ispata çalışan misallerdi. Kendisinin o günlerde Maarif Vekili olması ihtimali de ağızlarda dolaşıyordu. Kendisini en fazla dikkatle dinleyen Amerikalı gazeteci idi. Türkiye’ye yeni geldiğini ve ancak bir ay kalabileceğini söylerken gülerek, Türkiye’de hâkim olan siyasî felsefe hakkında bir seri yazı yazacağını ve meseleyi daha esaslı konuşmak üzere hususî bir mülâkat istediğini, hukuk profesörüne anlatıyordu.

Dick, hep Washington’da geçen müşterek hâtıralarımızı ihya ederken, yan gözle bana mânalı mânalı bakarak, “En güzel kadınların sadece Türkiye’de olduğuna kanaat getirdim,” demişti.

Bu esnada Tarık kaşlarını çatmış, gözlerini bana dikmişti. Bu güzellik bahsini eniştemin yeğeni Burhan Hürsoy kapattı:

– Tarık Bey, sizin Roma’ya gideceğinizi Ankara’da haber aldım, çok memnun oldum. Zamanımızın en mühim adamları hep orada olacak. Nermin Hanım da gitse ne iyi olurdu. Kongrelerde sosyal cepheler her halde mühim rol oynarlar.

Gazeteci, gözleri soyduğu şeftalide, mırıldandı:

– Esasen sosyal tarafından başkası hep lâf, lâf, lâf…

– Siz bu kongrelerin faydasına kani değil misiniz?

– Hayır…

Profesör tekrar konuşmaya başladı:

– Şark milletlerini Garplılaştıracağız diye garipleştirdiler, kökleri koptu, gitti. Esasen bir makine devri medeniyetinin de kökleri çürümüştür. Demokrasi, demokrasi nakaratı… Her siyasî havaya nakarat.

– Sakın komünist olmayasınız?!..

– Komünizm de çürümüş Garp medeniyetinin bir dalından ibaret.

– O halde ırkçı olacaksınız.

– Ne münasebet!.. Hele onun hiç kökü yok. Amerika’da, İngiltere’de ve bizde…

Profesör bir kürsü konuşmasına başlamış gibiydi. Biz teyzemle salonu bıraktık, çekildik. Tarık da çok geçmeden bize iltihak etti. Salondan gelir gelmez gözleriyle beni aradı. Önüme dikildi:

– Dikkat et, Dick çok sulu bir mahlûktur. Ben yokken yakana yapışmasın!

Teyzem güldü:

– Peki, senin Roma’da yakana dişi mahlûkatın yapışmayacağını kim temin edebilir sanki?

– Nermin, benim kimsenin yakasına yapışmayacağımı tecrübe ile bilir.

– Ya onlar senin yakana yapışırlarsa?..

– Elleri yakamda kalırsa silkip atmasını bilirim.

Bunu söylerken gözleri gözlerime dikilmişti.

İkimizin hâfızasında da daktilo Sevim’in kolu Tarık’ın omuzunda, manikürlü eli önündeki kâğıtlara işaret ettiği, o, kafamda “acaba” vızıltısı yaratan sahne canlanmış olduğuna eminim.

Misafirler sonradan epeyce çakırkeyif döndüler. Bilhassa eniştem son derece neşeli idi. Bu akşam âdeta emekli olduğunu unutmuş, kendisine dünya işlerinde söz sahibi bir insan hissi gelmişti.

O gece, Tarık’la ben, sadece aynı yatakta değil, kollarımız birbirimizin boynuna dolanmış olduğu halde sabahladık. Önümüzde ebedî bir ayrılık varmış gibi, hangimizin kolları gevşese, ötekinin kolları sıkışıyor, “Bir anı bile kaybetme!” der gibi yanındakini uyandırıyordu.

Ertesi sabah onunla Haydarpaşa’ya kadar gittim. Ayrılırken, ilk defa herkesin gözü önünde birbirimize sarıldık. Tren uçtu, gitti. Ben vapurda dönerken iki kişi arkamdaki sırada fısıldar gibi konuşuyordu:

– Tarık Bey meğer karısına ne kadar düşkünmüş!

– Herif üç gün sonra uçacak. Havada ne olur, ne olmaz…

Başımı çevirdim. Beni görünce sustular. Birinin Tarık’ın dairesindeki kâtiplerden biri olduğunu anladım.




21

Saçları ağarmaya başlamış orta yaşlı erkek.






5

KIRMIZI KONAK

Tarık’ın hareket ettiği günün gecesi hemen hemen sabaha kadar hiç uyumadım. İçimdeki huzursuzluk, ne yapacağımı bilmemek bana sarih22 bir acıdan, hatta felaketten daha kötü geldi. İçimde evini kaybedip sokak sokak dolaşan, ne yapacağını bilmeyen bir avare çocuk hali vardı.

Acaba Ankara’da kalsam daha iyi mi olurdu? Fakat orada Tarıksız yalnız bir akşam bana aynı hissi verebilirdi. Ankara deyince hâfızamda önce süslü bayanlar, iki dirhem bir çekirdek şık baylar canlandı. Kabul günlerimin haricinde evime gelip bana canyoldaşlığı edecek kim vardı ki… Mamafih hayat, Ankara’da Tarık’la beraber iyi geçmişti. Evimin işleri vardı. Boş vaktimde çok okurdum. Ondan başka da tiyatrosu, bilhassa operası ile insan oyalanıyordu. Sokaklarda da rahat dolaşabiliyordum.

Beraber getirdiğim iki kitabı bitirince acaba eniştemin kütüphanesinde beni oyalayacak romanlar, eserler bulacak mıydım?

Niçin teyzemin evinin işlerine yardım etmeyeyim? Fakat Güzide’nin becerikli elleri, gücü, kuvveti hiçbir yardıma muhtaç olmadan koca evi gül gibi çeviriyordu. Güzide deyince biraz canlandım, o, bütün aile için insana can veren, oyalayan bir mahlûk. Kimbilir bu sokak hakkında bana neler anlatacaktı? Bütün bu evler, sokaktan gelip geçenler, kendi başlarına insanı eğlendiren birbirinden başka birer hayat gösterisi.

Ortalık ağarınca başımdaki lâmbayı söndürdüm. Pencerenin önüne gittim. Sokağa baktım.

Henüz kimse yoktu. Fakat çok geçmeden: “Süüüüüt!” diye hem geldiğini haber vermek isteyen, hem de rahatsız etmek istemeyen ahenkli bir ses duydum.

Biraz sonra, Aksaray tarafından elinde süt güğümü ile perişan bir adam belirdi. Kırmızı konağın kapısında durdu. Zili çalmadan kapı açıldı.

Arkasından yeşil bir bahçe sahnesi belirdi. Ortasında büyücek bir öbek toprağın üstünde renk renk açmış çiçekler, duvarlarını sarıp yükselen sarmaşıklar, aralarında kırmızı, sarı güller, morsalkımlar ve hanımelleri saklı. Arka duvarın tam köşesinde alevden çiçekleriyle muazzam bir nar ağacı gözünüzü, gönlünüzü ısıtıyor…

Konağın iç kapısına iki tarafı mermer merdivenli, gene bir mermer sahanlıktan giriliyor. Üstü kapalı, etrafını asmalar süslemiş. Ortasında henüz söndürülmemiş yeşil bir fener duruyor. Bahçeye bakan tarafında, demir parmaklıkların yeşil yapraklı örtüleri arasında bir genç kız durduğunu tahayyül edebilirsiniz… Çünkü bu yer insana Romeo-Jülyet piyesindeki Jülyet’in kameriyesini hatırlatıyordu.

Huzursuzluğum biraz gider gibi oldu. O gün bu bahçeye gidip Âkile Hanım’la ahbaplık etmeye karar verdim. Âkile Hanım kendisi, elindeki bir kaba sütü boşalttırdı, entarisinin üstündeki iş önlüğünün cebinden para çıkarttı, sütçüye uzattı, kapıyı kapattı, çekildi.

Güzide bana, Âkile Hanım’ın da beni bahçeye davet ettiğini söylemişti. Fakat düşündüm, her halde Âkile Hanım bu konağın sahibi değildi. İlk işim konak sahipleri hakkında teyzemden malûmat almak olacaktı.

Biraz sonra öteki evlerin kapıları birer birer açılarak işlerine giden genç, yaşlı, kadın, erkek, bir sürü de mektep çocuğu çıktı. Hepsi kendi başına bir şahıs.

Solda, ilâhi bir mavi kubbe gibi üstümüzü örten gök, biraz evvel, sanki bu lekesiz maviliğin üzerindeki bütün kirleri süpürmüş, ufuklara yığmış gibi, güneşin doğduğu yerde koyu kurşunî ve garip şekillerde bulut yığınları var! Şimdi, birdenbire, bu koyu renk bulut yığıntısı, arkasında muazzam bir ateş yanmış gibi kızarmaya başlamıştı. Bütün minareler, kubbeler ve birbirine benzemeyen garip meskenler de bu kızıllığın aksiyle meydana çıkıyorlardı. Kendi kendime, “Deli miyim?” dedim. İstanbul’un bu sokağı bütün dünyanın şehirlerindeki herhangi bir sokaktan bambaşka. Sonra bir de eniştem ve teyzem var… Sonra Güzide… Sonra, evde henüz mahiyetlerini öğrenemediğim kiracılar… Bunların hepsi dumanlar arasında müphem23 çizgili resim hayalleri gibi kafamdan gelip geçerken, bir akşam evvelki misafir toplantısını hiç itibara almamıştım. Çünkü o toplantı pekâlâ Ankara’da hatta Amerika’da da olabilirdi. Yalnız buraya sık geldiğini işittiğim Dick adlı genç ve sarışın Amerikalı’ya karşı Tarık’ın kıskançlığa benzer bir his göstermesini hatırladım ve güldüm.

Güzide kahvaltımı odama getirdi. Onun umumiyetle aksi ve pek az gülen karanlık yüzüne, benim varlığım yeni bir hayat ilâve etmiş gibiydi. Hemen onu karşıma oturttum. Teyzemle eniştem kahvaltılarını aşağıda, yemek odasında yapıyorlarmış. Beni bu sabah rahatsız etmek istememişler. Ben de hemen kırmızı konak hakkında onu sorguya çektim.

Konak, hemen yüz yıl önce, İstanbul’a gelmiş olan bir İtalyan mimar tarafından yapılmış. Son sahibi, Abdülhamid devrinde başmabeyincilik etmiş, Abdüllâtif Bey adlı bir zatmış. Karısı pek genç ölmüş, bir daha evlenmemiş ve çocuğu olmamış. Bu konak –anladığıma göre– Fransız edebiyatında gördüğümüz on sekizinci asrın kafalı, sanatkâr, yüksek mevki sahiplerinin toplandığı cemiyetleri hatırlatan toplantılara sahne olurmuş. Abdüllâtif Bey’in çok kıymetli bir kütüphanesi varmış ve misafir olmadığı zaman hep yazı yazarmış. “Her halde saltanat günlerini canlandıran hatıralar olacak…” diye düşündüm.

Bu konakta vaktiyle birçok uşak ve hizmetkâr varmış. Fakat hem Abdüllâtif Bey’e bakan, hem de bu tarihî, içtimaî toplantıları yirmi sene idare eden bu Âkile Hanım imiş.

Abdüllâtif Bey öldükten sonra tek vârisi olan Doktor Sadri Köksal, ailesiyle eve taşınmış. Şimdi evin üst katlarını onlar işgal ediyorlarmış. Selâmlık tarafını da kendisine muayenehane yapmış. Âkile Hanım, konağın alt katının beş odasını işgal ediyor ve onlara yemek pişiriyor, bahçeyi de tek başına güllük, gülistanlık haline sokuyormuş. Âkile Hanım’ın bir tane Nazilli’de, bir tane de İstanbul’da evli oğlu varmış.

– Bir gün gidip bahçesinde onunla konuşmak isterdim ama, Doktor Bey’in ailesini tanımıyorum, garip olur.

– Hanımefendi, Doktor Bey’in hanımıyla konuşur. Doktor da bazan buraya gelir. Onlar bahçe kapısından işlemezler. Muayenehane tarafında da ayrı bir kapı var. Git, git, Âkile Hanım’a hayran olursun.

– Demek okur, yazar bir hatun?

– O anasından okumuş, yazmış doğmuş… O, âlimlerle aşık atar. (Gözleri masanın üstündeki saate ilişti.) Aman çene yarıştırırken ne kadar geç kalmışım? Hamam boş, istersen yıkan, giyin. Eniştenle teyzen seni odalarında bekleyecekler. Bey şimdi yazı odasında. Onlar çok erken hamamda işlerini bitirirler. (Dişlerini gıcırtadır gibi) Malûm ya! Teyze Hanım ordu idare eden bir paşa gibi bu evi elinde çevirir.

Güzide tepsiyi yakalayıp odadan ayrıldı. Merdivenlerde ayak sesleri kesildikten sonra, kalktım, yıkandım, giyindim. Hamamın öbür tarafındaki odadan hiç ses gelmiyordu. Demek sofradan kalkmamışlar.

Aşağıya indim. Yemek masasında karşı karşıya oturmuşlar, ikisinin de ağzında sigara… Teyzemin yüzünde o daimî sükûn maskesi. Fakat uzun yıllar beraber yaşamış olduğum için bu maskenin arkasını biraz sezerim. Bugün bana, bu hareketsiz yüzün arkasında bir can sıkıntısı varmış gibi geldi. Evet, dudaklarındaki o daimî zayıf tebessümün, gözlerindeki tabiî mânanın arkasında bir ruh fırtınasının estiğini sezer gibi oldum.

Daha fazla on sekizinci asır Avrupasının içtimaî tavırlarını hatırlatan, bana hemen kalkıp iskemle çeken bir centilmen vaziyetine rağmen, eniştemin de teyzeme bakmadan onunla meşgul olduğu, onu tatmin ve teselli etmek istediği kanaatine vardım.

– Otur da biraz yemiş ye. Bak ne güzel şeftaliler. İyi uyudun mu bari?

– Evet, evet… Bugün, Âkile Hanım Sokağı’nı, Âkile Hanım’la başlayarak gözden geçireceğim.

– Güzide baksın, evde mi?

– Siz kırmızı konaktaki doktor ailesiyle konuşuyor musunuz?

– Sakın hasta olma!..

– Hayır teyzeciğim, korkma. Acı patlıcanı kırağı çalmaz.

– Ne çabuk İstanbul tabirlerini kullanmaya başladın, Nermin?

– Çocukluğumdan beri sizin ağzınızdan işittiklerim. Bilhassa Enişte Bey’in ağzından. Âkile Hanım’la bahçelerinde konuşmak acaba, doktorlarla tanışmadan benim için doğru olur mu?

– Âkile Hanım, bahçeye de, konağın alt katına da tamamen hâkimdir. Bizim Güzide bahçeden tek çiçek koparmanın Gülbeyaz’ın bile haddine düşmediğini söylüyor.

– Gülbeyaz, doktorun kızı mı?

Teyzem biraz müstehzî:

– Hayır, kâtibi. Bir küçük hanım. Aynı zamanda tıp talebesi olduğu için biraz da asistanlık yapıyor ve hastalara yardımı dokunuyor, çünkü doktorlar muayenehaneye bakacak hizmetçi tutamıyorlar. Gülbeyaz da onlarda yatar, kalkar. Yer, içer, muayenehanenin temizliğini de o yapar. Doktor Sadri çok bambaşka bir insandır. Haftada bir gün hastalarından para almaz. Sonra nereye çağrılsa, ne verilse onu alır. Her halde, mesleği onun ancak karnını doyuruyor galiba.

Eniştemin sesi biraz daha sıkıntılı:

– Bu mahalledeki hastalara hep o kızcağız bakar, emsalsiz bir çocuk.

Teyzem müstehzî:

– Malûm, malûm, bütün mahalle ona hayran. Enişten onun için cama bile tırmanır.

– Ben senin ağzından böyle bir kaba şakayı hiç işitmemiştim, Ayşe. Güzide de bugün çaydan sonraki kahvemi getirmedi, acaba yukarı mı götürdü?

Ben derhal yerimden fırladım. Yemek odasının katından aşağıya inen bir kısa merdivenden sonra hemen mutfağın bulunduğu taşlık katına gidiliyordu. Fakat odadan çıkıp da kapıyı kapayınca içeriden duyduğum hırçın sesler beni bir an kapının önünde alıkoydu. Daha doğrusu eniştemle teyzemin arasındaki bu esrarlı hava beni kapının önünde durup içeriyi dinlemek ahlâksızlığına sevketti. Kendi kendime, radyoda ekseri söylenen, “Bir hadise var can ile canan arasında” şarkısını tekrar ediyordum. Evet, eniştemle teyzem arasında bu sabah Gülbeyaz denilen bir diken vardı.

– Bu kırmızı konak, kırk yıllık hayatımızın ahengini bozdu.

– Senin kuruntun bu, Ayşe.

– Bu sabah, Güzide’nin Gülbeyaz aşüftesi için senden para istediğini kulağımla duydum.

– Elin namuslu kızına aşüfte demek sana yaraşır mı?

– Sana da hizmetçi ile, benden gizli, komşu doktorun asistanına para göndermek yaraşır mı?

– Anasız, babasız bir kızcağız. Mektepte kitap filân alacak parası yok. Unuttun mu bana parasız iğne yaptığını?..

– Hayır, hayır, “Bu ay geç kaldınız” diyordu. Demek başka aylar da verdin. Bu kız bir yıldır karşımızda. Doktorun evine de onu Güzide’nin koyduğunu doktorun karısı bana söyledi. Güzide ile ne münasebeti var.

– Belki akrabası…

– Tamam! Acaba şimdiye kadar bu akrabadan neden bahsetmedi? Hem kız her halde İstanbullu. Güzide Kastamonulu. Hizmetçi bulmak kolay olsa karının kulağından tutup sokağa atacağım.

– Sen kaybedersin, Ayşe. Bu kadar sadık, bu kadar işimizi ele almış adam nerede bulacaksın?

– Ben onu önüme alıp sorguya çekeceğim.

– Onu sen bilirsin, Ayşe! Fakat kaçırırsan, başka hiç bir hizmetçi bizim evi bu kadar az para ile böyle çeviremez.

– Vay, şimdi de idare ha! Ben de sana sorarım. Bankada büyük parası olmayan bir tekaüt,24 komşu hanımlara neden aylık veriyor acaba? Elimizdeki son şey Şişli’deki dükkân ve Fatih’teki ev. Onları da satacaksın gibi geliyor bana. Bu sırrı mutlak öğrenmek isterim, yoksa…

Teyzemin sesi yükseliyordu. Yıllar yılı onun böyle konuştuğunu işitmemiştim. İçimi bir korku aldı. Onların arasında da mı bir “acaba” vızıltısı var? Fakat benimkinden daha mühim.

Bu defa eniştemin de sesi biraz kısık yükseldi:

– Rica ederim, kavga etmeyelim. Hem de Nermin’in burada olduğu zaman ayıp olur.

Bir sandalye çekildi. Eniştem sofradan fırlamıştı. Ben de derhal ayaklarımın ucuna basarak mutfağa indim.

Güzide mutfağın rafına bir tahta koymuş, üstünde hamur açıyordu.

Arkası kapıya dönük olduğu halde kimin geldiğini hemen anlamıştı:

– Sana sarılıburma yapıyorum, hani sen Washington’da arada bir bana “kırmalı hamur isterim” der dururdun. O sarı Amerikalı da buna bayılıyor…

– Sen eniştemin kahvesini unutmuşsun!

– Hay Allah…

Oklavayı attı, elini kafasına vurdu. Gazocağına koştu.

– Gülbeyaz senin nen, Güzide?

– Teyze Hanım gene onu mu tutturdu? Aman ne hasis! Fakir bir talebeye enişten yardım edecek diye aklı başından gidiyor. Şükür halimize…