“Dün gece eve çok geç gittim. Yeteri kadar da uyudum.”
“Şu futbol maçları da,” dedi Hansson. “Gece yarısı oynanıyor.”
“Ben maç izlemem,” dedi Wallander.
Hansson ona hayretle baktı.
“İzlemez misin? Oysa ben herkesin gece yarılarına kadar oturup maç izlediğini sanıyordum.”
“İlgilenmiyorum,” dedi Wallander. “Bunun biraz garip olduğunu biliyorum ama bildiğim kadarıyla emniyet müdürlüğü herkesin maçları izlemesine ilişkin bir bildiri de yayımlamadı.”
“Bu bizim son şansımız olabilir,” dedi Hansson.
“Neden?”
“İsveç, Dünya Kupası’nda oynuyor. Umarım bu maçı yüzümüze gözümüze bulaştırmayız. Savunmamız beni çok endişelendiriyor.”
“Anlıyorum,” dedi Wallander kibar bir sesle. Höglund hâlâ telefonda konuşuyordu.
“Ravelli,” diye sürdürdü Hansson konuşmasını İsveç kalecisinden söz ederek.
Wallander konuşmasını sürdürmesini bekledi ama susmuştu.
“Ne olmuş ona?”
“Beni endişelendiriyor.”
“Neden? Hasta mı?”
“Bence dengesizin teki. Ne istediğini bilmiyor. Kamerun’a karşı oynadığımız maçta tam bir felaketti. Garip zamanlarda topa tekmeler savurdu, kale çizgisinde tuhaf şeyler yaptı.”
“Polisler de dengesiz olabilir,” dedi Wallander.
“Futbolcularla polisleri kıyaslayamazsın,” dedi Hansson. “Hiç olmazsa bizler kale çizgisinde kalalım mı yoksa ileriye mi fırlayalım diye ani kararlar vermek zorunda değiliz.”
“Öyle mi dersin?” dedi Wallander. “Belki de olay yerine bir an önce gitmek için koşuşturan polisle topun kalesine girmemesi için kale çizgisinden fırlayan kaleci arasında benzerlik vardır.”
Hansson ona şaşkınlıkla baktı ama bir şey söylemedi. Masanın etrafına oturarak Höglund’un konuşmasını bitirmesini beklediler. Kadın polislere her zaman karşı olan Svedberg herkesin Höglund’u beklediğini belli etmek istercesine kalemiyle masaya vuruyordu. Wallander ona bu anlamsız tepkisinden vazgeçmesini söylemeyi düşündü. Höglund çok iyi bir polisti ve birçok açıdan Svedberg’den daha yetenekliydi.
Beklemeyi sessizlik içinde sürdürdüler.
Höglund sonunda telefonu kapatarak yanlarına gelip oturdu.
“Bisiklet zinciri,” dedi. “Çocuklar annelerinin eve gidip bisikletlerini tamir etmekten daha önemli işleri olduklarını nedense bir türlü anlayamıyorlar.”
“İstersen eve gidebilirsin,” dedi Wallander. “Bu toplantıyı sensiz de yapabiliriz.”
Höglund başını hayır dercesine salladı. Sonra da kararlı bir ses tonuyla ekledi.
“Doğru olmayan bir şeye alışmalarına izin veremem.”
Hansson içinde kolye olan poşeti masanın üstüne koydu.
“Kimliği meçhul bir genç kız intihar etti. Cinayet değildi. Suç işlenmedi. Biz yalnızca kadının kimliğini öğrenmek zorundayız.”
Wallander birden Hansson’un Björk gibi davranmaya başladığını hissetti. Onun bu davranışına kahkahalarla gülmemek için kendini zor tuttu. Bakışları Ann-Britt’le karşılaştı. O da aynı şeyi düşünüyor gibiydi.
“Telefonlar çalmaya başladı,” dedi Martinson. “Santralin başına bir adam oturttum, gelen telefonlarla o ilgileniyor.”
“Ona kızı tarif edeyim o zaman,” dedi Wallander. “Bir yandan da kayıp listesindeki insanlar üstünde dikkatlerimizi yoğunlaştıralım. Belki o da kaybolduğu bildirilen kişilerden biriydi. Eğer bu listede yoksa er ya da geç birileri onu aramaya çıkacaktır mutlaka.”
“Bununla ben ilgilenirim,” dedi Martinson.
Hansson poşeti açarak, “Meryem Ana kolyesi ve üstüne D.M.S. harfleri kazınmış. Galiba altın.” Hepsinin bildiği şeyleri bir kez daha tekrarladı.
“Kısaltmalar ve birkaç sözcüğün baş harflerinin ya da ilk hecelerinin bir araya gelmesiyle oluşan sözcükleri içeren bir bilgisayar programı var.” Bilgisayar konusunda hepsinden daha bilgili olan Martinson konuşmasına devam etti. “Harflerin varyasyonlarını bilgisayara yükleyerek bir şeyler öğrenebiliriz belki.”
Wallander uzanarak kolyeyi aldı. Hem madalyonda hem de zincirde hâlâ is vardı.
“Çok güzel,” dedi. “Ama İsveçlilerin çoğu dini sembol olarak haç takarlar, değil mi? Meryem Ana, Katolik ülkelerde daha yaygındır.”
“Mülteci ya da göçmen olabilir mi demek istiyorsun?” diye sordu Hansson.
“Ben yalnızca bu kolyenin neyi simgelediğini söylüyorum, o kadar,” diye karşılık verdi Wallander. “Her ne olursa olsun bu bilginin de tanımlamaya eklenmesi gerekir. Telefon başında oturan kişinin bu ayrıntıyı da bilmesi lazım.”
“Kızın robot resmini basına dağıtacak mıyız?” diye sordu Hansson.
Wallander hayır dercesine başını salladı.
“Henüz değil. İnsanları gereksiz yere korkutmanın ya da endişelendirmenin bir anlamı yok.”
Bir gece önceki olayları yeniden düşündü. Kolza tarlasındaki yalnız genç kız. Genç kızın kendini neden yaktığını öğrenmedikçe bu düşünceyi kafasından atamayacağını biliyordu. Gençlerin yaşamak istemediği bir dünyada yaşıyorum, diye geçirdi içinden. Eğer bu mesleği sürdüreceksem bunun nedenini anlamak zorundayım.
Hansson tam olarak anlayamadığı bir şey söylemişti.
“Tartışacak başka bir şey var mı?” diye yineledi sorusunu Hansson.
“Malmö’deki patologla ben görüşüyorum,” dedi Wallander. “Sven Nyberg’le görüşen oldu mu? Eğer olmamışsa ben onunla da görüşürüm.”
Toplantı bitmişti. Wallander odasına giderek ceketini giydi. Kız kardeşini ya da Baiba’yı bir kez daha aramayı düşündü. Ama sonra vazgeçti.
Arabasına atlayarak doğruca Marsvinsholm yakınlarındaki Salomonsson’un çiftliğine gitti. Birkaç polis projektörlerle kabloları topluyordu. Daha sonra bir ara gidip Salomonsson’un nasıl olduğuna bakmaya karar verdi. Gecenin şokunu atlatmışsa belki bir şeyler hatırlayabilirdi.
Tarlaya doğru gitti. Toprak simsiyah olmuştu. Wallander bulunduğu yerden Nyberg’in iki teknisyenle birlikte yanıp kül olan alanda araştırmalarını sürdürdüklerini gördü. Wallander’i gören Nyberg onu başıyla selamladı. Üç adam ter içinde çamura bulanmış bir hâlde çalışıyorlardı.
“Nasıl gidiyor?” diye sordu Wallander. “Bir şeyler bulabildiniz mi?”
“Kızın yanında bir hayli benzin olduğu anlaşılıyor,” dedi Nyberg yerinde doğrularak. “Yarısı erimiş beş şişe daha bulduk. Yangın çıktığında şişelerin boş olduğunu sanıyorum. Şişeleri bulduğumuz yerlere bir çizgi çekersen kızın benzini dört bir yanına döktüğünü görürsün.”
“Ne demek istiyorsun?” diye sordu Wallander.
Nyberg başını salladı.
“Kız çevresinde bir hendek oluşturmuş demek istiyorum. Benzini de bu hendeğin çevresinde bir daire çizerek dökmüş. Bu hendeğin içinde de kendisine bir yer oluşturmuş. Sakladığı elindeki son benzin dolu şişeyle hendeğin tam ortasında durmuş. Belki çok korkuyordu ve panik içindeydi. Belki deliydi ya da ciddi bir şekilde hastaydı. Bilemiyorum. Ama kız kendini yaktı. Ne yaptığının da farkındaydı.”
Wallander düşünceli bir şekilde başını salladı.
“Kızın buraya nasıl gelmiş olabileceğine ilişkin bana bir şeyler söyleyebilecek misin?”
“Köpekli arama ekibi gönderdim,” dedi Nyberg. “Ama büyük olasılıkla kızın izini bulamayacaklar. Benzin kokusu tüm toprağın kokusunu bastırdı. Köpeklerin kafasının karışacağından eminim. Bisiklet de bulamadık. E65’e uzanan traktör yolunda da bir şey yoktu. Bana sorarsan kız buraya paraşütle gelmiş olmalı.”
Nyberg ekipman çantasından bir rulo tuvalet kâğıdı çıkararak ter içindeki yüzünü sildi.
“Doktorlar ne diyor?” diye sordu.
“Henüz bir şey söylemediler,” diye karşılık verdi Wallander. “Bence onların işi de zor.”
Nyberg’in yüzünde birden ciddi bir ifade oluştu.
“İnsan neden kendisini yakar ki? İnsan kendisine bunca büyük bir acı çektirerek neden yaşamına son vermek ister? Yaşam bu denli kötü mü?”
“Ben de aynı soruları kendime sorup duruyorum,” dedi Wallander.
Nyberg başını iki yana salladı.
“Burada neler oluyor?”
Wallander karşılık vermedi. Söyleyecek bir şeyi yoktu.
Arabasına dönerek emniyete telefon etti. Telefona Ebba yanıt verdi. Wallander, Ebba’nın meraklı sorularından kurtulmak için çok acelesi varmış gibi davrandı.
“Tarlası yanan çiftçiyle konuşmaya gidiyorum,” dedi. “Öğleden önce oraya gelemeyeceğim.”
Ystad’a döndü. Hastanenin kafeteryasında kahve içip sandviç yedi. Sonra da Salomonsson’un nerede olduğunu öğrenmek için bir görevli bulmaya gitti. Karşısına çıkan ilk hemşireyi durdurarak kendisini tanıttı ve ne istediğini söyledi. Hemşire ona şaşkınlıkla baktı.
“Edvin Salomonsson?”
“Adının Edvin olup olmadığını bilmiyorum. Marsvinsholm’da dün gece çıkan yangından sonra buraya getirilen adam.”
Hemşire dikkatle onu dinliyordu.
“Onunla görüşmek istiyorum. Eğer konuşabilecek durumdaysa tabii ki.”
“Konuşabileceğini sanmıyorum,” diye karşılık verdi hemşire. “Öldü.”
Wallander ona şaşkınlıkla baktı.
“Öldü mü?”
“Bu sabah uykusunda kalp krizi geçirerek öldü. İsterseniz doktorlardan biriyle konuşun. Size daha ayrıntılı bilgi verebilirler.”
“Buna gerek yok,” dedi Wallander. “Ben onun nasıl olduğuna bakmaya gelmiştim. Artık öğrendim.”
Wallander hastaneden çıkarak kızgın güneşin altında yürüdü.
Ne yapacağını bilemiyordu.
5
Wallander arabasına binip evine doğru giderken eğer mantıklı düşünmek istiyorsa mutlaka yatıp dinlenmesi gerektiğini düşünüyordu. Yaşlı çiftçinin ölümünden ne kendisi ne de başka birisi sorumluydu. Sorumlu tutulacak biri varsa o da kolza tarlasında yangın çıkararak hem kendi hem de Salomonsson’un ölümüne neden olan genç kızdı. Tüm bu olaylar Wallander’i oldukça tedirgin ediyordu. Oturma odasındaki telefonu fişten çekerek kanepeye uzandı. Ne var ki bir türlü uyuyamadı. Yarım saat sonra da uyumaktan vazgeçti. Telefonu fişe takarak ahizeyi kaldırdı ve Stockholm’e, Linda’ya telefon etti. Telefonun yanındaki kâğıtta üstü çizilmiş bir sürü telefon numarası vardı. Linda bir yerde uzun süre kalmadığı için telefon numarası sürekli değişirdi. Telefon karşı tarafta uzun uzun çaldı ama açılmadı. Wallander bu kez kız kardeşini aradı. Telefon birinci çalıştan hemen sonra açıldı. Birbirleriyle öyle sıklıkla görüşmezlerdi, görüştüklerindeyse konuştukları tek konu babalarıydı. Wallander bazen babaları öldüğünde kız kardeşiyle olan bu telefon ilişkisinin de sona ereceğini düşünürdü.
Yanıtlarla aslında ikisi de ilgilenmeden karşılıklı bir iki kibar cümle söylediler.
“Aramışsın,” dedi Wallander.
“Babamı merak ediyorum,” diye karşılık verdi kız kardeşi.
“Bir şey mi oldu? Hasta mı?”
“Bilmiyorum. Onu en son ne zaman gördün?”
Wallander hatırlamaya çalıştı.
“Bir hafta önce,” dedi yüreğindeki suçluluk duygusunu bastırmaya çalışarak.
“Onu daha sık görme olasılığın yok mu?”
Wallander kendini savunma ihtiyacı duydu.
“Deliler gibi çalışıyorum. İşler çok yoğun. Elimizde yeterli eleman yok. Elimden geldiğince sık görmeye gidiyorum onu.”
Kız kardeşinin suskunluğu az önce söylediklerine inanmadığını gösterir gibiydi.
“Dün Gertrud’la konuştum,” dedi kız kardeşi, Wallander’in az önce söylediklerinin üstünde durmayarak. “Babamın nasıl olduğunu sorduğumda sanki bana baştan savma bir yanıt verdi gibi geldi.”
“Neden böyle yapsın ki?” diye sordu Wallander şaşkınlıkla.
“Bilmiyorum. Bu yüzden seni aradım ya.”
“Bir hafta önce yine her zamanki gibiydi,” dedi Wallander. “Acelem olduğu ve yanında daha fazla kalamadığım için bana ateş püskürdü. Ama orada olduğum süre boyunca da resim yapmayı sürdürerek sanki benimle konuşacak zamanı yokmuş gibi davrandı. Gertrud her zamanki gibi yaşantısından hoşnuttu. Ama babama nasıl dayandığını doğrusu anlayamıyorum.”
“Gertrud ondan çok hoşlanıyor,” dedi kız kardeşi. “Aşk söz konusu olunca insanlar birçok şeye dayanabiliyor.”
Wallander bu konuşmayı bir an önce bitirmek istiyordu. Kız kardeşi yaşlandıkça ona annelerini hatırlatıyordu. Wallander’in annesiyle hiçbir zaman iyi bir ilişkisi olmamıştı. Çocukluk ve delikanlılık yıllarında annesiyle kız kardeşi birlik olmuş ve babasıyla kendisine cephe almıştı. Aile gözle görünmez iki kampa ayrılmıştı. Wallander o günlerden beri babasına çok yakındı. On sekiz yaşına gelmeden kısa bir süre önce polis olmaya karar vermiş, bu da babasıyla olan ilişkisini olumsuz etkilemeye başlamıştı. Babası oğlunun verdiği bu kararı hiçbir zaman benimsememişti. Ama oğluna, seçtiği bu mesleğe neden karşı çıktığını ya da hangi mesleği seçmesi gerektiğini de açıklamamıştı. Wallander eğitimini tamamladıktan ve Malmö’de devriye polisi olarak göreve başladıktan sonra ilişkilerinde açılan yarık büyümeye başlamıştı. Birkaç yıl sonra da annesinin kanser olduğu ortaya çıkmıştı. Hastalık hızla ilerlemişti. Ocak ayında annesine kanser teşhisi konulmuş, mayıs ayında da ölmüştü. Kız kardeşi Kristina o yaz evden ayrılıp L.M. Ericsson adındaki bir firmada çalışmak üzere Stockholm‘e taşınmıştı. Orada evlenmiş, boşanmış ve sonra bir kez daha evlenmişti. Wallander kız kardeşinin ilk kocasıyla tanışmıştı ama şimdiki kocasını hiç görmemişti. Linda’nın halasını Kärrtorp’taki evlerinde bir iki kez ziyaret ettiğini biliyordu ama kızının anlattıklarından bu ziyaretlerin pek de iyi geçmediği izlenimine kapılmıştı. Wallander ilişkilerindeki eski soğukluğun hâlâ sürdüğünü hissediyordu. Babası ölünce bu soğukluk daha da artacaktı.
“Bu akşam onu görmeye gideceğim,” dedi Wallander salonun ortasında yerde duran kirli çamaşırlarını düşünerek.
“Dönüşte beni ararsan sevinirim,” dedi Kristina.
Wallander arayacağına söz verdi.
Sonra da Riga’ya telefon etti. Telefon açıldığında Baiba’nın sesini duyacağını sanmıştı. Sonra telefona yanıt verenin İsveççe bilmeyen Baiba’nın Litvanyalı ev sahibi olduğunu fark etti. Hiç konuşmadan telefonu kapattı. Telefon kapanır kapanmaz çalınca birden boş bulunup korkuyla sıçradı.
Ahizeyi kaldırınca Martinson’un sesini duydu.
“Umarım, seni rahatsız etmiyorumdur,” dedi Martinson.
“Gömleğimi değiştirmek için eve gelmiştim.” Wallander evde oluşuna ilişkin neden her zaman bir bahane bulmak zorunda hissettiğini anlayamıyordu. “Bir şey mi oldu?”
“Kayıp insanlara ilişkin birkaç telefon geldi,” dedi Martinson. “Gelen bilgilerle Ann-Britt ilgileniyor.”
“Doğrusunu istersen ben bilgisayarda neler bulduğunu daha çok merak ediyorum.”
“Tüm sabah programı yükledik,” diye karşılık verdi Martinson sıkıntılı bir sesle. “Az önce Stockholm’ü aradım. Sistemin bir saat içerisinde çalışacağını söylediler. Ama adamın sesi bana bunun mümkün olamayacağını söylüyor gibiydi.”
“Acelemiz yok,” dedi Wallander. “Bekleyebiliriz.”
“Malmö’lü doktor aradı,” diye sürdürdü konuşmasını Martinson. “Kadın doktor. Adı Malmström. Senden telefon bekliyor.”
“Neden seninle konuşmadı?”
“Seninle konuşmak istedi. Genç kız ölmeden önce onu en son sen gördüğün için galiba seninle konuşmak istiyor.”
Wallander bir kalem alarak doktorun telefon numarasını yazdı.
“Bugün olay yerine gittim,” dedi Wallander. “Nyberg kan ter içinde çamurların arasında çalışıyordu. Polis köpeklerini bekliyordu.”
“Kendisi de polis köpeği gibidir,” dedi Martinson, Nyberg‘den hoşlanmadığını gizlemeye bile gerek görmüyordu.
“Hırçın ve aksi olabilir ama işini de çok iyi bilir.”
Tam telefonu kapatmak üzereyken birden aklına Salomonsson geldi.
“Çiftçi ölmüş.”
“Kim?”
“Dün mutfağında kahve içtiğimiz adam. Kalp krizi geçirip öldü.”
Telefonu kapattıktan sonra Wallander mutfağa giderek bir bardak su içti. Uzunca bir süre hiçbir şey yapmadan mutfak masasında oturdu. Malmö’ye telefon ettiğinde saat iki olmuştu. Malmström adındaki doktorun telefona gelmesini bekledi. Doktorun ses tonundan çok genç biri olduğunu anlamıştı. Wallander kendisini tanıttıktan sonra hemen arayamadığı için doktordan özür diledi.
“Genç kızın kendini neden öldürdüğüne ilişkin yeni bir bilgi var mı elinizde?” diye sordu doktor.
“Hayır.”
“O zaman otopsi yapmamıza gerek yok,” diye karşılık verdi doktor. “Bu, işleri daha da kolaylaştırır. Kurşunlu benzin kullanarak kendini yakmış.”
Wallander midesinin bulandığını hissetti. Genç kızın yanıp kül olmuş bedenini doktorun hemen yanındaymış gibi düşününce bulantısı daha da arttı.
“Kızın kim olduğunu bilmiyoruz,” dedi. “Hakkında net bir şey çıkarabilmemiz için onunla ilgili her şeyi öğrenmemiz gerekiyor.”
“Yanmış bir cesette bu sanıldığı kadar kolay değil,” dedi doktor sıradan bir sesle. “Kızın tüm derisi yanmış. Diş inceleme sonuçları henüz hazır değil. Ama dişleri sağlammış. Dolgu falan yoktu. Boyu bir metre altmış üç santim, bedeninde tek bir kırık kemik de yoktu.”
“Yaşını öğrenmem gerek. Bence bu en önemli unsurlardan biri.”
“Bunu öğrenmemiz birkaç gün daha sürebilir. Dişlerinden öğreneceğiz.”
“Bir tahmin yapabilir misiniz?”
“Yapmamayı yeğlerim.”
“Ben onu yirmi beş metre uzaktan gördüm,” dedi Wallander. “Bana kalırsa on yedi yaşındaydı. Yoksa yanılıyor muyum?”
Kadın doktor karşılık vermeden bir an düşündü.
“Tahminde bulunmaktan hoşlanmam,” dedi sonunda. “Ama bana sorarsanız daha gençti.”
“Neden?”
“Bunu tam olarak öğrendiğimde size de söylerim. Ama on beş yaşında çıkarsa sakın şaşırmayın.”
“On beş yaşında bir çocuk neden kendini yakmak istesin?” dedi Wallander. “Buna inanmakta zorlanıyorum.”
“Kendisini paramparça eden yedi yaşındaki bir kızın parçalarını daha geçen hafta bir araya getirmek zorunda kaldım,” diye karşılık verdi doktor. “Küçük kız her şeyi planlamış. Kendisinden başka kimseye zarar vermemek için özen göstermişti. Doğru dürüst yazamadığından da veda mektubu olarak bir resim çizmişti. Ayrıca dört yaşındaki bir oğlan çocuğunun babasından çok korktuğu için gözlerini oymaya çalıştığını duydum.”
“İnanılır gibi değil,” dedi Wallander. “Bu tür şeyler burada, İsveç’te olmaz sanırdım.”
“Ne yazık ki bu anlattıklarımın tümü de burada oldu. İsveç’te. Evrenin ortasında. Hem de bu güzel yaz günlerinde.”
Wallander gözlerinin yaşardığını fark etti.
“Kızın kim olduğunu öğrenemezseniz onu burada gömeriz,” diye sürdürdü sözlerini doktor.
“Bir şey sormak istiyorum,” dedi Wallander. “İnsanın kendisini yakması çok acı verici bir şey olmalı, değil mi?”
“İnsanlar bunun böyle olduğunu yüzyıllardan beri biliyor,” diye karşılık verdi doktor. “İşte bu yüzden de en kötü ceza ya da işkence unsuru olarak ateşi kullandılar. Jeanne d’Arc’ı yaktılar, büyücüleri yaktılar. Bu acının ne denli korkunç olduğunu tahmin bile edemezsiniz. Ayrıca umduğunuz kadar çabuk da bilincinizi yitirmezsiniz. Alevlerin arasından kaçma içgüdüsü, acıdan kaçma isteğinden çok daha fazladır. İşte bu yüzden de bilincinizi yitirmemek için zorlarsınız kendinizi. Sonra da sınıra gelirsiniz. Yanan sinirler bir süre için uyuşur. Bedenlerinin yüzde doksanı yanan kişilerin kısa bir süre acı hissetmediklerine ilişkin birçok örnek vardır. Ama bu uyuşukluk geçmeye başladığında…”
Doktor cümlesini tamamlamadı.
“Bir meşale gibi yandı,” dedi Wallander.
“Artık bunu düşünmemeye çalışın,” dedi doktor. “Ölümün bazen kurtarıcı bir özelliği vardır. Bunu kabul etmek istemesek bile bu böyledir.”
Telefon konuşması bittiğinde Wallander ceketini alıp evden çıktı. Rüzgâr çıkmıştı. Kuzeyden gelen kara bulutlar gökyüzünü kaplamaya başlamıştı. Emniyete giderken araç servis istasyonuna uğrayarak arabasının bakımı için randevu aldı. Emniyete gittiğinde saat üçü biraz geçiyordu. Danışmada durdu. Ebba birkaç gün önce banyoda düşerek elini kırmıştı. Wallander ona nasıl olduğunu sordu.
“Bu olay bana yaşlandığımı hatırlattı,” dedi Ebba.
“Sen asla yaşlanmayacaksın,” diye karşılık verdi Wallander.
“Teşekkür ederim, ama bu doğru değil.”
Wallander odasına giderken bilgisayarda çalışan Martinson’u görünce konuşmak için durdu.
“Yirmi dakika önce çalışmaya başladı. Ben de şimdi bize verilen kayıp listesindekilerden birine uyup uymadığına bakıyordum.”
“Kızın boyunun 1.63 olduğunu da ekle bu bilgilere,” dedi Wallander. “Ve yaşının da on beşle on yedi arasında olduğunu.”
Martinson ona hayretle baktı.
“On beş mi? Böyle bir şey olamaz, değil mi?”
“Doğru olmamasını dilerim. Ama şimdilik bunu bir olasılık olarak değerlendirmeliyiz. Harflere ilişkin çalışmalar nasıl gidiyor?”
“Henüz başlamadım. Ama bu akşam geç saatlere kadar kalıp çalışmayı düşünüyorum.”
“Kimliğini tespit etmeye çalışıyoruz,” diye hatırlatmada bulundu Wallander. “Bir kaçak aramıyoruz.”
“Bu akşam evde kimse yok zaten. Boş bir eve gitmeyi hiç sevmiyorum.”
Wallander, Martinson’un yanından ayrılarak Höglund’un odasının açık kapısından içeri başını uzattı. Ama oda boştu. Acil olayların ve tüm telefonların yanıtlandığı hole geri döndü. Höglund bir polisle oturmuş bir dosyayı inceliyordu.
“Bir şeyler bulabildin mi?” diye sordu Wallander.
“Daha dikkatle incelememiz gereken bir iki şey var,” dedi. “Bunlardan biri iki günden beri kayıp olan Tomelilla Üniversitesi’nde okuyan bir genç kız.”
“Bizim kızımızın boyu 1.63,” dedi Wallander. “Dişlerinde tek bir çürük bile yok. Yaşı da on beşle on yedi arasında.”
“O kadar genç mi?” diye sordu Höglund şaşkınlıkla.
“Evet,” diye karşılık verdi Wallander. “O kadar genç.”
“O zaman üniversitede okuyan kayıp kız olamaz,” dedi Höglund elini dosyanın üstüne koyarak. “Söz konusu olan bu kız yirmi üç yaşında ve uzun boylu.”
Dosyayı karıştırdı.
“Bir tane daha var,” diyerek ekledi. “Mari Lippmansson adında on altı yaşında bir kız. Burada Ystad’da yaşıyor ve bir fırında çalışıyor. Üç günden beri işe gitmemiş. Bizi fırının sahibi aradı. Kızı çok merak ettiğini söyledi. Kızın ebeveyniyse buna aldırmıyormuş.”
“Bu kızı biraz daha incele,” dedi Wallander arkadaşını yüreklendirmek istercesine.
Ama aradıklarının bu kız olmadığını biliyordu.
Bir fincan kahve alarak odasına gitti. Araba hırsızlarına ilişkin dosya yerde duruyordu. Bu evrakı zaman yitirmeden Svedberg’e vermesinin iyi olacağını düşündü. Aynı anda da tatile çıkmadan önce önemli bir suçun işlenmemesi için içinden dua etti.
Saat dörtte toplantı odasında buluştular. Nyberg araştırmasını tamamlamış, olay yerinden yeni dönmüştü. Toplantı uzun sürmedi. Emniyet müdürlüğünden yanıtlaması gereken bir yazı geldiği için Hansson toplantıya katılmayacağını söylemişti.
“Uzun bir toplantı olmayacak,” dedi Wallander. “Yarın acil konuları bir kez daha gözden geçireceğiz.”
Masanın bir ucunda oturan Nyberg’e döndü.
“Polis köpeği bir şey bulabildi mi?”
“Köpek bir şey bulamadı,” diye karşılık verdi Nyberg. “Her yere benzin kokusu sinmiş, köpek koku alamadı.”
Wallander bir süre sonra konuşmaya başladı.
“Beş ya da altı benzin şişesi bulundu. Bu da genç kızın Salomonsson’un kolza tarlasına bir araçla geldiğini gösteriyor. O kadar şişeyi elinde taşıyamaz. Tabii oraya birkaç kez gidip gelmemişse. Göz önünde bulundurmamız gereken bir başka olasılık daha var. O da kızın oraya tek başına gelmediği. Ama bu olasılık pek mantıklı değil. Kendisini yakmak isteyen genç bir kıza kim yardım etmek ister ki?”
“Benzin şişelerini inceleyebiliriz,” dedi Nyberg kuşku dolu bir sesle. “Ama bunun gerekli olduğundan emin değilim.”
“Kızın kim olduğunu bilmediğimiz sürece bizi kıza götürebilecek her ipucunu sonuna kadar değerlendirmeliyiz,” diye karşılık verdi Wallander. “Başka bir yerden gelmiş de olabilir.”
“Salomonsson’un ahırına bakan oldu mu?” diye sordu Höglund. “Benzin şişeleri orada depolanmış olabilir.”
Wallander onaylarcasına başını salladı.
“Biri gidip bir baksın,” dedi.
Bu işi Höglund üstlendi.
“Martinson’un elde edeceği sonuçları beklememiz gerek,” dedi Wallander toplantıyı kapatmaya hazırlanarak. “Ve Malmö’deki pataloğun raporunu. Yarın bize kızın tam yaşını bildirecekler.”
“Altın kolye ne olacak?” dedi Svedberg.
“Kolyenin üzerindeki harfleri çözünceye ya da bir ipucu yakalayıncaya kadar bekleyeceğiz,” dedi Wallander.
Birden ta başından beri bir şeyi gözden kaçırdığını fark etti. Kızın arkada bıraktığı mutlaka birileri olmalıydı. Onun için yas tutan birileri. Onun yanan bir meşale gibi koştuğunu asla unutmayacak, olayı kendisinden çok daha farklı değerlendiren birileri mutlaka olmalıydı.
Toplantıdan sonra herkes işinin başına döndü. Svedberg araba hırsızlarına ilişkin soruşturma belgelerini almak için Wallander’in odasına gitti. Wallander ona dosyayla ilgili kısa ama öz açıklamada bulundu. İşleri bittiğinde Svedberg yerinden kalkmadı. Wallander onun konuşmak istediği bir şey olduğunu hissediyordu.
“Bir ara mutlaka bir araya gelmeli ve konuşmalıyız,” dedi Svedberg duraksayarak. “Teşkilatta olan bitenlerle ilgili.”
“Eleman sıkıntısından mı, yoksa zanlıların gözaltına alınması işini güvenlik şirketlerinin üstlenmesinden mi söz etmek istiyorsun?”
Svedberg asık bir yüzle başını evet dercesine salladı.
“Eğer işlerimizi eskisi gibi yapamazsak yeni üniformaların bize ne gibi bir yararı dokunur?”
“Bu konuyu konuşmakla bir yere varabileceğimizi sanmıyorum,” dedi Wallander baştan savma bir şekilde. “Bu konularla ilgilenmesi gereken bir sendikamız var.”