Книга Yanlış Yol - читать онлайн бесплатно, автор Хеннинг Манкелль. Cтраница 5
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Yanlış Yol
Yanlış Yol
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Yanlış Yol

“Hiçbir şey yapmasak bile karşı çıkmalıyız,” dedi Svedberg. “Olacakları sokakta halkla konuşmalıyız.”

“Bence herkesin yeterince sorunu var,” diye karşılık verdi Wallander ama aynı zamanda da Svedberg’in haklı olduğunu biliyordu. Emniyetteki eleman kesintisinden kamuoyunun da haberdar edilmesi gerektiğini düşünüyordu.

Svedberg ayağa kalktı. “Hepsi bu kadardı.”

“Bir toplantı düzenle,” dedi Wallander. “Toplantıya katılacağıma söz veriyorum. Ama bu toplantıyı yapmak için yazın bitmesini bekle.”

“Düşünürüm,” dedikten sonra Svedberg kolunun altına araba hırsızlığı dosyalarını sıkıştırarak odadan çıktı.

Saat beşe çeyrek vardı. Wallander pencereden dışarı bakınca yağmur yağdığını gördü.

Löderup’ta yaşayan babasını görmeye gitmeden önce pizza yemeye karar verdi. Bu kez haber vermeden gitmek istiyordu.

Emniyetten çıkmadan önce bilgisayarının başında çalışan Martinson’u görmeye gitti.

“Geç saatlere kadar çalışma.”

“Ama hâlâ bir şey bulamadım,” diye karşılık verdi Martinson.

“Yarın görüşürüz.”

Wallander yağmurun altında arabasına doğru gitti.

Tam otoparktan çıkarken Martinson’un ellerini sallayarak arabaya doğru koştuğunu gördü. Kızın kim olduğunu bulduk, dedi içinden. Camı açtı.

“Kızı buldun mu?”

“Hayır,” dedi Martinson.

Ancak o zaman Wallander, Martinson’un yüzündeki ciddi ifadeyi gördü. Önemli bir şey olmalıydı. Arabadan inerek, “Ne oldu?” diye sordu.

“Bir telefon geldi,” dedi Martinson. “Sandskogen dışındaki kumsalda bir ceset bulunmuş.”

Lanet olsun, diye geçirdi içinden Wallander. İzne çıkmamı bekleyemez miydi?

“Cinayet galiba,” diye sürdürdü konuşmasını Martinson. “Arayan adam böyle söyledi. Adam alışılmışın dışında çok sakindi ama ben onun şok geçirdiğini sanıyorum.”

“Oraya gitmeliyiz,” dedi Wallander. “Ceketini al, yağmur yağıyor.”

Martinson kıpırdamadı.

“Arayan adam kurbanın kim olduğunu biliyordu.”

Wallander, Martinson’un söyleyeceklerinin korkunç bir şeyler olduğunu iliklerinde hissetti.

“Kurbanın Wetterstedt olduğunu söyledi. Eski adalet bakanı.”

Wallander, Martinson’a baktı.

“Bir daha söyle.”

“Kurbanın Gustaf Wetterstedt olduğunu söyledi. Eski adalet bakanı. Başka bir şey daha söyledi. Adamın kafasının derisinin yüzülmüş gibi durduğunu.”

Şaşkınlıkla bakıştılar.

22 Haziran Çarşamba günü saat beşe iki dakika vardı.

6

Kumsala ulaştıklarında yağmur daha da hızlanmıştı. Wallander, Martinson’un koşarak gidip ceketini almasını beklemişti. Kumsala giderlerken yol boyunca çok az konuşmuşlardı. Adres Martinson’daydı. Tenis kortlarını geçtikten sonra soldaki dar sokağa saptılar. Wallander kendilerini neyin beklediğini merak ediyordu. Korktuğu başına gelmişti. Emniyeti arayan adam eğer haklı çıkarsa tatilinin tehlikede olduğunu düşündü. Hansson tatilini ertelemesi için baskı yapacak, sonunda da bu baskılara dayanamayıp pes edecekti. Haziran sonuna kadar masasının üstündeki tüm acil işlerin temizlenmesini umarken şimdi umutlarının suya düşmesinden korkuyordu.

Rüzgârın yığdığı kum tepeciklerini görünce durdular. Bir adam yanlarına yaklaştı. Wallander adamın otuz yaşından fazla olmadığını görünce şaşırdı. Eğer öldürülen kişi gerçekten de Wetterstedt’se adalet bakanı emekli olup köşesine çekildiğinde bu adam on yaşından büyük olmamalıydı. Wallander de o günlerde genç bir polisti. Arabada kumsala doğru gelirlerken Wetterstedt’in yüzünü gözlerinin önüne getirmeye çalışmıştı. Saçlarını her zaman kısacık kestirirdi ve çerçevesiz gözlükler takardı. Wallander eski adalet bakanının her zaman güven dolu, hata kabul etmeyen, hoşgörüsüz sesini hayal meyal hatırlıyordu.

Onlara haber veren adamın adı Göran Lindgren’di. Üstünde şort ve ince bir kazak vardı. Çok heyecanlıydı. Adamın peşinden, boş kumsala doğru yürüdüler. Göran Lindgren onları ters dönmüş bir kayığın yanına götürdü. Kayığın altında derin bir çukur kazılmıştı. “Burada,” dedi Lindgren tedirgin bir sesle.

Wallander’le Martinson tüm bunların yanlarındaki adamın hayal gücünün bir ürünü olmasını ümit edercesine birbirlerine, sonra da yere çömelerek kayığın altına baktılar. Pek aydınlık değildi ama kayığın altındaki çukurda bir cesedin yattığını görebiliyorlardı.

“Kayığı kaldırmalıyız,” dedi Martinson, cesedin kendisini duymasından korkar gibi fısıltıyla konuşmuştu.

“Hayır,” dedi Wallander. “Hiçbir şeye dokunmayacağız.” Sonra hızla yerinde doğrularak Göran Lindgren’e döndü.

“Yanınızda bir el feneri olduğuna eminim. Aksi hâlde o kadar ayrıntıdan haberiniz olmazdı.”

Genç adam şaşkınlıkla başını sallayarak kayığın yanında duran bir poşeti açarak el fenerini çıkardı. Wallander feneri yakıp kayığın altına baktı.

“Lanet olsun,” dedi yanı başındaki Martinson.

Cesedin yüzü kan içindeydi. Ama yine de kafa derisinin yüzüldüğünü görebiliyorlardı ve Lindgren haklı çıkmıştı. Kayığın altındaki çukurda yatan gerçekten de Wetterstedt’di. Yerlerinde doğruldular. Wallander el fenerini uzattı.

“Onun Wetterstedt olduğunu nereden anladınız?” diye sordu.

“Evi burada,” dedi Lindgren, kayığın hemen solundaki yamacın tepesindeki villayı göstererek. “Ayrıca onu herkes tanır. Sürekli televizyona çıkan bir bakandı.”

Wallander kuşkuyla başını salladı.

“Ekibin buraya gelmesi gerek,” dedi Martinson’a. “Git ve onları buraya çağır. Ben burada bekleyeceğim.”

Martinson koşar adımlarla uzaklaştı. Yağmur artmıştı.

“Onu ne zaman buldunuz?” diye sordu Wallander.

“Saatimi takmamışım,” dedi Lindgren. “Ama yarım saatten fazla olduğunu sanmıyorum.”

“Bizi nereden aradınız?”

Lindgren poşeti işaret etti.

“Cep telefonum yanımdaydı.”

Wallander ona ilgiyle baktı.

“Ters dönmüş bir kayığın altında yatıyor,” dedi. “Dışarıdan görülmesi olanaksız. Onu görmek için eğilmiş olmalısınız, değil mi?”

“Bu benim kayığım,” dedi Lindgren sıradan bir sesle. “Daha doğrusu babamın kayığı. İşten gelince genellikle kumsalda yürüyüş yaparım. Yağmur yağmaya başlayınca da torbayı kayığın altına koymak istemiştim. Elim bir şeye takılınca eğilip baktım. Önce bunun bir tahta olduğunu sandım. Sonra ne olduğunu gördüm.”

“Biliyorum bu beni hiç ilgilendirmez ama,” dedi Wallander. “Yine de yanınızda neden el feneri taşıdığınızı merak ettim doğrusu?”

“Sandskogen ormanlarında yazlık evimiz var,” diye karşılık verdi Lindgren. “Myrgången’de. Yeni elektrik hattı çekmeye çalıştığımızdan orada şu anda elektrik yok. Babamla ben elektrikçiyiz.”

Wallander başını evet dercesine salladı.

“Burada beklemek zorundayız,” dedi. “Bir süre sonra bu soruları size yeniden soracağız. Herhangi bir şeye dokundunuz mu?”

Lindgren hayır dercesine başını salladı.

“Cesedi sizden başka gören oldu mu?”

“Hayır.”

“Bu kayığı siz ya da babanız en son ne zaman ters çevirmiştiniz?”

Göran Lindgren belleğini yokladı.

“Bir hafta önce,” dedi.

Wallander’in başka sorusu yoktu. Orada öylece ayakta durmuş düşünüyordu. Bir süre sonra kayığın yanından ayrılarak Wetterstedt’in villasına doğru yürüdü. Bahçe kapısını açmaya çalıştı. Kilitliydi. Bunun üzerine dönerek Göran Lindgren’e doğru gitti.

“Bu civarda mı oturuyorsunuz?” diye sordu.

“Hayır,” diye karşılık verdi. “Åkesholm’de. Arabamı yolun başına park ettim.”

“Burada oturmamanıza karşın yine de Wetterstedt’in bu evde oturduğunu biliyorsunuz ama?”

“Kumsalda uzun yürüyüşlere çıkardı. Ara sıra da babamla birlikte kayığı onarırken durup bizi izlemişti. Ama bizimle hiçbir zaman konuşmazdı. Bana kalırsa burnu havadaydı, bizleri beğenmezdi.”

“Evli miydi?”

“Babam boşandığını söylemişti bir keresinde. O da galiba bir dergide okumuş.”

Wallander evet dercesine başını salladı.

“Tamam,” dedi. “Poşette sizi yağmurdan koruyacak bir şeyler var mı?”

“Hayır, ama arabada var.”

“O zaman gidin ve onları alıp buraya dönün lütfen,” dedi Wallander. “Polis dışında başkalarını da aradınız mı?”

“Babamı aramam gerektiğini düşündüm. Ne de olsa bu onun kayığı.”

“Şimdilik kimseyi aramayın,” dedi Wallander. “Telefonu burada bırakın ve arabadan eşyalarınızı alıp buraya gelin.”

Göran Lindgren kendisine söylenilenleri yerine getirdi. Wallander kayığın yanına döndü. Orada öylece durarak burada neler olduğunu algılamaya çalıştı. Olay yerindeki ilk izlenimlerin genellikle yaşamsal önem taşıdığını biliyordu. Daha sonraları, uzun ve sıkıntılı soruşturma sırasında her zaman o ilk izlenimlerine geri dönerdi.

Bazı şeylerden şimdiden emindi. Örneğin Wetterstedt’in kayığın altında öldürülmesi söz konusu bile değildi. Biri onu oraya saklamıştı. Wetterstedt’in villası kumsala çok yakın olduğundan villada öldürülmüş olma olasılığı çok kuvvetliydi. Wallander ayrıca katilin tek başına bu cinayeti işlemediğini de hissediyordu. Cesedi kayığın altına koyabilmek için kaldırmaları gerekmişti. Bu da bir kişinin yapabileceği bir iş değildi. Çünkü kayık eski model ve ahşaptı. Oldukça ağırdı.

Sonra yüzülen kafa derisini düşünmeye başladı. Martinson ne demişti? Göran Lindgren telefonda adamın kafa derisinin yüzüldüğünü mü söylemişti? Wallander kafadaki yaranın başka nedenlerden de olabileceğini aklından geçirdi. Wetterstedt’in nasıl öldürüldüğünü henüz kimse bilmiyordu. Buna karşın cesedi bulan kişinin katilin kurbanın kafa derisini yüzdüğünü düşünmesi hiç de doğal bir yaklaşım değildi.

Wallander’in kafasında çizdiği tabloya uymayan bir şey vardı. Kendini çok tedirgin hissediyordu. Kafa derisinin yüzülmesine ilişkin bir şey onu işkillendiriyordu.

Wallander bunları düşünürken polis arabaları geldi. Martinson polislere sirenlerini çalıp mavi ışıklarını yakmamalarını söylemekle akıllılık etmişti. Polislerin kumdaki olası izleri bozmamaları için Wallander kayıktan yaklaşık on metre kadar uzaklaştı.

“Kayığın altında bir erkek cesedi var,” dedi Wallander polisler yanına gelince. “Bir zamanlar hepimizin amiri olan Gustaf Wetterstedt’in cesedi. Benim yaşımda olanlar onun adalet bakanı olduğu günleri hatırlar. Emekli olunca buraya yerleşmiş. Şimdi de öldü. Öldürüldüğünü varsayıyoruz. Onun için de bölgeyi kordon altına alarak işe başlamalıyız.”

“Neyse ki bu akşam maç yok,” dedi Martinson.

“Bu cinayeti işleyen her kimse onun da futbol hastası olduğu ortada.”

Dünya Kupası turnuvasından söz edilmesi yüzünden sinirlenmişti. Ama yine de duygularına hâkim oldu.

“Nyberg de az sonra burada olur.” Martinson arkadaşının kızmaya başladığını hissetti.

“Bu cinayet üstünde tüm gece çalışmak zorunda kalabiliriz. Bir an önce başlasak iyi olacak.”

Svedberg’le Ann-Britt Höglund ilk arabalarla, Hansson da onların hemen arkasından olay yerine ulaştı. Göran Lindgren üstünde sarı bir yağmurlukla geri geldi. Svedberg not alırken bir kez daha cesedi nasıl bulduğunu anlattı. Yağmur iyice hızlandığından kum tepeciğinin üstündeki bir ağacın altında duruyorlardı. Daha sonra Wallander, Lindgren’e beklemesini söyledi. Kayığı düzeltmek istemediğinden doktorun kayığın altına girip Wetterstedt’in gerçekten öldüğünü onaylaması gerekiyordu.

“Evli değilmiş galiba, boşanmış,” dedi Wallander. “Ama bunu onaylatmamız gerek. Birkaçınız burada kalın. Ann-Britt’le ben eve gidip bakacağız.”

“Anahtarlar,” dedi Svedberg.

Martinson kayığın yanına yaklaştı, yüzükoyun yere uzandı ve elini uzattı. Bir iki dakika sonra da elinde Wetterstedt’in ceketinin cebinden çıkardığı bir anahtarlık vardı. Martinson anahtarı Wallander’e uzatırken üstü başı kum içindeydi.

“Üstünü örtmeliyiz. Nyberg neden hâlâ gelmedi? Neden her şey bu denli ağır işliyor?” Wallander sinirlerini güçlükle kontrol ediyordu.

“Yolda,” dedi Svedberg. “Bugün çarşamba. Hatırlarsan çarşambaları saunaya gider.”

Höglund’la birlikte Wetterstedt’in villasına doğru gittiler.

“Onu polis akademisinden tanıyorum,” dedi Höglund birdenbire. “Biri onun resmini duvara yapıştırmıştı, sonra da resmi dart tahtası olarak kullanmışlardı.”

“Polis teşkilatında hiç de popüler biri değildi. Onun bakanlığı sırasında yeni bir uygulamanın başlamak üzere olduğunu fark etmiştik. Sinsi bir değişiklikti yapmaya çalıştığı. Kendimizi başımıza bir çuval geçirmişler gibi hissetmiştik. O günlerde polis olmak neredeyse utanç duyulacak bir meslekti. İnsanlar da artan suç oranından endişeye kapılmak yerine tutukluların hapiste nasıl yaşadıklarından endişeye kapılıyordu.”

“O dönemi net olarak hatırlamıyorum. Adı galiba bir skandala karışmıştı, değil mi?”

“O skandalla ilgili birçok söylenti vardı. Birileri bir şeyler söylerken başkaları da tam tersini söylüyordu. Ne var ki hiçbir şey kanıtlanmadı. O günlerde Stockholm’deki polislerin çoğunun canı sıkkındı.”

“Belki de adalet yerini buldu,” dedi Höglund.

Wallander ona şaşkınlıkla baktı ama bir şey söylemedi.

Kumsalı Wetterstedt’in arazisinden ayıran duvardaki bahçe kapısının önüne gelmişlerdi.

“Buraya daha önce gelmiştim,” dedi Höglund birden. “Sıklıkla polise telefon eder ve yaz akşamları kumsalda oturup şarkı söyleyen gençleri şikâyet ederdi. Bu gençlerden biri de Ystad’s Allehanda gazetesinin editörüne bir şikâyet mektubu yazmıştı. Björk de buraya gelip etrafa bir göz atmamı istemişti.”

“Neye göz atmanı?”

“Bilmiyorum,” diye karşılık verdi. “Ama Björk’ün şikâyetler konusunda ne denli duyarlı olduğunu sen de bilirsin.”

“Bu onun en iyi özelliklerinden biriydi,” dedi Wallander. “Ne olursa olsun hep bizi savundu. Bu, her zaman olmaz.”

Anahtarı bularak bahçe kapısını açtılar. Wallander bahçe kapısının üstündeki lambanın ampulünün yanmadığını fark etti. Çimlerin üstünde tek bir yaprak bile yoktu, bu da bahçeye çok özen verildiğini gösteriyordu. Bahçede, ortasında birbirlerine ağızlarından su püskürten iki çıplak çocuk heykeli olan küçük bir havuzla bir salıncak vardı. İri ve yassı kaldırım taşlarıyla döşeli terastaysa mermer bir masayla birkaç tane sandalye duruyordu.

“Oldukça bakımlı ve pahalı görünüyor,” dedi Höglund. “Böylesi bir mermer masa sence kaç paradır?”

Wallander sorunun yanıtını bilmediği için karşılık vermedi. Villaya doğru yürüdüler. Wallander villanın yüzyılın başlarında inşa edilmiş olabileceğini düşünüyordu. Kaldırım taşlı yolda ilerlediler ve evin ön kapısına geldiler. Wallander zili çaldı. Bir kez daha çalmadan önce kısa süre bekledi. Sonra da anahtarlıktaki anahtarları deneyerek kapıyı açtı. Işıkları yanan antreye girdiler. Wallander seslendi. Ama evde kimse yoktu.

“Wetterstedt kayığın altında öldürülmedi,” dedi Wallander. “Kumsalda da saldırıya uğramış olabilir ama ben hâlâ cinayetin burada işlendiğini düşünüyorum.”

“Neden?” diye sordu Höglund.

“Bilmiyorum. Yalnızca öyle hissediyorum.”

Elektrik düğmelerinin dışında hiçbir şeye el sürmemeye özen göstererek evi baştan sona araştırdılar. Bu yarım yamalak bir araştırmaydı fakat Wallander için yine de önemliydi. Özellikle somut bir şeyin peşinde olmadıklarından ne aradıklarını bilmiyorlardı. Ama birkaç gün öncesine kadar, şimdi kumsalda cesedi yatan adam bu evde yaşamıştı. Bu ani ölümün izlerini araştırmaktan başka yapacak bir şeyleri yoktu. Ne var ki evin hiçbir tarafında bir karışıklık yoktu. Wallander cinayetin işlenmiş olabileceği yeri arayıp durdu. Bunun bir hırsızlık olayı olabileceğini bile düşünerek ön kapının kilidini inceledi. Antrede durmuş, evin sessizliğini dinlerlerken Wallander, Höglund’a ayakkabılarını çıkarmasını söyledi. Bir kez de villayı baştan sona ayakkabısız dolaştılar. Wallander odaları izleyen arkadaşının bir yandan da kendisine merakla baktığını fark etti. Aynı deneyimi genç ve deneyimsiz bir polisken Rydberg’le yaşadığını hatırlamıştı. Bu gurur verici bir şey olması gerekirken Wallander içinin karardığını hissetti. Nöbet değişimi devam ediyor, diye geçirdi içinden. Aynı evde olmalarına karşın Höglund evin içinde, Wallander’se dışındaymış gibi bir duyguya kapılmıştı.

İlk karşılaştıkları günü düşündü, neredeyse bir yıl olmuştu. Polis akademisinden başarıyla mezun olmuş genç kadını solgun benizli ve kesinlikle çekici olmayan biri olarak değerlendirmişti. Genç kadın tanışır tanışmaz ona gerçek yaşamla ilgili okulda öğrenemediklerini kendisinden öğrenmeye can attığını söylemişti. Aslında tam tersi olmalıydı, diye geçirdi içinden, tam olarak anlayamadığı taş baskı resme bakarken. Doğrusunu söylemek gerekirse asıl ben ondan sürekli bir şeyler öğreniyorum.

Üst katta kumsala bakan pencerelerden birinin önünde durdular. Projektörler yerlerine konmuştu, sonunda olay yerine gelebilen Nyberg sinirli bir tavırla kayığın üstünü plastik bir örtüyle örten polisleri yönlendiriyordu. Kumsal polis kordonu altına alınmıştı. Yağmur olanca hızıyla yağmayı sürdürdüğünden polis kordonunun gerisinde çok az sayıda meraklı vardı.

“Yanıldığımı düşünmeye başlıyorum,” dedi Wallander plastik örtüyle kayığın üstünü sonunda örtmeyi başaran polislere bakarak. “Wetterstedt’in evde öldürüldüğüne ilişkin herhangi bir ipucu yok.”

“Katil ortalığı temizlemiş olabilir,” dedi Höglund.

“Nyberg evi baştan sona inceledikten sonra bunu öğreneceğiz. Şimdilik cinayetin evin dışında işlendiğini düşünüyorum.”

Konuşmadan aşağıya indiler.

“Ön kapıya bırakılmış posta yoktu,” dedi Höglund. “Ev tel örgülerle çevrili. Bir yerde bir posta kutusu olmalı.”

“Bununla daha sonra ilgileniriz,” dedikten sonra Wallander büyük ve geniş oturma odasına giderek odanın ortasında durdu. Höglund ona merakla bakıyor ama bir şey söylemiyordu.

“Neleri göremediğimi kendime sorarım genelde,” diyerek konuşmaya devam etti Wallander. “Ama nedense burada her şey açık seçik duruyor gibi. Bir adamın tek başına yaşadığı bir evde her şey yerli yerinde, ödenmemiş faturalar yok ve adamın yalnızlığı eskiden içilmiş bir puro kokusu gibi duvarlara sinmiş. Bu tabloda tek yanlış bu söz konusu adamın cesedinin kumsalda Göran Lindgren’in kayığının altında yatıyor olması.”

Bu sözleri söyler söylemez bir hata yaptığını anlayarak konuşmasını sürdürdü.

“Hayır, bir yanlış daha var,” dedi. “O da bahçe kapısının yanındaki lambanın yanmıyor olması.”

“Belki de ampul patlamıştır,” dedi Höglund şaşkınlıkla.

“Olabilir,” diye karşılık verdi Wallander. “Ama yine de garip.”

Kapı vuruldu. Wallander gidip açınca yağmurdan sırılsıklam olmuş Hansson’un kapının önünde durduğunu gördü.

“Eğer o kayığı düzeltmezsek ne Nyberg ne de doktor çalışmasına başlayabilecek.” Hansson sıkıntılı bir sesle konuşmuştu.

“Düzeltin o zaman,” dedi Wallander. “Ben de az sonra orada olacağım.”

Hansson yağmurun altında gözden kayboldu.

“Akrabalarını aramaya başlamalıyız. Evde bir yerde telefon defteri olması gerek.”

“Garip olan ya da senin deyiminle yanlış olan bir şey daha var aslında,” diyen Höglund devam etti. “Uzun politik yaşamından hatıralar, çıktığı yolculuklardan getirdiği hatıra eşyalar ve birileriyle çekilmiş fotoğraflar dışında tek bir aile fotoğrafı bile yok.”

Oturma odasına döndüklerinde Wallander etrafına daha bir dikkatle bakınca Höglund’un haklı olduğunu gördü. Bunu önce kendisinin fark etmemesine canı sıkıldı.

“Belki de yaşlandığının kanıtlarını çevresinde görmek istemiyordu,” dedi Wallander, bu sözlere kendi de inanmayarak.

Kanepenin yanındaki masada bir telefon vardı.

“Çalışma odasında da bir telefon var,” dedi Wallander. “Sen oraya bak, ben de burayı bir araştırayım.”

Wallander telefonun durduğu masaya yaklaştı. Telefonun yanında televizyonun uzaktan kumandası duruyordu. Wetterstedt telefonda konuşurken bir yandan da televizyon izliyordu, diye geçirdi içinden. Tıpkı benim gibi. Telefonda konuşurken kanal değiştirmekten hoşlanan insanlarla dolu bir dünyada yaşıyoruz. Telefon defterlerini karıştırdı ama özel bir not ya da başka bir şey bulamadı. Sonra telefon masasının arkasındaki küçük çalışma masasının iki çekmecesini dikkatle açtı. Çekmecelerin birinde bir pul albümü, diğerinde de birkaç kutu yapıştırıcıyla bir kutu peçete halkası vardı.

Çalışma odasına doğru giderken telefon çaldı. Durdu. Aynı anda da Höglund çalışma odasının kapısında belirdi. Wallander yavaşça köşedeki kanepeye oturarak ahizeyi kaldırdı.

“Alo,” dedi bir kadın sesi. “Gustaf? Neden beni aramadın?”

“Kimsiniz?” diye sordu Wallander.

Kadının sesi birden ciddileşti.

“Ben Gustaf Wetterstedt’in annesiyim. Kiminle konuşuyorum?”

“Ben, Ystad emniyetinden Kurt Wallander.”

Yaşlı kadının nefesini duyabiliyordu. Gustaf Wetterstedt’in annesi olduğuna göre kadının gerçekten de çok yaşlı olması gerektiğini düşündü. Yanı başında duran Höglund’a bakarak yüzünü buruşturdu.

“Bir şey mi oldu?” diye sordu yaşlı kadın.

Wallander nasıl davranması gerektiğini kestiremiyordu. Kurbanın yakın akrabalarına bu ani ölümü telefonda söylemek için bazı yazılı ve yazılı olmayan kurallar vardı. Ama bunlar için artık çok geçti çünkü az önce polis olduğunu ve adını söylemişti.

“Alo?” dedi yaşlı kadın. “Orada mısınız?”

Wallander karşılık vermedi. Çaresizlikle Höglund’a baktı. Daha sonra da nedenini hiçbir zaman tam olarak anlayamadığı bir şey yaptı. Telefonu kapattı.

“Kimdi?” diye sordu Höglund.

Wallander başını iki yana sallayarak karşılık vermedi. Sonra da ahizeyi kaldırarak Kungsholm’deki Stockholm emniyet müdürlüğüne telefon etti.

7

Akşam saat dokuzu biraz geçe Gustaf Wetterstedt’in telefonu bir kez daha çaldı. O vakte kadar Wallander, Stockholm’deki meslektaşlarından biri aracılığıyla Wetterstedt’in ölümünün annesine bildirilmesini sağlamıştı. Wallander’i Östermalm emniyetinden Hans Vikander diye biri aradı. Birkaç güne kadar, 1 Temmuz’da, eski adı değiştirilip “Şehir Polisi” olacakmış.

“Haber verildi,” dedi Vikander. “Kadıncağız çok yaşlı olduğu için bir rahiple birlikte gittik. Doksan dört yaşında olmasına karşın haberi çok sakin karşıladı.”

“Belki de o yaşta olduğu için sakin karşılamıştır,” dedi Wallander.

“Şimdi de Wetterstedt’in iki çocuğunun izini bulmaya çalışıyoruz,” diye sürdürdü konuşmasını Vikander. “Büyük oğlu New York’ta Birleşmiş Milletler’de çalışıyor. Kızıysa Uppsala’da yaşıyormuş. Bugün akşama kadar onlara ulaşmayı umuyoruz.”

“Peki ya eski karısı?” diye sordu Wallander.

Vikander alayla sordu. “Hangisi? Adam üç kez evlenmiş.”

“Üçü de,” dedi Wallander. “Daha sonra onlarla bağlantı kuralım.”

“İlgini çekebileceğini düşündüğüm bir şey daha var,” dedi Vikander. “Annesiyle konuştuğumuzda oğlunun kendisini her akşam saat tam dokuzda aradığını söyledi bize.”

Wallander saatine baktı. Dokuzu üç geçiyordu. O anda da Vikander’in söylediklerinin önemini algıladı.

“Dün aramamış,” diye devam etti Vikander. “Dokuz buçuğa kadar beklemiş. Sonra da kendisi aramış. On beş kez çaldırmasına karşın telefon açılmamış.”

“Peki, ya daha önceki gece?”

“Hafızası o kadar iyi değil. Unutma, kadın doksan dört yaşında. Yakınlardaki olayları hiç iyi hatırlamadığını söyledi.”

“Başka bir şey söyledi mi?”

“Daha fazla rahatsız etmek istemedik.”

“Onunla yeniden konuşmalıyız,” dedi Wallander. “Seninle tanıştığına göre, oraya yine senin gitmen iyi olur.”

“Temmuzun ikinci haftası izne çıkıyorum,” dedi Vikander. “O zamana dek sorun yok.”

Wallander telefonu kapatırken Höglund içeri girdi. Posta kutusuna bakıp gelmişti.

“Bugünün ve dünün gazeteleri. Telefon faturası. Özel bir mektup falan yoktu. Uzun zamandan beri o kayığın altında yattığını sanmıyorum.”

“Evi bir kez daha dolaş,” dedi Wallander kanepeden kalkarak. “Yerinde olmayan bir şey var mı bir kez daha bak. Ben de kumsala gidip cesede bakacağım.”

Yağmur daha da hızlanmıştı. Wallander koşarak arka bahçeden geçerken birden o akşam babasını görmeye gideceğini hatırladı. Yüzünü buruşturarak eve geri döndü.

“Bana bir iyilik yap,” diye seslendi Höglund’a içeri girerken. “Babamı ara ve çok acil bir soruşturmaya katılmak zorunda kaldığımı söyle. Kim olduğunu sorarsa ona yeni müdür olduğunu söylersin.”

Höglund tamam dercesine başını sallayarak gülümsedi. Wallander ona babasının telefon numarasını verdi. Sonra da yeniden dışarı çıktı.

Cinayet yeri projektörlerle aydınlatılmıştı. Yoğun bir tedirginlik duygusuyla Wallander geçici olarak konulan plastik örtünün altına girdi. Gustaf Wetterstedt’in cansız bedeni bir muşambanın üstünde yatıyordu. Doktor elindeki feneri Wetterstedt’in boğazına tutmuş inceliyordu. Wallander’in içeri girdiğini görünce durdu.

“Nasılsın?” diye sordu.

Doktor ağzını açıp konuşuncaya dek Wallander onu tanımamıştı. Bu birkaç yıl önce kalp krizi geçirdiğini sanıp acil servise geldiğinde kendisini tedavi eden doktordu.

“Bu olayın dışında, iyiyim,” diye karşılık verdi Wallander. “Tekrar aynı sıkıntıları yaşamadım.”

“Söylediklerimi yaptın mı?” diye sordu doktor.

“Elbette hayır,” diye mırıldandı Wallander.

Bir kez daha cesedin yüzüne baktı. Pıhtılaşmış kanla kaplı olmasına karşın bu yüzde inatçı ve acımasız bir ifade vardı. Wallander eğilerek saçla derinin kesildiği yere, alnın üst tarafındaki yaraya baktı.