Книга Beşinci Kadın - читать онлайн бесплатно, автор Хеннинг Манкелль. Cтраница 3
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Beşinci Kadın
Beşinci Kadın
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Beşinci Kadın

Wallander’in Roma’yla ilgili anıları her geçen dakika canlılığını yitiriyordu.

3

27 Eylül Salı günü Skåne’de hava yağışlıydı. Meteorologlar sıcak geçen yazdan sonra sonbaharın yağışlı geçeceğini tahmin etmişlerdi. Bunda da haklı oldukları anlaşılıyordu.

İtalya yolculuğundan sonraki ilk iş gününün akşamı Wallander eve gelince ayaküstü yiyecek bir şeyler hazırlayıp yedi. Stockholm’de oturan kızını defalarca aradı ama ulaşamadı. Balkon kapısını açtı. Yağmurun getirdiği serin hava içeri doldu. Kızı Linda’nın telefon edip tatilinin nasıl geçtiğini sormamasına canı sıkılmıştı. Bir kez daha kızına telefon etti, telefon yine açılmayınca bu kez kızının işlerinin çok yoğun olduğunu düşünüp kendini rahatlatmaya çalıştı. Sonbaharda Linda hem özel bir tiyatro okuluna başlamıştı hem de Kungsholmen’deki bir restoranda garsonluk yapıyordu.

O akşam geç bir saatte Riga’da oturan Baiba’yı aradı. Roma’dayken genç kadını bir türlü aklından çıkaramamıştı. Birkaç ay önce Wallander, kafa derisi yüzen seri katilin yakalanmasından sonra genç kadınla Danimarka’da kısa bir tatil yapmıştı. Tatillerinin son günü Baiba’ya evlenme teklifi etmişti. Baiba ona kesin bir hayır dememekle birlikte isteksizliğini açıklamak için de herhangi bir neden ileri sürmemişti. İki denizin buluştuğu Skagen’deki uçsuz bucaksız kumsalda yürüyorlardı. Wallander uzun yıllar önce bir kez karısı Mona’yla bu kumsalda yürümüştü, bir kez de polis teşkilatından ayrılmayı ciddi bir şekilde düşündüğü sıralarda.

Danimarka’da hava akşamları oldukça sıcak ve nemli oluyordu. Dünya kupası maçları yüzünden insanlar televizyonlarının önünden kalkmıyorlardı. Bu yüzden de kumsalda hemen hemen onlardan başka kimse yoktu. Ağır adımlarla yürümüşler, Baiba renkli çakıl taşları toplamış ve bir kez daha bir polisle yaşayabilmesinin mümkün olamayacağını düşündüğünü söylemişti. Letonyalı bir polis olan kocası Karlis 1992 yılında öldürülmüştü. Wallander, Baiba’yla işte o günlerde Riga’da tanışmıştı. Roma’dayken kendisine gerçekten de yeniden evlenmeyi isteyip istemediğini defalarca sorup durmuştu. Evlenmek gerçekten de gerekli miydi? Günümüzde ve çağımızda artık hemen hemen hiçbir anlamı kalmayan yasal ve karmaşık bağlarla bağlanmanın bir anlamı var mıydı? Uzun süre Linda’nın annesiyle evli kalmıştı. Sonra bir gün, beş yıl önce, karısı ortada hiçbir şey yokken birdenbire boşanmak istediğini söylemişti. Wallander’in ağzı şaşkınlıktan bir karış açık kalmıştı ama karısının o günlerde ne demek istediğini, yeni bir yaşama tek başına başlama isteğinin arkasındaki nedenleri şimdi yeni yeni anlıyordu. Evliliklerinin neden o noktaya geldiğini anlaması uzun sürmüştü. İşi gereği eve geç saatlerde gelmesinden ve Mona’yla yeteri kadar ilgilenmemesinden ötürü evliliklerinin yürümemesinde kendi payının büyük olduğunu düşünmeye başlamıştı.

Roma’dayken Baiba’yla gerçekten evlenmek istediğine karar vermişti. Onun Letonya’dan taşınıp Ystad’a yerleşmesini çok istiyordu. Maria Caddesi’ndeki dairesini satıp ev almaya bile karar vermişti. Büyükçe bir bahçesi olan, kent dışında bir ev alacaktı. Çok pahalı bir ev olmasına gerek yoktu ama iyi durumda olması önemliydi. Gerekli onarımı kendisi yapabilirdi. Ayrıca uzun zamandan beri istediği köpeği de alabilirdi.

Ystad’da sağanak olanca hızıyla sürerken tüm bunları Baiba’ya açtı. Bu aslında Roma’da kafasında kurduğu konuşmanın bir devamı niteliğindeydi. Ara sıra kendi kendine yüksek sesle konuşmaya da başlamıştı. Neden söz ettiğini anlamayan babasıysa bunun ne anlama geldiğini sormamış, Roma sokaklarında dolaşmayı sürdürmüştü. Wallander acaba hangisinin yaşlandığını ve bunamaya başladığını sormaktan alıkoyamamıştı kendini.

Baiba, Wallander’in sesini duymaktan memnun olmuştu. Wallander ona Roma yolculuğundan söz ettikten sonra yazdan kalan sorusunu yineledi. Bir süre için Riga ile Ystad arasında bir sessizlik oldu. Daha sonra Baiba o günden beri bu konuyu düşündüğünü söyledi. Hâlâ bazı kuşkuları vardı ama kuşkuları güçlenmek yerine azalıyordu.

“Buraya gelsene,” dedi Wallander. “Bu, telefonda konuşulacak bir şey değil.”

“Haklısın,” diye karşılık verdi genç kadın. “Geleceğim.”

Bu buluşmanın ne zaman olacağına karar vermemişlerdi. Bunu daha sonra konuşurlardı. Baiba, Riga Üniversitesi’nde çalıştığı için öncelikle izin alması gerekiyordu. Wallander telefonu kapattığında yaşamında yeni bir bölümün başladığını yüreğinde hissetti. Baiba gelecekti. Evleneceklerdi.

O gece kolayca uyuyamadı. İki kez kalkıp mutfak penceresinden yağmuru izledi. Rüzgârda sallanan sokak lambasına baktı.

Gece doğru dürüst uyuyamamasına karşın salı sabahı erkenden kalktı. Yediyi biraz geçe arabasını emniyetin parkına bıraktıktan sonra yağmur ve rüzgârda koşarak binaya girdi. Erkenden oto hırsızlığı dosyası üstünde çalışmak istiyordu. Erteledikçe hevesi de kaçıyordu. Ceketini kuruması için ziyaretçi koltuklarından birinin üstüne koydu. Sonra da neredeyse yarım metre yüksekliğindeki dosyaları aldı. Kapısı vurulduğunda dosyaları tarih sırasına göre düzenliyordu. Wallander gelenin Martinson olduğunu düşündü. İçeri girmesini söyledi.

“Sen tatildeyken sabahları buraya ilk gelen hep ben oluyordum,” dedi Martinson. “Şimdi yeniden ikinci sıraya düştüm.”

“İşimi özlemişim,” dedi Wallander masasının üstündeki dosyaları göstererek.

Martinson’un elinde bir kâğıt vardı.

“Bunu sana dün vermeyi unuttum,” dedi. “Amirim Holgersson bir göz atmanı istemişti.”

“Bu nedir?”

“Al oku. İnsanların biz polislerden her konuda bir açıklama beklediğini bilirsin.”

“Politik mi?”

“Öyle sayılabilir.”

Wallander arkadaşına soru sorarcasına baktı. Martinson genellikle lafı dolandırmazdı. Yıllar önce Halk Partisi’nin önde gelen isimlerindendi ve o günlerde de büyük olasılıkla politikaya atılmanın hayalini kurmuştu. Wallander’in bildiği kadarıyla da parti gözden düştükçe Martinson’un umudu da zaman içerisinde balon gibi sönmüştü. Arkadaşına Halk Partisi’nin son seçimlerdeki başarısızlığından söz etmemeye karar verdi.

Martinson gitti. Wallander arkadaşının verdiği kâğıdı okudu. İkinci okuyuşunda çok öfkelenmişti. Odasından rüzgâr gibi çıkarak Svedberg’in odasına girdi.

“Bunu gördün mü?” diye sordu Martinson’un kendisine az önce verdiği kâğıdı sallayarak.

Svedberg başını iki yana salladı.

“Hayır? Ne?”

“Polisin, derneklerine koydukları isim hakkında ne düşündüğünü öğrenmek isteyen yeni bir kuruluştan geliyor.”

“Yani?”

“Kendilerine ‘Balta Dostları’ demeyi düşünüyorlarmış.”

Svedberg arkadaşına dehşetle baktı.

“Balta Dostları mı?”

“Evet. Bu yaz burada olanların ışığında bu adın kötüye kullanılmasından korkuyorlarmış. Derneğin kafa derilerini yüzmek gibi bir niyeti yokmuş.”

“Peki, niyetleri neymiş?”

“Eğer doğru anladıysam el işleriyle ilgilenen ve eski ev aletlerini sergilemek için müze kurmak isteyen bir grup.”

“Öyleyse bir sakıncası yok, değil mi? Neden bu denli öfkelendin?”

“Çünkü polisin bu tür şeylere zaman ayırabilecek kadar boş olduklarını düşünüyorlar da ondan. Oysa başımızı kaşıyacak zamanımız yok,” dedi Wallander. “Bana sorarsan ev aletlerinin sergileneceği bir müze için Balta Dostları adı oldukça garip ama bu saçmalıklara ayıracak zamanım da yok.”

“O zaman bunu müdüre söyle.”

“Söyleyeceğim.”

“Müdürün sana katılacağını sanmıyorum ya neyse. Şimdi hepimiz yerel polis olacağız.”

Wallander, Svedberg’in haklı olduğunun farkındaydı. Polisliğe başladığı ilk günden beri “kamuoyu” diye bilinen o kalabalık insan topluluğuyla polis arasındaki karmaşık ilişkiden ötürü emniyet güçleri bitmek bilmeyen ve geniş kapsamlı değişikliklere katlanmak zorunda kalıyordu. Emniyet Genel Müdürlüğü ve her bir polisin üstünde kara bulut gibi duran bu kamuoyu tek bir sözcükle ifade edilebilirdi: kararsızlık. Kamuoyunu memnun etmek için yapılan son girişim de tüm İsveç emniyetinin yerel polis gücü olarak değiştirilmesiydi. Bunun nasıl yapılacağını ise kimse bilmiyordu. Emniyet Genel Müdürü polisin sürekli ortalıkta görülmesinin ne denli önemli olduğunu vurgulamıştı. Polisin görünmez bir varlık olduğunu düşünen kimse olmadığından bu yeni stratejinin yaşama nasıl geçirileceğini kestiremiyordu. Polisler zaten sokaklarda dolaşıyor, bisikletle devriye geziyorlardı. Emniyet Genel Müdürü daha az somut, daha farklı bir görünürlükten söz ediyor olmalıydı. “Yerel polis” sözcüğü kuş tüyü yastık gibi rahatlatıcı bir şeyi çağrıştırmalıydı ama her geçen gün İsveç’te işlenen vahşi cinayetlerin sayıları artarken bu kavramın gerçekle nasıl bağdaştırılabileceğini kestirmek zordu. Bu yeni uygulamadan ötürü, kendi işleriyle ilgilenirken “Balta Dostları” adını kullanmak isteyen derneklere de zaman ayırmak zorundaydılar.

Bir fincan kahve alarak odasına gidip kapıyı arkasından kapattı. Bir kez daha masada biriken dosyaları incelemeye koyuldu. Önceleri kendini işe vermekte zorlanıyordu. Baiba’yla konuştuklarını anımsıyordu. Gerçek bir polis gibi davranmak için kendini zorladı ve bir süre sonra hiç tatil yapmamışçasına, eskisi gibi yoğun bir çalışma temposuna girdi. Bazı konuları konuşmak için Göteborg’da iş birliği yaptığı polisi aradı. Telefonu kapattığında öğle vakti olmuştu, acıktığını fark etti. Yağmur hâlâ yağıyordu. Arabasına binerek kent merkezine gidip yemek yedi. Bir saat sonra da emniyete döndü. Tam masasına oturmaya hazırlanırken telefon çaldı. Arayan danışma görevlisi Ebba’ydı.

“Bir ziyaretçin var,” dedi.

“Kim?”

“Tyrén adında biri. Seninle konuşmak istiyormuş.”

“Ne hakkında?”

“Kayıp biri hakkında.”

“Onu başkasına gönderemez misin?”

“Mutlaka seninle konuşması gerektiğini söylüyor.”

Wallander masadaki açık dosyalara baktı. Hiçbiri, kaybolan biri hakkında rapor tutamayacağı denli önemli ve acil değildi.

“Yolla,” diyerek telefonu kapattı.

Odasının kapısını açtıktan sonra dosyaları kaldırmaya başladı. Başını kaldırıp baktığında bir adamın kapının eşiğinde durduğunu gördü. Wallander onu daha önce hiç görmemişti. Adamın üstünde OK petrol şirketinin amblemi olan bir tulum vardı. Adam petrol ve yağ kokuyordu.

Adamın elini sıkarak oturmasını söyledi. Elli yaşlarında, tıraşsız ve kır saçlı biriydi. Adının Sven Tyrén olduğunu söyledi.

“Benimle konuşmak istemişsiniz?” dedi Wallander.

“İyi bir polis olduğunuzu duydum,” dedi Tyrén. Aksanından Wallander’in hemşehrisi olduğu anlaşılıyordu.

“Çoğumuz iyiyiz,” diye karşılık verdi Wallander.

Tyrén’in yanıtı onu çok şaşırttı.

“Bunun doğru olmadığını siz de biliyorsunuz. Bir iki kez gözaltına alındım. Orada baş belası olan birçok polisle karşılaştım.”

Wallander karşısındaki adamın sözlerini hayretle dinliyordu.

“Buraya bunları söylemek için geldiğinizi sanmıyorum,” dedi konuyu değiştirerek. “Biri mi kaybolmuş?”

Tyrén üstünde OK amblemi olan kepli başını evet dercesine salladı.

“Aslında oldukça garip,” dedi.

Wallander çekmeceden bir not defteri çıkarıp boş bir sayfayı açtı.

“Hadi şimdi bana her şeyi en başından anlatın,” dedi. “Kaybolan kim? Ve garip olan ne?”

“Holger Eriksson.”

“O da kim?”

“Müşterilerimden biri.”

“Benzin istasyonunuz mu var?”

Tyrén başını hayır dercesine salladı.

“Kalorifer yakıtı dağıtıyorum,” dedi. “Ystad’ın kuzey bölgesine. Eriksson, Högestad ile Lödinge arasında bir yerde oturuyor. Büroya telefon edip yakıtının bittiğini söyledi. Perşembe sabahı getireceğimi söyledim ama oraya gittiğimde evde kimse yoktu.”

Wallander bu söylenilenleri yazdı.

“Geçen perşembeden söz ediyorsunuz, değil mi?”

“Evet.”

“Peki sizi ne zaman aramıştı?”

“Geçen pazartesi.”

Wallander bir an için düşündü.

“Zaman konusunda yanlış bir anlaşılma olmuş olamaz mı?”

“On yıldan fazla bir süreden beri Eriksson’a yakıt veriyorum. Daha önce hiç böyle bir anlaşmazlık olmamıştı.”

“Onun evde olmadığını anladığınızda ne yaptınız?”

“Yakıt deposu da kilitli olduğundan bir not yazıp posta kutusuna attım.”

“Sonra?”

“Oradan ayrıldım.”

Wallander kalemini masaya bıraktı.

“İnsan uzun süre yakıt dağıtımı yaptığında müşterilerinin alışkanlıklarını da öğreniyor,” diye sürdürdü konuşmasını Tyrén. “Holger Eriksson’u düşünmekten kendimi alamıyorum. Evde olmaması bana hiç mantıklı gelmiyor. Bu yüzden işten sonra dün akşamüstü oraya yeniden gittim. Notum hâlâ posta kutusunda duruyordu, geçen perşembeden bu yana gelen diğer mektuplarla birlikte. Zili çaldım. Açan olmadı. Arabası da garajdaydı.”

“Yalnız mı yaşıyordu?”

“Evli değildi. Araba ticaretinden çok para kazanmıştı. Ayrıca şiir de yazardı. Bir keresinde bana şiir kitaplarından birini vermişti.”

Svedberg’in kırkıncı doğum günü için kitap almak amacıyla Ystad kitapçısına gittiğinde yerel yazarların bulunduğu rafta Eriksson’un adını gördüğünü anımsamıştı.

“Garip olan başka bir şey daha var,” dedi Tyrén. “Kapı kilitli değildi. Hastalanmış olabileceğini düşündüm. Neredeyse seksen yaşında. Onun için de içeri girdim. Evde kimse yoktu ama mutfaktaki kahve makinesi fişe takılı çalışıyordu. Kötü bir koku vardı. Kahve yanmış ve çok kötü kokuyordu. İşte o anda buraya gelip sizi görmeye karar verdim.”

Wallander, Tyrén’in endişesinin boş olmadığının farkındaydı. Yine de deneyimlerine dayanarak kayıp olaylarının çoğunun kendiliğinden çözüldüğünü biliyordu. Nadiren çok ciddi bir şey yaşanırdı.

“Komşuları yok mu?” diye sordu Wallander.

“Çiftlik evinin dış dünyayla pek fazla bir ilgisi yok. Tümüyle soyutlanmış gibi.”

“Sizce ne olmuş olabilir?”

Tyrén bu soruyu hiç düşünmeden hemen yanıtladı.

“Bence öldü. Sanırım öldürüldü.”

Wallander karşılık vermedi. Tyrén’in konuşmasını sürdürmesini bekledi ama sürdürmedi.

“Neden böyle düşünüyorsunuz?”

“Yakıt siparişi vermişti. Ben oraya ne zaman gitsem hep evde olurdu. Kahve makinesini açık bırakmazdı. Kapıyı kilitlemeden asla dışarı çıkmazdı. Evinin çevresinde yürüyüşe bile çıktığında kapısını her zaman kilitlerdi.”

“Eve hırsız girmiş olabilir mi?”

“Hayır, her şey eskisi gibi yerli yerinde duruyordu. Kahve makinesi dışında.”

“Demek daha önce de evine gittiniz?”

“Yakıtı her getirişimde. Genellikle bana kahve ikram eder ve şiirlerinden okurdu. Bence çok yalnızdı, oraya gidişimi iple çekiyor gibiydi.”

Wallander düşünmek için sustu.

“Öldüğünü sandığınızı söylediniz ama sonra da öldürüldüğünü düşündüğünüzü eklediniz. Onu kim öldürmüş olabilir? Düşmanları var mıydı?”

“Bildiğim kadarıyla hayır.”

“Ama varlıklıydı.”

“Evet.”

“Siz bunu nereden biliyorsunuz?”

“Bunu yalnızca ben değil herkes biliyor.”

Wallander bir süre konuşmadı.

“Duruma bakacağız,” dedi. “Büyük olasılıkla hiçbir şey olmamıştır. Genellikle böyle olur.”

Wallander çiftliğin adresini yazdı. Çiftliğin adı “İnziva”ydı.

Tyrén’i danışmaya kadar geçirdi.

“Çok ciddi bir şey olduğundan eminim,” dedi Tyrén kapıdan çıkmadan önce. “Yakıt getireceğimi bildiği günler kesinlikle dışarı çıkmaz, oturur beni beklerdi.”

“Sizi arayacağız,” dedi Wallander.

Tam o sırada da Hansson danışmanın yanına geldi.

“Yakıt kamyonunu kapının önüne kim park etti?” diye bağırdı öfke dolu bir sesle.

“Ben,” diye karşılık verdi Tyrén oldukça sakin bir sesle. “Gidiyordum zaten.”

“Bu herif burada ne arıyor?” diye sordu Hansson, Tyrén gittikten sonra.

“Kayıp ihbarında bulunmak istemiş,” dedi Wallander. “Holger Eriksson adında bir yazar tanıyor musun?”

“Yazar mı?”

“Ya da oto galericisi?”

“Hangisi?”

“Galiba ikisi de. Ve bu kamyon şoförüne göre adam ortadan kaybolmuş.”

Kahve almak için birlikte kantine gittiler.

“Ciddi misin?” diye sordu Hansson.

“Adam çok ciddiydi.”

“Gözüm onu bir yerlerden ısırıyor,” dedi Hansson.

Wallander, Hansson’un belleğine hayrandı. Bir isim ya da başka bir şeyi unutsa Hansson hemen yardımına yetişirdi.

“Adamın adı Sven Tyrén,” dedi Wallander. “Bir iki kez gözaltına alındığını söyledi.”

Hansson bir an için belleğini zorladı.

“Anımsayabildiğim kadarıyla bir saldırı olayına karışmıştı,” dedi bir süre sonra. “Birkaç yıl önce.”

Wallander düşünceli bir şekilde arkadaşını dinliyordu.

“Eriksson’un evine gidip bir baksam iyi olacak,” dedi bir süre sonra. “Kayıp olarak kayıtlara geçeceğim.”

Wallander odasına giderek ceketini aldı, “İnziva”nın adresinin yazılı olduğu kâğıdı cebine koydu. Aslında gitmeden önce oturup kayıp formunu doldurması gerekiyordu ama içinden sonra yaparım diye geçirerek dışarı çıktı. Emniyetten çıktığında saat 14.30’du. Sağanak yerini ahmakıslatana bırakmıştı. Arabasına yürürken hafifçe ürperdi. Wallander arabasını kuzeye doğru sürdü. Çiftlik evini kolayca buldu. Evin adından da anlaşıldığı gibi çevrede başka bir ev yoktu. Kahverengi tarlalar denize doğru uzanıyordu ama Wallander bulunduğu yerden denizi görememişti. Birkaç ekin kargası bir ağacın dallarına yuva yapmıştı. Posta kutusunun kapağını açtı. Boştu. Mektupları Tyrén almış olmalıydı. Wallander bahçeye doğru gitti. Bahçe bakımlıydı. Durarak çevredeki yoğun sessizliği dinledi. Çiftlik evi üç bloktan oluşuyordu. Sazlarla kaplı dama hayranlıkla baktı. Tyrén haklıydı. Böylesine bakımlı bir bahçesi ve evi olması, onun gerçekten de varlıklı biri olduğunu gösteriyordu. Wallander kapıya yaklaşarak zili çaldı. Sonra da kapıya vurdu. Bir süre bekledikten sonra kapıyı açıp içeri girdi. Mektuplar şemsiyeliğin hemen yanındaki taburenin üstünde duruyordu. Duvarda birkaç tane dürbün kılıfı asılıydı. Bunlardan biri boştu. Wallander ağır adımlarla evde dolaşmaya başladı. Hâlâ yanık kahve kokuyordu. Geniş oturma odasının tavanları yüksekti. Çalışma masasının yanında durup üstündeki kâğıda baktı. Ev pek aydınlık olmadığından kâğıdı alıp pencerenin yanına gitti.

Bu, bir kuşla ilgili şiirdi. Ağaçkakan.

Sayfanın sonunda da yazıldığı günün tarihi ve saati vardı. 21 Eylül 1994, 22.12.

O akşam Wallander’le babası Piazza del Popolo yakınlarında bir restoranda yemek yemişlerdi. Bu sessiz evde ayakta dururken Roma artık ona gerçek ötesi bir düş gibi gelmeye başlamıştı.

Kâğıdı masaya bıraktı. Çarşamba gecesi Eriksson bir şiir yazmış, sonra da tarihi ve saati de altına not düşmüştü. Ertesi gün de Tyrén’in sipariş edilen yakıtı getirmesi gerekiyordu. Ne var ki Eriksson evini kilitlemeden dışarı çıkmıştı. Wallander dışarı çıkıp yakıt deposuna gitti. Üstündeki göstergeden deponun boş olduğu anlaşılıyordu. Eve döndü. Eski bir koltuğa oturup çevresine bakındı. İçgüdüleri Sven Tyrén’in söylediklerinin doğru olduğunu söylüyordu. Holger Eriksson gerçekten de birdenbire ortadan kaybolmuştu.

Wallander bir süre evde dolaştı. Dolapları, çekmeceleri araştırdı. Sonunda evin yedek anahtarlarını buldu. Kapıyı kilitleyip oradan ayrıldı. Yağmur yine hızlanmıştı. Akşamüstü Ystad’a vardığında saat beş olmuştu. Holger Eriksson’la ilgili formu doldurdu. Ertesi sabah ilk iş arama çalışmalarını başlatacaktı.

Arabasına atlayıp eve doğru yola koyuldu. Yolda durup pizza aldı. Pizzasını televizyon karşısında keyifle yedi. Linda’dan hâlâ bir haber yoktu. 23.00’te yattı ve yatar yatmaz da derin bir uykuya daldı.

Sabaha karşı dört civarında Wallander yoğun bir mide bulantısıyla uyandı. Tuvalete kadar gidemeden akşam yediklerini çıkardı. Bağırsaklarını da bozmuştu. Bunun akşam yediği pizzadan olup olmadığını bilemiyordu. Hasta olduğunu bildirmek için sabah saat yedide emniyeti aradı. Santral görevlisi onu Martinson’a bağladı.

“Olanları duydun, değil mi?” dedi Martinson.

“Şu anda midemin bombok olması dışında bir şeyden haberim yok,” diye karşılık verdi Wallander.

“Dün gece bir feribot battı,” diye sürdürdü konuşmasını Martinson. “Tallinn açıklarında. Yüzlerce kişinin öldüğü sanılıyor. Ölenlerin çoğu da İsveçli. Feribotta birkaç tane de polis varmış.”

Wallander’in midesi yine bulanmaya başlamıştı. Kendini zorlayarak arkadaşının söylediklerini dinlemeye çalıştı.

“Ystad’dan da polis var mı aralarında?”

“Hayır yok ama olanlar korkunç.”

Wallander, Martinson’un söylediklerine inanmakta zorlanıyordu. Bir feribot kazasında yüzlerce kişi mi ölmüştü? Böylesi bir şey söz konusu olamazdı. En azından İsveç’te olmamalıydı.

“Konuşabileceğimi sanmıyorum,” dedi. “Midem çok bulanıyor. Masamın üstünde Holger Eriksson adında bir adamla ilgili not var. Kayıp. Biriniz bu konuyla ilgilenin.”

Telefonu hızla kapattı, koşarak banyoya gitti. Tam yatağına dönerken telefon bir kez daha çaldı. Bu kez arayan eski eşi Mona’ydı. Wallander onun sesini duyunca korkudan kaskatı kesildi. Linda’yla ilgili bir sorun söz konusu olmadıkça kesinlikle Wallander’i aramazdı.

“Linda’yla konuştum,” dedi Mona. “Tanrıya şükürler olsun ki o feribotta değilmiş.”

Mona’nın ne söylediğini tam olarak algılaması kolay olmamıştı.

“Şu batan feribotta mı demek istiyorsun?”

“Başka ne demek isteyebilirim? Bir kazada yüzlerce kişi ölürse ben de her ilgili anne gibi kızımı arayıp iyi olup olmadığını soracağım.”

“Tabii, haklısın,” dedi Wallander. “Hasta olduğum için söylenilenleri kolay kolay algılayamıyorum. Geceden beri kusup duruyorum. Bağırsaklarım da bozuldu. Sonra konuşalım.”

“Endişelenmeni istemediğim için aramıştım,” dedi Mona.

Wallander eski eşiyle vedalaştıktan sonra yatağına döndü. Hem Holger Eriksson’u hem de feribot kazasını merak ediyordu ama başını yastığa koyar koymaz derin bir uykuya daldı.

4

Adam ağzındaki halatı yine kemirmeye başladı.

Çıldırmasına ramak kaldığını düşünüyordu. Gözleri bağlı olduğundan hiçbir şey göremiyordu, hiçbir şey de duyamıyordu. Kulaklarının içine bir şey sokulmuştu ve bu her neyse kulak zarına baskı yapıyordu. Bazı sesler vardı ama bunlar kendi içinden gelen seslerdi. Bir an önce dışarı çıkmak isteyen telaşın ve paniğin sesiydi bu, ama onu en çok tedirgin eden şey kıpırdayamamasıydı. Onu çıldırtan buydu işte. Sırtüstü yatmasına karşın nedense hep düşüyormuş gibi bir duygu içerisindeydi. Dipsiz bir kuyuya düşüyormuş gibi hissediyordu kendini. Bu belki de iç dünyasındaki panikten kaynaklanıyordu. Çıldırmak üzereydi.

Yaşananlardan kopmamaya çalıştı. Düşünmek için kendini zorladı. Mantığı ve paniğe kapılmama yeteneği sayesinde başına ne geldiğini anlayabilirdi. Neden kıpırdayamıyorum? Neredeyim? Neden buradayım?

Paniğe kapılmamak ve aklını yitirmemek için uzunca bir süre dakikaları, saatleri saymaya çalıştı. İçinde bulunduğu karanlık hiç değişmedi. Uyandığındaysa yine sırtüstü aynı yerde yatıyordu. Artık orada doğmuş olabileceğini bile düşünmeye başlamıştı. İçinde bulunduğu panikten kendini kısa bir an için bile soyutlayabildiğinde gerçekle ilgisi olan her şeye dört elle sarılmaya çalışıyordu.

Acaba nereden başlasaydı? Yattığı yerden. Tüm bunlar kesinlikle hayal gücünün bir oyunu değildi. Sırtüstü, sert bir şeyin üstünde yatıyordu. Gömleği hafifçe sıyrıldığından sert ve pürüzlü bir zeminde yattığını biliyordu. Hareket etmeye çalıştığında bu sert ve pürüzlü zemin canını acıtmıştı. İçinde bulunduğu bu karanlıktan önceki son normal ânı hatırlamaya çalıştı ama normal olan o son an bile artık net değildi. Hem ne olduğunu biliyor hem bilmiyordu. Önce tüm bunların bir kuruntu ya da hayal olduğunu sanmıştı ama artık öyle olmadığını biliyordu. Birden hıçkırarak ağlamaya başladı ama hıçkırıkları başladığı gibi ânında kesildi. Bazı insanlar, çevresinde başkaları varken dikkat çekmek için ağlardı ama o bu tür biri değildi.

Aslında tek bir şeyden, yani kimsenin kendisini duyamayacağından son derece emindi. Bulunduğu yerde, bu beton zeminde, kendini dipsiz bir kuyuya düşer gibi hissettiği bu yerde yanında hiç kimse yoktu. Dolayısıyla sesini duyurması olanaksızdı.

Aklını yitirme korkusu dışında artık dört elle sarılacağı bir şey kalmamıştı. Bunun dışında her şeyini almışlardı, pantolonunu bile. Henüz kimliğini yitirmemişti ama bunun da fazla uzun sürmeyeceğini hissediyordu. Tüm bunlar Nairobi’ye gideceği günden bir gün önce olmuştu. Saat gece yarısına yaklaşıyordu, valizini kapatmış ve son bir kez daha yolculuk planlarını gözden geçirmek üzere çalışma masasının başına oturmuştu. Bunları son derece net anımsıyordu. Oysa Nairobi yerine başka bir yolculuğa çıkmak üzere olduğunu bilmesine olanak yoktu o sırada. Pasaportu masanın sol tarafında, uçak biletiyse elindeydi. İçinde dövizlerin, kredi kartlarının ve çeklerin bulunduğu cüzdanıysa kucağında duruyordu. Kısa süre sonra telefon çalmıştı. Kucağındakileri ve elindeki bileti masanın üstüne koyup ahizeyi kaldırmıştı.

Duyduğu son ses bu olduğundan bu sese var gücüyle sarıldı. Bir kenarda sinsi sinsi bekleyen deliliğe karşı gerçekle tek bağıydı bu.

Telefondaki, hiç tanımadığı ama son derece yumuşak ve güzel ses bir kadına aitti.

Kadın gül almak istediğini söylemişti. Kendisini evden ve bu denli geç bir saatte aradığı için defalarca özür dilemiş ama çok acil gül istediğini belirtmişti. Nedenini açıklamamıştı. Ne var ki kadına ânında güvenivermişti. Güle ihtiyacı olduğunu söyleyen biri neden yalan söylesindi ki? Acaba neden tüm çiçekçilerin kapalı olduğu gece yarısı durup dururken güle ihtiyacı olduğunu düşünmüştü? Bunu bir an için aklından geçirmiş, hemen sonra da bir kenara atmıştı. Dükkâna çok yakın oturuyordu, ayrıca henüz yatmamıştı. Nasılsa kadının gül sorununu çözmesi on dakikadan fazla zamanını almayacaktı.