Книга Beyaz Aslan - читать онлайн бесплатно, автор Хеннинг Манкелль. Cтраница 3
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Beyaz Aslan
Beyaz Aslan
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Beyaz Aslan

“Başka bir adam?”

“Elbette yok. Umarım Robert’e bunları sormazsınız.”

“Dini açıdan bazı kuşkulara kapılmış olabilir mi?”

“Bunun asla söz konusu olmayacağından eminim. Olsaydı hissederdim.”

“İntihar etmesi için herhangi bir neden var mıydı?”

“Hayır.”

“Ya da çıldırması için?”

“Neden çıldırsın ki? Son derece dengeli bir kişiliği var onun.”

Wallander kısa bir sessizlikten sonra, “Birçok kişinin bir ya da birkaç sırrı vardır,” dedi. “Louise Åkerblom’un da ne kocasıyla ne de başkalarıyla paylaşabileceği bir sırrı olamaz mı?”

Papaz Tureson başını salladı. “Elbette herkesin bir sırrı vardır,” dedi. “Genellikle de bunlar karanlık, kasvetli sırlardır. Yine de Louise’in ailesini terk etmesi ve bunca üzüntüye neden olmasını gerektiren bir sırrı olduğunu kesinlikle düşünmüyorum.”

Wallander’in başka sorusu yoktu.

Eksik bir şeyler var, diye geçirdi içinden. Kusursuz gözüken bu resimde eksik olan bir şey var.

Ayağa kalkarak Papaz Tureson’a teşekkür etti.

“Kilisenize gelen diğer kişilerle de konuşacağım,” dedi. “Tabii, eğer ortaya çıkmazsa.”

“Ortaya çıkmak zorunda,” dedi Papaz Tureson. “Başka bir olasılık yok.”

Wallander, Metodist kilisesinden ayrıldığında saat dördü beş geçiyordu. Yağmur başlamıştı. Sert rüzgârda ürperdi. Kendini çok yorgun hissediyordu. Bir süre arabada oturdu, iki küçük kızın annelerini yitirdikleri düşüncesiyle başa çıkamıyor gibiydi.

* * *

Saat dört buçukta merkezde, Björk’ün bürosunda toplandılar. Martinson kanepede oturuyor, Svedberg de duvara yaslanmıştı. Her zamanki gibi elini sanki bir tel saç bulacakmışçasına kel kafasında dolaştırıp duruyordu. Wallander ahşap bir sandalyeye oturmuştu. Björk masasında, telefonda konuşuyordu. Sonunda telefonu kapattı, santrali arayarak Robert Åkerblom’un dışında hiç kimsenin telefonunu bağlamamasını söyledi.

“Ne kadar yol aldık?” diye sordu Björk. “Nereden başlayacağız?”

“Doğrusu ben bir arpa boyu bile yol alamadım,” diye karşılık verdi Wallander.

“Svedberg’le Martinson’a gerekli bilgiyi verdim,” dedi Björk. “Kadının arabasını arıyoruz. Bu olayın ciddi olduğunu düşünüyoruz.”

“Düşünüyor musunuz?” dedi Wallander. “Bu olay ciddi. Eğer bir kaza olsaydı şimdiye dek çoktan duyardık. Ama duymadık. Bu da bizim bir cinayetle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Ben kadının öldüğünü düşünüyorum.”

Martinson soru sormaya başlayınca Wallander onu yarıda keserek o gün öğleden sonra yaptıklarını anlattı. Meslektaşlarına neden Louise’in öldüğüne inandığını açıklamak zorundaydı. Louise Åkerblom gibi biri ailesini isteyerek terk etmezdi. Telesekretere saat beşte evde olacağı mesajını bırakmasına karşın mutlaka biri ya da bir şey onun eve gitmesini engellemişti.

“Oldukça tuhaf,” dedi Björk, Wallander sözünü tamamladığında.

“Emlakçı, kilise üyesi, anne, sadık bir eş,” dedi Martinson. “Belki de tüm bunlar ona birden çok fazla geldi. Pasta alıp eve gidecekken birden direksiyonu kırıp Kopenhag’a gitmeye karar vermiş olamaz mı?”

“Arabayı bulmak zorundayız,” dedi Svedberg. “Arabayı bulmadan hiçbir yere varamayız.”

“Önce o satılık evi bulmalıyız,” dedi Wallander. “Robert Åkerblom aramadı mı?”

Aramamıştı.

“Eğer Louise, Krageholm’deki evi görmeye gerçekten gitmişse, onu ya da cesedini buluncaya kadar izini sürebiliriz.”

“Peters’le Norén, Krageholm’ün ara sokaklarını arıyorlar,” dedi Björk.

“Toyota Corolla’yı bulamadılar. Ama onun yerine çalıntı bir kamyon bulmuşlar.”

Wallander telesekreterin bandını çıkardı cebinden. Teybe yerleştirdiler. Masanın yanına yaklaşarak Louise Åkerblom’un sesini dinlediler.

“Bandı incelemeliyiz,” dedi Wallander. “Teknik ekibin bir şey bulabileceğini sanmıyorum ama yine de incelemeliyiz.”

“Bir şey kesin,” dedi Martinson. “Bu mesajı bıraktığında ne tehdit ne de baskı altındaydı, korkmuyor ve endişeli değildi, mutsuz ya da çaresiz de değildi.”

“Bu da mutlaka olağan dışı bir şeyler olduğunu gösteriyor,” dedi Wallander. “Saat üçle beş arasında. Skurup, Krageholm ve Ystad arasında. Üç gün önce.”

“Ne giymişti?” diye sordu Björk.

Wallander bu en temel soruyu kadının kocasına sormayı unuttuğunu şaşkınlıkla fark etti. Sormayı unuttuğunu söyledi.

“Ben yine de bu kaybolma olayının bir açıklaması olduğunu düşünüyorum,” dedi Martinson düşünceli bir sesle. “Senin de söylediğin gibi Kurt, bu kadın öyle kendi özgür iradesiyle ortadan kaybolacak tipte biri değil. Ama her şeye karşın tecavüz ve cinayetle çok sık karşılaşmıyoruz. Bence her zamanki yolu izlemeliyiz. Paniğe kapılmayalım.”

“Paniğe kapıldığım yok,” dedi Wallander, öfkelendiğini hissederek.

“Bence elde edilen bulgular olayın içeriğini belli ediyor.”

Björk söze karışmak üzere ağzını açtığında telefon çaldı.

“Telefon bağlamamasını söylemiştim,” dedi Björk.

Wallander telaşla elini telefona uzattı.

“Robert Åkerblom arıyor olabilir,” dedi. “Onunla benim konuşmam galiba daha iyi olacak.”

Ahizeyi kaldırıp adını söyledi.

“Ben Robert Åkerblom. Louise’i buldunuz mu?”

“Hayır,” dedi Wallander. “Henüz bulamadık.”

“Az önce dul kadın aradı,” dedi Robert Åkerblom. “Evinin adresini verdi, krokisini çıkarttım. Ben oraya gidiyorum.”

Wallander bir süre düşündü.

“Ben de sizinle geleyim,” dedi. “Böylesi çok daha iyi. Birazdan oradayım. Krokinin birkaç kopyasını çıkartabilir misin? Beş tane yeter.”

“Tamam,” dedi Robert Åkerblom.

Wallander dindar insanların yasalara ne kadar çabuk boyun eğdiklerini, otorite karşısında ne denli yumuşak başlı olabildiklerini düşündü.

Bununla birlikte hiç kimse Robert Åkerblom’un karısını aramaya tek başına gitmesine karşı çıkamazdı.

Wallander ahizeyi yerine koydu.

“Artık elimizde adres var,” dedi. “İki arabayla gidelim. Robert Åkerblom da gelmek istiyor. Onu benim arabaya alırım.”

“Birkaç tane polis ekibinin de gelmesi gerekmez mi?” dedi Martinson.

“Gerekseydi bunu söylerdim,” dedi Wallander. “Önce adrese bakalım ve bir plan yapalım. Sonra elimizdeki her olanağı kullanırız.”

“Bir şey olursa beni ara,” dedi Björk. “Ya evdeyim ya da burada.”

Wallander koşar adımlarla koridora çıktı. Acelesi vardı. Louise Åkerblom’un yaşayıp yaşamadığından emin olmak zorundaydı.

Robert Åkerblom’un kadının verdiği adrese göre çizdiği krokiyi alarak Wallander’in arabasına bindiler.

“E14 karayoluna çıkalım,” dedi Svedberg. “Katslösa ve Kade Gölü çıkışına dek gidelim, sonra Knickarp’tan sola dönelim, sonra da tozlu ve bozuk yolu buluncaya dek gidelim.”

“Bekle bir dakika,” dedi Wallander. “Sen olsaydın, Skurup’ta hangi yolu izlerdin?”

Birçok seçenek vardı. Kısa bir tartışmadan sonra Wallander, Robert Åkerblom’a döndü.

“Ne dersin?” diye sordu.

“Bence Louise arka sokaklardan gitmiştir,” diye cevap verdi hiç duraksamadan. “E14’teki trafikten hiç hoşlanmaz. Bana kalırsa Svaneholm ve Brodda yolundan gitmiştir.”

“Acelesi olsa bile mi? Saat beşte evde olmak istemesine karşın mı?”

“Evet,” dedi Robert Åkerblom.

Wallander, Martinson’la Svedberg’e, “Siz o yoldan gidin,” dedi. “Biz de doğruca eve gideceğiz. Gerekirse araç telefonundan haberleşiriz.”

Ystad’ın dışına çıktılar. Wallander, Martinson’la Svedberg’in yolları daha uzun olduğundan geçmeleri için sağa çekilip yol verdi. Robert Åkerblom gözlerini yoldan ayırmadan oturuyordu. Ellerini ne yapacağını bilemez bir hâlde, endişeli bir tavırla ovuşturup duruyordu.

Wallander, Åkerblom’un gerginliğini hissedebiliyordu. Acaba ne bulacaklardı?

Kade Gölü çıkışına yaklaştıklarında frene basarak arabayı yavaşlattı, arkasındaki kamyonun geçmesi için sağa çekildi. İki yıl önce bir sabah bir çiftlikte çiftçiyle karısı dövülerek öldürüldüğünde de bu yoldan geçtiğini hatırladı birden. Bu anıyı kafasından uzaklaştırmak için başını hafifçe salladı ve geçen yıl ölen meslektaşı Rydberg’i düşünmeye başladı. Wallander sıra dışı bir olayla her karşılaştığında eski arkadaşı Rydberg’in öğütlerini ve deneyimlerini özler dururdu.

Şu bizim ülkemizde neler oluyor, diye sordu kendi kendine. Eski moda hırsızlarla sahtekârlar nereye gittiler? Bu anlamsız şiddet nereden kaynaklanıyor?

Åkerblom’un çizdiği kroki vites kolunun yanında duruyordu.

“Doğru yolda mıyız?” diye sordu arabanın içindeki derin sessizliği bozmak için.

“Evet,” diye yanıtladı Robert Åkerblom gözlerini yoldan ayırmayarak. “Bundan sonraki tepeyi geçtikten hemen sonra sola döneceğiz.”

Krageholm ormanından geçtiler. Göl, ağaçların arasında sol tarafta kalmıştı. Wallander arabayı yavaşlattı, sapağı aramaya başladılar.

Sapağı ilk gören Robert Åkerblom oldu. Wallander sapağı geçmişti, arabayı geri vitese taktı, sapağa yaklaşınca durdurdu.

“Siz arabada kalın,” dedi. “Ben çevreye bir bakmak istiyorum.”

Bozuk yolu kesen sapak az ilerideydi. Wallander yere çömelerek tekerlek izlerini bulmaya çalıştı, belli belirsiz izler gördü. Robert Åkerblom’un gözlerini ensesinde hissediyordu.

Arabaya geri dönerek Martinson’la Svedberg’i aradı. Skurup’taydılar.

“Bozuk yolun başındayız,” dedi Wallander. “Bu yola girdiğinizde dikkatli olun. Tekerlek izlerini bozmayın.”

“Tamam,” dedi Svedberg. “Geliyoruz.”

Wallander arabayı dikkatle yola çıkardı. İki araba, diye geçirdi içinden. Ya da aynı araba gelmiş ve geri dönmüş.

Çamurlu ve bozuk yolda sallanarak ilerlediler. Satılık evin bu yoldan bir kilometre uzakta olması gerekiyordu. Wallander krokide çiftliğin adının Issızlık olduğunu görünce şaşırdı.

Üç kilometre sonra tekerlek izleri azalmıştı. Robert Åkerblom önce haritaya, sonra Wallander’e şaşkınlıkla baktı.

“Yanlış yoldayız,” dedi Wallander. “Evi kaçırmış olamayız. Yolun hemen sağında olmalı. Hadi dönelim.”

Ana yola çıktıklarında, Wallander arabayı iyice yavaşlattı ve yaklaşık beş yüz metre kadar gittikten sonra karşılarına bir sapak çıktı. Wallander burada da incelemesini yineledi. Diğer yolun tersine burada birçok kamyon lastiği izi vardı, bu izler üst üsteydi. Yol ayrıca sık kullanılan ve bakımı daha sık yapılan bir yol izlenimi veriyordu. Ne var ki burada da aradıkları evi bulamadılar. Ağaçların arasından bir an için gözlerine bir çiftlik evi ilişti ama bu, ellerindeki tanıma hiç uymadığından durmadılar. Dört kilometre gittikten sonra Wallander arabayı durdurdu.

“Bayan Wallin’in telefonu var mı yanınızda?” diye sordu. “Bana kalırsa bu kadının yön kavramı ya gelişmemiş ya da hiç yok.”

Robert Åkerblom başını onaylarcasına sallayarak iç ceketinin cebinden küçük bir telefon defteri çıkardı. Defterin içindeki melek şeklindeki ayraç Wallander’in dikkatini çekti.

“Kadını arayın,” dedi Wallander. “Kaybolduğunuzu söyleyin. Adresini yeniden vermesini isteyin.”

Telefon bir süre çaldıktan sonra açıldı. Bayan Wallin’in sapağa kaç kilometre olduğunu bilmediği anlaşıldı.

“Başka somut bir işaret vermesini söyleyin,” dedi Wallander. “Nereden sapacağımızı gösteren bir şey olmalı. Eğer yoksa, onu buraya aldırtalım.”

Wallander, Robert Åkerblom’un Bayan Wallin’le konuşmasını bekledi.

“Meşe ağacı,” dedi Robert Åkerblom. “Ağaca gelmeden sapacağız.”

Bir ya da iki kilometre gittikten sonra meşe ağacını gördüler. Burada sağa doğru giden bir yol vardı. Wallander diğer arabayı arayarak onlara eve nasıl geleceklerini anlattı. Sonra da tekerlek izleri aramaya koyuldu ama bu yolun uzun bir süreden beri kullanılmadığı anlaşılıyordu. Tek bir iz bile yoktu. Ya da izler yağmurla birlikte yok olup gitmişti. Yine de düş kırıklığına kapılmaktan kendini alamadı.

Ev, daha önce de söylendiği gibi yoldan bir kilometre içerideydi. Arabayı durdurup dışarı çıktılar. Yağmur başlamıştı, rüzgâr da olanca hızıyla esiyordu.

Birden Robert Åkerblom karısının adını seslenerek eve doğru koşmaya başladı. Wallander arabanın yanında kaldı. Aslında her şey o denli çabuk olmuştu ki Wallander’in bir şey yapmasına olanak yoktu.

Robert Åkerblom evin arka tarafında gözden kaybolunca arkasından gitti.

Bir yandan, araba burada da yok, diye geçiriyordu içinden. Ne araba ne de Louise Åkerblom.

Wallander, Robert Åkerblom evin arkasındaki pencereye bir taş atmak üzereyken hemen yaklaşıp adamın kolunu tuttu.

“Bu iyi bir fikir değil,” dedi.

“Ama Louise içeride olabilir,” diye haykırdı Robert Åkerblom.

“Evin anahtarlarını almadığını söylemiştiniz ya,” dedi Wallander. “Şu taşı bırakın da gidip kapının zorlanıp zorlanmadığına bakalım. Ama karınızın burada olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim.”

Robert Åkerblom birden yere yığıldı.

“Louise nerede?” diye hıçkırdı. “Neler oluyor?”

Wallander güçlükle yutkundu. Ne söyleyeceğini kestiremiyordu.

Sonra genç adamın ayağa kalkmasına yardım ederek, “Burada oturmanızın ve çaresizlikle kıvranmanızın size bir yararı olmayacak,” dedi. “Hadi çevreye bir göz atalım.”

Evin ne arka ne de ön kapısı zorlanmıştı. Perdesiz camlardan içeri baktıklarında boş odaların dışında görünen hiçbir şey yoktu. Martinson’la Svedberg geldiğinde artık araştıracak bir şey olmadığına karar vermişlerdi.

“Bir şey yok,” dedi Wallander. Aynı anda da Robert Åkerblom’un görmeyeceği şekilde işaret parmağını dudağına götürdü. Svedberg’le Martinson’un soru sormaya başlamalarını istemiyordu. Louise Åkerblom’un bu eve kadar bile gelemediğini düşünüyor, bunu da genç adamın yanında söylemek istemiyordu.

“Bizim elimizde de bir şey yok,” dedi Martinson. “Arabayı da bulamadık.”

Wallander saatine baktı. Altıyı on geçiyordu. Robert Åkerblom’a dönerek gülümsemeye çalıştı.

“Bence şu anda yapmanız gereken en iyi şey, eve, kızlarınızın yanına dönmek olacak,” dedi. “Svedberg sizi eve götürür. Biz de sistemli bir şekilde araştırmamızı sürdüreceğiz. Endişelenmemeye çalışın. Karınızı bulacağız.”

“Öldü o,” diye fısıldadı Robert Åkerblom. “Öldü ve bir daha geri gelmeyecek.”

Üç polis bu sözlere karşılık vermedi.

Bir süre sonra, “Hayır,” dedi Wallander. “Böylesine kötü bir şeyi düşünmemizi gerektirecek bir kanıt yok elimizde. Svedberg şimdi sizi evinize götürsün. Sizi daha sonra ararım, söz veriyorum.”

Svedberg’le Robert Åkerblom arabaya binip oradan uzaklaştılar.

“Artık gerçek araştırmaya başlayabiliriz,” dedi Wallander kararlı bir sesle, içindeki tedirginliğin giderek arttığını hissediyordu.

Wallander’in arabasına geçip oturdular. Wallander, Björk’e telefon ederek ellerindeki tüm personelin araçlarına binip bulundukları yere gelmelerini istedi. Bu arada da Martinson evin çevresindeki yolların en iyi ve en hızlı şekilde nasıl araştırılacağının planını yapmaya başlamıştı.

“Hava kararıncaya dek arayacağız,” dedi Wallander. “Eğer bu akşam bir şey bulamazsak yarın sabah şafakla birlikte yeniden aramaya başlarız. Orduyla da bağlantı kursan iyi olur. O zaman daha ciddi bir araştırma yapabiliriz.”

“Köpekler,” dedi Martinson. “Bu akşam köpeklere ihtiyacımız var.”

Björk olay yerine gelmeye ve sorumluluğu üstlenmeye söz verdi.

Martinson’la Wallander bakıştılar.

Wallander, “Ne düşünüyorsun?” diye sordu.

“Bence kadın buraya hiç gelmedi,” diye cevap verdi Martinson. “Buraya yakın bir yere ya da oldukça uzak, başka bir yere gitmiş olabilir. Ne olduğunu bilemiyorum ama öncelikle kadının arabasını bulmamız gerekiyor. Araştırmaya buradan başlamakla doğru yapıyoruz. Arabayı ya da kadını birileri mutlaka görmüş olmalı. Buradaki evlere gidip sormalıyız. Björk yarın bir basın toplantısı yapmalı. Bu olayı çok ciddiye aldığımızın bilinmesinde yarar var.”

“Ne olmuş olabilir?” diye sordu Wallander.

“Aklımızdan bile geçirmememiz gereken bir şey,” diye karşılık verdi Martinson.

Tam o sırada yağmur başladı. Arabanın camları sırılsıklam olmuştu. Wallander, “Lanet olsun,” diye söylendi.

“Evet,” dedi Martinson. “Haklısın.”

Neredeyse gece yarısı olacaktı. Yorgun ve perişan polisler hâlâ Louise Åkerblom’un büyük bir olasılıkla hiç görmediği evin önündeki taşlı yolda toplanmışlardı. Ne lacivert arabanın ne de Louise Åkerblom’un izine rastlamışlardı. İki geyik cesedinden başka bir şey bulamamışlardı. Ve bir polis arabası meşe ağacının yanındaki diğer polislerin yanına giderken az kalsın bir Mercedes’e çarpıyordu.

Björk herkese teşekkür etti. Wallander’in polislerin eve gönderilmeleri ve ertesi sabah saat altıda araştırmanın yeniden başlamasına ilişkin önerisini kabul etmişti.

Oradan en son ayrılan Wallander oldu. Ystad’a doğru yola koyulmadan önce, Robert Åkerblom’u araç telefonundan arayarak yeni bir şey bulamadıklarının haberini verdi. Saat bir hayli geç olmasına karşın Åkerblom, Wallander’i evine davet etti.

Wallander arabayı çalıştırmadan önce Stockholm’deki kız kardeşini aradı. Kardeşinin geç saatlere kadar oturduğunu biliyordu. Ona babalarının eve gelen yardımcı kadınla evlenmeyi düşündüğünü söyledi. Kız kardeşi bu sözlere kahkahalarla gülünce Wallander çok şaşırdı. Ama kız kardeşi mayıs başlarında Skåne’ye geleceğine söz verince Wallander derin bir soluk aldı.

Telefonu yerine koyarak Ystad’a doğru yola koyuldu. Yağmur olanca hızıyla yağıyordu.

Robert Åkerblom’un evine doğru sürdü arabasını. Evin alt katında ışık yanıyordu. Bu evin, çevredeki diğer evlerden hiçbir farkı yoktu. Arabadan inmeden önce arkasına yaslanarak gözlerini kapadı. Louise Åkerblom o eve kadar gidemedi bile, diye geçirdi içinden. Peki, yolda başına ne gelmişti? Bu olayda anlaşılmayan birçok şey vardı. Anlayamıyorum, diye mırıldandı.

4

Kurt Wallander’in baş ucundaki saat beşe çeyrek kala çaldı. Homurdanarak yüzünü yastığıyla örttü. Hiç uyumadım, diye geçirdi içinden. Niye eve geldiklerinde iş yerinde olan biteni bir kenara atabilen polislerden olamıyorum?

Kalkmadı ve bir gece önce Robert Åkerblom’un evine yaptığı kısa ziyareti düşünmeye başladı. Genç adamın acı içindeki gözlerine bakıp da karısını henüz bulamadıklarını söylemek gerçek bir işkence olmuştu. Kurt Wallander bu ziyareti elinden geldiğince kısa kesmiş, evine dönerken yolda kendini çok kötü hissetmişti. Eve gelince de hemen yatmış ama son derece yorgun ve bitkin olmasına karşın üçe çeyrek kalaya kadar bir türlü uyuyamamıştı.

Onu bulmak zorundayız, diye geçirdi içinden. Hemen şimdi. Yakında. Canlı ya da ölü. Onu mutlaka bulmalıyız.

Ertesi sabah araştırma başlar başlamaz Robert Åkerblom’u arayacağına söz vermişti. Louise Åkerblom’un nasıl bir insan olduğunu iyice anlayabilmek için, genç kadının kişisel eşyalarını incelemek zorunda kalacağını düşünüyordu. Genç kadının ortadan kaybolmasının oldukça garip bir nedeni olduğunu hissediyordu. Aslında her kayıpta garip koşullar söz konusu olurdu ama bu olayda Wallander’in yaşadığı birçok deneyimden farklı bir şey vardı. Bunun ne olduğunu bir an önce öğrenmek zorundaydı.

Wallander kendini zorlayarak yataktan kalktı, kahve makinesini çalıştırdı ve radyoyu açmak için salona gitti. Evine hırsız girdiğini hatırlayınca küfrederek vazgeçti. Henüz hiç kimsenin bu hırsızlık olayını araştırmaya başlamadığını hatırladı.

Duş aldı, giyindi, kahvesini içti. Dışarıdaki hava neşelenmesine neden olacak gibi değildi. Sağanak başlamış ve rüzgâr olanca şiddetiyle esiyordu. Bu havada cinayet araştırması yapmak çok zordu. Gün boyunca yağmurun altında Krageholm’de sokak sokak dolaşmak hiç hoş olmayacaktı. Ama bu da Björk’ün sorunuydu doğrusu. Wallander ’in göreviyse Louise Åkerblom’un özel eşyalarını araştırmak olacaktı.

Arabasına binerek meşe ağacının bulunduğu yere doğru yola koyuldu. Gittiğinde Björk’ün sabırsız adımlarla volta attığını gördü.

“Ne berbat bir hava,” dedi. “Neden ne zaman birini aramaya çıksak hep yağmur yağar?”

“Hımmm!” dedi Wallander. “Garip doğrusu.”

“Albay Hernberg’le konuştum,” diye devam etti Björk. “Saat yedide iki otobüs dolusu asker yollayacak buraya. Biz işimize başlayabiliriz. Martinson tüm hazırlıkları tamamladı.”

Wallander başını onaylarcasına salladı. Martinson araştırma işinde her zaman çok başarılıydı.

“Saat onda basın toplantısı var,” diye sürdürdü Björk. “Orada olabilirsen çok iyi olur. O zamana kadar da Louise’in bir fotoğrafı elimize geçmiş olur.”

Wallander yanındaki fotoğrafı uzattı. Björk, Louise Åkerblom’un fotoğrafını inceledi.

“Hoş kadınmış,” dedi. “Umarım onu canlı buluruz. Bu son çekilmiş fotoğrafı mı?”

“Kocası öyle olduğunu söyledi.”

Björk fotoğrafı yağmurluğunun cebindeki plastik cüzdanının içine koydu.

“Ben onların evine gidiyorum,” dedi Wallander. “Bana orada daha çok ihtiyaç var.”

Björk başını evet dercesine salladı. Wallander arabasına doğru yürürken, Björk uzanıp kolunu tuttu.

“Ne düşünüyorsun?” diye sordu. “Öldü mü? Bu olayın arkasında bir cinayet olabilir mi?”

“Başka bir şey olabileceğini sanmıyorum,” dedi Wallander. “Tabii bir yerlerde kaza geçirip yaralı bir hâlde acı içinde yatmıyorsa. Ama sanmıyorum.”

“Çok kötü,” dedi Björk. “Çok kötü.”

Wallander arabasına binerek Ystad’a geri döndü. Denizin rengi griye dönmüştü.

Åkarvägen’deki evden içeri girdiğinde iki küçük kız çocuğunun gözlerini iri iri açarak ona baktıklarını gördü.

“Senin polis olduğunu söyledim onlara,” dedi Robert Åkerblom. “Annelerinin kaybolduğunu ve senin onu aradığını biliyorlar.”

Wallander boğazına tıkanan yumruya karşın başını sallayarak gülümsemeye çalıştı.

“Benim adım, Kurt,” dedi. “Sizinki ne?”

“Maria,” ve “Magdalena,” diye cevap verdi kızlar sırayla.

“Ne güzel adlarınız var,” dedi Wallander. “Benim kızımın adı da Linda.”

“Çocukları bugün kız kardeşim yanına alacak,” dedi Robert Åkerblom. “Yakında burada olur. Çay içer misiniz?”

“Evet, lütfen,” dedi Wallander.

Yağmurluğunu asıp ayakkabılarını çıkararak mutfağa gitti. Kızlar kapının eşiğinde durmuş onu izliyorlardı.

Wallander nereden başlasam, diye düşündü. Her çekmeceyi açmam ve her evrakı incelemem gerektiğini anlayabilecek mi?

Kızların halası çocukları aldığında Wallander de çayını bitirmişti.

“Saat onda basın toplantısı var,” dedi. “Artık eşinizin kaybolduğunu açıklamak zorundayız. Onu görenlerin olup olmadığını araştırmamız gerekiyor. Bildiğiniz gibi, bu başka bir şeyi de beraberinde getiriyor. Artık bir cinayet işlendiği olasılığını göz ardı edemeyiz.”

Wallander, Robert Åkerblom’un bu sözleri duyunca hıçkırarak ağlayacağını sanmıştı. Ne var ki solgun yüzlü, gözleri balon gibi şişmiş, takım elbiseli bu adam o sabah oldukça sakin görünüyordu.

“Ama yine de her şeye karşın karınızın kaybolmasının mutlaka mantıklı bir açıklaması olduğuna olan inancımızı yitirmemeliyiz.”

“Anlıyorum,” dedi Åkerblom. “Ben de başından beri böyle düşünüyorum.”

Wallander çay fincanını kenara iterek teşekkür edip ayağa kalktı.

“Bilmemiz gereken başka bir şeyler var mı?”

“Hayır,” diye yanıtladı Robert Åkerblom. “Bu esrar perdesinin bir an önce kalkması gerek.”

“Şimdi birlikte evi gözden geçirelim,” dedi Wallander. “Sonra da bizlere bir ipucu verebilecek her şeyi, çekmecelerini, giysilerini, eşyalarını aramak zorundayım. Umarım bunu anlayışla karşılarsınız.”

“Louise çok düzenli bir kadındır,” dedi Åkerblom.

Birlikte üst kata çıktılar, sonra bodrum katıyla garaja da baktılar. Wallander, Louise Åkerblom’un pastel renklerden hoşlandığını fark etmişti. Hiçbir yerde ne koyu renk bir perde ne de örtü vardı. Ev, yaşama sevinci yayıyordu. Mobilyalar eski ve yeninin karışımıydı. Çayını içerken mutfağın aletlerle dolu olduğunu fark etmişti. Günlük yaşamlarında sofuluğun izleri yoktu.

Robert Åkerblom evi dolaşmayı tamamladıklarında, “Bir süre için büroya dönmeliyim,” dedi. “Sizi burada tek başınıza bırakabilir miyim?”

“Elbette,” diye cevap verdi Wallander. “Siz dönene dek ben de sorularımı not ederim. Ya da sizi ararım. Her neyse, ben de saat ondan önce basın toplantısı için merkeze gideceğim zaten.”

“O zamana kadar ben dönerim,” dedi Robert Åkerblom.

Wallander yalnız kalınca evi sistemli bir şekilde yeniden incelemeye başladı. Mutfaktaki tüm dolap ve çekmeceleri açtı, buzdolabını ve dondurucuyu inceledi.

Bir şey onu çok şaşırtmıştı. Eviyenin altındaki dolap içki doluydu. Bu da dindar Åkerblom ailesiyle ilgili izlenimine hiç uymuyordu.

Mutfaktan oturma odasına geçti, ama burada da kayda değer bir şey bulamadı. Sonra üst kata çıktı. Kızların odasına girmedi. Önce banyoya giderek ilaç şişelerinin etiketlerini okudu, Louise Åkerblom’un ilaçlarını not defterine yazdı. Banyodaki teraziye çıktı, kilosunu öğrenince yüzünü buruşturdu. Sonra da yatak odasına girdi. Kadın giysilerini karıştırmaktan hiç hoşlanmaz, sanki haberi olmadan birinin kendisini izlediği duygusuna kapılırdı. Dolaplardaki tüm ayakkabı kutularıyla torbaların içine baktı. Daha sonra da genç kadının iç çamaşırlarının bulunduğu çekmeceyi açtı. Kendisini şaşırtacak ya da bildiklerinin dışında bir şeyler ifade edebilecek tek bir şey bile bulamamıştı. Yatak odasındaki işini bitirdikten sonra yatağın kenarına oturarak çevresine bakındı.