Kendi zevki için inşa ettirdiği kuleye doğru giderken hiç de pişman değilim, dedi kendi kendine. İnsanın yaptıklarından ötürü pişman olması son derece saçma olduğundan hiçbir şeyden ötürü pişman değilim.
Harika bir eylül havası vardı. Buna karşın yine de garip bir tedirginlik hissediyordu. Bir an için durup çevresini dinledi ama rüzgârın yumuşak sesinden başka bir şey duyamadı. Yürümeye devam etti. İçindeki bu tedirginlik sırtındaki ağrıdan kaynaklanıyor olabilir miydi? İçinde yüreğini daraltan bir sıkıntı vardı.
Bir kez daha durup arkasını döndü. Hiç kimse yoktu. Yalnızdı. Yol önce aşağı gidiyor sonra da hafifçe yukarıya tırmanıyordu. Yokuşun başına gelmeden büyükçe bir hendek vardı. Hendeğin üstüne tahta bir köprü yaptırtmıştı. Yokuş kuleye uzanıyordu. Bu yolda kim bilir kaç kez yürüdüm, diye geçirdi içinden. Attığı her adımı artık ezbere biliyordu. Yine de dikkatle yürüyordu. Düşüp bir yerini kırmak istemiyordu. Yaşlıların kemiklerinin ne denli kolay kırıldığını biliyordu. Kalçası kırılır da hastaneye kaldırılırsa mutlaka orada ölürdü. Yaşamı için endişelenmeye başladığını hissetti.
Bir baykuş sesi duydu. Yakınlarda bir yerde bir dal hafifçe kıpırdadı. Ses kulenin bulunduğu taraftan gelmişti. Kaskatı kesilerek durdu. Baykuş bir kez daha öttü. Sonra ortalığı derin bir sessizlik kapladı. İçinden küfrederek yola devam etti.
Hem yaşlı hem de korkaksın, diye mırıldandı. Hayaletlerden, karanlıktan korkuyorsun. Artık kuleyi görebiliyordu. Karanlık gökyüzüne doğru uzanan siyah bir gölge gibiydi. Yirmi metre sonra orada olacaktı. Yürümeyi sürdürdü. Baykuş gitmişti. Alaca baykuş, diye geçirdi içinden. Kesinlikle alaca olmalı.
Birden durdu. Köprünün başına gelmişti.
Tepedeki kulede garip bir şey vardı. Farklı bir şey. Karanlıkta ayrıntıları görebilmek için gözlerini kıstı. Ne olduğunu çıkaramamıştı ama farklı bir şey olduğu kesindi.
Düş görüyorum, dedi kendi kendine. Her şey eskisi gibi. Değişen bir şey yok. On yıl önce yaptırttığım kule değişmedi. Değişen gözlerim. Artık eskisi kadar iyi göremiyorum. Bir adım daha attı. Bir adım daha. Gözlerini kuleden ayırmıyordu.
Yanlış giden bir şey var, diye geçirdi içinden. Dün geceye oranla bir metre daha yüksek olduğuna yemin edebilirim ya da hepsi bir rüya ve ben kulede dikilmiş kendime bakıyorum.
Bu düşünce aklına geldiği an, bunun doğru olduğundan şüphesi yoktu. Kulede biri vardı. Kıpırdamadan duran biri. Bir rüzgâr esintisi gibi korku tüm bedenini sarmıştı. Ardından hemen öfkelendi. Biri izin almadan arazisine girip kulesine çıkmıştı. Büyük olasılıkla yamacın diğer tarafında yaşayan geyik avcılarından biri olmalıydı bu. Kuşları izleyen biri olması olası değildi.
Kuledeki gölgeye seslendi ama gölgeden ne bir yanıt geldi ne de herhangi bir kıpırtı oldu. Bir kez daha kendinden kuşku duydu. Gözleri onu yanıltmış olabilirdi. Artık eskisi kadar iyi görmüyordu.
Bir daha seslendi. Karşılık gelmedi. Yoluna devam etti.
Tahta köprüde yürürken birden adımını boşa attı ve kafa üstü hendeğe düştüğü. Hendek iki metreden daha derindi.
Tüm bedeni ağrıyordu. Sanki biri bedenini bıçaklıyormuşçasına ağrı içindeydi. Ağrı o denli yoğundu ki bağıramıyordu. Ölmeden hemen önce hendeğin dibinde olmadığını fark etti.
Son düşüncesi, çok yükseklerde bir yerde, az sonra geçecek olan göçmen kuşlardı. Gökyüzü güneye doğru hareket ediyordu.
Bir kez daha kendini toparlamaya çalıştı. Sonra her şey sona erdi.
21 Eylül 1994 gecesi saat 23.20’ydi. O gece kırmızı kanatlı karatavuklarla ardıç kuşları güneye doğru uçmuştu.
Kuzeyden gelmiş, Falsterbo’dan yola koyularak daha sıcak iklimlere doğru kanat çırpmaya başlamıştı.
Ortalık yeniden eski sessizliğine kavuşunca dikkatle kulenin basamaklarını indi. El feneriyle hendeğe baktı. Holger Eriksson ölmüştü. Feneri kapattı, karanlığın içinde kıpırdamadan bir süre durdu. Sonra da sessizce oradan uzaklaştı.
2
26 Eylül Pazartesi sabahı Kurt Wallander, Ystad’ın merkezindeki Maria Caddesi’ndeki evinde saat beşte uyandı.
Gözlerini açar açmaz ilk iş olarak ellerine baktı. Güneşten yanmış ellerine bakarak gülümsedi. Bir süre sırtüstü yatıp dışarıda yağan yağmurun sesini dinledi. İki gün önce Kopenhag’ın Kastrup Havaalanı’nda biten yolculuğunu keyifle düşündü. Babasıyla Roma’da tam bir hafta kalmıştı. Orada hava çok güzel ve sıcaktı. Öğleden sonraları genellikle babasının gölgede oturabilmesi ve kendisinin de gömleğini çıkarıp güneşlenebilmesi için Villa Borghese bahçelerine gitmişlerdi. Yolculuklarında anlaşamadıkları tek nokta bu olmuştu. Babası insanın yanmak için güneş altında kan ter içinde nasıl oturabildiğini anlamakta güçlük çekiyordu.
Wallander yatağında uzanırken çok güzel bir yolculuk oldu, diye geçirdi içinden. Babamla birlikte Roma’ya gittik ve her şey yolunda gitti. Hem de düşündüğümden de iyiydi.
Saatine baktı. O gün işbaşı yapması gerekiyordu ama acelesi yoktu. Bir süre daha yatabilirdi. Bir gece önce şöyle bir göz gezdirdiği gazeteleri alıp parlamento seçimlerinin sonuçlarına ilişkin yazıyı okumaya koyuldu. Seçim günü Roma’da olduğundan oyunu elçilikte kullanmıştı. Sosyal Demokratlar oyların yüzde kırk beşini almıştı ama bu acaba bir işe yarayabilecek miydi? Olumlu değişiklikler söz konusu olabilecek miydi?
Gazeteyi yere fırlatarak yeniden Roma’yı düşünmeye koyuldu. Campo dei Fiori civarındaki ucuz bir otelde kalmışlardı. Otelin çatı katındaki terastan kent olağanüstü görünüyordu. Her sabah kahvelerini içerken o gün ne yapacaklarını planlıyorlardı. Babası nereleri görmek istediğini çok iyi biliyordu. Wallander babasının kendisini aşırı yormasını istemiyordu. Sürekli babasını izliyor ve yorgunluk belirtileri olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Her ikisi adı kadar kendisi de garip olan Alzheimer hastalığının varlığını unutmamıştı. Ne var ki bir hafta boyunca bu hastalığın belirtileri hiçbir şekilde babasında ortaya çıkmamıştı. Babası çok mutluydu. Wallander artık bu yolculuğun geçmişin bir parçası, gülümseyerek anımsanacak bir hatıra olduğunu fark edince buruk bir şekilde kendi kendine gülümsedi. Bir daha asla birlikte Roma’ya gidemeyeceklerdi.
Roma’da neredeyse kırk yıldan beri ilk kez baba oğul olarak yakınlaşmışlardı. Bu yakınlaşmaları sırasında Wallander aslında babasına ne denli benzediğini fark etmişti. İkisi de kesinlikle gündüz insanıydı. Babasına otelde kahvaltının saat yedide başladığını söylediğinde babası ânında öfkelenmişti. Oğlunu kolundan sürükleyerek resepsiyona gitmiş ve bir iki İngilizce sözcüğün arasına Skåne aksanıyla serpiştirdiği Almanca ve İtalyanca sözcüklerle derdini anlatmayı başarmış, kahvaltısını tardi değil presto istediğini belirtmişti. Kesinlikle tardi değil. Resepsiyon görevlisine birkaç kez passaggio a livello diyerek kahvaltısını saat altıda istediğini belirttikten sonra eğer otel yönetimi bunu kabul etmezse başka bir otele gideceklerini söylemişti. Passaggio a livello, demişti babası ve resepsiyon görevlisi ona şaşkınlıkla ama fark edilir bir saygıyla bakmıştı.
Babasının bu davranışından sonra kahvaltılarını saat altıda yapmışlardı. Wallander daha sonra sözlükten passaggio a Iivello’nun ne anlama geldiğine bakmış ve hemzemin geçit olduğunu görmüştü. Babasının bu sözlerle aslında başka bir şeyler söylemeye çalıştığını varsaymış ama kurcalamamaya karar vermişti.
Wallander yağmuru dinledi. Geriye dönüp baktığında kısacık Roma gezisi sonsuz ve şaşırtıcı bir deneyim gibi görünüyordu. Sabah kahvaltısını altıda yapmak babasının tek saplantısı değildi. Büyük bir özgüven içerisinde oğluna kenti gezdirmişti. Wallander babasının bu yolculuğa yıllardan beri çıkmak istediğini biliyordu. Bu, Wallander’in katılmasına izin verilen kutsal bir yolculuktu. Wallander, babasının bu yolculuğunda gerek duyduğu parçalardan biriydi. Bu yolculukta Wallander’in tam olarak anlayamadığı gizemli bir şey vardı. Babası iç dünyasında daha önce deneyimlediği bir şeyi görmek için Roma’ya gitmiş gibiydi.
Roma’daki üçüncü günlerinde Sistina Şapeli’ne gitmişlerdi. Babası neredeyse bir saat boyunca şapelin tavanındaki Michelangelo’nun resimlerine bakıp durmuştu. Babası cennette içinden dua ediyor gibiydi. Birkaç dakika sonra Wallander’in boynu ağrımış ve başını indirmişti. Olağanüstü güzel bir şeye baktığının bilincindeydi ama babasının kendisine oranla o tavanda bambaşka şeyler gördüğü anlaşılıyordu. Wallander bir süre sonra babasının homurdanacağını düşünmüş ama yanılmıştı. Kendisi de ressam olan babası, ustasının yapıtlarını hayranlıkla ve saygıyla izlemeyi sürdürmüştü.
Wallander gözlerini açıp camdan dışarı yağmura baktı.
O akşam babasının bir sırrı olduğunu düşünmüştü. Wallander’e göre oldukça pahalı olan Via Veneto’daki restoranlardan birinde babasının ısrarıyla yemek yemişlerdi. Ne de olsa bu, onların birlikte yaptığı ilk ve son Roma gezisiydi. Yemekten sonra bir süre dolaşmışlardı. Hava oldukça güzeldi. Sokaklar kalabalıktı ve babası sürekli Sistina Şapeli’nin tavanından söz edip duruyordu. Otellerine dönerken iki kez yollarını yitirmişlerdi. Resepsiyon görevlisi babasının o çıkışından sonra onlara abartılı bir saygıyla davranmaya başlamıştı. Görevli anahtarlarını verdikten sonra onları başıyla selamlamıştı. Yukarı çıkmış ve birbirlerine iyi geceler diledikten sonra odalarına girmişlerdi. Wallander bir süre Baiba’yı düşünerek sokaktan gelen sesleri dinlemiş, sonra da derin bir uykuya dalmıştı.
Birden bir şey dürtmüşçesine uyanmıştı. İçinde bir tedirginlik vardı. Sabahlığını sırtına geçirip lobiye inmişti. Etraf sessiz ve sakindi. Gece görevlisi televizyon izliyordu. Wallander bir şişe maden suyu istedi. Gece görevlisi genç bir delikanlıydı. Wallander’e İlahiyat Fakültesi’nde okuduğunu, üniversite masraflarını çıkarmak için geceleri çalıştığını söyledi. Siyah ve dalgalı saçları vardı. Padova’lıydı. Adı Mario’ydu ve İngilizcesi kusursuzdu. Wallander elinde maden suyu şişesi lobide durarak Mario’ya babası gece lobiye inecek olursa ya da otelden çıkarsa hiç zaman kaybetmeden kendisini uyandırmasını söyledi. Delikanlı ona baktı. Başını evet dercesine sallayıp eğer yaşlı Sinyor Wallander gece yarısı dışarıya çıkarsa hiç zaman yitirmeden 32 numaralı odanın kapısını vuracağını söyledi.
Wallander’in içgüdüsel bir şekilde olmasını beklediği olay altıncı gece oldu. O gün Forum’a gitmişler, sonra da Doria Pamphili Galerisi’ni dolaşmışlardı. Akşamüstü de Villa Borghese’de bir süre dolaştıktan sonra restoranlardan birinde yemeklerini yemişlerdi. Wallander hesabı görünce şaşkınlıktan ağzı bir karış açık kalmıştı ama ne de olsa son geceleri olduğundan sesini çıkarmamıştı. Mutlulukla dolu yolculukları sona eriyordu. Babası yolculuğun başındaki gibi enerji ve neşe doluydu. Otele yürüyerek döndüler. Yolda bir kafeye girip kahveyle grappa içmişlerdi. Otele geldiklerinde anahtarlarını alıp odalarına çıkmışlardı. Wallander yatar yatmaz derin bir uykuya dalmıştı.
Odasının kapısı gecenin bir buçuğunda vuruldu. Önce bir an için nerede olduğunu anımsamakta zorlanmıştı. Gözlerini ovuşturarak yataktan fırlayıp kapıyı açmış ve gece görevlisi Sinyor Wallander’in babasının az önce otelden dışarı çıktığını söylemişti. Wallander telaşla giyinmişti. Babasına kolayca yetişmiş, onu belli etmeden izlemeye başlamıştı. İçgüdülerinde haklı çıkmıştı. Sokaklar daralmaya başladığında Wallander İspanyol Merdivenleri’ne doğru gittiklerini fark etmişti ama yine de babasına yaklaşmamıştı. Babası daha sonra o ılık Roma gecesinde basamakları çıkmış ve iki kulesi olan kiliseye doğru gitmeye başlamıştı. Wallander ağır adımlarla babasını izlemişti. Babası orada yaklaşık bir saat kadar kalmıştı. Sonra da ağır adımlarla basamakları inmişti. Wallander babasını izlemeyi sürdürmüştü. Bir süre sonra Trevi Çeşmesi’ne gelmişlerdi. Babası omzunun üstünden çeşmeye bozuk para atmamış ama dalgın gözlerle büyük ve görkemli çeşmeden akan suya uzun süre bakıp durmuştu. Loş ışıkta Wallander babasının gözlerinin parladığını görebiliyordu.
Daha sonra da babası otele dönmüştü.
Ertesi gün Alitalia Havayolları’yla Kopenhag’a uçtular. Babası İtalya’ya gelirken yaptığı gibi yine pencere kenarında oturuyordu. Limhamn’a giden feribota bindiklerinde babasına yolculuktan memnun kalıp kalmadığını sormuştu. O da evet dercesine başını sallayıp bir şeyler mırıldanmıştı. Wallander bunun mutluluk homurtuları olduğunun farkındaydı. Limhamn’da Gertrud onları karşılamıştı. Arabayla Wallander’i Ystad’da bırakmışlardı, daha sonra Wallander her şeyin yolunda olup olmadığını öğrenmek için telefon ettiğinde Gertrud babasının stüdyoda çalıştığını ve her zamanki gibi gün batımının resmini yaptığını söylemişti.
Wallander yataktan kalkıp mutfağa giderek kahve yaptı. Babası acaba neden İspanyol Merdivenleri’nde oturmuştu? Çeşmenin başında dururken aklından neler geçiriyordu? Bu soruların yanıtlarını bulması olası değildi. Yine de babasının gizemli iç dünyasına az da olsa girebildiğinin bilincindeydi ve Roma’da o gece neden tek başına yürüyüşe çıktığını soramayacağını da çok iyi biliyordu.
Kahve olurken banyoya gitti. Ne denli sağlıklı ve enerjik göründüğünü sevinçle fark etti. Saçları güneşten açılmıştı. Hamur işlerinden belki biraz kilo almıştı yine de banyodaki basküle çıkmadı. İşin en önemli yanı kendini iyi ve dinlenmiş hissetmesiydi. Bu yolculuğa çıktığı için mutluydu.
Birkaç saat içerisinde yeniden eski yaşamına döneceği gerçeği bile onu tedirgin etmiyordu. Genellikle tatilden sonra emniyetteki işine dönmek zor gelirdi. Son yıllarda bu daha da zor gelmeye başlamıştı. Zaman zaman başka bir iş bulmayı, bir güvenlik firmasında çalışmayı ciddi ciddi düşündüğü oluyordu ama sonuçta o bir polisti ve bu, sonuna değin de böyle gidecekti. Başka bir iş yapması söz konusu bile değildi.
Duş yaparken bir yandan da geçen yazı, İsveç’in Dünya Kupası’nda elde ettiği zaferi ve kurbanlarının kafa derilerini yüzen seri katili düşünüyordu. Roma’da geçirdiği bir hafta boyunca bunları kafasından atmayı başarmıştı. Oysa şimdi bu düşünceler geri geliyordu. Bir haftalık ara hiçbir şeyi değiştirememişti.
Saat yediye kadar mutfakta oturdu. Yağmur hâlâ yağıyordu. İtalya’nın güneşli ve ılık havası artık anılarda kalmıştı. Skåne’ye sonbahar gelmişti.
Saat yedi buçukta evden çıkıp arabasına atlayarak emniyete gitti. Martinson da yeni gelmiş, arabasını park ediyordu. Sağanak altında telaşla birbirlerini selamlayıp koşar adımlarla içeri girdiler.
“Tatil nasıldı?” diye sordu Martinson. “Hoş geldin.”
“Babam çok memnun kaldı,” diye karşılık verdi Wallander.
“Ya sen?”
“Harikaydı. Hava da çok sıcaktı.”
Emniyetin otuz yıldan beri danışma görevlisi olan Ebba gülümseyerek onu karşıladı.
“İtalya’da insanlar eylül ayında bile yanabiliyorlar mı?” diye sordu şaşkınlıkla.
“Güneşin altında kalırsan tabii ki.”
Martinson’la birlikte koridorda ilerlediler. Wallander, Ebba’ya İtalya’dan bir şey getirmeliydim, diye geçirdi içinden. Bu düşüncesizliğine kızdı.
“Burada her şey yolunda,” dedi Martinson. “Ciddi bir şey yok. Aslında hemen hemen hiçbir şey yok.”
“Umarım sakin bir sonbahar geçiririz,” dedi Wallander özlem dolu bir sesle.
Martinson kahve almaya gitti. Wallander odasının kapısını açtı. Her şey bıraktığı gibi, yerli yerindeydi. Masasının üstü boştu. Ceketini astı. Pencereyi açtı. Gelen evrak kutusunda Emniyet Genel Müdürlüğü’nden gelen bir dizi yazı vardı. Üstekini alarak bir göz atıp yerine koydu. Bu, Güney İsveç’ten eski Doğu Bloku ülkelerine çalıntı araba satan bir şebekenin soruşturmasıyla ilgili bir yazıydı. Wallander bu konunun üstünde bir yıldan beri çalışıyordu. Yokluğunda eğer gerçekten de önemli bir şey olmamışsa bu soruşturmaya geri dönebilirdi. 15 yıl sonra emekli olduğunda bile büyük olasılıkla hâlâ bu soruşturmanın üstünde çalışıyor olacaktı.
Saat sekiz buçukta gelecek haftanın çalışmalarını gözden geçirmek üzere tüm polisler toplantı salonunda bir araya geldiler. Wallander herkesin elini sıktı. İş arkadaşları güneş yanığı tenine hayran kaldıklarını söylediler. Daha sonra Wallander her zamanki yerine oturdu. Salonda tipik bir pazartesi havası esiyordu. Wallander birden bu salonda kaç pazartesi geçirdiğini ve daha kaç pazartesi geçireceğini düşündü. Yeni müdürleri Lisa Holgersson, Stockholm’de olduğundan toplantıya Hansson başkanlık yapacaktı. Martinson haklı çıkmıştı. Önemli bir şey yoktu.
“O zaman ben de eski dosyamı bıraktığım yerden sürdüreyim,” dedi Wallander isteksizliğini gizlemeye gerek duymadan.
“Tabii, bir hırsızlık olayıyla ilgilenmek istemezsen,” dedi Hansson. “Çiçekçiye hırsız girmiş”
Wallander ona şaşkınlıkla baktı.
“Çiçekçiye hırsız mı girmiş? Peki, ne çalınmış, lale soğanı mı?”
“Bildiğimiz kadarıyla çalınan bir şey yok,” dedi Svedberg kel kafasını kaşıyarak.
Tam o anda da kapı açıldı ve Ann-Britt Höglund telaşla içeri girdi. Kocası sürekli yurt dışında olduğundan genç kadın genellikle iki çocuğuyla yalnız yaşamak zorunda kalıyordu. Sabahları her zaman gürültülü patırtılı geçtiğinden sabah toplantılarına çoğunlukla geç kalırdı. Ystad emniyetinde bir yıldan beri çalışıyordu ve polislerin en genciydi. İlk günlerde Svedberg ve Hansson gibi eski polisler aralarına bir kadının girmesinden hiç hoşlanmamışlardı ama Wallander kısa zamanda genç kadının ne denli hevesli olduğunu görünce hemen onun yanında yer almıştı. Artık en azından Wallander’in yanında kimse, genç kadının yine geç kaldığından şikâyet etmiyordu. Genç kadın yerine oturup neşeyle Wallander’i selamladı.
“Çiçekçiden söz ediyorduk,” dedi Hansson. “Kurt’ün bu işle ilgilenmesi gerektiğini düşünüyoruz.”
“Hırsızlar geçen perşembe akşamı dükkâna girmişler,” dedi Höglund. “Dükkân görevlisi cuma sabahı işe geldiğinde dükkâna hırsız girdiğini fark etmiş. Arka pencereden girmişler.”
“Ve hiçbir şey çalmamışlar, öyle mi?” diye sordu Wallander.
“Hiçbir şey.”
Wallander kaşlarını çattı.
“Bu da ne demek oluyor?”
Höglund omuz silkti.
“Bilmiyorum.”
“Yerde kan izleri vardı,” dedi Svedberg. “Ayrıca dükkân sahibi de kent dışındaymış.”
“Garip,” dedi Wallander. “Zaman harcamaya değer mi?”
“Garip olmasına garip,” diye karşılık verdi Höglund. “Ama zaman harcamaya değip değmediğini bilemem.”
Wallander bir an için bu olay sayesinde o sıkıcı oto hırsızlığı soruşturmasını bir süre erteleyebileceğini düşündü. Artık Roma’da olmadığına alışması için kendine hiç olmazsa bir gün süre tanımalıydı.
“Gidip bakarım,” dedi.
“Konuyla ilgili tüm bilgi bende,” dedi Höglund.
Toplantı bitti. Wallander odasına gidip ceketini giydi ve Höglund’la birlikte arabasına atlayarak kent merkezine doğru yola koyuldular. Yağmur hâlâ yağıyordu.
“Yolculuğun nasıl geçti?”
“Sistina Şapeli’ne gittim,” diye karşılık verdi Wallander, gözlerini yoldan ayırmayarak. “Babam da tüm bir hafta boyunca son derece mutlu ve neşeliydi.”
“İyi geçtiği anlaşılıyor.”
“İşler nasıl?”
“Bir hafta içinde hiçbir şey değişmedi. Her şey eskisi gibi, aynı.”
“Peki, yeni müdürümüz nasıl?”
“Önerilen kısıntıları görüşmek için Stockholm’e gitti. Bence çok iyi. En azından Björk kadar iyi diyebilirim.”
Wallander genç kadına bir bakış fırlattı.
“Ondan hoşlandığını bilmiyordum.”
“Björk elinden geleni yaptı. Daha ne yapabilirdi ki?”
“Hiçbir şey,” dedi Wallander. “Hiçbir şey.”
Pottmakargränd’ın köşesindeki Västra Vall Caddesi’nde durdular. Dükkânın adı Cymbia’ydı. Tabelası rüzgârda sallanıyordu. Arabadan inmediler. Höglund, Wallander’e bir poşet dolusu evrak uzattı. Höglund’un anlattıklarını dinlerken bir yandan da evraklara bakıyordu.
“Dükkân sahibinin adı Gösta Runfeldt. Yardımcısı cuma sabahı dokuz civarında dükkâna gelmiş. Dükkânın arka penceresinin kırık olduğunu görmüş. Hem içeride hem de dışarıda yerde cam kırıklarıyla kan izleri varmış. Hırsız hiçbir şey çalmamış. Zaten dükkânda akşamları hiçbir zaman para bırakmazlarmış. Kadın hemen polise haber vermiş. On civarında buraya geldim. Her şey kadının telefonda anlattığı gibiydi. Kırık cam. Yerde kan izleri. Hiçbir şey çalınmamış.”
Wallander bir an düşündü.
“Bir çiçek bile mi çalmamış?” diye sordu.
“Yardımcı hanım çalınmadığını söyledi.”
“Her vazoda kaç adet çiçek olduğu tam olarak bilinebilir mi?
Evrakı geri verdi.
“Dükkân açık. Kadına sorabiliriz,” dedi Höglund.
Wallander dükkânın kapısını açarken kapının üstündeki zil çıngırdadı. Dükkânın kokusu ona Roma’daki bahçeleri anımsatmıştı. İçeride müşteri yoktu. Orta yaşlı bir kadın arka odadan çıktı. Onları görünce başıyla selamladı.
“Arkadaşımı getirdim,” dedi Höglund.
Wallander kadının elini sıkarak kendini tanıttı.
“Gazetelerde sizinle ilgili çıkan haberleri okumuştum,” dedi kadın.
“Umarım kötü bir şey okumamışsınızdır,” dedi Wallander gülümseyerek.
“Ah hayır,” diye karşılık verdi kadın. “Hepsi de çok olumlu yazılardı.”
Wallander, Höglund’un verdiği evraktan kadının adının Vanja Andersson ve 53 yaşında olduğunu öğrenmişti.
Wallander ağır adımlarla dükkânda dolaşmaya başladı. Attığı her adıma dikkat ediyordu. Çiçek kokuları anılarını canlandırmıştı. Tezgâhın arkasına geçti ve üst bölümü cam olan arka kapının önünde durdu. Camın macunu yeniydi. Hırsız işte buradan içeriye girmişti. Wallander plastik örtü serili zemine baktı.
“Kan izleri burada mıydı?” diye sordu.
“Hayır,” diye karşılık verdi Höglund. “Arka taraftaki depodaydı.”
Wallander şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. Sonra çiçeklerin arasından geçerek Höglund’un arkasından gitti. Höglund odanın ortasında durdu.
“Burada,” dedi. “Tam burada.”
“Pencerenin yanında yok muydu?”
“Hayır. Şimdi neden garip dediğimizi anlıyor musun? Neden pencerenin kenarında değil de yalnızca burada kan izi var? Eğer camı kıran kişinin kendini yaraladığını düşünüyorsak tabii.”
“Başka kim olabilir?” diye sordu Wallander.
“Evet. Başka kim olabilir?”
Wallander olanları gözünün önünde canlandırmaya çalışarak yeniden dükkânı dolaştı. Biri arka camı kırmış ve içeri girmişti. Arka odanın ortasında yerde kan izleri vardı. Hiçbir şey çalınmamıştı.
Suç bir deli tarafından işlenmediği sürece her suçta bir neden ya da bir plan mutlaka vardır. Bu gerçeği yılların deneyiminden biliyordu ama bir çiçekçiye girip hiçbir şey çalmayan biri ne tür bir insandı? Mantıklı gelmiyordu.
“Bu kan dediğiniz herhâlde bir iki damlaydı, değil mi?” diye sordu.
Höglund’un başını hayır dercesine salladığını gördüğünde şaşırdı.
“Söz konusu küçük bir kan gölüydü,” dedi. “Birkaç damla değil.”
Wallander karşılık vermedi. Zaten söyleyecek bir şeyi de yoktu. Arkalarında durup bekleyen kadına döndü.
“Demek hiçbir şey çalınmadı, öyle mi?”
“Evet.”
“Tek bir çiçek bile mi?”
“Görebildiğim kadarıyla evet.”
“Dükkânda kaç tane çiçek olduğunu biliyor musunuz?”
“Evet, bilirim.”
Kadın hiç duraksamadan yanıt vermişti. Wallander tamam dercesine başını salladı.
“Sizce neden böyle bir şey oldu?”
“Bilmiyorum.”
“Bu dükkânın sahibi siz değilsiniz, değil mi?”
“Dükkânın sahibi Gösta Runfeldt. Ben onun yardımcısıyım.”
“Eğer doğru anlamışsam Gösta Runfeldt kent dışındaymış, öyle mi? Onunla bağlantı kurdunuz mu?”
“Bu mümkün değil.”
Wallander kadına dikkatle baktı.
“Neden?”
“Kenya’da orkide safarisine çıktı da ondan.”
Wallander kadının söylediklerini düşündü.
“Bir şey daha sormak istiyorum. Orkide safarisi ne demek?”
“Gösta orkide tutkunudur,” diye karşılık verdi kadın. “Orkideler hakkında her şeyi bilir. Var olan her tür orkideyi gidip yerinde görüp incelemiştir. Orkidelerin tarihine ilişkin bir kitap yazıyor. Şimdi de Kenya’da. Tam olarak nerede olduğunu ben de bilmiyorum. Önümüzdeki çarşamba döneceği bilgisi dışında bir şey bilmiyorum.”
Wallander başını tamam dercesine salladı.
“Döndüğünde onunla konuşmamız gerekecek,” dedi. “Emniyeti aramasını söyler misiniz?”
Vanja Andersson söyleyeceğine söz verdi. Dükkâna bir müşteri geldi. Höglund’la Wallander yağmurun altında hızlı adımlarla yürüyerek arabaya bindiler. Wallander arabayı çalıştırdı.
“Hırsız bir yanlışlık sonucu bu dükkâna girmiş olabilir, elbette,” dedi Wallander. “Yanlış pencerenin camını kırmış olabilir. Hemen yanda bilgisayar dükkânı var.”
“Peki ama yerdeki kan gölüne ne diyeceksin?”
Wallander omuz silkti.
“Belki de hırsız bir yerini kestiğini fark etmemiştir. Elleri iki yanında şaşkınlıkla çevresine bakmış olabilir. Kolundan akan kan olduğu yerde hiç kıpırdamadan durduğundan yerde küçük bir göl oluşturmuş olabilir.”
Höglund onaylarcasına başını salladı. Wallander yola koyuldu.
“Bu, sigorta şirketini ilgilendiren bir olay,” dedi. “Daha fazla bir şey çıkacağını sanmıyorum.”
Sağanak yağmurun altında emniyete döndüler.
26 Eylül 1994 Pazartesi sabahı saat on birdi.