Книга Beşinci Kadın - читать онлайн бесплатно, автор Хеннинг Манкелль. Cтраница 4
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Beşinci Kadın
Beşinci Kadın
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Beşinci Kadın

Karanlığın içinde sırtüstü yatarken bir şeye açıklık getiremediğini düşündü. Kendisine telefon eden kadının yakınlarda bir yerden aradığından emindi. Kadının neden başka birini değil de kendisini aradığını çok merak ediyordu. Kimdi bu kadın? Sonra ne olmuştu?

Paltosunu giymiş ve sokağa çıkmıştı. Elinde dükkânın anahtarları vardı. Hava rüzgârlı değildi, sokakta yürürken serin havayı derin derin solumuştu. Gün boyunca sürekli yağmur yağmıştı. Sokaklar ıslaktı. Dükkânın ön kapısının önünde durmuştu. Kapıyı açıp içeri girdiğini anımsıyordu. Sonra da tüm dünyası kararmıştı.

Evden çıkıp dükkâna kadar olan yolu kafasında defalarca yürümüştü. Dükkânda mutlaka biri vardı. Kapının önünde beni bekleyen bir kadın göreceğimi sanmıştım ama kimsecikler yoktu. Aslında orada bir süre beklemeli sonra da eve dönmeliydim. Birinin benimle dalga geçtiğini düşünerek buna öfkelenmeliydim ama kadının geleceğini yüreğimin derinliklerinde hissettiğimden kapıyı açıp içeri girdim. Gerçekten de güle ihtiyacı olduğunu söylemişti.

Güller hakkında kimse yalan söylemez.

Sokakta kimse olmadığından emindi ama tek bir şey canını sıkmıştı. Işıkları yanık bir araba vardı. Anahtarıyla dükkânın kapısını açarken arabanın farları kendisine doğru çevrilmişti. Hemen arkasından da dünya bembeyaz bir parıltıyla birlikte kararmıştı.

Tek olası açıklama korkudan kanının donmasına neden olmuştu. Biri mutlaka ona saldırmış olmalıydı. Gecenin karanlığında gizlenmiş biri arkadan saldırmıştı. Peki ama gece yarısı telefon edip gül istediğini yalvarırcasına söyleyen o yumuşak sesli kadına ne olmuştu? Bu noktadan daha ileriye gidemiyordu. Mantıklı olan her şeyin bittiği yer burasıydı. Aşırı bir çaba göstererek ağzındaki halatı çıkarmak için bağlı ellerini güçlükle ağzına götürdü. Vahşi bir hayvanın, avını büyük bir iştahla parçalayışı gibi ağzındaki halatı parçaladı. Ne var ki bunu yaparken ağzının sol alt tarafındaki dişlerden biri de kırıldı. Birden acıyla inledi ama ağrısı uzun sürmedi. Halatın parçalarını çiğnemeye başladığında kendini tuzağa düşmüş bir hayvan gibi hissediyordu.

Kuru ve sert halatı çiğnemesi aklını kaçırmasını engelliyor ve akılcı bir şekilde düşünmesine yardımcı oluyordu. Saldırıya uğramıştı. Bulunduğu yere getirilmiş ve yere yatırılmıştı. Günde ya da gecede iki kez yanı başından gelen bir ses duyuyordu. Eldivenli bir el ağzındaki halatı çıkarıyor, ağzını açıyor ve su döküyordu. Başka bir şey vermiyordu. Çenesini tutan el acımasız değil ama kararlı bir eldi. Daha sonra ağzına bir pipet dayandı. Biraz çorba içti, sonra yine karanlık ve sessizlikte kaldı.

Saldırıya uğramış, elleri ve ayakları bağlanmıştı. Beton bir zeminde yatıyordu. Biri ölmemesi için gerekli önlemleri alıyordu. Bir haftadan beri orada yattığını düşünüyordu. Bunun nedenini anlamaya çalışıyordu. Kendisine saldıran kişi mutlaka bir hata yapmış olmalıydı ama insan nasıl böyle bir hata yapabilirdi? Neden birinin karanlıkta kollarını bacaklarını bağlı tutarlardı? Aklını kaçırmasına ramak kaldığının farkındaydı. Aslında ortada yapılmış bir hata falan yoktu. Bu korkunç, tüyler ürpertici olay özellikle kendisi için hazırlanmıştı. Peki ama nasıl sona erecekti? Belki de sonsuza dek sürecek ve hiçbir zaman da neden orada olduğunu öğrenemeyecekti.

Günde ya da gecede iki kez kendisine su ve yiyecek veriliyordu. İki kez de yerdeki deliğe doğru birisi onu sürüklüyordu. Külotunu da çıkarmışlardı. Üstünde yalnızca gömleği vardı ve işini bitirdikten sonra da yine sürüklenerek eski konumuna geri getiriliyordu. Temizlenmesine olanak yoktu. Ayrıca elleri de bağlıydı. Çevresinden gelen kokunun farkındaydı.

Kir kokusuyla birlikte bir parfüm kokusu da duyuyordu.

Yanında biri mi vardı? Gül almak isteyen kadın mıydı bu? Yoksa yalnızca bir çift eldivenli el miydi? Kendisini yerdeki deliğe sürükleyen eller. Sonra çevreye yayılan parfüm kokusu. Eller ve parfüm başka bir yerden geliyor olmalıydı.

Elbette bu söz konusu ellerin sahibiyle konuşmaya çalışmıştı. Elleri olduğuna göre mutlaka ağzı ve kulağı da olmalıydı. Yüzünde ve omuzlarında bu elleri her hissedişinde ona yaklaşmaya çalışıyordu. Her defasında da farklı bir şekilde yaklaşıyordu. Kimisinde yalvarıyor, kimisinde öfkeyle homurdanıyor, kimisinde de kendini savunurcasına sakin bir sesle konuşmaya çalışıyordu. Bazen ağlayarak bazen de öfke içinde herkesin bir hakkı olduğunu ileri sürmeye çalışıyordu. Kolları bacakları bağlı olan bir insanın da hakları vardır. Tüm haklarımı neden yitirdiğimi bilmeye hakkım var. Serbest bırakılmasını istememişti ki. Öncelikle neden orada olduğunu öğrenmek istiyordu. Hepsi bu kadardı.

Elbette hiç yanıt alamıyordu. Eldivenli ellerin bedeni, kulakları ve ağzı yok gibiydi. Sonunda büyük bir çaresizlik içinde avazı çıktığı kadar bağırdı ama bu söz konusu eller hiç tepki vermedi. Yalnızca ağzını bağlamakla yetindiler. Bir kez daha aynı parfüm kokusunu duydu.

Sonunun ne olacağını görebiliyordu. Kendisini yaşama bağlayan tek şey ağzındaki halatı çiğnemesiydi. Yaklaşık bir hafta sonra halatın sert yüzeyini birazcık inceltebilmişti. Tek kurtuluşunun bu olduğuna inanıyordu. Ancak halatı çiğnemekle kurtulabilecekti.

Bir hafta sonra çıkmayı tasarladığı Nairobi yolculuğundan dönecek ve çiçek dükkânının başına geçecekti. Şu anda Kenya’daki orkide ormanlarında dolaşıyor olmalıydı, hayalinde o görkemli orkidelerin kokularını canlandırdı. Vanja Andersson geri gelmediğini görünce endişelenecekti. Ya da belki daha şimdiden endişelenmeye başlamıştı. Bu kesinlikle göz ardı edemeyeceği bir olasılıktı. Seyahat acentesi müşterileriyle yakında ilgilenmeliydi. Biletinin parasını ödemiş ama uçağa binmemişti. Birileri onun uçağa binmediğini mutlaka fark etmiş olmalıydı. Vanja ile seyahat acentesi onun tek kurtulma umuduydu. Bazen salt aklını kaçırmamak için ağzındaki halatı çiğnemeyi sürdürüyordu. Cehennemde olduğunun bilincindeydi ama bunun nedenini bilemiyordu. Panik içinde halatı çiğnemeyi sürdürdü. Kurtuluşu yaşadığı paniğe bağlıydı. Çiğnemeyi sürdürdü. Ara sıra ağlama krizleri geliyordu ama bunun dışında var gücüyle halatı çiğniyordu.

Kadın odanın kutsal bir yer gibi olması için elinden geleni yapmıştı.

Kimse onun bu sırrını bilmiyordu. Bunu tek başına yapmıştı.

Bir zamanlar burası birçok odası olan, alçak tavanlı, loş, duvarları kalın bir bodrum katıydı. O yazı hâlâ anımsıyordu. Büyükannesini son görüşüydü. Sonbaharın başında büyükannesi ölmüştü ama o yaz elma ağaçlarının gölgesinde oturabilmişti. Ne var ki artık günden güne eriyordu. 90 yaşındaydı ve kanserdi. Yaz boyunca tüm dünyayla ilişkisini kesmiş bir hâlde kıpırdamadan oturmuş; torunlarına onu rahatsız etmemeleri öğütlenmiş, yanına yaklaştıklarında kesinlikle bağırmamaları ve eğer yaşlı kadın torunlarını yanına çağırırsa ancak o zaman büyükannelerinin yanına gitmeleri söylenmişti.

Büyükannesi bir keresinde elini kaldırıp ona işaret etmişti. Korkuyla yanına yaklaşmıştı. Yaşlılık tehlikeliydi; hastalık, ölüm, mezar ve korku anlamına geliyordu ama büyükannesi ona sevecen bir şekilde gülümseyerek bakmıştı. Kanser bile onun bu gülümsemesini yok edememişti. Büyükannesi kendisine bir şeyler söylemiş olabilirdi ama şimdi bunları anımsamıyordu. O yaz büyükannesi canlı ve mutluydu. 1952 ya da 1953 yazı olmalıydı. Aradan çok uzun yıllar geçmişti. Felaketler henüz başlamamıştı.

1960’lı yılların sonuna doğru evi kendi üstüne alınca baştan aşağı yenilemeye başlamıştı. Duvarlar yıkılmıştı. Güçlü kuvvetli kuzenleri ona yardım etmişlerdi ama kendisi de kollarını sıvamış, çalışmalara katılmıştı. Bu büyük odanın tüm duvarları yıkıldıktan sonra geriye yalnızca odanın ortasında duran görkemli fırın kalmıştı. İnşaat bittikten sonra gelenler eve hayran kalmışlardı. Ev eski evdi ama yine de çok farklıydı. Yeni açılan pencerelerden içeriye gün ışığı giriyordu. Gün ışığını istemediğindeyse ahşap panjurları çekiyordu. Çatı kirişlerini açığa çıkarmış, eski döşemeleri de sökmüştü.

Biri buranın kilise salonuna benzediğini söylemişti.

Bu sözlerden sonra da o odayı kutsal bir yer olarak değerlendirmeye başlamıştı. Orada tek başınayken kendini dünyanın merkezinde hissediyordu. Kendini tüm tehlikelerden uzakta, alabildiğine dingin ve huzurlu hissediyordu.

Bu kutsal yere çok sık gelemiyordu. Günlük yaşamı her zaman yoğundu. Zaman zaman evi satmayı bile düşünür olmuştu. Balyoz darbelerinin bile silip atamayacağı anılar vardı evde. Ne var ki yine de kendini buradan tam olarak soyutlayamıyordu. Ev, artık bir parçası olmuştu. Bazen bu evi savunması gerektiği bir kale gibi görüyordu.

Tam o sırada da Afrika’dan mektup gelmişti.

Ondan sonra da her şey birden değişmişti.

Bir daha da evi satmayı aklının ucundan bile geçirmedi.

28 Eylül günü öğleden sonra üçte Vollsjö’ye gelmişti. Hässleholm’den yola koyulmuş, kentin dışındaki evine gitmeden önce de yolda durup gerekli şeyleri satın almıştı. Bir terslikle karşı karşıya kalmamak için biraz fazla pipet almıştı. Nelere ihtiyacı olduğunu biliyordu. Dükkânın sahibi kadını başıyla selamlamıştı. O da gülümsemiş, hava ve o korkunç feribot kazasına ilişkin kısa süre sohbet ettikten sonra aldıklarının parasını ödeyip arabasına binerek yeniden yola koyulmuştu.

Evine en yakın komşuları evde değillerdi. Aslında Alman olduklarından genellikle Skåne’ye yalnızca temmuzda geliyorlardı. Yılın diğer bölümünü Hamburg’da geçirirlerdi. İlişkileri selamlaşmanın ötesinde değildi.

Ön kapıyı açıp içeri girdi ve etrafa kulak verdi. Sonra da büyük odaya gidip fırının yanında taş gibi kıpırdamadan durdu. Ev derin bir sessizliğe gömülmüştü. Tüm dünyanın da aynı şekilde sessiz olmasını istiyordu.

Büyük fırının içinde yatan adamın onu duymasına olanak yoktu. Yaşadığının farkındaydı ama yine de adamın soluklarını ya da hıçkırıklarını duymak istemiyordu.

Bu beklenmedik olaya nasıl karıştığını bir kez daha geçirdi aklından. Her şey evi satmamaya ve fırını yıkmamaya karar vermesiyle başlamıştı. Daha sonra Afrika’dan mektup gelince de ne yapması gerektiğine karar vermiş ve fırını yıktırmadığına sevinmişti.

Saatinin alarmının çalmasıyla düşüncelerinden sıyrıldı. Konukları bir saat sonra geleceklerdi. Onlar gelmeden önce fırının içindeki adama yiyecek bir şeyler vermeliydi. Adam beş günden beri oradaydı. Kısa süre sonra karşı koyacak gücü kalmayacaktı. Çantasından programını çıkardı. Pazar günü öğleden salı sabahına dek boştu. Bu arada işini yapmalıydı. Adamı fırından çıkarmalı ve ona olanları anlatmalıydı.

Adamı nasıl öldüreceğine henüz karar vermemişti. Birçok olasılık söz konusuydu ama kesin kararını vermek için de acele etmesine gerek yoktu. Önce adamın ne yaptığını iyice gözden geçirecek, sonra da nasıl ölmesi gerektiğini belirleyecekti.

Mutfağa gidip çorbayı ısıttı. Hijyen konusuna çok önem verdiğinden adamın daha önce kullandığı plastik kâseyle kapağını iyice yıkadı. Başka bir kâseye su doldurdu. Her gün yemeğin miktarını biraz daha azaltıyordu. Yalnızca ölmemesi için yeterli olan miktarı vermeye özen gösteriyordu. Yemek hazır olunca plastik eldivenlerini eline geçirdi, kulaklarının arkasına parfüm sıktı ve fırının yanına gitti. Fırının içinde, bazı gevşek taşların arkasına gizlenmiş bir delik vardı. Neredeyse bir metre uzunluğunda bir tünel gibiydi. Adamı oraya yerleştirmeden önce içine güçlü bir hoparlör yerleştirmiş, sonra da fırının içini doldurmuştu. Müziğin sesini sonuna değin açtığında dışarıya ses gitmiyordu.

Adamı görebilmek için öne doğru uzandı. Elini adamın bacaklarına koyduğunda adam kıpırdamadı. Bir an için öldüğünü sandı ama hemen sonra da adamın soluklarını duydu.

İyice perişan düştü, diye geçirdi içinden. Yakında bu bekleme sona erecekti.

Adamın yemeğini verip deliği kullanmasına izin verdikten sonra adamı eski yerine doğru sürükleyip deliği doldurdu. Bulaşığı yıkayıp mutfağı topladıktan sonra oturup bir fincan kahve içti. Çantasından personel haberlerini içeren ince dergiyi çıkarıp sayfalarını karıştırdı. Yeni maaş çizelgesine göre 1 Temmuz’dan itibaren maaşı aylık 174 kron daha fazla olacaktı. Bir kez daha saatine baktı. Genellikle on dakikada bir saate bakardı. Özelliklerinden biriydi bu. Yaşamda ve işinde her zaman programlı olmaktan hoşlanırdı. Onu program dışında davranmak kadar tedirgin eden bir şey yoktu. Bu konuda hiçbir bahane kabul etmezdi. Bu tavrı her zaman kendi sorumluluğu olarak görmüştü. İş arkadaşlarından birçoğunun arkasından güldüğünü, alay ettiğini biliyordu. Buna elbette üzülüyordu ama onlara da bir şey söylemiyordu. Susmak da onun kişiliğinin bir diğer özelliğiydi ama eskiden böyle değildi.

Çocukluğumdaki sesimi anımsıyorum. Güçlüydü ama tiz değildi. Çok daha sonraları içine kapanık biri oldum. Bütün o kanı gördükten sonra değiştim. Neredeyse annemi kaybediyordum. O anda bağırmamıştım. Kendi sessizliğime gizlenmiştim. Orada kendimi görünmez kılabildim.

İşte o zaman oldu. Annem bir masanın üstünde kanlar içinde yatarken ve hıçkırıklarla ağlarken her zaman çok istediğim kız kardeşim zorla benden alındığında.

* * *

Saate baktı. Az sonra orada olacaklardı. Her çarşamba olduğu gibi bu çarşamba da buluşacaklardı. Bu da bir alışkanlık hâline gelmişti ama bu kez çok yoğun olduğundan programın dışına çıkmak zorunda kalmışlardı.

Odada beş sandalye vardı. Beş kişiden fazla insanın aynı anda evde olmasından hiç hoşlanmazdı. Bu şekilde aralarındaki iletişimin de bozulacağına inanırdı. Gelecek olan sessiz kadınlara konuşabilmeleri için güven duygusu vermek çok önemliydi. Yatak odasına gidip üstündeki üniformayı çıkardı. Soyunurken her çıkardığı eşyanın arkasından bir dua mırıldanıyordu ve birden anımsadı. Bana Antonio’dan annem söz etmişti. İkinci Dünya Savaşı’ndan çok önce Köln’den Münih’e giderken trende tanışmış onunla. Tren tıklım tıklım olduğundan her ikisi de oturacak bir yer göremeyince çareyi sigara dumanı içindeki koridorda ayakta durmakta bulmuşlardı. Trenin pis camlarından Ren Nehri’ndeki teknelerin ışıklarını görebiliyorlarmış. Antonio anneme Katolik rahibi olacağını söylemiş. Ayinin, rahibin üstündekileri çıkarmasıyla başladığını söylemiş anneme. Kutsal ayine hazırlanmak için rahiplerin özel bir yıkanma işlemi vardı. Çıkardıkları her giysi ya da iç çamaşırıyla birlikte bir dua okurlardı. Bu giysi ya da çamaşırların her biri onları kutsal görevlerine bir adım daha yaklaştırırdı.

Annesinin Antonio’yla trende nasıl karşılaştıklarını anlatmasını bir türlü unutamıyordu. Kendisi de bir nevi rahibe olduğundan ve adaletin kutsal olduğuna yürekten inandığından giysi ve çamaşır değiştirmenin önemini kavramıştı. Bunu yaparken ettiği dualar, Tanrı’yla yaptığı konuşmaların bir parçası değildi. Karmaşık ve absürd dünyada Tanrı tek ve mutlak saçmalıktı. Bu dünyada tanrı yoktu. Dualarını her şeyin toz pembe olduğu o güzel çocukluğuna ediyordu. Annesi en çok istediği şeyi ondan yoksun kılmadan önceye. Yılan gibi sinsi bakışlı erkekler öfkelerini kusmadan önceki günler adına ediyordu tüm dualarını.

Kıyafetlerini değiştirdi ve çocukluğuna dönmek için dua etti. Üniformasını yatağın üstüne serdi. Sonra da açık renkli bir giysi giydi. İçinde bir şeyler oluyordu. Sanki bedeni de eski çocukluk günlerine dönüyor gibiydi. Son olarak peruğunu ve gözlüğünü taktı. Son duası içinde solup gitti. Bin, oyuncak ata bin…

Büyük aynadan yüzünü inceledi. Bu, karabasandan uyanan Uyuyan Güzel değildi. Sindirella’ydı.

Park eden arabanın sesini duydu. Hazırdı. Başka bir kimliğe bürünmüştü. Üniformasını katladı, yatak örtüsünü düzeltti ve odadan çıktı. Yatak odasına kimse girmeyecekti ama yine de kapısını kilitledi.

Saat altıdan önce toplanmışlardı ama içlerinden biri gelmemişti. Doğum sancıları tuttuğundan hastaneye kaldırılmıştı. Erken doğum yapacaktı. Büyük olasılıkla bebek şimdiye değin çoktan doğmuştu.

Ertesi gün hastaneye gidip onu görmeye karar verdi. Onu görmek istiyordu. Onca acı ve sancıdan sonra kadının yüzünü görmek istiyordu. Hepsinin öyküsünü dinlemişti. Ara sıra not defterine bir şeyler yazar gibi yapardı ama yazdıkları yalnızca rakamlardı. Zaman çizelgesi hazırlıyordu. Rakamlar, zaman, mesafeler. Bu artık onda bir takıntı hâline gelmişti ama sihirli bir takıntı. Anımsaması için her şeyi not etmesi gerekmiyordu. O korku dolu sesler tüm sözcükleri söylemiş, ifade etmeye çekindikleri tüm acı dolu anılarını ortaya dökmüştü ve o her şeyi teker teker anımsıyordu. Kadınların iç dünyasında gerçekleşen bir anlık bir gevşemeye tanık olmuştu ama bu anların dışında zaten yaşam neydi ki?

Yeniden zaman çizelgesine döndü. Birbirini izleyen, aynı zamanda olan olaylar. Yaşam sarkaç gibiydi. Acı, mutluluk ve sonsuzluk arasında gidip geliyordu.

Kadınların arkasındaki büyük fırını görebilecek şekilde oturmuştu. Işıklar kısılmıştı. Kendi deyimiyle odada kadınsı bir loşluk vardı. Fırın boş ve uçsuz bucaksız bir denizin ortasında hareketsiz duran bir sandık gibiydi.

Birkaç saat konuştular, sonra da mutfakta çay içtiler. Bir sonraki toplantının ne zaman olacağını herkes biliyordu. Kimse kendisine bildirilen zamanı sorgulamadı.

Onları kapıya kadar geçirdiğinde saat sekiz buçuk olmuştu. Hepsinin elini teker teker sıktı. Son araba da yola koyulunca içeri girdi, üstünü değiştirdi, peruğuyla gözlüğünü çıkardı. Çay fincanlarını yıkadı, ışıkları söndürdü ve çantasını aldı.

Bir an için fırının yanında durdu. Evde derin bir sessizlik vardı.

Sonra dışarı çıktı. Yağmur yağıyordu. Arabasına bindi ve Ys-tad’a doğru yola koyuldu. Yatağına yattığında gece yarısı olmuştu. Kısa süre sonra da derin bir uykuya daldı.

5

Wallander perşembe sabahı uyandığında kendini bir gün öncesine oranla çok daha iyi hissetmişti. Altıda kalkıp mutfak penceresinin dışında asılı duran dereceye bakınca sıcaklığın beş derece olduğunu gördü. Gökyüzü kara bulutlarla kaplıydı, yerler ıslaktı ama yağmur durmuştu.

Yedi civarında emniyete gitti. Koridorda odasına doğru giderken arkadaşlarının Holger Eriksson’u bulup bulamadıklarını düşünüyordu. Ceketini asarak masasının başına geçip oturdu. Masasında birkaç tane telefon mesajı vardı. Ebba öğleden sonra göz doktorunda randevusu olduğunu hatırlatan bir not bırakmıştı. Okuma gözlüğüne ihtiyacı vardı. Eğer uzun süre bir şey okur ya da yazarsa başı ağrıyordu. Yakında 47 yaşına basacaktı. Artık yaşıyla ilgili bazı gerçekleri benimsemesinde yarar vardı.

Per Åkeson’dan bir mesaj vardı. Wallander, savcının bürosuna telefon etti ama savcının o gün Malmö’de olacağı söylendi. Kahve almak için kantine gitti, sonra masasına oturarak oto hırsızlığı soruşturması için yeni bir strateji geliştirmeye çalıştı. Hemen hemen her organize suçta üzerine yeterince düşüldüğünde kırılabilecek zayıf bir nokta her zaman bulunabilirdi.

Telefonun sesiyle düşüncelerinden uzaklaştı. Arayan yeni polis müdürü Lisa Holgersson’du ve kendisine hoş geldin demek istemişti.

“Tatil nasıldı?” diye sordu.

“Çok iyiydi.”

“İnsan bu tür hareketlerle ailesini yeniden keşfediyor, değil mi?” dedi Lisa.

“Onlar da çocuklarına farklı açılardan bakabilmeyi öğreniyorlar,” diye karşılık verdi Wallander.

Lisa Holgersson kısa süre sonra bir dakika diyerek ahizeyi eliyle kapattı. Wallander, şefinin yanına birinin girdiğini ve bir şeyler söylediğini duymuştu. Björk ona tatilinin nasıl geçtiğini hiç sormamıştı. Wallander yeniden şefin sesini duydu.

“Ben de birkaç günden beri Stockholm’deyim,” dedi Lisa. “Ama seninki kadar eğlenceli geçmiyor.”

“Şimdi neyin peşindeler?”

Estonia’yı düşünüyorum. Deniz kazasında ölen meslektaşlarımızı.”

Wallander karşılık vermedi. Bunu kendisinin de düşünmesi gerekirdi.

“Buradakilerin canının ne denli sıkkın olduğunu tahmin edebilirsin,” diye sürdürdü konuşmasını. “Böyle bir durumda burada oturup Emniyet Genel Müdürlüğü’yle ilçe teşkilatları arasındaki organizasyon sorunlarını nasıl tartışabiliriz ki?”

“Biz de herkes gibi ölümün karşısında çaresiziz,” dedi Wallander. “Gördüğümüz onca ölüme karşın yine de elimiz kolumuz bağlanıyor. Alıştığımızı sanıyoruz ama ölüme alışmak söz konusu bile değil.”

“Fırtınalı bir gecede bir feribot battı ve ölüm yeniden o acımasız yüzünü İsveç’e gösterdi,” dedi Lisa. “Oysa uzun zamandan beri varlığını unutmuştuk.”

“Senin gibi düşünmesem de haklısın galiba.”

Genç kadının boğazını temizlediğini duydu. Kısa bir sessizlikten sonra yeniden konuştu.

“Teşkilat sorunlarını konuştuk,” dedi. “Ve her zamanki soruyla karşı karşıya kaldık. Acaba hangisine öncelik tanımalıyız?”

“Zamanımızı suçluları yakalamakla geçirmeliyiz, diye düşünüyorum,” dedi Wallander. “Onları adaletin önüne çıkararak ve cezalandırılmaları için yeterli delil toplayarak geçirmeliyiz.”

“Keşke her şey söylediğin kadar basit olabilseydi,” dedi Lisa hafifçe iç çekerek.

“İyi ki müdür değilim,” diye karşılık verdi Wallander.

“Ben de, bazen…” dedi ve cümlesini tamamlamadı. Wallander telefonu kapatacağını sanmıştı ama genç kadının söyleyecekleri bitmemişti.

“Aralık başında seni polis akademisine göndereceğime söz verdim,” dedi. “Geçen yazki soruşturmayla ilgili bir konferans vermeni istiyorlar. Stajyer polisler seni aralarında görmek için sabırsızlanıyorlar.”

Wallander şaşkına dönmüştü.

“Gidemem,” dedi. “Kalabalığın karşısında konuşamam. Bunu yapamam. Başka biri gitsin. Martinson çok iyi bir konuşmacıdır. Aslında bana sorarsan politikacı olmalıydı.”

“Senin gideceğine söz verdim,” dedi Lisa gülerek. “İnan bana her şey çok güzel olacak.”

“Hastalanabilirim,” dedi Wallander.

“Aralığa daha çok var,” dedi. “Bunu daha sonra konuşuruz. Tatilin nasıl geçtiğini öğrenmek için aramıştım. İyi geçtiğini duyduğuma sevindim.”

“Burada her şey yolunda,” dedi Wallander. “Elimizdeki tek dosya bir kayıp vakası ama arkadaşlarım bununla ilgileniyorlar.”

“Biri mi kayıp?”

Wallander, Sven Tyrén’le yaptığı konuşmayı aktardı.

“Kayıp ihbarları ne kadar doğru çıkıyor?” diye sordu Lisa. “Bu konudaki istatistikler ne diyor?”

“Ne dediklerini bilmiyorum,” dedi Wallander. “Ama kayıp vakalarında cinayet ya da kazanın söz konusu olmasının çok ender rastlanılan bir olay olduğunu biliyorum. Yaşlı ya da bunaklar söz konusu olduğunda bir süre sonra kendileri geri gelebiliyorlar. Gençler söz konusu olduğundaysa ya ailelerine isyan etmek ya da bir serüven aramak için ortadan kayboluyorlar. Uzun sözün kısası ciddi bir şeyin söz konusu olması çok sık rastlanılan bir olay değil.”

Birbirlerine iyi günler diledikten sonra telefonu kapattılar. Wallander polis akademisinde konferans verme düşüncesi karşısında kaskatı kesilmişti. Aslında ondan bir konferans vermesini istemeleri çok gurur vericiydi ama böyle şeylerden hiç hoşlanmazdı. Bu konuda Martinson’u ikna etmeye çalışacaktı.

Yeniden oto hırsızlığı dosyasına döndü. Saat sekizde bir fincan kahve daha almak için odasından çıktı. Karnı da acıktığından bir paket bisküvi aldı. Midesi artık iyiydi. Kısa süre sonra kapısı vuruldu ve Martinson içeri girdi.

“Bugün kendini nasıl hissediyorsun?”

“İyiyim,” dedi Wallander. “Holger Eriksson olayı nasıl gidiyor?”

Martinson ona şaşkınlıkla baktı.

“Kim? Ne olayı?”

“Holger Eriksson. Kayıp olduğu düşünülen adam, onunla ilgili bir rapor yazmıştım ya hani?”

Martinson başını iki yana salladı.

“Ne zaman söyledin? Hiç anımsamıyorum. Feribot kazası canımı çok sıktı. Ondan başka bir şey düşünemiyordum.”

Wallander ayağa kalktı.

“Hansson geldi mi? Bu konuda çalışmaya hemen başlamalıyız.”

“Onu az önce koridorda gördüm,” dedi Martinson. Birlikte Hansson’un odasına gittiler. Hansson elindeki piyango biletine bakıyordu. Bileti yırtıp çöp kutusuna attı.

“Holger Eriksson,” dedi Wallander. “Kaybolduğu düşünülen adam. Kapının önüne park eden o yakıt kamyonunu anımsıyor musun? Salı günü?”

Hansson evet dercesine başını salladı.

“Kamyonun şoförü Sven Tyrén,” diye sürdürdü konuşmasını Wallander. “Adının bir iki saldırıya karıştığını söylemiştin.”

“Evet, hatırlıyorum,” dedi Hansson.

Wallander öfkelenmemeye özen gösteriyordu ama sabrı da artık tükenmek üzereydi.

“Buraya kayıp ihbarı için gelmişti. Holger Eriksson’un oturduğu çiftliğe gittim. Raporumu yazdım. Sonra da dün sabah buraya telefon edip bu konuyla ilgilenmenizi rica ettim. Bence araştırılması gereken ciddi bir kayıp olayı.”

“Rapor buralarda bir yerde olmalı,” dedi Martinson. “Konuyla ben ilgileneceğim.”

Wallander sinirlerine hâkim olması gerektiğinin farkındaydı.

“Bu tür şeylerin olmaması gerekiyor,” dedi. “Ama bu defalık feribot kazasıyla çakıştığından kötü bir zamanlama olarak değerlendirelim. Çiftliğe bir kez daha gideceğim. Eğer hâlâ yoksa onu aramaya başlamamız gerekecek. Umarım adamın cesedini bir yerlerde bulmayız yoksa tüm bir günü boşa geçirdiğimiz için vicdan azabından kurtaramayız kendimizi.”

“Bir araştırma ekibi oluşturalım mı?” diye sordu Martinson.

“Hayır şimdilik buna gerek yok. Önce oraya gitmek istiyorum. Belki dönmüştür. Dönmemişse yeniden oturup konuşuruz.”