“Parmak izi,” dedi Svedberg. “Yasal ya da yasa dışı olarak bu ülkede kaç Afrikalının olduğunu bilmiyorum ama dosyalarımızda parmak izini bulma olasılığını da yabana atmayalım. Ayrıca Interpol’e de haber verebiliriz. Son yıllarda Afrika ülkelerinin çoğunda suç dosyalarının kabardığını biliyorum. Bir ya da iki ay önce Svensk Polis dergisinde bu konuyla ilgili bir yazı çıkmıştı. Kurt’e katılıyorum. Louise Åkerblom ve bu parmak arasında bir bağlantı görmesek bile olduğunu varsaymalıyız.”
“Bu haberi gazetelere bildirelim mi?” diye sordu Björk. “Polis, parmağın sahibini arıyor. Haberi manşetten verebilirler.”
“İyi fikir,” dedi Wallander. “Bu haberi vermekle bir şey yitirmeyiz.”
“Bunu düşüneceğim,” dedi Björk. “Biraz daha bekleyelim. Ülkedeki her hastanenin uyarılması konusuna katılıyorum. Doktorlar bir şeyden kuşkulandıklarında polise haber vermekle yükümlüdürler değil mi?”
“Ama aynı zamanda sır saklamakla da yükümlüdürler,” diye hatırlattı Svedberg. “Yine de hastanelerle bağlantı kurmamızda yarar var. Sağlık merkezleriyle de. Ülkemizde kaç tane doktor olduğunu bilen var mı?”
Kimse bilmiyordu.
“Ebba’ya öğrenmesini söyle,” dedi Wallander.
Ebba’nın İsveç Tıp Merkezi’nin sekreterine ulaşması on dakika sürmüştü.
“İsveç’te yirmi beş binden fazla doktor varmış,” dedi Wallander, Ebba’yla konuştuktan sonra.
Şaşkınlıkla bakıştılar.
Yirmi beş bin doktor.
Martinson öfkeyle, “Onlara ihtiyacımız olduğunda neredeler?” diye homurdandı.
Björk sabırsızlanmaya başlamıştı. “Bu, bizi bir yere götürür mü?” diye sordu. “Götürmezse hepimizin yapacak bir yığın işi var. Yarın sabah saat sekizde toplanalım.”
“Ben hastane işiyle ilgileneceğim,” dedi Martinson.
Telefon çaldığında not defterlerini toplamış, salondan çıkmak üzereydiler. Martinson’la Wallander koridora çıkmıştı bile. Björk arkalarından seslendi.
“Bingo!” Yüzü kıpkırmızı olmuştu. “Arabayı bulmuşlar galiba. Arayan Norén’di. Yangını izlemeye gelen bir çiftçi birkaç kilometre ötedeki gölde bir araba olduğunu söylemiş polislere. Sjöbo dışında bir yerlerde dedi galiba. Norén olay yerine gitmiş ve çamurlu suyun arasından çıkan bir radyo anteni görmüş. Adı Antonson olan çiftçi arabanın bir hafta önce orada olmadığından eminmiş.”
“Tamam, hemen gidelim,” dedi Wallander. “O arabayı bu akşam sudan çıkarmalıyız. Bu iş yarına kalamaz. Işıldakla vinç ayarlamalıyız.”
“Umarım arabada kimse yoktur,” dedi Svedberg.
“Biz de bunu öğrenmeye gidiyoruz zaten,” diye karşılık verdi Wallander. “Hadi!”
Göl, Sjöbo yolunda Krageholm’ün kuzeyinde çalılık alana yakın, ulaşılması zor bir yerdeydi. Polisin olay yerine ışıldakla vinç getirmesi üç saat sürmüştü ve arabayı bağladıklarında saat gecenin dokuz buçuğu olmuştu. Daha sonra da Wallander göle girdi. Norén’in arabasındaki yedek tulumlardan birini üstüne geçirmişti. Islandığının ve üşümeye başladığının farkında değildi. Tüm dikkatini arabanın üstünde yoğunlaştırmıştı. Hem gergin hem de tedirgindi. Bunun aradıkları araba olmasını diliyordu içinden. Ama öte yandan da Louise Åkerblom’u arabanın içinde bulmaktan çok korkuyordu.
“Her ne olursa olsun, bir şeyden kesinlikle eminiz,” dedi Svedberg. “Bu, bir kaza değil. Araba görülmemesi için çamurların içine özellikle itilmiş. Büyük bir olasılıkla da bu işlem gece yarısı yapılmış çünkü arabayı iten kişi radyo anteninin görüldüğünü karanlıkta fark edememiş.”
Wallander başını onaylarcasına salladı. Svedberg haklıydı.
Kablo yavaşça gerildi. Vinç çekmeye hazırlandı. Arabanın arka tarafı yavaşça ortaya çıktı. Wallander araba konusunda uzman olan Svedberg’e baktı.
“Aradığımız araba mı?” diye sordu.
“Bekle biraz,” diye karşılık verdi Svedberg. “Tam olarak göremedim.”
Daha konuşmalarını yeni bitirmişlerdi ki kablo koptu ve araba yeniden çamurlu suya gömüldü. Her şeye baştan başlamak zorunda kalmışlardı. Yarım saat sonra vinç arabayı çekmeye hazırdı.
Wallander bir arabaya bir Svedberg’e bakıp duruyordu.
Svedberg birden başını salladı. “Evet, o! Toyota Corolla bu! Bundan hiç kuşkum yok.”
Wallander ışıldaklardan birini arabaya doğru çevirdi. Artık herkes arabanın renginin lacivert olduğunu rahatça görüyordu.
Araba yavaşça gölden çıkarıldı. Vinç durdu. Svedberg, Wallander’e baktı. Arabanın yanına gidip içine baktılar. Boştu. Wallander bagajı açtı. O da boştu.
“Araba boş,” dedi Björk’e.
“Kadın gölün dibinde yatıyor olabilir,” dedi Svedberg.
Wallander evet dercesine başını salladı. Gölün çevresi yaklaşık yüz metre kadardı ama anten göründüğüne göre, suyun fazla derin olmadığı anlaşılıyordu.
“Dalgıç lazım,” dedi Björk’e. “Hem de hemen şimdi.”
“Hava çok karanlık, dalgıç bir şey göremez ki,” diye itiraz etti Björk. “Sabaha kadar beklesek çok daha iyi olacak.”
“Suyun dibine bakacaklar yalnızca,” dedi Wallander. “Yarına kadar beklemek istemiyorum.”
Björk daha fazla tartışmayarak polis araçlarından birine gidip telefon etti. Svedberg de bu arada aracın sürücü kapısını açmış fenerle arabanın içini araştırıyordu. Sırılsıklam olan araç telefonunu dikkatle inceledi.
“Son aranan numara hafızadadır,” dedi. “Büroyu arayıp telesekretere not bıraktıktan sonra belki başka bir yere de telefon etmiştir.”
“Güzel,” dedi Wallander. “Çok zekice, Svedberg.”
Dalgıçların gelmesini beklerken arabayı incelemeye koyuldular. Wallander arka koltukta sırılsıklam olmuş pastaları gördü.
Her şey şimdilik yerine oturuyor, diye geçirdi içinden. Peki ama sonra ne oldu? Yolda ne oldu? Louise Åkerblom kimle karşılaştın? Görmek istediğin biri miydi? Yoksa başka biri mi? Senin haberin olmadan seni görmek isteyen biri mi?
“Cüzdan yok,’’ dedi Svedberg. “Evrak çantası da. Torpido gözünde de arabanın sigorta evrakı dışında bir şey yok. Ve bir de İncil var.”
“Elle çizilmiş bir yol haritası var mı, bak bakalım,” dedi Wallander.
Ama Svedberg haritayı bulamadı.
Wallander yavaşça aracın çevresinde dolaştı. Araba bir yere çarpmamıştı. Louise Åkerblom kaza geçirmemişti.
Polis araçlarından birinde oturarak termostan kahve içtiler. Yağmur durmuştu. Gökte tek bir bulut bile yoktu.
“Acaba kadın gölün dibinde mi?” diye sordu Svedberg.
“Bilmiyorum,” diye yanıtladı Wallander. “Olabilir.”
İki genç dalgıç, itfaiyenin acil durum araçlarından biriyle olay yerine geldi. Wallander ve Svedberg’in ellerini sıktılar. Daha önceden tanışıyorlardı.
“Gölde ne arayacağız?” diye sordu dalgıçlardan biri.
“Ceset olabilir,” dedi Wallander. “Evrak çantası ve bir cüzdan da olabilir. Belki de bizim aklımıza gelmeyen başka bir şey.”
Dalgıçlar hazırlıklarını tamamladıktan sonra kirli ve bulanık suya girdiler.
Polisler seslerini çıkarmadan onları izliyordu.
Martinson dalgıçlar ilk dalışlarını tamamladıktan hemen sonra geldi. “Demek sonunda arabayı bulduk,” dedi.
“Kadın gölde olabilir,” diye açıkladı Wallander.
Dalgıçlar çalışkan ve çok dikkatliydiler. Biri arada sırada duruyor, kancayı düzeltiyordu. Gölün dibinden ağaç dalları, plastik bir çizmeyle kırık bir kızak çıkarmış, bir kenara koymuşlardı.
Saat gece yarısını geçmişti. Ama hâlâ Louise Åkerblom’dan bir iz bulunamamıştı.
“Aşağıda başka bir şey yok,” dedi dalgıçlardan biri. “Eğer isterseniz yarın yine dalarız.”
“Gerek yok,” dedi Wallander. “Kadının orada olmadığı kesin.”
Birbirlerine iyi geceler diledikten sonra herkes arabasına binip evine gitti.
Wallander evine gidince bir bira içerek bir şeyler atıştırdı. O denli yorgundu ki doğru dürüst düşünemiyordu. Soyunmadan yatağına uzandı, battaniyeyi üstüne çekti.
29 Nisan Çarşamba günü sabah saat yedi buçukta Wallander polis merkezindeydi.
Arabadayken aklına bir şey gelmişti. Papaz Tureson’u telefonla aradı. Telefona Tureson yanıt verdi. Wallander bu kadar erken bir saatte aradığı için önce özür diledi, sonra da kendisiyle gün içinde mutlaka konuşmak istediğini söyledi.
“Önemli bir şey mi var?” diye sordu Tureson.
“Hayır,” dedi Wallander. “Yanıtlanmasını istediğim birkaç sorum var yalnızca. İnsan bugünlerde neyin önemli, neyin önemsiz olduğunu kestiremiyor.”
“Radyodaki haberleri dinledim,” dedi Tureson. “Gazeteleri de okudum. Yeni bir şey bulundu mu?”
“Louise’i hâlâ bulamadık,” dedi Wallander. “Teknik nedenlerden ötürü araştırmayla ilgili fazla bir şey söyleyemem.”
“Anlıyorum,” diye karşılık verdi Tureson. “Sorduğum için özür dilerim. Ama Louise’in hâlâ bulunamaması beni çok endişelendiriyor.”
Metodist kilisesinde saat on birde buluşmaya karar verdiler.
Wallander telefonu kapatarak Björk’ün bürosuna gitti. Svedberg esniyordu. Martinson, Björk’ün telefonuyla konuşuyordu. Björk ise sabırsızlıkla parmaklarıyla masaya vuruyordu. Martinson telefonu kapatarak yüzünü buruşturdu.
“Telefonlar gelmeye başladı,” dedi. “Ama ne yazık ki henüz kayda değer bir bilgi yok. Bir adam telefon ederek geçen perşembe günü Louise Åkerblom’u Las Palmas Havaalanı’nda gördüğünden adı gibi emin olduğunu söyledi. Yani kaybolmasından bir gün önce.”
“Hadi başlayalım,” dedi Björk arkadaşının sözünü keserek.
Polis amirinin geceyi iyi geçirmediği anlaşılıyordu. Yorgun ve sinirli bir hâli vardı.
“Dün bıraktığımız yerden devam edelim,” dedi Wallander. “Araba didik didik aranacak ve Louise Åkerblom’la ilgili gelen tüm telefonlar dikkatle dinlenip ciddiye alınacak. Teknisyenlerin neler bulduklarını görmek için yangın yerine bir kez daha gitmek istiyorum. Kesik parmak adli tıbba gönderildi. Şimdi, bu konuyla ilgili basına haber verecek miyiz, vermeyecek miyiz?”
“Verelim,” dedi Björk duraksamadan, sonra Martinson’a döndü. “Martinson, basın bültenini hazırlarken bana yardım et.”
“Bunu Svedberg yapsın,” dedi Martinson. “Ben yirmi beş bin İsveçli doktorla görüşeceğim için çok yoğunum. Ayrıca sağlık merkezleri ve kliniklerin acil servisleriyle de görüşmem gerek. Bu da bir hayli zamanımı alacak.”
“Tamam,” dedi Björk. “Varnämo’daki avukatla görüşeceğim. Arada çok önemli bir şey olmazsa, öğleden sonra toplanalım.”
Wallander arabasına doğru yürüdü. Skåne’de güzel bir gün başlamak üzereydi. Durup ciğerlerini temiz havayla doldurdu. Uzun bir kıştan sonra ilk kez baharın gelmek üzere olduğunu hissetti.
Yangın yerine gittiğinde kendisini iki sürpriz bekliyordu.
Polis teknisyenleri o sabah erkenden çok iyi bir çalışma yapmışlardı. Birkaç ay önce Ystad polis merkezinde çalışmaya başlayan Sven Nyberg karşıladı Wallander’i. Ystad’a Malmö polis teşkilatından gelmişti. Wallander onu pek fazla tanımıyordu ama çok başarılı ve yetenekli bir polis olduğunu duymuştu. Wallander onunla kolay iletişim kurulamadığına, zaman zaman kaba ve sert biri olduğuna birkaç kez tanık olmuştu.
“Bir iki şeye bakman gerek,” dedi Nyberg plastik bir torbanın içindeki metal parçalarını göstererek.
“Bomba mı?” diye sordu Wallander.
“Hayır,” diye yanıtladı Nyberg. “Bomba izine henüz rastlamadık. Ama bu da en az bomba kadar ilginç. Şu anda büyük bir telsiz cihazının parçalarını görüyorsun.”
Wallander şaşkınlıkla meslektaşına baktı.
“Alıcı ve verici,” dedi Nyberg. “Bunun türünü tam olarak söyleyemem ama telsiz meraklıları için çok iyi bir cihaz olduğu kesin. Bomboş bir evde böylesi bir şey bulmak garip, özellikle havaya uçurulan bir evde.”
Wallander başını evet dercesine salladı. “Haklısın,” dedi. “Bu konuda her şeyi öğrenmek istiyorum.”
Nyberg plastik torbanın içindeki metal parçalarından birini aldı.
“Bu da çok ilginç,” dedi. “Bunun ne olduğunu tahmin edebilir misin?”
“Tabanca!”
Nyberg evet dercesine başını salladı.
“Evet, tabanca,” dedi. “Ev havaya uçtuğunda içerde cephanelik dolusu patlayıcı ve silah varmış. Cephane deposu havaya uçunca tabancalar ya yangından ya da basınçlı sudan paramparça olmuş. Bunun alışılmışın dışında bir model olduğunu sanıyorum. Kabzası senin de gördüğün gibi uzun. Bu kesinlikle ne Luger ne de Beretta.”
“O zaman, ne?” diye sordu Wallander.
“Bir şey söylemek için henüz erken,” dedi Nyberg. “Ama kesin bir şey öğrenir öğrenmez seni arayacağım.”
Nyberg piposunu doldurup yaktıktan sonra, “Bu konuda ne düşünüyorsun?” diye sordu.
Wallander başını salladı. “Daha önce kafam hiç bu denli karışmamıştı,” diye karşılık verdi dürüstçe. “Bir ipucu bulamıyorum. Kayıp bir kadını aradığımı biliyorum ve bu süreç içersinde de karşıma sürekli olarak garip şeyler çıkıp duruyor. Kesik bir parmak, telsiz vericisi, alışılmışın dışında silahlar. Kim bilir, belki de bu alışılmışın dışındaki nesneleri başlangıç noktası olarak kullanmalıyım! Bunca yıllık polislik yaşantımda hiç karşılaşmadığım bir şeyler var bu olayda.”
“Sabırlı ol,” dedi Nyberg. “Er ya da geç ipuçlarına ulaşacağımıza eminim.”
Nyberg işinin başına döndü. Wallander olanları yeniden gözden geçirerek bir süre orada oyalandı, sonunda vazgeçti. Arabasına binip merkezi aradı.
“Çok telefon geliyor mu?” diye sordu Ebba’ya.
“Başımızı kaşıyamıyoruz,” diye karşılık verdi. “Birkaç dakika önce Svedberg uğradı ve bazı telefonların ilginç ve mantıklı bilgiler verdiğini söyledi. Hepsi bu kadar.”
Wallander, Metodist kilisesinin telefon numarasını Ebba’ya verdikten sonra papazla görüşüp Louise Åkerblom’un şirketteki çalışma masasını bir kez daha incelemeye karar verdi. İlk araştırmasını gelişigüzel yaptığı için suçluluk duyuyordu.
Ystad’a geri döndü. Tureson’la buluşuncaya kadar bir hayli zamanı olduğundan arabayı meydandaki parka bırakıp elektronik eşya satan mağazalardan birine girdi. Fazla düşünmeden yeni bir müzik seti alıp parasını kredi kartıyla ödedi. Sonra da evine, Maria Caddesi’ne giderek cihazını kurdu. Cihazla birlikte aldığı Puccini’nin Turandot operasının CD’sini taktı, kanepeye uzanarak Baiba Liepa’yı düşünmeye çalıştı. Ne var ki Louise Åkerblom’un yüzü gözlerinin önünden gitmiyordu.
İrkilerek uyandı ve saatine baktı. On dakika önce kilisede olması gerektiğini fark edince de küfretti.
Papaz Tureson depo ve büro karışımı bir odada onu bekliyordu. Duvarları İncil alıntılarının işlendiği halılar süslüyordu. Pencerenin kenarındaysa bir kahve makinesi duruyordu.
“Geç kaldığım için özür dilerim,” dedi Wallander.
“Siz polislerin çok yoğun olduğunuzu biliyorum,” diye cevap verdi Tureson.
Wallander bir sandalyeye oturarak not defterini çıkardı. Tureson’un kahve teklifini geri çevirdi.
“Louise Åkerblom’un gerçekte nasıl bir insan olduğuna ilişkin bir resim oluşturmak istiyorum kafamda,” diye söze başladı. “Şimdiye kadar bulduklarım yalnızca tek bir şeyi gösteriyor, o da Louise Åkerblom’un kendisiyle barışık olduğu ve kocasıyla çocuklarını asla terk etmeyi düşünmeyeceği.”
“Bu hepimizin tanıdığı Louise Åkerblom,” dedi Tureson.
“Ama aynı zamanda bu, benim kuşkulanmama da neden oluyor.”
“Neden kuşkulanmanıza?” Tureson şaşırmıştı.
“Böylesine kusursuz bir insanın var olduğuna inanamıyorum,” diye açıkladı Wallander. “Herkesin kendine sakladığı bir sırrı vardır. Louise Åkerblom’un sırrı neydi peki? Güzel ve mutlu yaşamıyla başa çıkabilecek düzeyde olmadığından isteyerek ortadan kaybolduğuna inanmıyorum.”
“Kilisemizin her üyesinden aynı yanıtları alırsınız, Komiser,” dedi Tureson.
Daha sonra, Wallander o sırada ne olduğunu tam olarak anlayamadı ama Tureson’un yanıtında dikkat çeken bir şey hissetti. Sanki papaz, Louise Åkerblom’un asla sorgulanmayan imajını savunuyor gibiydi. Yoksa papazın savunduğu başka bir şey mi vardı?
Wallander yerinde doğrularak az öncekinden daha önemsiz bir soru sordu.
“Bana cemaatinizden söz edin,” dedi. “İnsan neden Metodist kilisesinin bir üyesi olmak ister?”
“İnancımız ve İncil’i yorumlayış tarzımızdan,” diye karşılık verdi Tureson.
“Bundan emin misiniz?”
“Evet,” dedi Tureson. “Doğal olarak diğer mezhepler buna karşı çıkacaktır tabii.”
“Sizin cemaatinizde Louise Åkerblom’dan hoşlanmayan biri var mı?” diye sordu Wallander ve karşısında oturan adamın yanıt vermeden önce bir an için duraksadığı izlenimine kapıldı.
“Sanmıyorum,” dedi Papaz Tureson.
İşte yine, diye geçirdi içinden Wallander. Yanıtında yine tam olarak kesin olmayan bir şey var. Yine kaçamak bir yanıt verdi.
“Neden size inanmıyorum, dersiniz?” diye üsteledi.
“Ama inanmalısınız, Komiser,” dedi Tureson. “Cemaatimi çok iyi tanırım.”
Wallander birden kendini çok yorgun hissetti. Papazı şaşırtmak için sorularını daha değişik sorması gerektiğini fark etti. Konuya dolambaçlı yollardan değil doğrudan girmesi gerektiğine karar verdi.
“Cemaatinizde Louise Åkerblom’un düşmanları olduğunu biliyorum,” dedi. “Bunu nereden öğrendiğimi boş verin. Ama ben bu konuya ilişkin görüşlerinizi almak istiyorum.”
Tureson karşılık vermeden bir süre ona baktı.
“Düşmanları yok,” dedi. “Ama üyelerimizden biriyle talihsiz bir ilişkisi olduğu doğru.” Ayağa kalkarak pencereye yaklaştı. “Düşünüp duruyordum. Aslında az kalsın dün gece sizi arayacaktım. Ama aramadım. Demek istediğim, herkes Louise’in geri gelmesini ümit ediyor. Yani tüm bu olanların mantıklı bir açıklaması olması için dua ediyorlar. Ama öte yandan endişem her geçen gün daha da artıyor. Bunu yadsıyamam.” Yerine geçip oturdu. “Kilisemin diğer üyelerine karşı da sorumluluklarım var,” dedi. “İleride tümüyle yanlış değerlendirilecek şeyler söylemek istemiyorum.”
“Bu konuşma yasal bir sorgulama değil ki,” dedi Wallander. “Söyledikleriniz burada kalacak. Not tutmuyorum.”
“Nasıl ifade edeceğimi bilemiyorum,” dedi Papaz Tureson.
“İçinizden geldiği gibi konuşun,” dedi Wallander. “En basit cümlelerle.”
“İki yıl önce kilisemize biri katılmıştı,” diye başladı Tureson. “Polonya feribotlarından birinde mühendisti, ayinlere gelmeye başladı. Otuz beş yaşında, boşanmış, kolay iletişim kurulabilen biriydi. Cemaat onu kısa zamanda benimseyerek arasına aldı. Yaklaşık bir yıl önce Louise Åkerblom benimle konuşmak istediğini söyledi. Kocası Robert’in bu konuşmadan haberi olmaması için çok ısrar etti. Burada, bu odada oturduk ve cemaatimizin yeni üyesinin kendisine ilanıaşk ettiğini söyledi bana. Aşk mektupları yolluyor ve ona telefon ediyormuş. Louise elinden geldiğince kibar bir şekilde onun duygularına karşılık veremeyeceğini söylemeye çalışmış ama adam ısrar edince Louise ne yapacağını kestiremeyerek benim onunla konuşmam için bana gelmiş. Ben de konuştum ve adam birdenbire değişti, bambaşka biri olup çıktı. Çok öfkelendi, Louise’in kendisini yarı yolda bıraktığını söyledi ve onu kötü etkilemekle suçladı beni. Louise’in kendisini sevdiğini ve kocasını terk etmek istediğini söyledi. Bunlar elbette son derece saçmaydı. Kilise toplantılarına gelmemeye başladı, feribottaki işinden de ayrıldı. Bizler de sonunda onun buradan temelli uzaklaştığını düşünmeye başladık. Cemaate başka bir kente taşındığını ve çok utangaç biri olduğu için de kimseyle vedalaşmadığını söyledim. Bu, Louise’i çok rahatlatmıştı. Ama yaklaşık üç ay önce her şey yeniden başladı. Louise bir akşamüstü onu evlerinin hemen dışında görmüş. Tabii çok şaşırmış ve paniğe kapılmış. Adam yeniden aşkından söz etmeye başlamış. Aslında polise haber vermeyi düşündüğümüzü söylemeliyim. Şimdi, haber vermediğimiz için çok pişmanım doğrusu. Bu, bir rastlantı da olabilir ama her geçen gün endişem ve korkularım artıyor.”
Wallander, sonunda baklayı ağzından çıkardı, diye düşündü. Artık elimde dişimi geçirebileceğim somut bir şey var. Kesik parmağı, telsiz vericisini ve silahları anlamasam bile şimdi elimde bir şey var. Artık kolları sıvamanın zamanı geldi.
“Adamın adı ne?” diye sordu.
“Stig Gustafson.”
“Adresini biliyor musunuz?”
“Hayır, ama sosyal sigorta numasını biliyorum. Kilisenin kaloriferini tamir etmişti, ona bir miktar ödeme yaptığımız için sosyal sigorta numarası var.” Tureson masaya yaklaşarak dosyaları karıştırdı. “570503-0470,” dedi.
Wallander not defterini kapattı. “Bunu bana anlatmakla çok iyi ettiniz,” dedi. “Bunu nasılsa bir şekilde öğrenecektim ama şimdi zaman kazanmış olduk.”
“Louise ölmedi, değil mi?” dedi korku dolu bir sesle Tureson.
“Bilmiyorum,” diye yanıtladı Wallander. “Dürüst olmam gerekirse bu sorunun yanıtını bilmiyorum.”
Wallander papazın elini sıkıp kiliseden ayrıldı. Saat on ikiyi çeyrek geçiyordu.
Hiç olmazsa şimdi izleyebilecek bir yolumuz var, dedi kendi kendine.
Koşar adımlarla arabasına binerek merkeze doğru yola çıktı. İş arkadaşlarını bir an önce toplantıya çağırmak için sabırsızlıkla odasına gitti. Masasına otururken telefon çaldı. Arayan yangın yerinde araştırma yapan Nyberg’di.
“Yeni bir şey buldun mu?” diye sordu Wallander.
“Hayır,” diye karşılık verdi Nyberg. “Ama tabancanın modelini öğrendik. Şu uzun kabzalı olanın. ”
“Yazıyorum,” dedi Wallander not defterini telaşla açarak.
“Bunun alışılmışın dışında bir tabanca olduğunu söylerken haklıymışım,” diye sürdürdü konuşmasını Nyberg. “Ülkede bu silahlardan olduğunu bilmiyordum.”
“Daha iyi,” dedi Wallander. “İzini sürmek daha kolay olur.”
“9mm’lik Astra Constable,” dedi Nyberg. “Bir süre önce Frankfurt’taki silah fuarında görmüştüm. Silahlara çok meraklı olduğum için unutmam.”
“Nere malı?” diye sordu Wallander.
“Bunun yanıtı da bir hayli garip,” dedi Nyberg. “Bildiğim kadarıyla bu silahlar yalnızca bir ülkede imal ediliyor!”
“Nerede?”
“Güney Afrika’da.”
Wallander kalemini bıraktı. “Güney Afrika mı?”
“Evet.”
“Neden yalnızca orada?”
“Bir silahın neden bir ülkede gözde olup başka bir ülkede olmadığını bilemem ki! Ama böyle işte.”
“Lanet olsun, Güney Afrika, ha!”
“Bulduğumuz kesik parmakla bir bağlantısı olduğunu artık yadsıyamayız.”
“Güney Afrika malı bir silahın bu ülkede işi ne?”
“Bunu bulmak da senin görevin.”
“Tamam,” dedi Wallander. “Beni hemen araman iyi oldu. Bu konuyu daha sonra yine konuşuruz.”
“Bilmek isteyeceğini düşünmüştüm,” dedikten sonra Nyberg telefonu kapattı.
Wallander yerinden kalkarak pencere kenarına gitti. Birkaç dakika sonra kararını vermişti. Louise Åkerblom’u ve Stig Gustafson’u araştırmaya öncelik verilecekti. Bunun dışındakiler şimdilik bekleyebilirdi.
Elimizde bunlar var, diye geçirdi içinden. Louise Åkerblom’un kaybolmasından yüz on yedi saat sonra bunlar var elimizde.
Ahizeyi kaldırdı. Artık kendini hiç de yorgun hissetmiyordu.
6
Peter Hansson bir hırsızdı. Aslında pek başarılı bir suçlu değildi ama Malmö’de yaşayan Morell adındaki dolandırıcı patronunun verdiği görevleri genellikle başarıyla tamamlardı.
30 Nisan Walpurgis Gecesi’nin1 sabahında, Hansson’un başı Morell’le dertteydi. O da herkes gibi o gün tatil yapmak istemiş, günübirliğine Kopenhag’a gitmeyi planlamıştı. Ne var ki bir gece önce geç bir saatte Morell kendisini arayarak çok acil bir iş çıktığını söylemişti.
“Dört adet su tulumbası bulmalısın,” demişti Morell telefonda. “Şu eski moda olanlardan. Sayfiye yerlerindeki her evin dışında olanlardan.”
“Bunu tatilden sonra da yapabilirim,” dedi Peter Hansson ters bir sesle. Morell aradığında uyuyordu ve uyandırılmaktan da hiç hoşlanmazdı.
“Hayır,” diye ısrar etti Morell. “İspanyol yarın öğleden sonra burada olacak. Bu tulumbaları istiyor. İspanya’da yaşayan İsveçlilere satacak. Adamlar sıla hasreti çekiyorlarmış ve eski, modası geçmiş İsveç su tulumbalarına bir servet ödemeye razıymışlar.”
“Dört su tulumbasını ben nereden bulacağım ki?” diye sordu Peter Hansson. “Tatilde, her yerin kapalı olduğunu unuttun mu? Yarın tüm yazlık evler de dolacak, çalamam.”
“Bu senin sorunun,” diye karşılık verdi Morell. “Eğer işe erkenden başlarsan başarırsın.” Sonra da gözdağı vermeye başladı. “Eğer yapmazsan, evraklarımı karıştırır ve kardeşinin bana ne kadar borcu olduğunu görürüz.”
Peter Hansson ahizeyi hızla yerine koydu. Morell’in bunu olumlu bir yanıt olarak değerlendireceğini biliyordu. Uykusu iyice açıldığından ve bir daha asla uyuyamayacağını bildiğinden kalkıp giyindi ve Rosengård kasabasına gitti. Kasabada önüne ilk çıkan bara girerek bir bira istedi.
Peter Hansson’un kardeşinin adı Jan-Olof’tu. Jan-Olof, Peter Hansson’un hayattaki en büyük şansızlığıydı. Jan-Olof, Jägersro’da sürekli ganyan oynardı, ara sıra da ülkenin diğer kentlerinde düzenlenen yarışları yakından izlerdi. Kumarda şansı hiç yoktu. Kişisel olanaklarının dışına çıkınca da kendini birden Morell’in kucağında bulmuştu. Morell’e borcunu ödeyeceğine ilişkin herhangi bir garanti veremediği için de Peter Hansson, kardeşine kefil olmak zorunda kalmıştı.
Morell tam bir kaçakçıydı. Bununla birlikte son yıllarda pek çok iş adamı gibi o da faaliyetlerini nasıl geliştireceğine artık karar vermeliydi. Ya küçük bir alanda yoğunlaşıp burada uzmanlaşacak ya da geniş bir alana yayılacaktı. Sonuncusunu yeğledi.
Sipariş ettikleri mallara ilişkin açık seçik bilgi veren geniş bir müşteri portföyüne sahip olmakla birlikte tefecilik işine de girmeye karar verdi. Bu şekilde gelirini gözle görülür bir şekilde artıracağını biliyordu.