“Şimdilik hiçbir şey bilmiyorum,” diye yanıtladı Wallander. “Yakında evine döneceğinden eminim.”
Yalan söylüyorum, diye geçirdi içinden. Söylediklerimin doğru olduğunu hiç sanmıyorum. Yalnızca böyle ümit ediyorum, o kadar.
Wallander, Robert Åkerblom’la birlikte kasabaya gitti. Telesekreterdeki mesajı dinledikten ve genç kadının çalışma masasına ve çekmecelerine baktıktan sonra Björk’le konuşmak için bürosuna geri döndü. Kayıp kişilerin nasıl aranacaklarına ilişkin tüm talimatlar alabildiğine açık seçik olmasına karşın Wallander yine de her türlü kaynağın elinin altında olmasını istiyordu. Louise Åkerblom’un ortadan kayboluş şekli bir cinayet işlendiğini daha başından belli ediyordu.
Åkerblom Emlak Şirketi’nin bulunduğu yerde eskiden büyük bir market vardı. Wallander henüz genç bir polisken Malmö’den Ystad’a geldiğinde bu marketten alışveriş yapardı. İçeride birkaç masayla satılık evlerin fotoğraflarıyla ayrıntılarını içeren küçük notların yazılı olduğu pano vardı. Odanın ortasında büyükçe bir masa vardı, burada gelen müşterilere satılık evlerin ayrıntılarına ilişkin bilgi veriliyordu. Duvarda civar kent ve kasabaların haritaları asılıydı. Odanın hemen arkasında da küçük bir mutfak vardı.
İçeriye arka kapıdan girmişlerdi ama ön kapının üstündeki, “Bugün Kapalıyız” yazısı Wallander’in gözünden kaçmamıştı.
“Sizin masanız hangisi?” diye sordu Wallander.
Robert Åkerblom gösterdi. Wallander diğer masaya oturdu. Masanın üstünde bir ajanda, iki küçük kızın fotoğrafı, birkaç dosya ve kalemlik dışında başka bir şey yoktu. Wallander masanın yeni toplandığı izlenimine kapıldı.
“Burayı kim temizliyor?” diye sordu.
“Haftada üç gün gelen bir temizlikçimiz var,” diye yanıt verdi Robert Åkerblom. “Biz de her gün masaların tozunu alıp çöp kutularını boşaltırız.”
Wallander onaylarcasına başını salladı. Sonra da çevresine bakındı. Burada kendisini şaşırtan tek şey mutfak kapısının yanında duvara asılı olan çarmıha gerilmiş İsa figürüydü.
Sonra da başını telesekretere çevirdi.
“Cuma günü öğleden sonra aldığımız tek mesaj buydu,” dedi Robert Åkerblom.
İlk izlenimler, diye geçirdi içinden Wallander. Şimdi şu mesajı can kulağıyla dinle.
Selam! Krageholm’deki eve bakmaya gidiyorum. Sonra da eve geleceğim. Saat şimdi üçü çeyrek geçiyor. Beşte evde olurum.
Neşe dolu, diye düşündü Wallander. Kadının sesi mutlu ve canlı geliyor. Ne korkmuş ne de tedirgin olmuş bir hâli var.
“Bir kez daha dinlemek istiyorum,” dedi Wallander. “Ama önce sizin mesajınızı dinlemek istiyorum. Tabii silmediyseniz?”
Robert Åkerblom başını salladı, bantı başa sararak, düğmeye bastı.
Åkerblom Emlak Şirketi’ne hoş geldiniz. Şu anda size yanıt veremiyoruz. Ama pazartesi sabahı yine her zamanki gibi saat sekizde burada olacağız. Eğer mesaj bırakmak ya da faks göndermek istiyorsanız lütfen sinyal sesini bekleyiniz. Bizi aradığınız için teşekkür ederiz.
Wallander, Robert Åkerblom’un pek de rahat konuşmadığını sezinlemişti. Adamın sesi biraz gergindi.
Dikkatini yeniden Louise Åkerblom’a çevirdi ve genç kadının kocasına bandı yeniden başa sarmasını söyledi.
Wallander mesajı defalarca dinledi, sözcüklerin arkasından bir anlam çıkarmaya çalıştı. Bunların ne olabileceğine ilişkin bir fikri yoktu ama yine de denemekten yanaydı.
Aynı mesajı yaklaşık on kez dinledikten sonra artık yeter dercesine başını salladı.
“Bu kaseti yanıma alacağım,” dedi. “Merkezde sesi daha da netleştirip arka planda neler olduğunu anlamaya çalışacağız.”
Robert Åkerblom cihazın içinden küçük kaseti çıkararak Wallander’e uzattı.
“Eşinizin masasının çekmecelerine bakarken benim için bir şey yapmanızı rica edeceğim,” dedi Wallander. “Geçen cuma günü eşinizin yaptığı ya da yapmayı planladığı her şeyi yazmanızı istiyorum. Kiminle, nerede buluşacaktı? Sizce o göreceği eve hangi yoldan gitmişti? Buluşma saatini de yazın. Ayrıca Krageholm civarındaki eve ilişkin tüm ayrıntıları da yazmanızı istiyorum.”
“Bunları bilmiyorum ki,” dedi Robert Åkerblom.
Wallander ona şaşkınlıkla baktı.
“Evini satmak isteyen o kadınla Louise konuşmuştu,” diye açıkladı Robert Åkerblom. “Kadının verdiği açıklamaya göre bir harita çizdi ve onu da yanına alarak yola koyuldu. Ayrıntıları bugün dosyalayacaktı. Evi biz satmaya karar verirsek ya ben ya da o gidip evin fotoğraflarını çekecekti.
Wallander bir an bu söylenenleri kafasında tarttı.
“Bir başka deyişle, evin nerede olduğunu yalnızca Louise’in bildiğini söylüyorsunuz, öyle mi?”
Robert Åkerblom başını evet dercesine salladı.
“Evin sahibesi sizi ne zaman arayıp kararınızı öğrenecek dersiniz?” diye sürdürdü konuşmasını Wallander.
“Bugün arar diye düşünüyorum,” dedi Robert Åkerblom. “Zaten bu yüzden Louise evi cuma günü görmek istemişti. Ayrıntıları hafta sonu konuşacaktık.”
“O kadın aradığında mutlaka burada olmalısınız,” dedi Wallander.
“Eşinizin eve baktığını ama ne yazık ki bugün hasta olduğunu söyleyin ona. Sonra da adresini ve telefon numarasını alın. Hemen ardından da beni arayın.”
Robert Åkerblom anladığını belirten bir şekilde başını salladı. Sonra da oturarak Wallander’in istediği ayrıntıları yazmaya koyuldu.
Wallander masanın çekmecelerini açmaya başladı. Önemli olabilecek bir şey bulamadı. Çekmecelerin neredeyse hepsi bomboştu. Yeşil kaplı not defterini çıkararak sayfalarını karıştırdı. Bir dergiden kesilmiş hamburger tarifini gördü. Sonra da bir süre iki küçük kızın fotoğrafını inceledi.
Yerinden kalkarak mutfağa gitti. Mutfak duvarlarından birinde bir takvim, diğerinde de İncil’den bir alıntı asılıydı. Raflardan birinde açılmamış bir kahve kavanozu duruyordu. Diğerinde ise çeşitli çay poşetleri vardı. Buzdolabını açtı. Bir litre sütle biraz margarin vardı.
Kadının ses tonunu ve bıraktığı mesajı düşündü. Telefon ettiğinde arabanın durduğundan emindi. Kadının sesi dingindi. Ses tonundan, bir yandan da arabayı kullanmadığı anlaşılıyordu, aksi hâlde sesi titreyebilir ya da dalgın bir ifade söz konusu olabilirdi. Merkezde sesi netleştirdiklerinde haklı olduğu ortaya çıkacaktı. Ayrıca Louise Åkerblom kurallara uyan, dikkatli bir vatandaşa benziyordu, araba kullanırken telefonla konuşarak, ne kendisinin ne de başkalarının yaşamını tehlikeye atabilecek birine hiç benzemiyordu.
Bıraktığı nottaki saat doğruysa, diye geçirdi içinden Wallander, o zaman Skurup’ta olmalıydı. Bankadaki işini tamamlayıp Krageholm’e doğru yola çıkmak üzereydi. Ama yola çıkmadan önce kocasını aramak istemişti. Bankada her şeyin yolunda gitmesinden çok memnundu. Dahası o gün cumaydı ve işi bitmişti. Hava da çok güzeldi. Kendini mutlu hissetmemesi için bir nedeni yoktu.
Wallander bir kez daha genç kadının masasına gidip oturdu, masanın üstündeki ajandanın sayfalarını çevirmeye başladı. Robert Åkerblom, az önce kendisinden istenilen ayrıntıları yazıp bitirmişti, Wallander’e uzattı.
“Bir soru daha sormak istiyorum,” dedi Wallander. “Aslında bu bir soru değil ama çok önemli. Louise nasıl biridir?”
Sanki hiçbir şey olmamış gibi geçmiş zaman kullanmamaya özen gösteriyordu. Ama yine de Louise Åkerblom’un artık hayatta olmadığını düşünüyordu.
“Onu herkes sever,” dedi içtenlikle Robert Åkerblom. “Neşeli, esprili, insanlarla kolay iletişim kurabilen biridir. İş dünyasından pek hoşlanmaz. Para ya da karmaşık anlaşmalar söz konusu olduğunda hemen bir kenara çekilir ve bunlarla benim ilgilenmemi ister. Çok hassastır ve kolay üzülür. İnsanların acı çekmesine dayanamaz.”
“Dikkat çeken bir özelliği var mı?”
“Dikkat çeken mi?”
“Hepimizin dikkat çeken bir tarafı vardır,” dedi Wallander.
Robert Åkerblom bir an için düşündü.
“Aklıma gelmiyor,” diye cevap verdi.
Wallander başını sallayarak ayağa kalktı. On ikiye çeyrek vardı. Amiri Björk öğle yemeği için evine gitmeden önce onunla konuşmak istiyordu.
“Sizi bugün öğleden sonra ararım,” dedi. “Endişelenmemeye çalışın. Unutmuş olabileceğiniz bir şey, bilmem gerektiğini düşündüğünüz herhangi bir şey aklınıza gelirse hemen beni arayın.”
“Sizce başına ne gelmiş olabilir?” diye sordu Robert Åkerblom, komiserin elini sıkarken.
“Büyük bir olasılıkla hiçbir şey,” dedi Wallander. “Yakında her şeyi öğreneceğiz.”
Wallander, Björk’ü kapıdan çıkarken yakaladı. Her zamanki gibi yorgun ve bıkkın bir hâli vardı. Wallander, polis amirlerinin işlerinin kıskanılacak bir yanı olmadığını düşündü.
“Evine hırsız girmiş, geçmiş olsun,” dedi Björk üzülmüş gibi bir yüz ifadesi takınmaya çalışarak. “Bu haber gazetelere yansımazsa iyi olur. Bir komiserin evine hırsız girdiğinin duyulması hiç de hoş olmaz. Çözülmemiş bir sürü dava var. İsveç polisi diğer ülkelerle kıyaslandığında pek başarılı değil.”
“Koşullar böyle,” dedi Wallander. “Seninle konuşmak istediğim bir şey var.” Koridorda, Björk’ün odasının kapısında duruyorlardı. “Öğleden sonraya kalamaz,” diye ekledi.
Björk başını sallayarak odasına girdi.
Wallander, Robert Åkerblom’la yaptığı görüşmeyi en ince ayrıntısına dek anlattı.
“İki çocuklu, dindar,” dedi Björk, Wallander sözünü noktaladığında. “Cumadan beri kayıp. Bu, hiç de hoş bir şey değil.”
“Evet,” diye onayladı Wallander. “Hiç de hoş değil.”
Björk kaşlarını çatarak baktı.
“Sence bir cinayet mi söz konusu?”
Wallander omuz silkti.
“Ne düşüneceğimi gerçekten bilemiyorum,” dedi. “Ama bu sıradan, basit bir kayıp olayı değil. Bundan eminim. İşte bu yüzden de temkinli hareket etmeliyiz. Bu olayda her zamanki gibi bekle ve gör politikasını uygulayamayız.”
Björk evet dercesine başını salladı.
“Haklısın,” dedi. “Kimi istiyorsun? Hansson burada olmadığı için elimizde yeterince eleman olmadığını unutayım deme. Hansson da ayağını kıracak zamanı buldu.”
“Martinson ile Svedberg’i istiyorum,” diye karşılık verdi Wallander. “Ha aklıma gelmişken, Svedberg E14 karayolunu birbirine katan boğayı yakalayabildi mi?”
“Bir çiftçi kementle yakalayabilmiş,” dedi Björk asık yüzle. “Svedberg koşarken bileğini burkmuş ama durumu o kadar kötü değil, görevinin başında.”
Wallander ayağa kalktı.
“Skurup’a gideceğim,” dedi. “Dört buçukta buluşalım, elimizdekileri inceleyelim. Bir an önce kadının arabasını bulsak iyi olacak.”
Björk’ün masasına küçük bir kâğıt koydu.
“Lacivert Toyota Corolla,” dedi Björk. “Bununla ben ilgilenirim.”
Wallander, Ystad’dan Skurup’a arabayla gitti. Düşünmek için zamana ihtiyacı olduğundan uzun yolu yeğlemişti. Rüzgâr çıkmış, bulutlar gökyüzünü kaplamıştı. Polonya’dan gelen feribotun rıhtıma yaklaştığını fark etti. Mossby Plajı’na geldiğinde boş park alanından geçerek hamburgercinin önünde durdu. Arabadan inmedi. Geçen yıl burada iki cesetle kıyıya vuran kurtarma botunu hatırladı birden. Riga’da tanıştığı Baiba Liepa adındaki kadın geldi aklına. Elinden geleni yapmasına karşın kadını hâlâ unutamaması çok ilginçti. Aradan bir yıl geçmişti ve hâlâ onu düşünüp duruyordu.
Şu anda cinayete kurban gitmiş bir kadın doğrusu hiç iyi olmazdı. Huzura ve sessizliğe ihtiyacı vardı. Evlenmek isteyen babasını düşündü. Evine giren hırsızları ve çaldıkları plakları. Sanki yaşamının önemli bir bölümü çalınmış gibi hissediyordu.
Stockholm’de okuyan kızı Linda’yı düşündü. Aralarındaki iletişimin gittikçe koptuğunu hissediyordu. Her şey arka arkaya gelmişti. Bu kadarı da fazlaydı.
Arabadan indi, ceketinin fermuarını çekti ve sahile doğru yürüdü. Hava oldukça serindi. Üşüdü.
Robert Åkerblom’un söylediklerini yeniden düşündü, farklı teoriler yakalamaya çalıştı. Her şeye karşın acaba bu olayın basit bir açıklaması mı vardı acaba? Louise Åkerblom intihar etmiş olabilir miydi? Genç kadının telefondaki sesini anımsadı. Ses alabildiğine canlı ve neşeliydi.
Saat bire doğru Wallander sahilden ayrıldı, Skurup’a doğru yola koyuldu.
Louise Åkerblom’un öldürülmüş olabileceği ihtimalini aklından bir türlü çıkaramıyordu.
3
Bir banka soyup tüm dünyayı hayrete düşürmek Kurt Wallander’in vazgeçemediği hayallerinden biriydi ama birçok kişinin de aynı hayali kurduğundan emindi. Sıradan bir bankanın kasasında ne kadar para vardır, diye geçirdi içinden. Düşündüğünden daha mı azdır? Yoksa yeterince var mıdır? Böylesine çok parayla ne yapacağını tam olarak bilemiyordu ama yine de hayalinden vazgeçemiyordu. Aklından geçen bu düşüncelere gülümsedi. Ama gülümsemesi suçluluk duygusunu bastıramadı.
Louise Åkerblom’u canlı bulamayacağından artık emindi. Elinde cinayetin işlendiği yere ilişkin ne bir delil ne de kurban vardı ama yine de bir cinayet işlendiğinden emindi.
İki küçük kızın fotoğrafı bir türlü gözünün önünden gitmiyordu. Açıklanması olanaksız bir şeyi nasıl açıklayabilirim, diye düşündü. Robert Åkerblom ileride kendisini iki küçük çocukla bırakan tanrısına nasıl dua edebilecekti?
Kurt Wallander, Skurup’taki Sparbanken’de, geçen cuma günü emlak kredisi konusunda Louise Åkerblom’a yardım eden müdür yardımcısının dişçiden dönmesini bekliyordu. Bankaya on beş dakika önce gelen Wallander, daha önce bir kez karşılaştığı banka müdürü Gustav Halldén’le bir süre konuşmuş ve bu konudan kimseye söz etmemesini rica etmişti.
“Hem zaten, ciddi bir şey olduğunu da sanmıyoruz,” diye açıkladı Wallander.
“Anlıyorum,” dedi Halldén. “Sıradan bir şey olduğunu düşünüyorsunuz.”
Wallander başını sallayarak onayladı. Aynen böyleydi işte. Düşünce ve bilgi sınırlanınca insan başka nasıl düşünebilirdi?
Düşünceleri yanına yaklaşan biri tarafından kesildi.
“Benimle konuşmak istemişsiniz,” dedi bir erkek sesi arkasından.
Wallander döndü.
“Müdür Yardımcısı Moberg, siz misiniz?”
Adam evet dercesine başını salladı. Gençti, Wallander’in kafasındaki müdür yardımcısı profiline göreyse çocuk sayılacak yaştaydı. Ama Wallander ’in dikkatini ânında çeken başka bir şey vardı bu genç adamda. Yanaklarından biri gözle görülür derecede şişmişti.
“Konuşurken hâlâ zorlanıyorum,” diye geveledi Moberg.
Wallander adamın söylediklerini anlayamamıştı.
“Biraz beklesek daha iyi olacak,” dedi Moberg. “Uyuşturucunun etkisinin geçmesini beklemeliyiz.”
“Yine de deneyelim,” dedi Wallander. “Fazla zamanım yok. Tabii konuşurken canınız çok yanmıyorsa, demek istiyorum.”
Moberg başını iki yana sallayarak, arka taraftaki küçük toplantı odasına doğru yürüdü.
“İşte tam buradaydık,” diye açıkladı müdür yardımcısı. “Louise Åkerblom’un oturduğu sandalyede oturuyorsunuz. Halldén onun hakkında konuşmak istediğinizi söyledi. Kayıp mı?”
“Kayıp olduğu bildirildi,” dedi Wallander. “Bana kalırsa akrabalarını görmeye gitmiş ve eve haber vermeyi unutmuştur.”
Moberg’in şiş yüzünden bile bu sözlere kuşkuyla yaklaştığı anlaşılıyordu. İyi, diye geçirdi içinden Wallander. Eğer ortada bir kayıp varsa vardır. Hiç kimse yarı kayıp olamaz.
Müdür yardımcısı, masanın üstündeki sürahiden bardağına su doldururken, “Ne öğrenmek istiyorsunuz?” diye sordu.
“Geçen cuma günü öğleden sonra olanları öğrenmek istiyorum,” diye yanıtladı Wallander. “Tüm ayrıntılarıyla. Saat kaçta, ne dedi, ne yaptı? Ayrıca evi satan ve alan kişilerin de adlarını istiyorum, onlarla da görüşmem gerekebilir. Louise Åkerblom’u daha önceden tanır mıydınız?”
“Onunla defalarca karşılaştım,” diye cevapladı Moberg. “Dört alım satım işlemini birlikte yaptık.”
“Bana geçen cuma gününden söz edin.”
Müdür yardımcısı ceketinin iç cebinden not defterini çıkardı.
“Randevumuz ikiyi çeyrek geçeydi,” dedi. “Louise Åkerblom toplantı saatinden birkaç dakika önce geldi. Havanın güzelliğinden söz ettik.”
“Gergin ya da endişeli bir hâli var mıydı?” diye sordu Wallander.
Moberg cevap vermeden kısa bir süre düşündü. “Hayır,” dedi. “Aksine çok mutlu görünüyordu. Daha önce onun genellikle sinirli biri olduğunu düşünürdüm ama cuma günü kesinlikle öyle değildi.”
Wallander başını sallayarak anlatmayı sürdürmesini belirtti.
“Daha sonra da müşteriler geldi. Nilson adında genç bir çift. Sövde’de ölen mal sahibinin temsilcisi… Bu toplantı odasında oturduk ve tüm işlemi gözden geçirdik. Alışılmışın dışında bir şey yoktu. Tüm evrak ve belgeler yasalara uygundu. Tapu, ipotek senedi, borç formları… İşlemler fazla sürmedi. Ayrılırken herhâlde birbirimize iyi hafta sonları dilemişizdir ama bunu tam olarak hatırlayamıyorum.”
“Louise Åkerblom telaşlı mıydı?” diye sordu Wallander.
Müdür yardımcısı bir an için düşündü.
“Olabilir,” dedi. “Evet, galiba. Emin değilim. Ama emin olduğum başka bir şey var.”
“Ne?”
“Doğruca arabasına gitmedi.”
Moberg küçük park alanına bakan pencereyi işaret etti.
“Bu park alanı banka müşterilerine ayrılmıştır,” diye sürdürdü konuşmasını müdür yardımcısı. “Geldiğinde arabasını oraya park ettiğini görmüştüm. Bankadan ayrıldığında ben hâlâ bu odada telefonla konuşuyordum. Buradan her şeyi görebiliyorum. Arabasına bindiğinde eğer yanlış hatırlamıyorsam elinde bir torba vardı. Evrak çantasının dışında, demek istiyorum.”
“Torba mı?” diye sordu Wallander. “Neye benziyordu?”
Moberg omuz silkti.
“Torba neye benzer ki?” dedi müdür yardımcısı. “Plastik değildi, kâğıttı galiba.”
“Sonra da arabasına binip gitti, öyle mi?”
“Gitmeden önce arabasından telefon etti.”
Kocasına, diye geçirdi içinden Wallander. Şimdiye değin her şey birbirine uyuyordu.
“O sırada saat üçü biraz geçiyordu,” dedi Moberg. “Üç buçukta başka bir toplantım daha vardı ve hazırlanmam gerekiyordu. Telefon konuşmam biraz uzun sürmüştü.”
“Ne zaman gittiğini görebildiniz mi?”
“Hayır, kendi odama dönmüştüm.”
“Demek onu son gördüğünüzde araba telefonundan konuşuyordu?”
Moberg evet dercesine başını salladı.
“Arabası ne markaydı?”
“Araba konusunda iyi olduğum söylenemez,” dedi müdür yardımcısı. “Ama koyu renkti. Galiba lacivertti.”
Wallander not defterini kapattı.
“Eğer aklınıza bir şey gelirse beni hemen arayın,” dedi. “Küçük bir ayrıntı bile çok önemli olabilir.”
Wallander alıcı ve satıcının adlarını ve telefon numaralarını yazdıktan sonra bankadan ayrıldı. Ön kapıdan dışarı çıktıktan sonra meydanda bir an durdu.
Kese kâğıdı, dedi kendi kendine. Fırıncılar kese kâğıdı kullanırlar.
Tren yoluna paralel yolda bir fırın olduğunu hatırladı. Karşıya geçerek sola döndü.
Tezgâhtaki genç kız cuma günü de orada çalışıyordu ama Wallander’in gösterdiği Louise Åkerblom’un resmine baktığında onu hatırlamadığını söyledi.
“Diğer fırına gitmiş olmalı,” dedi satıcı kız.
“O nerede?”
Genç kız yeri tarif edince Wallander bu fırının bankaya çok yakın olduğunu gördü. Fırından içeri girer girmez yaşlıca bir kadın ona ne almak istediğini sordu. Wallander kadına kimliğini göstererek Louise Åkerblom’un fotoğrafını uzattı.
“Acaba bu fotoğraftaki kadını tanıyor musunuz?” diye sordu. “Geçen cuma günü büyük bir olasılıkla saat üç civarında sizden alışveriş yaptı.”
Yaşlı kadın resmi daha iyi görebilmek için gözlüklerini taktı.
“Bir şey mi oldu?” diye sordu merakla. “Kim bu kadın?”
Wallander kibar bir sesle, “Lütfen bana onu daha önce görüp görmediğinizi söyleyin,” dedi.
Kadın başını evet dercesine salladı.
“Onu hatırlıyorum,” dedi. “Galiba pasta almıştı. Evet, şimdi daha iyi hatırladım. Napolyon pastayla ekmek almıştı.”
Wallander bir an için düşündü.
“Kaç tane pasta aldı?” diye sordu.
“Dört. Pastaları kutuya koyacaktım ama buna gerek olmadığını, kese kâğıdının yeterli olduğunu söylediğini hatırlıyorum. Acelesi var gibiydi.”
Wallander başını salladı.
“Dükkândan çıktıktan sonra nereye gittiğini gördünüz mü?”
“Hayır. O sırada başka müşteriler vardı.”
“Teşekkür ederim,” dedi Wallander. “Çok yardımcı oldunuz.”
“Ne oldu?” diye sordu kadın.
“Hiçbir şey,” diye cevap verdi Wallander. “Her zamanki sıradan sorular.”
Fırından çıkarak, Louise Åkerblom’un arabasını park ettiği, bankanın arkasındaki otoparka doğru gitti.
Fazla bir yol alamadık, diye geçirdi içinden. İşte tam bu noktada kadının izini kaybediyoruz. Evi görmek için buradan hareket ediyor ama evin nerede olduğunu henüz bilmiyoruz. Arabasına bindikten sonra da telesekretere bir mesaj bırakıyor. Keyfi yerinde; pasta almış ve saat beşte kendi evinde olmayı planlıyordu.
Saatine baktı. Üçe üç vardı. Üç gün önce Louise Åkerblom da tam bu saatte, tam bu noktada duruyordu.
Wallander bankanın önüne park ettiği arabasına doğru gitti. Arabaya biner binmez hırsızın çalamadığı birkaç kasetten birini teybe koydu. Ve o âna dek öğrendiklerini sıraladı kafasında. Åkerblom ailesinin dört bireyinin cuma akşamı yiyemedikleri dört pastayı düşünürken Placido Domingo’nun gür sesi arabayı doldurdu. Birden pastaları yemeden ailenin dua edip etmeyeceği geldi aklına. Tanrı’ya inanmanın nasıl bir şey olduğunu düşündü.
Aynı anda aklına bir başka fikir daha geldi. Olayları konuşmak için merkezdeki toplantıya gitmeden önce bir görüşme daha yapabilecek zamanı vardı.
Robert Åkerblom ne demişti? Papaz Tureson!
Wallander arabayı çalıştırdı ve Ystad’a doğru sürdü. E14 karayoluna geldiğinde hız sınırını zorlamaya başlamıştı. Merkezin santral memuru Ebba’yı arayarak Papaz Tureson’u bulmasını ve derhâl kendisiyle görüşmek istediğini söylemesini rica etti. Ystad’a gelmeden az önce Ebba arayarak Papaz Tureson’un Metodist kilisesinde olduğunu ve kendisini görebileceğini söyledi.
“Ara sıra kiliseye gitmende bir sakınca yok,” dedi Ebba.
Wallander geçen yıl Riga’daki kilisede Baiba Liepa’yla geçirdiği geceleri düşündü. Ama hiçbir şey söylemedi. İstese bile o sırada onu düşünecek zamanı yoktu.
Papaz Tureson uzun boylu, yapılı, kır saçlı, orta yaşlı biriydi. El sıkışırken Wallander adamın ne denli güçlü olduğunu hissetti.
Kilisenin içi oldukça sıradandı. Wallander kiliselerde genellikle hissettiği o yoğun baskıyı bu kez hissetmedi. Mihrabın yanındaki ahşap sandalyelere oturdular.
“Birkaç saat önce Robert’le konuştum,” dedi Papaz Tureson. “Zavallı adam, perişan bir hâlde. Louise’i daha bulamadınız mı?”
“Hayır,” diye cevap verdi Wallander.
“Acaba ne oldu? Louise kendini tehlikeye atabilecek bir kadın değildi ki.”
“Bazen insan kadere karşı koyamıyor,” dedi Wallander.
“Ne demek istiyorsunuz?”
“İki tür tehlike vardır. Bunlardan biri insanın kendisini içine attığı tehlike, diğeriyse sizi içine çeken tehlike. İkisi aynı şey değildir.”
Papaz Tureson ellerini iki yana açtı. Çok endişeli bir hâli vardı, çocuklara ve Robert’e üzüldüğü her hâlinden belli oluyordu.
“Bana ondan söz edin,” dedi Wallander. “Nasıl biriydi? Onu uzun zamandan beri mi tanıyordunuz? Åkerblom’lar nasıl bir aileydi?”
Papaz Tureson son derece ciddi bir ifadeyle Wallander’e baktı. “Sanki her şey sona ermiş gibi sorular soruyorsunuz,” dedi.
“Özür dilerim, bu benim kötü alışkanlıklarımdan biri,” dedi Wallander. “Elbette, nasıl biri, diye sormak istemiştim.”
“Bu kilisede beş yıldan beri çalışıyorum,” diye söze başladı. “Aslen Göteborglu olduğumu belki biliyorsunuz. Åkerblom’lar ben buraya geldiğimden beri kiliseye üyeler. Her ikisi de Metodist ailelerden geliyor ve birbirlerini de ilk kez kilisede görmüşler. Şimdi de kızlarını gerçek birer Metodist gibi yetiştiriyorlar. Robert ve Louise son derece iyi insanlardır. Çalışkan, cömert ve tutumlu kişiler. Onlardan başka türlü söz etmek mümkün değil. Aslında onları birbirinden ayrı düşünmek de mümkün değil. Kilisemizin üyeleri Louise’in kaybolmasına çok üzüldüler. Dünkü dua sırasında bunu yoğun bir şekilde hissettim.”
Kusursuz aile. Görünürde tek bir pürüz bile yok, diye geçirdi içinden Wallander. Bin farklı kişiyle de konuşsam hepsi aynı şeyi söyleyecek.
Louise Åkerblom’un tek bir kötü tarafı bile yok. Tek bir tane bile. Tek garip olay, onun ortadan kaybolması.
Ama yine de eksik ya da ters bir şeyler var.
“Bir şey mi düşünüyorsunuz, Komiser?” diye sordu Papaz Tureson.
“Kusurları düşünüyorum,” dedi Wallander. “Bütün dinlerin temelinde bu yok mu? Tanrı’nın kusurlarımızın üstesinden gelmede bize yardım edeceği inancı?”
“Elbette.”
“Ama görünen o ki Louise Åkerblom’un bir tane bile kusuru, zayıflığı yok. Onunla ilgili söylenen her şey kusursuz biri olduğu doğrultusunda. Bu da beni kuşkulandırıyor. Gerçekten böylesine tepeden tırnağa iyi insanlar var mı?”
“Louise işte böyle bir insan,” dedi Papaz Tureson.
“Onun neredeyse bir melek olduğunu mu söylüyorsunuz?”
“Pek değil,” dedi Papaz Tureson. “Kilisenin düzenlediği sosyal akşamların birinde bir keresinde kahve yapmıştı. Kahve yaparken elini yakmıştı. Yüksek sesle küfrettiğini duydum.”
Wallander geriye dönüp her şeye yeniden başlamayı düşündü. “Karı kocanın kavga etme olasılığı yok, değil mi?” diye sordu.
“Kesinlikle yok,” diye karşılık verdi Papaz Tureson.