Книга Beyaz Aslan - читать онлайн бесплатно, автор Хеннинг Манкелль. Cтраница 4
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Beyaz Aslan
Beyaz Aslan
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Beyaz Aslan

Hiçbir şey yok, diye geçirdi içinden. Hiçbir şey!

İç çekerek yatak odasının yanındaki odaya girdi. Burası çalışma odasıydı. Masanın başına geçip oturarak çekmeceleri teker teker açmaya başladı. Birkaç albümle bazı mektuplar buldu. Louise Åkerblom’un gülümsemediği ya da gülmediği tek bir fotoğraf bile yoktu. Çekmeceden çıkardıklarını özenle yerine koyup çekmeceyi kapattı ve bir sonrakini açtı. Burada da vergi iadeleri, sigorta poliçeleri, çocukların okullarıyla ilgili bazı kâğıtların dışında ilginç bir şey yoktu.

Masanın en alt çekmecesini açtığında oldukça şaşırdı. Önce çekmecede yalnızca beyaz mektup kâğıtlarının bulunduğunu sanmıştı. Kâğıtları kaldırdığındaysa eline metal bir şey değmişti. Çekip alarak kaşlarını çattı.

Bu, bir çift kelepçeydi. Oyuncak değil, gerçek kelepçelerdi. İngiliz yapımı. Kelepçeleri masanın üstüne koydu. Bunların gizemli bir anlamı olmaları gerekmiyor, diye geçirdi içinden. Ama özenle saklanmışlar. Ve Robert Åkerblom eğer onların orada olduğunu bilseydi mutlaka onları oradan alırdı. Çekmeceyi kapatarak kelepçeleri cebine attı.

Odadan çıkarak bodrumdaki odalara ve garaja bakmaya gitti. Garajdaki raflardan birinde tahta bir uçak maketi duruyordu. Robert Åkerblom’u gözünün önünde canlandırdı. Kim bilir belki de bir zamanlar pilot olmak istemişti?

O sırada telefon çalmaya başladı. Yanıt vermek için koşarak yukarı çıktı.

Bu arada saat dokuz olmuştu.

“Komiser Wallander’le görüşebilir miyim?” Arayan Martinson’du.

“Benim,” dedi Wallander.

“Buraya gelsen iyi olacak,” dedi Martinson. “Hemen.”

Wallander kalbinin hızlı hızlı atmaya başladığını hissetti.

“Onu buldunuz mu?” diye sordu.

“Hayır,” diye yanıtladı Martinson, “ne onu ne de arabasını bulduk. Ama bir ev yanıyor. Ya da şöyle diyeyim, bir evde bomba patladı. Bunun bizim olayla bir bağlantısı olduğunu sanıyorum.”

“Hemen geliyorum,” dedi Wallander.

Robert Åkerblom’a bir not yazarak mutfak masasının üstüne bıraktı.

Krageholm’e giderken yolda Martinson’un söylediklerinden bir anlam çıkarmaya çalışıyordu. Evde bomba patladı? Hangi evde?

Üç büyük kamyonu başarıyla solladı. Yağmur o kadar hızlanmıştı ki silecekler güçlükle yetişiyordu.

Meşe ağacının bulunduğu köşeye geldiğinde yağmur hızını kesmişti. Ağaçların arasından yükselen siyah dumanları gördü. Ağacın hemen yanı başında bir polis arabası kendisini bekliyordu. Arabanın içindeki polislerden biri ağacın yanından dönmesini işaret etti. Wallander bu yolun dün yanlışlıkla girdiği lastik izleriyle dolu yol olduğunu fark etti.

Yolda başka bir şey daha vardı ama bunun ne olduğunu tam olarak anlayamamıştı.

Olay yerine yaklaştığında evi tanıdı. Bu sol tarafta, yoldan görülmeyen evdi. İtfaiye memurları canla başla yangını söndürmeye çalışıyorlardı. Wallander arabasından iner inmez alevlerin sıcaklığını yüzünde hissetti. Martinson koşarak yanına geldi.

“İçerde biri var mı?” diye sordu Wallander.

“Hayır,” dedi Martinson. “Bildiğimiz kadarıyla yok. Zaten içeriye girmek mümkün değil şu anda. Dumandan göz gözü görmüyor. Evin sahibi öldüğünden bu yana, bir yıldan uzun süredir ev boşmuş. Bu civarda yaşayan çiftçilerden biri anlattı. Evle ilgilenen kişi kiralasın mı yoksa satsın mı bir türlü karar veremiyormuş.”

“Peki, ne oldu?” dedi Wallander evden yükselen yoğun dumanlara bakarak.

“Ana yoldan uzaktaydım,” dedi Martinson. “Ordu arama birliklerinden biri buralardaymış. Sonra da bu ani patlama oldu. Sanki bomba patlamış gibiydi. Önce bir uçak düştü sandım. Sonra da dumanı gördüm. Buraya ulaşmam beş dakikamı aldı. Her yer alevler içindeydi. Yalnız ev değil ahır da yanıyordu.”

Wallander düşünmeye çalıştı.

“Bomba,” dedi. “Gaz kaçağı olabilir mi?”

Martinson başını olumsuz bir şekilde iki yana salladı. “Yirmi tüp bile böylesi bir patlamaya neden olmaz,” dedi. “Arkadaki meyve ağaçları havaya uçtu. Kasıtlı yapılmış bir şey bu.”

“Tüm çevre asker ve polisle sarılıyken mi?” dedi Wallander. “Kundaklama için oldukça garip bir zamanlama.”

“İşte bu yüzden aralarında doğrudan bir bağ olabileceğini düşünüyorum,” dedi Martinson.

“Bir fikrin var mı?” diye sordu Wallander.

“Hayır,” diye yanıt verdi Martinson. “Yok.”

“Evin sahibi kimmiş, öğren,” dedi Wallander. “Bu evle araziden kim sorumlu, bunları öğrenmeni istiyorum. Sana katılıyorum, bu, basit bir rastlantıdan öte bir şey. Björk nerede?”

“Basın toplantısına hazırlanmak için merkeze gitti,” dedi Martinson. “Söylediklerini asla yazmayan gazetecilerle bir araya her gelişinde ne denli tedirgin olduğunu bilirsin. Ama olanlardan haberi var. Svedberg haber verdi. Senin burada olduğunu da biliyor.”

“Yangını söndürdüklerinde evi yakından inceleyeceğim,” dedi Wallander. “Ama bu arada çevreyi iyice araştırmaları için çocukları görevlendirebilirsin.”

“Louise Åkerblom’u aramaları için mi?” diye sordu Martinson.

“Öncelikle arabasını bulmaya çalışsınlar,” dedi Wallander.

Martinson çiftçiyle konuşmak üzere uzaklaştı. Wallander itfaiyecilerin yangını söndürmelerini izledi.

Eğer gerçekten bir bağlantı varsa, ne olabilirdi? Bir kadın kayboluyor ve bir ev havaya uçuyor. Üstelik araştırma yapan adamların burnunun dibinde!

Saatine baktı. Ona on vardı. İtfaiye erlerinden birine seslendi.

“Çevreyi aramaya ne zaman başlayabilirim?”

“Yangını henüz tam olarak söndüremedik,” diye cevapladı iftaiye eri. “Sanırım öğleden sonra araştırmaya başlayabilirsiniz.”

“İyi,” dedi Wallander. “Feci bir patlama olmuş.”

“Yüzlerce kilo dinamiti ateşlemek için çakılmadıysa, bir kibritle çıkacak yangın değil,” dedi itfaiyeci.

Wallander arabasına binerek Ystad’a geri döndü. Yoldan, santralde görevli Ebba’yı arayarak Björk’e merkeze gelmekte olduğunu haber vermesini istedi. Sonra birden bir şeyi unuttuğunu hatırladı. Geçen akşam polis devriye arabalarından biri bozuk yolların birinde az kalsın bir Mercedes’le çarpışmak üzere olduklarını rapor etmişti. Wallander bu olayın havaya uçan evin civarında olduğundan emindi.

Rastlantılar biraz fazla, diye geçirdi içinden. Yakında artık bilmecenin parçalarını bir araya koyabileceğiz.

Wallander içeri girdiğinde Björk merkezin girişindeki danışmanın önünde volta atıyordu.

Wallander’i görünce, “Şu basın toplantılarına bir türlü alışamıyorum,” dedi. “Svedberg’in telefonla haber verdiği yangından ne haber? Bu konuda bir hayli garip konuştu. Evle ahırın havaya uçtuğunu söyledi. Bu ne demek oluyor? Hangi evden söz ediyor?”

“Svedberg’in söyledikleri büyük bir olasılıkla doğru,” dedi Wallander. “Ancak bu mevzuyu Louise Åkerblom’un kayboluşu hakkında yapacağımız basın toplantısından sonra konuşuruz. O zamana kadar oradaki çocuklar belki biraz bilgi de toplamış olurlar.”

Björk başını evet dercesine salladı.

“Basın toplantısını olabildiğince basit tutalım,” dedi. “Kısa ve net bir şekilde kadının kaybolduğunu söyleyelim, resmini verelim ve basından bu kayıp haberinin yayınlanmasını isteyelim. Soruşturmayla ilgili sorulara sen yanıt verirsin.”

“Hangi soruşturmayla? Soruşturma diye bir şey yok,” dedi Wallander. “Kadının arabasını bulabilseydik, o zaman belki bir şeyler söyleyebilirdim. Ama bulamadık ve elimizde tek bir ipucu bile yok.”

“O zaman bir şeyler bul,” dedi Björk. “Gazetecilere söyleyecek bir şeyleri olmayan polislere kimse saygı göstermez. Bunu sakın unutma.”

Basın toplantısı yarım saat sürdü. Yerel gazete ve radyo istasyonlarının yanı sıra Expressen ve Idag gazetelerinin yerel temsilcileri de gelmişti. Buna karşın Stockholm gazetelerinden kimse yoktu. Kadını bulmadan gelmezler, diye düşündü Wallander. Onlar da kadının öldüğünü düşünüyorlar.

Björk basın toplantısını açarak bir kadının kaybolduğunu ve polisin bu olayı büyük bir ciddiyetle incelediğini açıkladı. Kadınla arabayı tarif ettikten sonra Louise’in resmini dağıttı. Sonra da gazetecilere sorularını beklediklerini söyleyerek Wallander’e doğru baktı, başını sallayıp yerine oturdu. Wallander kürsüye çıkarak bekledi.

“Sizce ne olmuş olabilir?” diye sordu yerel radyo istasyonundan bir muhabir. Wallander onu daha önce hiç görmemişti. Yerel radyo istasyonu sürekli eleman değiştiriyordu galiba.

“Şu anda hiçbir şey bilmiyoruz,” diye yanıtladı Wallander. “Ama olaylar Louise Åkerblom’un kaybolmasını büyük bir ciddiyetle ele almamızı gerektiriyor.”

“O zaman bize olaylardan söz edin,” dedi yerel muhabir.

Wallander anlatmaya başladı: “Bu ülkede kayıp haberi verilen insanların çoğunun er ya da geç geri geldiğini hepimiz biliyoruz. Kayıp olaylarının üçte ikisi mutlu sonla bitmiştir. En yaygın neden, unutkanlıktan ileri gelmektedir. Ara sıra da başka nedenler ortaya çıkar. İşte ancak o zaman bizler bu kayıp olayını büyük bir ciddiyetle ele alırız.”

Björk elini kaldırıp araya girdi: “Bu da elbette polisin diğer kayıp olaylarını ciddiye almadığı anlamına gelmez.”

Aman Tanrım, diye içinden geçirdi Wallander.

Expressen gazetesinin kızıl saçlı ve sakallı genç muhabiri, elini kaldırarak konuşmaya başladı. “Biraz daha açık ve net konuşamaz mısınız?” diye sordu. “Bir cinayet olasılığını düşünüyor musunuz? Düşünmüyorsanız neden? Bence genç kadının nerede kaybolduğu ve onu en son kimin gördüğü konusu da açık seçik değil.”

Wallander onaylarcasına başını salladı. Gazeteci haklıydı. Björk birçok konuyu üstü kapalı geçmişti.

“Geçen cuma günü öğleden sonra saat üçü biraz geçe Skurup’taki Sparbanken’den çıkmış,” diyerek açıklamaya başladı. “Banka çalışanlarından biri, genç kadının arabasına binip üçü çeyrek geçe park yerinden ayrıldığını görmüş. Saat konusunda eminiz. Bundan sonra da bir daha onu kimse görmemiş. İki olası yoldan birinden gittiğinden eminiz. Ya Ystad’a doğru E14 karayolundan ya da Slimminge ve Rögla’dan geçerek Krageholm’e doğru gitti. Sizin de az önce duyduğunuz gibi Louise Åkerblom emlakçı. Satışa çıkarılacak evlerden birini görmeye gitmiş olabilir. Ya da doğruca evine gitmiştir. Yolda neye karar verdiğinden emin değiliz.”

“Satılacak ev neresiymiş?” diye sordu yerel gazete muhabirlerinden biri.

“Araştırmamızın bir bölümünü oluşturduğu için bu soruya yanıt veremeyeceğim,” diye cevap verdi Wallander.

Basın toplantısı kısa bir süre sonra bitti. Yerel radyonun muhabiri Björk’le kısa bir söyleşi yaptı. Wallander dışarıda, koridorda yerel gazete muhabirlerinden birinin sorularını yanıtladı. Gazeteciler gittikten sonra, bir fincan kahve alarak odasına gidip yangın yerini aradı. Telefona yanıt veren Svedberg, Martinson’un polisleri gruplara ayırarak yanan evin çevresini araştırmaya gönderdiğini söyledi.

“Böyle bir yangını ilk kez görüyorum,” diyordu. “Yangın söndürüldüğünde geriye küllerden başka bir şey kalmayacak.”

“Öğleden sonra oraya geleceğim,” dedi Wallander. “Şimdi yine Robert Åkerblom’un yanına gidiyorum. Eğer bir gelişme olursa beni orada bulabilirsin.”

“Tamam,” dedi Svedberg. “Basın neler söyledi?”

“Önemli bir şey olmadı,” dedi Wallander telefonu kapatırken.

Tam o sırada da Björk kapıdan içeri girdi. “Toplantı çok iyi geçti,” dedi. “Kimse ukalalık etmedi, mantıklı sorularla yetindiler. Umarım söylediklerimizi yazarlar.”

Wallander basın toplantısına ilişkin herhangi bir değerlendirme yapma zahmetine girmeden, “Yarın santrale bir iki kişi daha koyalım,” dedi. “İki çocuklu dindar bir kadın ortadan kaybolunca birçok kişinin telefon edip hem ne olduğunu soracağından hem de polisi kutsayıp dua ettiklerini söyleyeceklerinden eminim. Bunların dışında belki bize yararlı bir şeyler söyleyebilecek birileri de arayabilir.”

“Tabii kadını bugün bulamazsak,” dedi Björk.

“Bulamayacağımızı ikimiz de biliyoruz,” dedi Wallander.

Sonra da yangını anlatmaya başladı. Patlamayı. Björk endişeli bir yüz ifadesiyle anlatılanları dinledi.

“Sence bunlar ne anlama geliyor?” diye sordu.

Wallander kollarını uzattı. “Bilmiyorum. Birazdan Robert Åkerblom’u görmeye gideceğim. Bakalım anlatacak yeni bir şeyi var mı?”

Björk kapıya doğru yürüdü.

“Saat beşte odamda toplantı var,” dedi.

Wallander tam odasından çıkarken Svedberg’ten bir şey istemeyi unuttuğunu hatırladı. Yangın yerine bir kez daha telefon etti.

“Dün gece polis arabalarından birinin bir Mercedes’le burun buruna gelişini hatırlıyor musun?”

“Hayal meyal,” diye yanıtladı Svedberg.

“Bununla ilgili her şeyi öğrenmeni istiyorum,” diye sürdürdü konuşmasını Wallander. “O Mercedes’in yangınla bir şekilde ilişkisi olduğunu hissediyorum. Louise Åkerblom’la bir ilgisi olup olmadığından ise emin değilim.”

“Tamam,” dedi Svedberg. “Başka bir şey var mı?”

“Beşte toplantı var,” dedi Wallander telefonu kapatırken.

On beş dakika sonra Åkerblom’ların mutfağındaydı yine. Birkaç saat önce oturduğu aynı sandalyede çayını yudumluyordu.

“Bazen beklenmedik bir anda ortaya çıkan acil durumlarla karşılaşıyoruz,” dedi Wallander. “Büyük bir yangın çıkmıştı, oraya gitmek zorunda kaldım. Ama kontrol altına alındı neyse ki.”

“Anlıyorum,” dedi Robert Åkerblom kibarca. “Polis olmanın pek kolay olduğunu sanmıyorum.”

Wallander karşısında oturan adama dikkatle baktı. Aynı anda da pantolonunun cebindeki kelepçeleri hatırladı. Aklındaki soruları aslında hiç sormak istemiyordu.

“Birkaç sorum var,” dedi. “Sorabilir miyim?”

“Elbette,” dedi Åkerblom. “Sorabilirsiniz.”

Wallander, Robert Åkerblom’un ses tonundaki belli belirsiz tedirginliği fark etmişti.

“Karınız hasta mıydı?”

Adam ona şaşkınlıkla baktı. “Hayır,” diye cevap verdi. “Bunu da nereden çıkardınız?”

“Onun ciddi bir hastalığı olduğu kanısına kapıldım. Son zamanlarda doktora gitmiş miydi?”

“Hayır. Eğer hasta olsaydı bunu mutlaka bana söylerdi.”

“İnsanlar bazen böylesi ciddi hastalıklar söz konusu olduğunda konuşmakta zorlanabilirler,” dedi Wallander. “Ya da en azından düşüncelerini ve duygularını toplamak için birkaç gün beklemeyi yeğlerler. Genellikle duygularını paylaşmak, bir teselli aramak isteyen hasta bunu kendi kendine yapmak zorunda kalır.”

Robert Åkerblom yanıt vermeden bir an düşündü.

“Böyle bir durumla karşı karşıya olduğunu hiç sanmıyorum.”

Wallander başını sallayarak sorularını sormayı sürdürdü.

“İçki sorunu var mıydı?”

Robert Åkerblom yüzünü buruşturdu.

“Nasıl böyle bir soru sorabilirsiniz?” dedi bir anlık bir sessizlikten sonra. “İkimiz de alkolden uzak dururuz.”

“Ama eviyenin altındaki dolap ağzına kadar içki dolu,” dedi Wallander.

“Başkalarının içki içmelerine karışmayız,” diye karşılık verdi Åkerblom. “Elbette makul ölçülerde. Ara sıra arkadaşlarımız gelir. Bizim gibi küçük bir emlak şirketi bile, müşterilerini zaman zaman uygun bir şekilde ağırlamalıdır, öyle değil mi?”

Wallander başını onaylarcasına salladı. Bu yanıtı sorgulaması için bir neden yoktu. Bakışlarını Robert Åkerblom’un yüzünden ayırmadan kelepçeleri cebinden çıkararak masanın üstüne koydu.

Düşündüğü oldu. Adamın yüzünde şaşkınlık dolu bir ifade belirdi.

“Beni tutukluyor musunuz?” diye sordu.

“Hayır,” dedi Wallander. “Ama bu kelepçeleri yukardaki çalışma odanızda, masanın en alt çekmecesinde kâğıtların altında buldum.”

“Kelepçe mi,” diye mırıldandı Robert Åkerblom. “Bunları ilk kez görüyorum.”

“Kelepçeleri çekmeceye kızlarınızdan biri koymadığına göre bunlar herhâlde karınızın,” diye üsteledi Wallander.

Robert Åkerblom başını şaşkınlıkla iki yana sallayarak, “Anlayamıyorum,” dedi.

Wallander birden karşısında oturan adamın yalan söylediğini hissetti. Sesindeki belli belirsiz öfkeden, bakışlarında bir an için yanıp sönen güvensiz ifadeden hissetmişti bunu. Ve bu da ona yetmişti.

“Kelepçeleri çekmeceye başka biri koymuş olabilir mi?” diye sordu sakin bir sesle.

“Bilmiyorum,” dedi Robert Åkerblom. “Bize yalnızca kilisedeki dostlarımız gelir. Müşteriler dışında demek istiyorum ve onlar da hiçbir şekilde yukarı çıkmazlar.”

“Hiç kimse! Öyle mi?”

“Ebeveynlerimiz. Birkaç akrabamız ve çocukların arkadaşları.”

“Yani epeyce kişi…” dedi Wallander.

“Anlayamıyorum,” dedi bir kez daha Robert Åkerblom.

Belki de kelepçeyi orada nasıl unutmuş olabileceğini anlamıyorsundur, diye geçirdi içinden Wallander. Bu kelepçelerin ne anlama geldiğini mutlaka bulmam gerek…

Wallander ilk kez Robert Åkerblom’un karısını öldürüp öldürmediğini sordu kendi kendine. Ama sonra da bu soruyu kafasının bir kenarına attı. Kelepçeler ve adamın yalan söylemesi Wallander’in düşündüklerini tersine çevirecek denli güçlü kanıtlar değildi.

“Bu kelepçelerin çekmeceye nasıl girdiğini açıklayamayacağınızdan emin misiniz?” diye sordu Wallander bir kez daha. “Evde kelepçe bulundurmanın yasalara aykırı olmadığını belirtmeliyim. Bunun için ruhsata ihtiyacınız yok. Öte yandan da her canınız istediğinde insanları kelepçeleyemezsiniz, tabii ki.”

“Size yalan söylediğimi mi düşünüyorsunuz?” diye sordu Robert Åkerblom.

“Hiçbir şey düşünmüyorum,” dedi Wallander. “Ben yalnızca bu kelepçelerin neden çalışma odanızdaki masanın çekmecesinde olduğunu öğrenmek istiyorum.”

“Onların bu eve nasıl girdiğinden haberim olmadığını az önce de söyledim size.”

Wallander evet dercesine başını salladı. Daha fazla baskı yapmanın bir anlamı yoktu. En azından şimdilik. Ama yine de adamın yalan söylediğinden emindi. Evliliklerinin hiç de iyi gitmediği ve çok kötü bir cinsel yaşamları söz konusu olabilir miydi acaba? Bu, Louise Åkerblom’un neden ortadan kaybolduğunu açıklayabilir miydi?

Wallander görüşmenin bittiğini belirtircesine çay fincanını hafifçe kenara itti. Kelepçeleri mendiline sararak cebine koydu. Teknik bir inceleme bunların ne amaçla kullanıldığını açıklayabilirdi.

“Şimdilik bu kadar,” dedi Wallander ayağa kalkarak. “Bir şey olursa hemen sizi arayacağım. Akşam gazetelerinde ve yerel radyo yayınında bu olaya yer verileceğinden bu akşam hazırlıklı olmanızda yarar var. Birçok kişi telefon edip ne olduğunu soracaktır. Tüm bunların araştırmamıza yardımcı olacağını umuyoruz.”

Robert Åkerblom karşılık vermeden başını evet dercesine sallamakla yetindi.

Wallander adamın elini sıkarak arabasına gitti. Hava değişiyordu. Yağmurun hızı kesilmişti. Rüzgâr da eskisi gibi sert esmiyordu.

Wallander birkaç sandviç atıştırıp bir fincan kahve içmek için tren istasyonunun yanındaki Fridolf’un Kafesi’ne doğru sürdü arabasını. Yeniden arabasına binip yangın yerine doğru yola koyulduğunda saat 12.30 olmuştu. Arabasını park etti, barikatın üstünden atlayarak bir kül yığını hâline gelmiş olan ahırla eve şaşkınlıkla baktı. Polis henüz araştırmayı başlatmamıştı. Wallander küllerin yanına yaklaşarak çok iyi tanıdığı görevli itfaiye şefi Peter Edler’le konuşmaya başladı.

“Yangını söndürdük sayılır,” dedi. “Yapacak bir şey yok. Ne dersin, kundaklama mı?”

“Bilmiyorum,” diye cevap verdi Wallander. “Svedberg’i ya da Martinson’u gördün mü?”

“Galiba bir şeyler atıştırmaya gittiler,” diye yanıtladı Edler. “Rydsgård’a gittiler. Albay Hernberg sorumluluğu devraldı. Yakında dönerler sanırım.”

Wallander başını sallayarak itfaiye şefinin yanından ayrıldı.

Birkaç metre ileride köpekli bir polis duruyordu. Sandviç yiyordu, köpek de bir patisiyle ıslak zemini eşeliyordu. Birden köpek havlamaya başladı. Polis sabırsızlıkla köpeğin tasmasını çekiştirdi, derken köpeğin toprağı kazmaya çalıştığını fark etti. Wallander polisin sandviçini bir kenara fırlatıp köpeğin kazmaya çalıştığı yere dikkatle baktığını gördü. Wallander çok meraklanmıştı, hemen yanlarına gitti.

“Köpek ne buldu?” diye sordu.

Polis başını çevirip Wallander’e baktı. Yüzü kireç gibi olmuştu. Titriyordu. Wallander yere çömeldi. Çamurların arasında bir parmak duruyordu. Kara derili bir parmak. Bu bir insan parmağıydı. Wallander’in midesi bulandı. Köpeği tutan polise hemen gidip Svedberg’le Martinson’u bulmasını söyledi.

“Hemen buraya gelsinler,” dedi. “Yemekleri bitmemiş de olsa, hemen gelsinler. Arabamın arka koltuğunda boş bir plastik torba var. Onu getir buraya.”

Polis söylenileni yaptı.

Neler oluyor, diye geçirdi içinden Wallander. Bir siyahi parmağı. Bir parmak! Kesilmiş bir parmak! Skåne’nin orta yerinde…

Polis plastik torbayla döndüğünde Wallander parmağı yağmurdan korumak için torbaya koydu. Haber hemen duyulmuştu, itfaiyeciler parmağı görmek için Wallander’in başına üşüştüler.

“Küllerin arasında bir ceset aramalıyız,” dedi Wallander itfaiye şefine. “Bu parmağın sahibinin cesedini… Burada ne olup bittiğini ancak Tanrı bilir.”

“Bir parmak,” diye mırıldandı Peter Edler şaşkınlıkla.

Yirmi dakika sonra Svedberg’le Martinson koşarak yanlarına yaklaştı. Parmağa şaşkınlıkla baktılar. İkisi de bir şey söylemedi. Sonunda sessizliği bozan Wallander oldu. “Hiç olmazsa bir şeyden eminiz,” dedi. “Bu, Louise Åkerblom’un parmağı değil.”

5

Saat beşte merkezdeki toplantı odalarından birinde toplandılar. Wallander bundan daha sessiz geçen bir toplantı hatırlamıyordu. Kesik parmak masanın ortasında, plastik torbanın içinde duruyordu. Björk’ün parmağı görmemek için sandalyesini hafifçe çevirdiğini fark etti. Onun dışında herkes masanın ortasındaki parmağa sessizce bakıyordu.

Bir süre sonra hastaneden bir ambulans gelerek parmağı alıp götürdü. Ardından Svedberg kahve getirmeye gitti ve Björk de toplantıyı başlattı.

“Bir kez daha nutkum tutuldu,” diye başladı söze. “Aranızda bu parmağa ilişkin bir açıklaması olan var mı?”

Kimseden ses çıkmadı. Bu, aslında öylesine sorulmuş bir soruydu.

“Wallander,” dedi Björk. “Soruşturmada ne kadar yol aldığımızın kısa bir özetini yapar mısın?”

“Pek kolay olmayacak,” dedi Wallander. “Ama yine de çalışacağım.”

Not defterini açarak sayfaları çevirdi. “Louise Åkerblom tam dört günden beri kayıp,” diye başladı söze. “Kesin konuşmak gerekirse doksan sekiz saattir kayıp. Bildiğimiz kadarıyla onu gören yok. Onu ve arabasını ararken bir evde büyük bir patlama oldu. Louise’in o evde olabileceğini düşünmüştük. Evin sahibinin bir süre önce öldüğünü ve binanın vârisler tarafından satılığa çıkarıldığını biliyoruz. Onları Varnämo’da yaşayan bir avukat temsil ediyor. Ev bir yıldan beri boş. Vârisler evin satılması ya da kiralanması konusunda henüz kesin bir karar alamamışlar. Vârislerin bir kısmının evi satın almaları da söz konusu. Avukatın adı Holmgren. Varnämo’daki meslektaşlarımıza avukatla konuşmalarını rica ettik. Vârislerin adlarını ve adreslerini öğrenmek istiyoruz.”

Devam etmeden önce kahvesinden bir yudum aldı.

“Yangın saat dokuzda başladı,” dedi. “Kanıtlar, zaman ayarlı, çok güçlü bir patlayıcının kullanıldığını gösteriyor. Yangının her zamanki basit nedenlerden ötürü çıktığını düşünmemizi gerektirecek bir neden yok ortada. Holmgren evde gaz kaçağı olmadığından emin. Ev geçen yıl baştan sona onarılmış. Yangın söndürme işlemleri sürerken polis köpeklerinden biri yangından yaklaşık yirmi beş metre ötede bir insan parmağının kokusunu aldı. Bu sol elin ya işaret ya da orta parmağı. Bir siyahiye ait. Olay yeri her şeyi didik didik aradı ama başka bir şey bulunamadı. O bölgede yoğun bir arama yaptık ama biz de hiçbir şey bulamadık. Ne Louise Åkerblom’u ne de arabasını bulabildik. Ev havaya uçtu ve biz bir siyahinin parmağını bulduk. Hepsi bu kadar.”

Björk yüzünü buruşturdu. “Doktorlar ne diyor?” diye sordu.

“Hastaneden Maria Lestadius buradaydı,” dedi Svedberg. “Adli tıpla hemen bağlantı kurmamız gerektiğini söyledi. Parmak okuma konusunda uzman olmadığını belirtti.”

Björk tedirginlikle kıpırdadı. “Tekrar et bakayım,” dedi. “Parmak okumak mı dedi?”

“Evet, aynen böyle söyledi,” diye karşılık verdi Svedberg. Björk yine her zamanki gibi gereksiz bir şeyin üstünde durmuştu.

Björk’ün meşhur bir alışkanlığı vardı, bazen önemsiz şeylere takılır kalırdı. Bir elini sertçe masaya vurdu. “Bu çok kötü,” dedi. “Şöyle söyleyeyim, hiçbir şey bilmiyoruz. Robert Åkerblom kayda değer bir şey söylemedi mi?”

Wallander şimdilik kelepçelerden söz etmemeye karar vermişti. Aksi hâlde konunun başka bir yöne çekilmesinden korkuyordu. Ayrıca kelepçelerin genç kadının kaybolmasıyla bir ilgisi olduğundan emin de değildi.

“Hayır,” diye yanıtladı. “Bana kalırsa Åkerblom’lar İsveç’in en mutlu ailesi.”

“Kadın dini açıdan psikolojik bir bunalım geçiriyor olabilir mi?” diye sordu Björk. “Mezheplerle ilgili oldukça garip şeyler duyuyoruz.”

“Metodistler garip değil ki. Kilisemizin en eski mezheplerinden biri. Ama doğrusunu istersen ne işe yaradıklarından haberim yok.”

“Bunu da incelemeliyiz,” dedi Björk. “Şimdi ne yapmamız gerekiyor?”

“Umarım basın toplantısından bir şey çıkar,” dedi Martinson. “Belki birkaç kişi arayıp yararlı bilgiler verir.”

“Telefon trafiğini düzenleyecek bir iki eleman daha gönderdim santrale,” dedi Björk. “Yapmamız gereken başka bir şey var mı?”

“Elimizdekilere bir bakalım,” dedi Wallander. “Pek fazla bir şey yok, değil mi? Yalnızca kesik bir parmak var. Bu, bir yerlerde sol elinin parmaklarından biri kesik, bir siyahinin olduğunu gösterir. Bu da, adamın bir doktora ya da bir hastaneye ihtiyacı olduğu anlamına geliyor. Eğer henüz hastaneye ya da doktora gitmemişse mutlaka yakında gidecektir. Adamın polisle bağlantı kurma olasılığını da göz ardı edemeyiz. Hiç kimse durup dururken kendi parmağını kesmez. Yani buna sıklıkla rastlanılmaz demek istiyorum. Bir başka deyişle biri ona işkence yapmış olmalı. Adamın ülke dışına kaçmış olabileceğini de göz önünde bulundurmalıyız.”