Wallander yerinde doğruldu.
Not defterine yazmaya başladı: Gustaf Wetterstedt’in bir hırsız tarafından öldürüldüğünü söyleyecek herhangi bir delil yok elimizde ama yine de bu olasılığı göz ardı edemeyiz. Bu rastgele işlenmiş bir cinayet değil, tabii katil tımarhaneden kaçmış bir deli değilse. Katil hiç telaşa kapılmadan cesedi sakladı. Bu yüzden de intikam olasılığı hâlâ geçerli. Acaba Gustaf Wetterstedt’ten kim intikam almak ve onu öldürmek ister?
Wallander kalemini bırakarak yazdıklarını yüzünü buruşturarak okudu.
Daha çok erken, diye geçirdi içinden. Olanaksız sonuçlara ulaşmaya çalışıyorum. Oysa daha fazla şeyler öğrenmem gerek.
Ayağa kalkarak hızla ilerledi. Emniyetten çıktığında yağmurun durduğunu gördü. Sturup’taki meteoroloğun hava tahmini doğru çıkmıştı. Wallander vakit kaybetmeden doğruca Wetterstedt’in villasına gitti.
Kumsaldaki polis kordonu henüz kaldırılmamıştı. Nyberg işinin başına dönmüştü bile. Elemanlarıyla birlikte kumsaldaki muşambayı kaldırıyordu. Polisleri izlemeye gelmiş kalabalık bir meraklı topluluğu vardı.
Wallander, Wetterstedt’in anahtarlığındaki anahtarları deneyerek sonunda villanın kapısını açtı ve doğruca çalışma odasına gitti. Sistematik bir şekilde Höglund’un bir gece önce başlattığı araştırmayı sürdürdü. Wetterstedt’in sözcükleriyle ‘gündelikçi kadının’ adını öğrenmesi yarım saatini aldı. Kadının adı Sara Björklund’du. Kentin batı yakasındaki büyük depoların hemen arkasında, Styrbordsgången Sokağı’nda oturuyordu. Masanın üstündeki telefona uzanarak numarayı çevirdi. Telefon sekiz çalıştan sonra açıldı. Wallander karşısında sert bir erkek sesi duydu.
“Sara Björklund’u arıyordum,” dedi Wallander.
“Evde değil,” diye karşılık verdi adam.
“Onu nerede bulabilirim acaba?”
“Kimsiniz?” diye sordu adam baştan savma bir sesle.
“Ystad polisinden Kurt Wallander.”
Karşı tarafta uzun bir sessizlik oldu.
“Orada mısın?” diye sordu Wallander sabırsızlandığını gizlemeye gerek görmeden.
“Bunun Wetterstedt’le bir ilgisi var mı?” diye sordu adam. “Sara Björklund benim karım.”
“Onunla konuşmam gerek.”
“Malmö’de. Bugün akşama doğru dönecek.”
“Onu ne zaman bulabilirim? Saat kaçta? Net olmaya çalış!”
“Beşe kadar evde olacağını sanıyorum.”
“O zaman beşte sizde olacağım,” diyerek telefonu kapattı Wallander.
Evden dışarı çıkarak, kumsala, Nyberg’in yanına gitti. Polis kordonunun arkası bir hayli kalabalıklaşmıştı.
“Bir şey buldun mu?” diye sordu.
Nyberg bir elinde kum dolu bir kovayla duruyordu.
“Hayır, bulamadım,” dedi. “Ama eğer burada öldürülmüş ve yere kumların üstüne düşmüş olsaydı mutlaka kan izleri olacaktı. Belki kan sırtından akmayacaktı fakat başından mutlaka akacaktı. Ortalık kan gölüne dönmüş olmalı. Kafada büyük damarlar vardır.”
Wallander onaylarcasına başını salladı.
“Sprey kutusunu nerede bulmuştun?” diye sordu.
Nyberg kordonun arkasındaki yeri gösterdi.
“Onun bu cinayetle bir ilgisi olduğunu hiç sanmıyorum,” dedi Wallander.
“Ben de,” diye karşılık verdi Nyberg.
Wallander tam arabasına doğru giderken birden Nyberg’e bir sorusu daha olduğunu hatırladı.
“Bahçe kapısının yanındaki lambanın ampulü patlamış,” dedi. “Ona bir bakar mısın?”
“Nesine bakmamı istiyorsun?” diye sordu Nyberg merakla. “Ampulü mü değiştirmemi istiyorsun?”
“Lambanın neden yanmadığını öğrenmek istiyorum yalnızca. Hepsi bu.”
Emniyete döndü. Gökyüzü kara bulutlarla kaplanmıştı. Ama yağmur yağmıyordu.
“Gazeteciler sürekli arıyorlar,” dedi Ebba, Wallander danışmanın önünden geçerken.
“Saat birdeki basın toplantısına gelsinler,” dedi Wallander. “Ann-Britt nerede?”
“Bir süre önce dışarı çıktı. Ama nereye gittiğini söylemedi.”
“Ya Hansson?”
“Galiba Per Åkeson’un ofisinde. Arayayım mı?”
“Basın toplantısına hazırlanmalıyız. Toplantı odasına bir iki sandalye daha koydurt. Kalabalık olacak.”
Wallander toplantıda basına söyleyeceklerini hazırlamak üzere odasına gitti. Yaklaşık yarım saat sonra da Höglund içeri girdi.
“Salomonsson’un çiftliğine gittim. Sanırım kızın onca benzini nereden bulduğunu öğrendim.”
“Salomonsson’un ahırından mı?”
Höglund evet dercesine başını salladı.
“Hiç olmazsa bir sorun çözüldü,” dedi Wallander. “Bu da genç kızın oraya yürüyerek gelebileceğini gösterir. Arabayla ya da bisikletle oraya gitmiş olma olasılığını düşünmeye artık gerek kalmadı. Yürümüş olmalı.”
“Acaba Salomonsson onu tanıyor muydu?” diye sordu Höglund.
Wallander yanıt vermeden bir an düşündü.
“Hayır,” dedi sonra da. “Salomonsson yalan söylemiyordu. Kızı daha önce hiç görmemişti.”
“O zaman kız tamamen bir rastlantı sonucu oraya gitmiş olmalı. Salomonsson’un ahırına girerek şişeler dolusu benzini bulmuş ve yanına beş şişe alıp kolza tarlasına gitmiş. Sonra da benzini üstüne dökerek kendini yaktı.”
“Evet, hepsi bu işte,” dedi Wallander. “Kızın kim olduğunu öğrensek bile tüm olanları büyük olasılıkla hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz.”
Kahve içip basın toplantısında neler söyleyeceklerini tartıştılar. Hansson yanlarına geldiğinde saat on bir olmuştu.
“Per Åkeson’la konuştum,” dedi. “Başsavcıyla bağlantı kuracağını söyledi bana.”
Wallander şaşkınlıkla başını kaldırıp baktı.
“Neden?”
“Gustaf Wetterstedt çok önemli biriydi. On yıl önce bu ülkenin başbakanı öldürüldü. Şimdi de eski bir adalet bakanı öldürülüyor. Bana kalırsa Åkeson bu cinayet soruşturmasına daha özel bakılıp bakılmayacağını anlamaya çalışıyor.”
“Eğer bugün hâlâ adalet bakanı olsaydı bu sözleri anlayabilirdim,” dedi Wallander. “Ama uzun zamandan beri kamu görevlerini arkasında bırakmış bir emekliden bahsediyoruz.”
“Åkeson’la o zaman bir de sen konuş,” dedi Hansson. “Ben onun söylediklerini aktardım yalnızca.”
Saat tam birde toplantı odasındaki küçük kürsüde yerlerini aldılar. Basınla yapacakları bu toplantıyı ellerinden geldiğince kısa kesmeye çalışma konusunda aralarında anlaşmışlardı. Toplantının en önemli amacı saçma sapan spekülasyonların önünü kesmekti. Bu nedenle de Wetterstedt’in nasıl öldürüldüğü sorusuyla karşılaştıklarında bilinçli olarak somut bir şeyler söylememeye karar vermişlerdi. Özellikle de kafa derisinin yüzüldüğüne ilişkin bir şey söylemeyeceklerdi.
Gazeteciler toplantı odasına doluşmuşlardı. Wallander’in tahmin ettiği gibi ulusal gazeteler Gustaf Wetterstedt’in ölümünün çok önemli bir olay olduğuna karar vermişlerdi. Wallander kalabalığa baktığında üç televizyon kanalının kameralarını gördü.
Daha sonra toplantı bitip de son gazeteci de salondan çıktığında Wallander toplantının alışılmışın dışında iyi geçtiğini fark etti. Soruşturmanın selameti açısından yanıtların sınırlı ve kısa olmasına gazetecilerden herhangi bir olumsuz tepki gelmemişti. Haberciler Wallander’le iş arkadaşlarının oluşturduğu görünmez duvarı delip geçemeyeceklerini anlamışlardı. Onlar gittikten sonra Wallander yerel bir radyo istasyonundan gelen muhabirin sorularını, Höglund da bir kameranın karşısında sorulan soruları yanıtlıyordu. Wallander arkadaşına bir göz atınca televizyon kameralarının önünde olmadığına şükretti içinden.
Basın toplantısının sonunda Per Åkeson dikkat çekmeden salona girerek en arka sıraya oturmuştu. Şimdi de yerinden kalkmış Wallander’in yanına gelmesini bekliyordu.
“Başsavcıya haber vereceğini duydum,” dedi Wallander. “Sana herhangi bir talimat verdi mi?”
“Her şeyden haberdar olmak istiyor,” diye yanıt verdi Åkeson. “Senin beni her şeyden haberdar etmen gibi.”
“Her gün sana yaptıklarımıza ilişkin kısa bir özet göndereceğim,” dedi Wallander. “Tabii ki olayda önemli ipuçlarını ele geçirdiğimizde de.”
“Somut bir şeyler bulabildiniz mi?”
“Hayır.”
Soruşturma grubunun toplantısı dörtteydi. Wallander artık rapor hazırlama değil çalışma zamanı olduğunun farkındaydı. Eğer soruşturmayı etkileyebilecek herhangi dramatik bir şey olmazsa ertesi sabah saat sekizde buluşmaya karar verdiler.
Saat beşe gelmeden Wallander emniyetten çıkarak Sara Björklund’un oturduğu Styrbordsgången’e doğru yola koyuldu. Burası, Wallander’in hiç gitmediği bir mahalleydi. Arabasını park ederek bahçe kapısından içeri girdi. O daha kapıya ulaşmadan kapı açıldı. Karşısında duran kadın tahmin ettiğinden de gençti. Wallander onun otuz yaşlarında olduğunu düşündü. Demek Gustaf Wetterstedt’in gündelikçi kadını buydu. Wetterstedt’in kendisine gündelikçi kadın dediğini bilip bilmediğini düşündü.
“İyi günler. Bugün daha önce telefon etmiştim. Siz Sara Björklund’sunuz, değil mi?”
“Sizi tanıyorum,” dedi kadın, başını evet dercesine sallayarak.
Genç kadın Wallander’i içeri davet etti. Oturma odasındaki masanın üstünde bisküviyle kahve termosu duruyordu. Wallander gürültü yapan çocukları azarlayan bir adamın sesini duydu. Ses yukardan geliyordu. Bir koltuğa oturarak çevresine baktı. Sanki babasının yaptığı resimlerden birini duvarda asılı görecekmiş gibi bir duyguya kapılmıştı nedense. Burada eksik olan tek şey aslında babamın yaptığı resimler, diye geçirdi içinden. İşte eski balıkçı, çingene kadın ve ağlayan çocuk. Tek eksik bu.
“Kahve içer misiniz, efendim?” diye sordu Sara Björklund.
“Bana efendim demene gerek yok. Evet, lütfen.”
“Gustaf Wetterstedt’le resmi olmam gerekiyordu,” dedi birdenbire Sara. “Kendisine mutlaka Bay Wetterstedt denmesini isterdi. Orada çalışmaya başladığımda bana talimatlarını birer birer yazdırmıştı.”
Wallander genç kadının hemen konuya girmesine çok sevinmişti. Cebinden küçük not defteriyle bir kalem çıkardı.
“O zaman Gustaf Wetterstedt’in öldürüldüğünü biliyorsun, demek?” diye söze başladı.
“Korkunç bir şey bu,” dedi Sara. “Kim yapmış olabilir?”
“Biz de aynı şeyi çok merak ediyoruz.”
“Gerçekten de kumsalda mı buldunuz onu? O çirkin kayığın altında mı? Üst kattan görülen o korkunç kayığın altında mı?”
“Evet, orada bulduk. Ama şimdi en başından başlayalım. Gustaf Wetterstedt’in evini temizliyorsun, değil mi?”
“Evet.”
“Ne kadar zamandan beri onun yanında çalışıyorsun?”
“Yaklaşık üç yıldan beri. İşsizdim. Bu evi döndürmek için paraya ihtiyacımız var. Ben de zorunlu olarak temizlik işleri yapmaya başladım. O işi de gazetedeki ilanla bulmuştum.”
“Oraya ne kadar sıklıkla gidiyordun?”
“Ayda iki kez. On beş günde bir perşembeleri.”
Wallander not almaya başlamıştı.
“Her zaman perşembeleri mi giderdin?”
“Evet.”
“Kendi anahtarın var mıydı?”
“Hayır. Bana evin anahtarını hiç vermedi.”
“Neden?”
“Evine temizliğe gittiğimde peşimden hiç ayrılmazdı. Bu da beni inanılmaz derecede sinirlendirirdi. Ama parası çok iyiydi.”
“Farklı herhangi bir şey dikkatini çekmiş miydi?”
“Ne gibi?”
“Evde her zaman yalnız mıydı?”
“Evet, her zaman.”
“Yemeğe konukları falan gelmez miydi?”
“Bildiğim kadarıyla hayır. Oraya gittiğimde mutfakta yıkanmayı bekleyen bulaşık hiç görmedim.”
Wallander konuşmasını sürdürmeden kısa bir an duraksadı.
“Onu insan olarak nasıl tanımlayabilirsin?”
Sara’nın yanıtı kısa ve özdü.
“İnsanın, canın cehenneme diyebileceği türden biriydi.”
“Bununla ne demek istiyorsun?”
“Sürekli bana patronluk taslardı. Ben onun gözünde önemsiz, sıradan bir temizlikçi kadındım. İşin en komik yanı da bir zamanlar temsilcisi olduğu siyasi parti bizlerin davasını sahiplenmişti. Temizlikçi kadınların davasını.”
“Ajandasında senden gündelikçi kadın diye söz ettiğini biliyor muydun?”
“Hiç şaşırmadım.”
“Ama yanında çalışmayı da sürdürdün?”
“Söylediğim gibi parası çok iyiydi.”
“Oraya son gidişini hatırlamaya çalış. Geçen haftayı.”
“Her şey her zamanki gibi olağandı. Cinayet işlendiğinden beri kendimi zorluyorum ama olağan dışı bir şey yoktu. O gün de her zamanki gibiydi.”
“Üç yıldan bu yana orada alışılmışın dışında herhangi bir şey olmadı mı?” Wallander, Sara’nın yanıt vermeden önce bir an duraksadığını fark ederek hemen dikkat kesildi.
“Geçen yıl bir keresinde garip bir şey olmuştu,” diye söze başladı Sara. “Kasım ayında. Neden bilmiyorum ama ayın kaçı olduğunu hatırlamıyorum. Perşembe yerine o hafta cuma günü gitmiştim oraya. Eve doğru yaklaşırken garajdan büyük ve siyah bir araba çıktı. Siyah camlı, içi görünmeyen bir arabaydı bu. Sonra da ben her zamanki gibi yine evin zilini çalmıştım. Kapının açılması uzun sürdü. Karşısında beni görünce çok öfkelendi. Kapıyı yüzüme kapattı. Beni kovacağını sanmıştım ama gelecek sefer gittiğimde hiçbir şey olmamış gibi davranıp bir şey söylemedi. Olanları tümüyle göz ardı etti.”
Wallander genç kadının konuşmasını sürdürmesini bekledi.
“Hepsi bu kadar mı?”
“Evet.”
“Garajdan siyah ve büyük bir araba çıktı?”
“Evet.”
Wallander genç kadının daha fazla bir şey bilmediğini anlamıştı. Aceleyle kahvesini bitirerek ayağa kalktı.
“Başka bir şey hatırlarsan beni ara lütfen,” dedi evden çıkarken. Arabasına binerek kente döndü.
Büyük siyah bir araba Wetterstedt’in evine gitmiş, diye geçirdi içinden. Acaba arabada kim ya da kimler vardı?
Saat altı olmuştu. Sert bir rüzgâr olanca hızıyla esiyordu.
9
Wallander, Wetterstedt’in villasına döndüğünde Nyberg’le ekibi evin içindeki araştırmalarına başlamıştı. Neredeyse tonlarca kumu kazmışlar ama cinayete ilişkin tek bir ipucu bile bulamamışlardı. Yağmur yeniden yağmaya başlayınca da Nyberg hiç zaman yitirmeden hemen kumu muşambayla örttürmüştü. Havanın düzelmesini beklemek zorundaydılar. Wallander, Sara Björklund’un perşembe yerine cuma günü temizliğe gitmesiyle büyük bir siyah araba görmesinin Wetterstedt’in içine girilemez dünyasında küçük bir kapı açtığını düşünüyordu. Aksi hâlde Wetterstedt’in Sara’ya öfkelenmesinin ya da genç kadını kovmamasının ve bu olaydan hiç söz etmemesinin başka bir nedeni olamazdı. Öfke ve sessizlik aynı mizacın iki farklı yüzüydü.
Nyberg, Wetterstedt’in oturma odasında bir koltuğa oturmuş kahve içiyordu. Wallander, Nyberg’in termosunun bir hayli eski olduğunu fark etti. Ellili yıllarda kullanılan termosa benziyordu. Nyberg olası izleri silmemek için koltuğun üstüne bir gazete kâğıdı sermiş, öyle oturuyordu.
“Cinayet yerini henüz bulamadık,” dedi Nyberg. “Şimdi de yağmur yağdığından çıkıp aramanın bir anlamı yok.”
“Umarım olay yerini muşambayla iyi örtmüşsündür,” dedi Wallander. “Yağmur hızlandı. Rüzgâr da sert esiyor.”
“Merak etme,” diye karşılık verdi Nyberg.
“Çalışma masasını bitirmek istiyorum,” dedi Wallander.
“Hansson aradı. Wetterstedt’in çocuklarıyla konuşmuş.”
“Yeni mi konuşmuş çocuklarla? Ben bunu daha önce yaptığını sanıyordum.”
“Bu konuda bir şey bilmiyorum. Ben onun söylediklerini yineliyorum yalnızca.”
Wallander çalışma odasına giderek masanın başına geçip oturdu. İyice görebilmek için masadaki lambayı yanına çekti. Sonra sol taraftaki çekmecelerden birini açtı. Çekmecede bu yılın vergi iadelerinin bir kopyası duruyordu. Wallander evrakı alarak masanın üstüne koydu. Wetterstedt’in gelirini yaklaşık bir milyon kron olarak beyan ettiğini gördü. Evrakı incelediğinde de bu gelirin büyük bir bölümünün özel emeklilik maaşıyla hisse senetlerinden olduğunu fark etti. Wetterstedt’in İsveç ağır sanayisinden hisseleri vardı. Bu gelirlerin dışında Wetterstedt, Tiden Yayınevi’nden gelen teliflerini de beyan etmişti. “Net Servet” bölümünün altına da beş milyon kron yazmıştı. Wallander bu rakamı ezberledi. Vergi iadesi evrakını çekmeceye geri koyarak bir sonraki çekmeceyi açtı. Bu çekmecenin içinde bir albüm vardı. İşte Ann-Britt’in merak ettiği aile fotoğrafları burada olmalı, diye geçirdi içinden. Albümü masanın üstüne koyarak açtı. Gittikçe artan bir şaşkınlıkla albümün sayfalarını çevirdi. Albüm eski moda porno resimlerle doluydu. Bazıları gerçekten de soluk kesiciydi. Wallander bazı sayfaların diğerlerine oranla çok daha kolay açıldığını fark etti. Wetterstedt’in genç mankenlerden hoşlandığı anlaşılıyordu. Dış kapının vurulduğunu duydu. Bir süre sonra Martinson içeri girdi. Wallander arkadaşını başıyla selamladıktan sonra albümü gösterdi.
“Bazı insanlar pul koleksiyonu yapar,” dedi Martinson. “Bazıları da bu tür resim koleksiyonu.”
Wallander albümü kapatarak yerine koydu.
“Malmö’den Sjögren adında bir avukat aradı,” dedi Martinson. “Gustaf Wetterstedt’in vasiyetinin kendisinde olduğunu söyledi. Sürpriz vârisleri olup olmadığını sordum. Yokmuş ve tüm varlığı yasal vârislerininmiş. Wetterstedt genç hukuk öğrencilerine burs veren bir vakıf kurmuş. Bunu uzun zaman önce yapmış ve vergisini de ödemiş.”
“Demek bildiklerimiz bu kadar. Gustaf Wetterstedt varlıklı biriymiş. Ama babası liman işçisi değil miydi?” diye merakla sordu Wallander.
“Svedberg geçmişini araştırıyor,” dedi Martinson. “Wetterstedt’le ilgili birçok şey bilen ve belleği güçlü eski bir parti sekreteriyle bağlantı kurduğunu duydum. Ama ben buraya Salomonsson’un tarlasında kendini yakan kız hakkında konuşmak için gelmiştim.”
“Kızın kim olduğunu mu öğrendin?”
“Hayır. Ama bilgisayar sayesinde o harflerin iki bin olasılığı içerdiğini öğrendim. Uzun bir liste çıkardım.”
Wallander bir an için düşündü. Şimdi ne yapacaklardı?
“Interpol’e vermeliyiz,” dedi. “Şu yeni kuruluşun adı neydi? Europol?”
“Evet.”
“Kızın bilgilerini içeren bir yazı gönder. Yarın da kolyenin bir resmini çekeriz. Meryem Ana kolyesinin. Wetterstedt’in ölümü öncelikli olmasına karşın yine de o kızla ilgili soruşturmayı sürdürmeye çalışmalıyız.”
“Kolyeyi bir kuyumcuya gösterdim,” diye yanıtladı Martinson. “Altın olduğunu söyledi.”
“Birileri mutlaka onu merak ediyordur,” dedi Wallander. “Hiç akrabasının olmaması pek mümkün değil.”
Martinson esnedikten sonra Wallander’e yardıma ihtiyacı olup olmadığını sordu.
“Yok,” dedi Wallander.
Martinson gittikten sonra Wallander bir saat daha çalışma masasının çekmecelerini inceledi. Ardından lambayı söndürerek bir süre de karanlıkta oturdu. Gustaf Wetterstedt kim, diye geçirdi içinden. Kafamda onunla ilgili oluşturduğum resim hâlâ net değil.
Birden aklına bir fikir geldi. Oturma odasına giderek telefon rehberinde birinin numarasına baktı. Saat daha dokuz olmamıştı. Numarayı çevirir çevirmez açıldı. Kendisini tanıttıktan sonra konuştuğu kişiye kendisini ziyaret etmek istediğini söyledi. Sonra da telefonu kapattı. Üst kata Nyberg’in yanına giderek bir işi çıktığını, daha sonra yine geleceğini söyleyip evden çıktı. Rüzgâr olanca hızıyla eserken yağmur da yağıyordu. Sırılsıklam olmamak için arabasına koşarak gitti. Sonra da yola koyularak Österport okulunun yanındaki binanın önünde durdu.
Zile basarak bekledi. Kapı açılınca üçüncü kata çıktı. Lars Magnusson kapının önünde onu bekliyordu.
“Görüşmeyeli epey oldu,” dedi Lars Magnusson, Wallander’in elini sıkarken.
“Evet,” diye karşılık verdi Wallander. “En son beş yıl önce görüşmüştük.”
Uzun süre önce Lars Magnusson gazeteciydi. Expressen gazetesinde uzun yıllar muhabirlik yaptıktan sonra büyük kentten sıkılmış ve doğduğu yere, Ystad’a dönmüştü. Arkadaş olan eşleri sayesinde tanışmışlardı. Bir sohbetleri sırasında ortak yanları olduğunu anlamışlardı. Bunlardan biri de opera tutkusuydu. Wallander eşi Mona’dan boşandıktan bir süre sonra Lars Magnusson’un tescilli bir alkolik olduğunu öğrenmişti. Ortaya çıkan bu gerçek bir bomba gibi patlamıştı. Wallander’in nöbetçi olduğu bir akşam bir polis devriyesi, Lars Magnusson’u sürükleyerek emniyete getirmişti. O kadar sarhoştu ki ayakta duramıyordu. O şekilde araba kullanmış ve direksiyon hâkimiyetini kaybederek bir bankadan içeri girmişti. Daha sonra mahkemeye çıkarılan Lars Magnusson’a yargıç altı ay hapis cezası vermişti. Hapisten çıktıktan sonra gazeteye geri dönmemişti. O sırada karısı da onu terk etmişti. İçmeyi sürdürmüş ama o kritik çizgiyi geçmemeyi de başarabilmişti. Gazetecilik mesleğini bıraktıktan sonra yaşamını gazetelere satranç problemleri hazırlayarak kazanmaya başlamıştı, içkiden kendini öldürmemesinin tek nedeni her gün en azından bir satranç problemi hazırlayıncaya kadar içki içmemesinden kaynaklanıyordu. Evinde artık faks makinesi olduğundan postaneye gitmek için sokağa çıkması da gerekmiyordu. Satranç problemlerini gazeteye evden gönderiyordu.
Wallander eski arkadaşının sade dairesine girdi. Evin içindeki kokudan Magnusson’un içmeye çoktan başladığı anlaşılıyordu. Masanın üstünde bir şişe votka duruyordu. Ama Wallander kadehi göremedi.
Lars Magnusson, Wallander’den bir hayli büyüktü. Beyaz saçları, kirli gömlek yakasına dek uzanıyordu. Yüzü kırmızı ve şişti. Ama Wallander arkadaşının gözlerinin net ve pırıl pırıl baktığını gördü. Kimse Magnusson’un zekâsına bir şey diyemezdi. Ortada dolaşan söylentilere bakılacak olursa, bir zamanlar yazdığı şiirleri Bonniers Yayınları basmayı kabul ederek kendisine bir miktar avans göndermiş ama kitabın tam basılma aşamasında Magnusson vazgeçtiğini söyleyerek avansı geri vermiş ve kitabının basılmasına izin vermemişti.
“Doğrusu seni beklemiyordum,” dedi Magnusson. “Otur. Ne içersin?”
“Bir şey almayayım, sağ ol,” diyen Wallander kanepenin üstündeki gazete yığınlarını yere koyarak oturdu.
Wallander’in karşısına oturan Magnusson ara sıra votka şişesini ağzına dayayıp içiyordu. Müziğin sesini kısmıştı.
“Uzun zaman oldu,” dedi Wallander. “Seni en son ne zaman gördüğümü hatırlamaya çalışıyorum.”
“İçki dükkânındaydı,” diye karşılık verdi Magnusson. “Yaklaşık beş yıl önce. Sen şarap alıyordun, ben de başka bir şey.”
Wallander evet dercesine başını salladı. Hatırlamıştı.
“Hafızan yine her zamanki gibi güçlü.”
“Kendimi öldürecek kadar içmiyorum ki,” diye karşılık verdi Magnusson. “Buna daha vakit var.”
“Hiç bırakmayı düşündün mü?”
“Her gün düşünüyorum. Ama buraya beni içkiden vazgeçirmek için geldiğini sanmıyorum.”
“Gazetelerde Gustaf Wetterstedt’in öldürüldüğüne ilişkin haberleri herhalde okumuşssundur?”
“Evet.”
“Bana bir zamanlar onun hakkında bir şeyler söylediğini hayal meyal hatırlıyorum. Onunla ilgili çokça skandalın söz konusu olduğunu ama bunların tümünün de örtbas edildiğini söylediğini hatırlıyorum.”
“Evet, hem de çok büyük bir skandaldı,” diye arkadaşının sözünü kesti Magnusson.
“Wetterstedt’in kim olduğunu anlamaya çalışıyorum,” diye sürdürdü konuşmasını Wallander. “Bu konuda belki bana yardım edersin diye düşündüm.”
“Söylentileri mi yoksa gerçeği mi öğrenmek istiyorsun?” dedi Magnusson. “Aslında söylentilerle gerçeği birbirinden ayırt edebileceğimden de emin değilim.”
“Ateş olmayan yerden duman çıkmaz,” dedi Wallander.
Lars Magnusson votka şişesinin kendisine gereğinden fazla yakın olduğunu düşünürcesine şişeyi itti.
“On beş yaşımda stajyer olarak Stockholm gazetelerinden birinde çalışmaya başladım,” dedi. “1955 yılının ilkbaharıydı. Gazetenin gece sekreterliğini Ture Svanberg adında yaşlı biri yapıyordu. Şimdi benim olduğum gibi içkiye düşkün biriydi ama işine gerekli özeni de gösterirdi. Gazeteyi sattıran başlıkları yazmada üstüne yoktu. Çalakalem ve aşırı duygusal yazılara çok öfkelenirdi. Hatta bir keresinde bu tür bir yazıyı almış, paramparça ettikten sonra da kâğıt parçalarını öfkeyle yemişti. Kâğıtları çiğnemiş ve sonra da yutmuştu. Ve, ‘Bir süre sonra layık olduğu yere yani kanalizasyona gidecek,’ demişti. Bana gazeteciliği Ture Svanberg öğretti. İki tür gazeteci olduğunu söylerdi sık sık. Bunlardan birincisi gerçeği ortaya çıkarmak için, diğeriyse gerçeği örtbas etmek için elinden geleni yapar, derdi. O birinci gruptandı. Ve bu iki grup arasında da sürekli ve asla bitmeyecek bir savaş vardır. Bazı gazeteciler gerçeğin peşini bırakmaz ve bunu ortaya çıkarmak için gerekirse canlarını bile tehlikeye atabilirler. Bazıları da güç sahiplerine yalakalık yapar ve gerçeğin ortaya çıkmaması için ellerinden geleni artlarına koymazlar. Gerçekten de bu söyledikleri doğruydu. On beş yaşımda olmama karşın bana öğrettiklerini çabucak öğreniyordum. Güç sahipleri sembolik temizlik firmaları ve cenaze levazımatçılarıyla ittifak kurarlar. Onların ayak işlerini yapmak için ruhlarını satmaya can atan birçok gazeteci vardır. Gerçeğin ortaya çıkmaması için güneşi balçıkla örtmeye çalışırlar. Skandalları örtbas ederler. Temiz toplum safsatalarıyla gerçeği tüm güçleriyle bastırırlar.”
Yüzünü buruşturarak şişesine uzanıp büyükçe bir yudum aldı. Wallander arkadaşının göbeklenmeye başladığını fark etti.
“Gustaf Wetterstedt’le ilgili o günlerde tam olarak ne olmuştu?”
Magnusson cebinden bir paket sigara çıkardı. Sigarasını yakarak dumanı havaya savurdu.
“Fahişeler ve sanat,” dedi. “Gustaf’ın karısından habersiz kiraladığı Vasastan’daki evine yıllarca, her hafta genç bir kız götürdüğünü herkes biliyordu. Bu işlerle ilgilenen özel bir yardımcısı vardı. O günlerde bu yardımcının morfinman olduğunu ve Wetterstedt’in ona morfin bulduğunu duymuştuk. Birçok doktor arkadaşı vardı. Aslında fahişelerle ilişki kurması biz gazetecileri pek ilgilendirmiyordu. Wetterstedt bunu yapan ne ilk ne de son İsveçli bakandı. Aslında burada bir kuraldan mı yoksa bir ayrıcalıktan mı söz ettiğimizi sormamız gerekir. Bazen bu sorunun yanıtını merak ederim. Her neyse, bir gün işler değişti. Fahişelerden biri, tüm cesaretini toplayarak Wetterstedt’i kendisine şiddet uyguladığı için polise şikâyet etti.”