“Nasıl ölmüş?”
“Belkemiğine yediği güçlü bir balta darbesiyle,” diye karşılık verdi doktor. “Hemen ölmüş olmalı. Kürek kemiğinin hemen altında belkemiği ciddi bir darbe yemiş. Büyük olasılıkla yere düşmeden öldü.”
“Bunun evde olmadığından emin misin?”
“Öyle sanıyorum. Belkemiğine vurulan darbe hemen arkasında duran biri tarafından gelmiş olmalı. Bence belkemiğine yediği darbenin gücüyle öne doğru düşmüş. Ağzında ve gözlerinde kum var. Büyük olasılıkla buralarda bir yerde olmuş olmalı.”
“O zaman buralarda kan izleri de olmalı.”
“Yağmur izleri siliyor,” dedi doktor. “Ama eğer şansımız yaver giderse, kumun üst tabakasını kazıyarak yağmurun silemediği kan izlerini bulabiliriz.”
Wallander, Wetterstedt’in derisi yüzülmüş kafasını gösterdi.
“Bunu nasıl açıklıyorsun?”
Doktor omuz silkti.
“Alındaki yarık keskin bir bıçakla yapılmış. Ya da bir jiletle. Saç ve deri yüzülmüş. Bunun belkemiğine vurulan darbeden önce mi, yoksa sonra mı olduğunu henüz söyleyemiyorum. Bunu Malmö’deki patalog söyleyecek.”
“Malmström’ün bugünlerde işleri bir hayli yoğun,” dedi Wallander.
“Kimin?”
“Dün kendini yakan bir genç kızdan geriye kalanları göndermiştik. Şimdi de kafa derisi yüzülen bir adamı gönderiyoruz. Bizimle çalışan pataloğun adı Malmström.”
“Başka bir patalog daha var. Bu sözünü ettiğin kadını tanımıyorum.”
Wallander cesedin yanına iyice yaklaştı.
“Neler düşünüyorsun?” dedi doktora. “Sence ne olmuş olabilir?”
“Arkasından saldıran adam ne yaptığını biliyormuş,” dedi doktor. “Keskin bir nişancı da bundan iyisini yapamazdı. Ama kafasının derisini yüzmek! İşte bence bu bir zırdelinin işi.”
“Ya da bir Kızılderili’nin,” dedi Wallander düşünceli bir sesle.
Yerinde doğrulurken diz kapaklarının ağrıdığını fark etti. Sancısız geçirdiği günler artık çok gerilerde kalmış gibiydi.
“Benim burada işim bitti,” dedi doktor. “Malmö’ye onu getireceğimizi söyledim.”
Wallander karşılık vermedi. Wetterstedt’in giysilerinde dikkatini çeken bir ayrıntı yakalamıştı. Pantolonunun fermuarı açıktı.
“Giysilerine dokundun mu?” diye sordu Wallander merakla.
“Yalnızca belkemiği çevresindeki balta yarasına dokundum.”
Wallander anladım dercesine başını salladı. Midesi bulanmaya başlamıştı.
“Bir şey sorabilir miyim?” dedi. “Wetterstedt’in pantolonunun içine bir bakıp orada olması gereken şeyin yerinde olup olmadığını söyleyebilir misin?”
Doktor, Wallander’e soru sorarcasına baktı.
“Biri kafasının derisini yüzdüğüne göre başka şeylerle de ilgilenmiş olabilir,” diye açıkladı düşüncelerini Wallander.
Doktor evet dercesine başını salladıktan sonra lastik eldivenleri eline geçirdi. Sonra da dikkatle elini açık fermuardan içeri sokarak yokladı.
“Burada olması gereken şey yerinde,” dedi elini çekerken.
Wallander başını tamam dercesine salladı.
Wetterstedt’in cesedi kaldırıldı. Wallander kayığın yanında yere çömelmiş duran Nyberg’e döndü.
“Nasıl gidiyor?” diye sordu.
“Bilmiyorum,” diye karşılık verdi Nyberg. “Bu yağmurun altında tüm izler silinip gidiyor.”
“Kumları yarın yine kazıyalım,” dedi Wallander ve doktorun söylediklerini arkadaşına aktardı. Nyberg başını salladı.
“Eğer kumların arasında kan izleri varsa mutlaka buluruz. Başlamamızı istediğin özel bir yer var mı?”
“Kayığın çevresi,” dedi Wallander. “Sonra da bahçe kapısından kumsala uzanan yol.”
Nyberg kapağı açık çantayı gösterdi. Çantanın içinde delil poşetleri vardı.
“Cebinde yalnızca bir kutu kibrit buldum,” dedi Nyberg poşetlerden birini başıyla göstererek. “Sende de anahtarlar var. Giysileri ayakkabılarının dışında oldukça pahalı şeyler.”
“Ev dağınık değildi. Ama bu akşam bu söylediğim yerlere bakarsan çok sevinirim.”
“İki yerde birden olamam ki,” diye homurdandı Nyberg. “Eğer burada olası delilleri bulup çıkarmamız gerekiyorsa bunu yağmur tüm izleri yok etmeden yapmak zorundayız.”
Wallander yeniden Wetterstedt’in evine doğru gitmeye hazırlanırken birden Göran Lindgren’in hâlâ orada olduğunu fark ederek yanına gitti. Lindgren soğuktan titriyordu.
“Artık evinize gidebilirsiniz,” dedi Wallander.
“Babama telefon edip her şeyi anlatabilir miyim?”
“Evet.”
“Peki neler olmuş?” diye sordu Lindgren.
Wallander sıkıntıyla yanıtladı. “Henüz bilmiyoruz.”
Polis kordonunun hemen dışında meraklı birkaç kişi polisin çalışmasını izliyordu. Meraklıların bazıları civarda oturan yaşlılar, köpekli bir delikanlı ve mobiletli bir çocuktu. Wallander korku içinde kendisini bekleyen günleri düşündü. Belkemiği parçalanan, kafa derisi yüzülen eski bir adalet bakanına ilişkin haber; gazetelerin, radyonun ve televizyon kanallarının hiç zaman yitirmeden üstüne atlayacağı türdendi. Durumla ilgili tek iyi şey, Salomonsson’un kolza tarlasında kendini yakan genç kızın birinci sayfada haber olma şansını yitirmiş olmasıydı.
Sıkıştığını fark ederek denizin kenarına doğru gitti ve fermuarını açtı. Belki de her şey bu denli basit işte, diye geçirdi içinden. Gustaf Wetterstedt saldırıya uğradığında o da fermuarını açmış ve belki de işini görmek üzereydi.
Eve doğru giderken birden durdu. Bir şeyi gözden kaçırmıştı. Dönerek Nyberg’in yanına gitti.
“Svedberg’in nerede olduğunu biliyor musun?”
“Galiba muşamba bulmaya gitti. İzler silinmesin diye kumu örtmek istiyoruz.”
“Geri döndüğünde onunla mutlaka konuşmak istiyorum,” dedi Wallander. “Martinson’la Hansson neredeler?”
“Yanlış bilmiyorsam Martinson yiyecek bir şeyler almaya gitti,” dedi Nyberg ters bir tavırla. “Yemek yemeye kimin zamanı var acaba?”
“İstersen sana da bir şeyler getirmesi için birilerini gönderebiliriz,” dedi Wallander. “Hansson nerede?”
“Savcılara haber vermeye gitti. Ben bir şey istemiyorum.”
Wallander villaya döndü. Yağmurdan sırılsıklam olan ceketini ve çizmelerini çıkardıktan sonra birden karnının çok acıktığını hissetti. Höglund, Wetterstedt’in çalışma odasındaki masaya oturmuş, masanın çekmecelerini inceliyordu. Wallander mutfağa giderek ışığı yaktı. Salomonsson’un mutfağında kahve içişleri geldi aklına birden. Oysa Salomonsson artık yoktu. Ölmüştü. Eski çiftçinin mutfağıyla bu mutfağı kıyaslamak olanak dışıydı. Burası bambaşka bir dünyaydı. Duvarda pırıl pırıl parlayan bakır tencereler asılıydı. Mutfağın ortasında açık bir ocak ve hemen üstünde de kocaman bir davlumbaz vardı. Buzdolabını açarak bir parça peynirle bira aldı. Duvara dayalı tahta kutuların birinde ekmek buldu. Mutfak masasına oturarak hiçbir şey düşünmeden yemeğini yedi. Yemeğini bitirmek üzereyken Svedberg içeri girdi.
“Nyberg benimle konuşmak istediğini söyledi.”
“Muşambaların işi bitti mi?”
“Elimizden gelen en iyi şekilde kumu örtmeye çalışıyoruz. Martinson meteorolojiyi arayarak yağmurun daha ne kadar süreceğini sordu. Söylenilenlere göre yağmur gece boyunca yağacakmış. Sonra birkaç saat duracak ama yeniden başlayacakmış.”
Mutfağın zemininde Svedberg’in çizmelerinden akan sular yüzünden küçük bir göl olmuştu. Ne var ki Wallander’in içinden arkadaşına çizmelerini çıkarmasını söylemek gelmedi. Bu mutfakta Gustaf Wetterstedt’in ölümündeki gizemi bulabileceklerini pek sanmıyordu.
Svedberg masanın etrafındaki sandalyelerden birine oturarak mendiliyle saçlarını kurulamaya çalıştı.
“Bir zamanlar bana Kızılderililerin geçmişine ilgi duyduğunu söylediğini hayal meyal hatırlıyorum,” diye söze başladı Wallander. “Yanılıyor muyum yoksa?”
Svedberg ona şaşkınlıkla baktı.
“Hayır yanılmıyorsun. Kızılderililer hakkında birçok şey okudum. Onlar hakkında yalan yanlış bilgi içeren filmleri izlemekten hiç hoşlanmam. Kızılderililer konusunda uzman olan Uncas adında biriyle yazıştım. Bir keresinde yaptığı televizyon programı ödül almıştı. Ama galiba bu ben doğmadan önceydi. Neyse, yine de bana birçok şey öğretti.”
“Neden sorduğumu merak ediyor olmalısın,” dedi Wallander.
“Doğrusunu istersen etmiyorum,” diye karşılık verdi Svedberg. “Wetterstedt’in kafa derisinin yüzüldüğünü biliyorum.”
Wallander dikkatle ona baktı.
“Öyle mi?”
“Eğer deri yüzme işi bir sanatsa bu olayda bu iş hemen hemen kusursuzca gerçekleştirilmiş. Keskin bir bıçakla alnının ortasına derin bir yarık açılmış. Sonra da her iki şakakta derin yarıklar açmış. Bunu da kafa derisini sıkıca kavramak için yapmış olmalı.”
“Belkemiğine yediği bir darbeden öldü,” diye sürdürdü konuşmasını Wallander. “Omuzlarının hemen altına yediği bir darbeden.”
Svedberg omuz silkti.
“Kızılderili savaşçılar kafayı hedef alırlar,” dedi. “Belkemiğine vurmak kolay değildir. Baltayı bir açı oluşturacak şekilde tutman gerekir. Özellikle de öldürmeye çalıştığın insan hareket halindeyse bu daha da zor olur.”
“Ya kıpırdamadan ayakta duruyorsa?”
“Yine de bu pek Kızılderili tarzına benzemiyor,” dedi Svedberg. “Aslında insanlara arkadan saldırarak öldürmek Kızılderili tarzı değil.”
Wallander başını ellerinin arasına aldı.
“Neden bunları soruyorsun,” dedi Svedberg. “Wetterstedt’i bir Kızılderili’nin öldürmesi pek olası değil.”
“Kim kafa derisini toplar?” diye sordu Wallander.
“Yalnızca deliler,” diye karşılık verdi Svedberg. “Böylesi bir şeyi gerçekleştiren kişinin mutlaka delinin biri olması gerek. Onu en kısa zamanda yakalamalıyız.”
“Biliyorum.”
Svedberg kalkarak evden dışarı çıkınca, Wallander bir bez alarak yeri temizledi. Sonra da Höglund’u görmeye gitti. Saat on buçuğa geliyordu.
“Baban pek memnun olmadı,” dedi Höglund, Wallander genç kadının yanına gittiğinde. “Ama bence en çok da senin daha önce arayıp gelemeyeceğini haber vermemene bozuldu.”
“Haklı,” dedi Wallander. “Neler buldun bakalım?”
“Bir iki küçük şey. Dıştan baktığında hiçbir şeyin çalınmadığını görüyorsun. Çekmeceler kırılmamış. Bana kalırsa böylesine büyük bir evi bu denli temiz tutabilmesi için mutlaka bir gündelikçisi olmalı.”
“Neden böyle düşünüyorsun?”
“İki nedenden ötürü. Birincisi erkekle kadın temizliği arasında büyük bir fark vardır. Bu farkın ne olduğunu sorma ama öyledir.”
“Peki ya ikinci neden?”
“Ajandasını buldum ve ajandanın içinde de ‘gündelikçi kadın’ diye bir not vardı ve kenara tarih düşülmüştü. Aynı not ayda iki kez yazılmıştı.”
“‘Gündelikçi kadın‘ diye mi yazmıştı gerçekten?”
“Evet.”
“Kadının en son buraya ne zaman geldiğini biliyor musun?”
“Geçen perşembe.”
“Şimdi her şeyin neden bu denli temiz ve yerli yerinde olduğu anlaşılıyor.”
Wallander çalışma masasının önündeki koltuğa çökercesine oturdu.
“Sence nasıl görünüyor?” diye sordu Höglund.
“Belkemiğine indirilen bir balta darbesiyle anında ölüyor. Katil kafa derisini yüzerek kayıplara karışıyor.”
“Daha önce katiller demiştin, neden şimdi tekil konuşuyorsun?”
“Farkındayım ama şu anda bu olay canımı çok sıkıyor. İnsan yirmi yıldan beri tek başına yaşayan yaşlı bir adamı neden öldürür? Ve neden kafa derisini yüzer?”
Bir süre konuşmadan oturdular. Wallander tarlada kendini yakan genç kızı, kafa derisi yüzülmüş adamı ve sürekli yağan yağmuru düşünüyordu. Bir keresinde Danimarka’da Skagen’deki rüzgârın yığdığı kum tepeciklerinin arkasında Baiba’yla birlikte nasıl seviştiklerini düşünmeye çalışarak bu karamsar düşünceleri kafasından uzaklaştırmaya uğraştı. Ne var ki alevler içindeki genç kız gözlerinin önünden gitmiyordu bir türlü. Ve Wetterstedt de Malmö’ye gitmek için sedyede yatıyordu.
Bu düşünceleri bir kez daha kafasından uzaklaştırmaya çalışarak Höglund’a baktı.
“Durumu özetle bakalım,” dedi. “Sen ne düşünüyorsun? Sence burada neler oldu? Anlat bakalım. Hiçbir şeyi atlama.”
“Dışarı çıktı,” dedi Höglund. “Kumsalda yürümek istedi. Belki biriyle buluşacaktı. Belki de sadece yürümek istiyordu. Ama bu uzun bir yürüyüş olmayacaktı.”
“Neden?”
“Ayakkabılarından ötürü. Eski ve oldukça yıpranmışlardı. Hem de rahatsız. Ama kısa bir yürüyüş için sakıncası yoktu.”
“Peki sonra?”
“Cinayet gece işlendi. Doktor ölüm saatine ilişkin bir şey söyledi mi?”
“Henüz emin değil. Devam et. Neden gece?”
“Gündüz görünme tehlikesi çok büyük. Ve yılın bu döneminde de gündüzleri kumsal kalabalık olur.”
“Başka?”
“Ortada somut bir kışkırtma yok. Ama katilin bir planı olduğunu sanırım söyleyebilirim.”
“Neden?”
“Cesedi sakladı.”
“Neden sakladı dersin?”
“Bulunmasını geciktirmek için. Böylece kaçacak zamanı olacaktı.”
“Ama onu kimse görmedi, değil mi? Katilin erkek olduğunu mu düşünüyorsun?”
“Evet. Çünkü hiçbir kadın birinin belkemiğini ikiye bölmez. Çaresiz ve gözünü öfke bürümüş bir kadın kocasının başına baltayla vurabilir. Ama kesinlikle kafa derisini yüzmez. Katil erkek.”
“Katil hakkında ne biliyoruz?”
“Hiçbir şey. Tabii sen benim bilmediğim bir şeyi biliyorsan o başka.” Wallander hayır dercesine başını salladı.
“Sen hepimizin bildiklerinin bir özetini çıkardın,” dedi. “Artık evi Nyberg’le adamlarına bırakma zamanı geldi.”
“Bu konuyla ilgili büyük gürültü kopacak,” dedi Höglund.
“Biliyorum,” diye karşılık verdi Wallander. “Yarın başlayacak. Yakında tatile çıkacağın için şanslı sayılırsın.”
“Hansson iznimi ertelememi istedi. Ben de kabul ettim.”
“Artık evine git,” dedi Wallander. “Diğerlerine soruşturma planını yapmak için yarın sabah yedide toplanmayı önereceğim.”
Wallander yalnız kalınca bir kez daha evi baştan aşağı dolaştı. Çok kısa bir zaman içerisinde Gustaf Wetterstedt’in kimliğine ilişkin somut bir resim oluşturmaları gerektiğinin farkındaydı. Şimdilik yalnızca tek bir alışkanlığını biliyorlardı, o da her akşam saat dokuzda annesini aramaktı. Peki ama ya bilmedikleri alışkanlıkları? Wallander mutfağa giderek çekmecelerde kâğıt aradı. Sonra da ertesi sabah yapacakları toplantı için gerekli notları aldı. Birkaç dakika sonra Nyberg içeri girerek ıslak yağmurluğunu çıkardı.
“Ne aramamızı istiyorsun?” diye sordu Nyberg.
“Cinayetin işlendiği yeri,” diye karşılık verdi Wallander. “Böylesi bir şeyin olmadığını biliyoruz. Ama onun evde öldürülmediğinden iyice emin olmak istiyorum. Her zamanki gibi evi baştan sona iyice aramanızı istiyorum.”
Nyberg tamam dercesine başını sallayarak mutfaktan çıktı. Sonra da Wallander, Nyberg’in elemanlarından birine seslendiğini duydu. Wallander eve giderek birkaç saat uyumak istiyordu. Ama gitmeden önce bir kez daha evi dolaşmaya karar verdi. Bu kez işe bodrum katından başladı. Bir saat sonraysa en üst kattaydı. Wetterstedt’in büyük ve geniş yatak odasına giderek dolabını açtı. Giysileri kenara çekip dolabın yerine baktı. Aşağıdan Nyberg’in öfkeli sesi duyuluyordu. Tam dolabı kapamak üzereyken köşede duran küçük bir çanta gözüne ilişti. Eğilerek çantayı aldı ve yatağın kenarına oturarak açtı. İçinde bir fotoğraf makinesi vardı. Öyle pahalı bir şeye de benzemiyordu. Bunun Linda’nın geçen yıl aldığı makineye benzediğini fark etti, makinenin içinde film de vardı. Otuz sekizlik filmden yalnızca yedisi kullanılmıştı. Fotoğraf makinesini çantanın içine koydu. Sonra da aşağıya Nyberg’in yanına gitti.
“Bu çantada bir fotoğraf makinesi var,” dedi. “İçindeki filmin bir an önce banyo edilmesini istiyorum.”
Wallander, Wetterstedt’in villasından ayrıldığında gece yarısı olmuştu. Yağmur hâlâ yağıyordu.
Doğruca eve gitti.
Dairesinden içeri girer girmez mutfak masasına oturdu. Filmin içinde nelerin ve kimlerin fotoğrafları olabileceğini merak ediyordu.
Olanca hızıyla yağan yağmurun sesi duyuluyordu.
Wallander içini bir şeylerin kemirdiğini hissetti.
Bir şeyler olmuştu. Bunların, çok daha büyük ve kötü şeylerin yalnızca başlangıcı olacağına ilişkin bir his vardı içinde.
8
23 Haziran Perşembe sabahı Ystad emniyetindeki hava hiç de neşeli değildi. Stockholm’ün önde gelen gazetelerinden biri olan Dagens Nyheter’in muhabiri, Gustaf Wetterstedt’in cinayete kurban gittiğini Östermalm polisinden öğrenince Wallander’i sabahın üçünde uyandırmıştı. Wallander tam yeniden dalmıştı ki bu kez Expressen gazetesinden aramışlardı. Hansson da gece defalarca uyandırılmıştı. Sabah saat yedide toplantı odasında buluştuklarında hepsi de son derece yorgun ve uykusuzdu. Wetterstedt’in evindeki çalışmalar sabahın beşine kadar sürmesine karşın toplantıya Nyberg de gelmişti. Toplantı odasına giderken Hansson, Wallander’i kenara çekerek bu soruşturmayı kendisinin yöneteceğini söyledi.
“Bana kalırsa Björk bunların başına geleceğini biliyordu,” dedi Hansson. “Bu yüzden emekli oldu.”
“Emekli olmadı,” dedi Wallander. “Terfi etti. Ayrıca geleceği görmek onun yetenekleri arasında değildi. Günlük kaygılar ona yetiyordu.”
Ama Wallander, Wetterstedt’in katilini ya da katillerini yakalama işinin sorumluluğunun kendisine verileceğinden emindi. İzin dönemi olduğundan eleman sıkıntısı vardı emniyette. Ann-Britt Höglund’un tatilini ertelemesine çok sevinmişti. Peki ama kendi tatiline ne olacaktı? Baiba’yla iki haftalığına Skagen’e gitmeyi planlamıştı.
Masaya oturarak çevresindeki yorgun ve bıkkın yüzlere baktı. Yağmur hâlâ yağmasına karşın bulutlar biraz yükselmeye başlamıştı. Önünde santral görevlisinin verdiği bir yığın telefon mesajı vardı. Mesajları bir kenara iterek kalemiyle masaya vurdu.
“Hemen işe başlamamız gerek,” dedi. “Olabilecek en kötü şey oldu. Tatil döneminde bir cinayet işlendi. Elimizden gelen en iyi şekilde organize olmalıyız. Ayrıca Yaz Dönümü Bayramı da başlamak üzere olduğundan polisler de yoğun olacaklar. Ama cinayet masasında, sorun yaratacak bir şey her zaman olur. Bu yüzden bunu unutmadan soruşturmamızı planlamalıyız.”
Kimse bir şey söylemedi. Wallander, Nyberg’e dönerek teknik araştırmanın nasıl gittiğini sordu.
“Yağmur birkaç saatliğine dursa iyi olacak,” dedi Nyberg. “Cinayet yerini saptamamız için kumun üst tabakasını kazımamız gerekiyor. Kurumadan önce de bunu yapmak neredeyse olanaksız. Aksi hâlde bir sonuç elde edemeyiz.”
Wallander sıkıntıyla konuşuyordu. “Her zaman bir aksilik çıkıyor. Yaz Dönümü Bayramı akşamı hava bozarsa bizim için iyi olur, işimiz kolaylaşır.”
“Bu kez futbol işimize gelecek,” dedi Nyberg. “İnsanların eskiden olduğu gibi bu bayramda çok içeceklerini sanmıyorum. Çoğu kişi televizyon karşısından kıpırdamayacak bile.”
“Ya İsveç, Rusya maçını kaybederse?” diye sordu Wallander.
“Kaybetmeyecek,” dedi Nyberg inatçı bir sesle. “Kazanacağız.”
Wallander, Nyberg’in fanatik bir futbol izleyicisi olduğunu bilmiyordu.
“Umarım haklı çıkarsın,” dedi.
“Her neyse, kayığın yakınında ilginç bir şey bulamadık,” diye sürdürdü konuşmasını Nyberg. “Ayrıca Wetterstedt’in bahçesi, kayık ve deniz kıyısı arasında kalan kumsalı da inceledik. Bir iki şey bulduk. Ama bunların hiçbiri izini sürdüğümüz cinayetle ilgili değil. Yalnızca belki biri dışında.”
Nyberg delil poşetini masanın üstüne koydu.
“Polis kordonunun dışında kalan alanı tarayan polislerden biri buldu bunu. Sprey kutusu. Saldırıya uğrama olasılığına karşın kadınların kendilerini korumak için çantalarında taşıdıkları türden göz yaşartıcı sprey.”
“Bunların İsveç’te kullanımı yasaklanmadı mı?” diye sordu Höglund.
“Yasaklandı evet,” diye karşılık verdi Nyberg. “Ama işte burada. Ya da daha doğrusu polis kordonunun hemen dışında kumların üstünde. Parmak izi olup olmadığına bakacağız. Belki bir şey çıkar.”
Nyberg poşeti çantasına koydu.
“O kayığı bir insan tek başına ters çevirebilir mi?” diye sordu Wallander.
“Çok güçlü olmadıkça hayır,” diye karşılık verdi Nyberg.
“O zaman iki kişi söz konusu olmalı,” dedi Wallander.
“Katil kayığın altındaki kumu kazmış olabilir,” dedi Nyberg duraksayarak. “Wetterstedt’in cesedini kayığın altında koyduktan sonra da kumu yeniden örtmüştür.”
“Elbette bu da bir olasılık,” dedi Wallander. “Ama sizlere mantıklı geliyor mu?”
Masanın çevresindekiler karşılık vermedi.
“Cinayetin evde işlendiğine ilişkin tek bir ipucu bile yok,” diye sürdürdü konuşmasını Nyberg. “Cinayete ilişkin ne bir kan lekesi ne de başka bir delil bulabildik. Kimse eve zorla girmemiş. Bir şeylerin çalınıp çalınmadığını tam olarak söyleyemiyoruz ama bu uzak bir olasılık.”
“Olağan dışı başka bir şey buldunuz mu?” diye sordu Wallander.
“Bana sorarsan evin kendisi başlı başına olağan dışı,” dedi Nyberg. “Wetterstedt çok varlıklı olmalı.”
Bir süre Nyberg’in söylediklerini değerlendirdiler. Sonra da Wallander söylenilenleri özetlemesi gerektiğine karar verdi.
“En önemli şey Wetterstedt’in ne zaman öldürüldüğünü öğrenmek,” diye söze başladı. “Cesedi inceleyen doktor cinayetin büyük olasılıkla kumsalda işlendiğini düşünüyor. Cesedin ağzında ve gözlerinde kum bulundu. Ama adli tıbbın incelemelerinin sonucunu beklememiz gerekecek. Cinayetin neden işlendiğine ilişkin elimizde bir ipucu olmadığına göre olayı çok geniş bir bakış açısıyla ele almamız gerekecek. Wetterstedt’in nasıl bir adam olduğunu öğrenmeliyiz. Arkadaşları kimlerdi? Kimlerle görüşürdü? Ne tür alışkanlıkları vardı? Karakterine ilişkin bir bakış açısı oluşturarak nasıl bir yaşam sürdürdüğünü saptamalıyız. Yirmi yıl önce onun çok ünlü biri olduğu gerçeğini göz ardı edemeyiz. Adalet bakanıydı. Bazı insanlar için popülerdi ama bazıları da ondan alabildiğine nefret ederdi. Adı bazı skandallara karışmıştı. Cinayet intikam için işlenmiş olabilir mi? Belkemiği baltayla kırılıyor ve kafa derisi yüzülüyor. Daha önce hiç böyle bir şey oldu mu? Bundan önceki cinayetlerde bu cinayete benzer bazı şeyler bulabilir miyiz? Martinson bilgisayarının başına geçip araştırma yapmalı. Ve bugün mutlaka konuşmamız gereken Wetterstedt’in evine gelen gündelikçi kadın var.”
“Ya bağlı olduğu siyasi parti?” diye sordu Höglund.
Wallander anladım dercesine başını salladı.
“Ben de şimdi ondan söz edecektim. Acaba çözüme bir türlü ulaşmayan siyasi bir ya da birçok gündem söz konusu olabilir mi? Partideki eski arkadaşlarıyla görüşüyor muydu? Bunları da açığa çıkarmalıyız.”
“Haber tüm ülkeye yayıldığından iki kişi telefon ederek cinayeti üstlendi,” dedi Svedberg. “Bunlardan biri Malmö’deki bir telefon kulübesinden aradı. O denli sarhoştu ki söyledikleri güçlükle anlaşılıyordu. Malmö’deki meslektaşlarımıza onu sorguya çekmelerini söyledik. Diğeriyse Österåker’deki bir mahkûmdu. Bu telefonlardan Gustaf Wetterstedt’in adının bile hâlâ bazı insanları etkilediği anlaşılıyor.”
“Bu meslekte yeterince uzun zamandan beri çalışan bizler, polis teşkilatının içinde de hâlâ ona diş bileyen bazı polislerin olduğunu biliyoruz,” dedi Wallander. “Onun adalet bakanlığı döneminde unutamayacağımız bazı olaylar oldu. Bugüne değin gelip giden adalet bakanlarıyla polis şefleri arasında bizler için küçük parmağını dahi kıpırdatmayan tek bakandı belki de Wetterstedt.”
Görev dağılımı yaptılar. Wallander, Wetterstedt’in gündelikçisini sorguya çekecekti. Yeniden öğleden sonra saat dörtte toplanmaya karar verdiler.
“Yapmamız gereken iki şey var,” diyerek konuşmasını sürdürdü Wallander. “Birincisi fotoğrafçılarla gazeteciler bizi rahat bırakmayacak. Bu, medyanın sevdiği türden bir olay çünkü. Kafa Derisi Yüzen Katil gibi gazete başlıklarına şimdiden hazırlıklı olmamız gerek. Onun için de bugün bir basın toplantısı düzenlesek iyi olacak. Basın toplantısını ben yönetmek istemem ama.”
“Yönetmek zorundasın,” dedi Svedberg. “Sorumluluğu üstlenmek zorundasın. İstemesen bile bunu en iyi sen yapıyorsun, bunu biliyorsun zaten.”
“Pekâlâ ama bunu tek başıma yapmak istemiyorum. Hansson’u ve Ann-Britt’i de istiyorum. Saat bir iyi mi?”
Herkes kalkmak üzereyken Wallander onlara biraz beklemelerini söyledi.
“Kolza tarlasında kendisini yakan kızın soruşturmasını bir kenara atamayız,” dedi.
“Aralarında bir bağlantı olduğunu mu düşünüyorsun?” diye sordu Hansson şaşkınlıkla.
“Elbette hayır,” diye yanıtladı Wallander. “Ben yalnızca Wetterstedt cinayeti üstünde çalışırken bir yandan da kızın kim olduğunu öğrenmemiz gerektiğini söylemeye çalışıyorum.”
“Bilgisayarda işe yarar bir şey bulamadım,” dedi Martinson. “Harflerin bileşimine ilişkin bir şey de çıkmadı karşıma. Ama çalışmayı sürdüreceğime söz veriyorum.”
“Birileri onu merak ediyor olmalı. Genç bir kız. Kimsenin ortaya çıkıp aramaması çok garip doğrusu.” Wallander üzüntüsünü gizlemeye çalışıyordu.
“Yaz aylarında yaşıyoruz,” diyerek sözlerine devam etti Svedberg. “Gençler bu mevsimde sürekli yolculuk yaparlar. Onun yokluğunun fark edilmesi birkaç hafta sürebilir.”
“Haklısın,” dedi Wallander. “Sabırlı olmalıyız.”
Sekize çeyrek kala ayrıldılar. Hepsinin de işi yoğun olduğundan Wallander toplantıyı kısa kesmişti. Odasına gidince telefonuna gelen mesajlara bir göz gezdirdi. Acil bir şey yoktu. Çekmecesinden bir not defteri çıkararak sayfanın üstüne Gustaf Wetterstedt’in adını yazdı.
Sonra koltuğunda kaykılarak gözlerini kapadı. Onun ölümü bana ne anlatıyor? Kim bir adamın belkemiğine baltayla vurup kafa derisini yüzer?