“Burada olmadığı kesin,” diye karşılık verdi Wallander.
“Nerede olabileceğine ilişkin bir fikrin var mı?”
“Hayır yok. Bana kalırsa o yolculuğa çıkmaya kararlıydı ama bir şey onu engelledi.”
“Sence bir bağlantı olabilir mi?”
Wallander düşündü. Tam olarak neye inandığını kendisi de bilmiyordu.
“Bu olasılığı göz ardı edemeyiz,” dedi.
Çiftlik evinde işlerin nasıl gittiğini sordu ama Hansson’un söyleyecek fazla bir şeyi yoktu. Wallander telefonu kapattıktan sonra bir kez daha evi dolaştı. Görmesi gereken bir şey olduğuna ilişkin duygular vardı içinde. Sonunda pes etti. Koridorda duran postaya baktı. Seyahat acentesinden bir mektup gelmişti. Elektrik faturası ve Borås’taki bir firmadan gelen pakete ilişkin bir haber kâğıdı vardı. Bunun bedelinin postaneye ödenmesi gerekiyordu. Wallander kâğıdı cebine attı.
Vanja Andersson onu dükkânda bekliyordu. Wallander ona aklına önemli olduğunu düşündüğü bir şey gelirse mutlaka kendisini aramasını söyledi. Sonra da arabasına atlayıp emniyete döndü. Haber kâğıdını Ebba’ya vererek birini postaneye gönderip paketi aldırmasını söyledi. Öğleden sonra saat birde odasının kapısını kapadı. Karnı acıkmıştı ama kaygısı açlığından çok daha yoğundu. Bu duyguyu çok iyi bilirdi. Bunun ne anlama geldiğinin farkındaydı.
Gösta Runfeldt’i canlı bulacaklarını düşünmüyordu.
8
Ylva Brink saat gece yarısını gösterdiğinde sonunda oturup kahvesini içebilmişti. Ylva Brink, Ystad Hastanesi’nin doğum kliniğinde 30 Eylül gecesi çalışan iki ebeden biriydi. Diğer ebe Lena Söderström ise doğum sancıları tutan bir kadınla birlikteydi. Yoğun bir akşam geçiriyorlardı ama bunun dışında olağan dışı bir şey yoktu.
Hastanede eleman sıkıntısı yaşanıyordu. İki ebeyle iki hemşire tüm işleri üstlenmek zorundaydı. Ciddi bir kanama ya da başka bir komplikasyon söz konusu olduğunda haber verebilecekleri bir jinekolog vardı ama bunun dışında her şeyi kendi başlarına çözmeleri gerekiyordu. Ylva Brink kanepede oturmuş kahvesini yudumlarken işler eskiden daha kötüydü, diye geçirdi içinden. Birkaç yıl öncesine kadar doğum kliniğinin tek ebesiydi ve bu da birçok sorunla boğuşmasına neden olmuştu. Sonunda hastane yönetimine dertlerini anlatabilmiş, her gece nöbet tutacak en az iki ebenin bulunması gerektiği konusunda yönetimi ikna edebilmişlerdi.
Odası büyük ve geniş koğuşun ortasındaydı. Camlı bölme sayesinde dışarıda olup biten her şeyi görebiliyordu. Gündüzleri hastanede yaşam geceye oranla çok daha farklıydı. Ylva geceleri çalışmayı seviyordu. Oysa iş arkadaşlarının çoğu gündüz vardiyalarını yeğliyordu. Onların aileleri vardı ve gün boyunca yeterince uyuyup dinlenemiyorlardı. Oysa Ylva Brink’in çocukları artık büyümüştü ve kocası da Orta Doğu’yla Asya arasında gidip gelen bir petrol tankerinin baş mühendisiydi. Ylva’ya göre herkesin uykuda olduğu saatler çalışmak çok daha huzur vericiydi.
Kahvesini keyifle yudumladı, sonra masadaki bisküvilerden yedi. Kısa süre sonra hemşirelerden biri içeri girip oturdu, onu diğerleri izledi. Köşedeki masanın üstündeki radyo hafif hafif çalıyordu. Sonbahardan ve durmak bilmeyen yağmurdan söz ettiler. Hemşirelerden biri annesinin kışın çok soğuk ve uzun geçeceğini öngördüğünü söyledi.
Ylva Brink yolların karla kapandığı günleri anımsadı. Bu çok sık olmazdı ama olduğunda da doğum sancıları tutan kadınları hastaneye götürmek imkânsızlaşırdı. Birden kentin kuzeyindeki, dış dünyadan soyutlanmış çiftlik geldi aklına. Kadın yoğun bir kanama geçiriyordu. Meslek hayatı boyunca ilk kez o gece hastasını kaybetmekten çok korkmuştu ve buna izin vermemesi gerektiğinin de bilincindeydi. İsveç’te kadınlar doğum yaparken ölemezdi.
Yine sonbahar gelmişti. Ylva İsveç’in kuzeyindendi ve zaman zaman da Norrland ormanlarının kasvetli havasını özlüyordu. Rüzgârın olanca hızıyla estiği Skåne’ye hâlâ alışamamıştı. Ne var ki Trelleborg’da doğmuş kocasıysa Skåne’nin dışında bir yerde yaşamayı kesinlikle düşünmüyordu. Tabii, eve döndüğü zamanlarda.
Lena Söderström’ün içeri girmesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. Lena otuz yaşlarındaydı. Kızım olabilecek yaşta, diye geçirdi içinden Ylva. Benim yaşım onunkinin iki katı.
“Sabaha karşı doğuracağını sanıyorum,” dedi Lena. “Biz evimize gittikten sonra.”
“Bu akşam sessiz geçecek galiba,” dedi Ylva. “Yorgunsan uyu.”
Hemşirelerden biri telaşla koridordan geçti. Lena Söderström çayını içiyordu. Diğer iki hemşireyse bulmaca çözüyordu.
Ekim geldi bile, diye geçirdi içinden Ylva. Sonbahar bitiyordu. Kısa süre sonra kışa gireceklerdi. Aralık ayında Harry’nin bir ay izni vardı ve bu süre içinde de mutfaklarını yenileyeceklerdi. Buna aslında gerek yoktu ama bir ay boyunca Harry’nin sıkılmaması, oyalanması için yapacaklardı. Harry tatillerden hiç hoşlanmazdı. Tatillerde çok huzursuz olurdu.
Biri zili çaldı. Hemşirelerden biri ayağa kalkarak dışarı çıktı. Birkaç dakika sonra döndü.
“3 numaralı odadaki Maria’nın başı ağrıyormuş,” dedi bulmacasının başına otururken. Ylva kahvesinden büyükçe bir yudum aldı. Birden içinde yoğun bir huzursuzluk hissetti. Bunun neden kaynaklandığını kestiremiyordu. Sonra anımsadı. Koridordan geçen hemşire. Koğuşta çalışan tüm hemşireler odada değil miydi? Ve yoğun bakımdan da kimse çağrılmamıştı. Hayal görüyor olmalıyım, diye geçirdi içinden.
Ama aynı anda da bunun doğru olmadığının farkındaydı.
“Az önce kim geçti?” diye sordu.
İki hemşire başlarını kaldırıp şaşkınlıkla ona baktılar.
“Ne oldu?” diye sordu Lena Söderström.
“Birkaç dakika önce bir hemşire koridordan geçti. Hepimiz burada otururken.”
Hemşireler hâlâ onun neden söz ettiğini anlamamışlardı. Aslında kendisi de tam olarak emin değildi. Bir zil daha çaldı. Ylva fincanını masaya bıraktı.
“Ben bakarım.”
2 numaralı odadaki kadın kendini iyi hissetmiyordu. Üçüncü çocuğunu doğurmak üzereydi. Ylva kadının bu çocuğu istemediğini hissediyordu. Kadına içecek bir şey verdikten sonra koridora çıktı. Çevresine bakındı. Odaların tümünün de kapıları kapalıydı ama bir hemşire koridordan geçmişti. Hayal görmemişti. Birden içinde bir tedirginlik duydu. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Kıpırdamadan durup çevresine kulak verdi. Odasından gelen radyonun sesini duydu. Odaya dönüp masaya bıraktığı fincanı aldı.
“Önemli bir şey değil,” dedi içeridekilere.
Tam o anda da az önce gördüğü hemşire ters yöne doğru geçti. Bu kez onu Lena da görmüştü. Ana koridorun kapısının kapandığını duyduklarında ikisi de irkildi.
“Kimdi o?” diye sordu Lena.
Ylva başını iki yana salladı. Bulmaca çözen hemşireler şaşkınlıkla başlarını kaldırıp baktılar.
“Kimden söz ediyorsunuz?” diye sordu içlerinden biri.
“Az önce buradan geçen hemşireden.”
Elinde kalemle masanın başında oturan hemşire gülmeye başladı.
“Ama hepimiz buradayız.”
Ylva hızla yerinden kalktı. Doğum koğuşunu hastaneye bağlayan koridora açılan kapıyı açtığında kimseyi göremedi. Sessizliğe kulak verince bir kapının kapandığını duydu. Başını hayretle iki yana sallayarak hemşirelerin yanına döndü.
“Başka bir koğuşun hemşiresinin burada ne işi var?” diye sordu Lena. “Bize bir merhaba bile demedi.”
Ylva bu sorunun yanıtını bilmiyordu ama gördüğünün bir hayal ürünü olmadığından artık emindi.
“Hadi gidip hastalara bir bakalım,” dedi.
Lena ona soru sorarcasına baktı.
“Neden?”
“Hastaların durumuna bakmayı istemem seni neden bu denli şaşırttı ki?”
Hastalara baktılar. Her şey yolunda gidiyordu. Gece bir civarında kadınlardan birinde kanama başladı. Gecenin geri kalan bölümünü sakin geçirdiler.
Gündüz vardiyasına kısa bir bilgi verdikten sonra saat yedide Ylva Brink evine gitti. Evi hastanenin hemen yanındaydı. Eve gittiğinde koridorda gördüğü o garip hemşire aklına geldi. Birden onun hemşire olmadığını hissetti. Üstünde üniforma olmasına karşın yine de hemşire olmadığından emindi. Hiçbir hemşire onların yanına uğramadan ve oraya neden geldiğini söylemeden doğum koğuşuna girmezdi.
Ylva bu olayı aklından çıkaramıyordu. Kaygıları her geçen dakika daha da artıyordu. O kadın oraya mutlaka bir amaçla gelmiş olmalıydı. Doğum koğuşunda on dakika kalmış, sonra da geldiği gibi çekip gitmişti. On dakika. Hastalardan birinin odasına gitmiş olmalıydı. Kimin? Ve neden?
Ylva yatağına yatarak uyumaya çalıştı ama başaramadı. Sürekli o garip kadını düşünüyordu. Saat on birde uyuyamayacağını anlayıp yataktan kalktı ve mutfağa gidip kahve yaptı. Bu konuyu biriyle konuşmasının iyi olabileceğini düşünüyordu.
Kuzenim polis. Kaygılarımda haklı olup olmadığımı o söyleyebilir belki de, diye geçirdi içinden.
Ahizeyi kaldırıp kuzeninin numarasını çevirdi. Telesekreter çıkınca telefonu kapadı. Kuzeninin çalıştığı yer uzakta olmadığından oraya gitmeye karar verdi. Belki de cumartesi günleri emniyete ziyaretçi alınmazdı. Lödinge dışındaki o korkunç olayı gazetelerden öğrenmişti. Bir galeri sahibi öldürülmüş ve hendeğe atılmıştı. Belki de polisin kendisine ayıracak zamanı yoktu. Kuzeninin bile. Danışma görevlisine Komiser Svedberg’le görüşmek istediğini söyledi. Svedberg emniyetteydi ama çok yoğundu.
“Ylva’nın geldiğini söyleyin,” dedi. “Kendisi kuzenim olur.”
Az sonra Svedberg geldi. Ylva’yı çok severdi ve ona zaman ayırmaktan hiç gocunmazdı. Svedberg kantine giderek iki fincan kahve alıp Ylva’yı odasına götürdü. Ylva ona bir akşam önceki olayı anlattı. Svedberg olayın gerçekten de garip olduğunu ama endişelenecek bir durummuş gibi gözükmediğini söyledi. Ylva derin bir soluk aldı. Üç gün izinliydi ve kısa süre sonra da doğum koğuşuna gelen hemşireyi unuttu gitti.
Cuma akşamüstü Wallander yorgun ve bitkin arkadaşlarına emniyette bir toplantı yapacağını haber verdi. Saat onda toplantı odasının kapısı kapandı ve toplantı gece yarısına kadar sürdü. Toplantıya arkadaşlarına ikinci bir kayıp olayının söz konusu olduğunu söyleyerek başladı. Martinson ve Höglund kayıtları incelemiş, Eriksson’la Runfeldt arasında bir ilişki olduğunu belirten herhangi bir ipucu bulamamışlardı. Vanja Andersson, Runfeldt’in Eriksson diye birinden söz ettiğini hiç anımsamıyordu. Wallander herhangi bir yorumda ya da öngörüde bulunmadan çalışmalarını sürdürmeleri gerektiğine inanıyordu. Runfeldt ortadan birdenbire yok oluşunun nedenini belirten mantıklı bir açıklamayla her an ortaya çıkabilirdi. Yine de o uğursuz belirtileri göz ardı edemiyorlardı.
Wallander, Höglund’a Runfeldt soruşturmasının sorumluluğunu verdi ama bunun genç kadının Eriksson cinayetinden uzaklaştırıldığı anlamına gelmediğini de sözlerine ekledi. Eskiden olsa Wallander, Stockholm’den yardım alma düşüncesine karşı çıkardı ama bu kez olayın daha en başından beri yardıma ihtiyaçları olacağına ilişkin bir duygu vardı içinde. Düşüncelerini Hansson’a açmış, ertesi haftanın başına değin beklemeye karar vermişlerdi.
Toplantı masasının çevresine oturup o âna kadar öğrendiklerinin üstünden geçtiler. Wallander arkadaşlarına açıklamaları gereken önemli bir bulguları olup olmadığını sorarak her birine tek tek baktı. Hepsi de hayır dercesine başlarını salladılar. Nyberg her zamanki gibi masanın başında sesini çıkarmadan oturuyordu. Wallander sözü ona verdi.
“Şimdilik elimizde yeni bir bulgu yok. Siz de bizim gördüklerimizi gördünüz. Kalaslar kesilmişti. Eriksson yürürken ayağı kaydı ve hendeğe düştü. Hendeğin içinde bir şey bulamadık. Bambu kazıklarının oraya nasıl geldiğini henüz öğrenemedik.”
“Peki ya kule?” diye sordu Wallander.
“Orada da bir şey bulamadık,” diye karşılık verdi Nyberg. “Ama işimiz henüz bitmedi. Ne aramamız gerektiğini bize söylerseniz işimizi kolaylaştırmış olursunuz.”
“Bilmiyorum ama bu cinayeti işleyen kişi oraya bir yerlerden geçip gelmiş olmalı. Eriksson’un evinin önünden geçen bir yol var. Yolun çevresinde de tarlalar. Tepenin hemen arkası da ormanlık.”
“Ormanlık alana giden bir traktör yolu var,” dedi Höglund. “Yolda lastik izleri bulduk ama komşulardan hiçbiri olağan dışı bir şeye tanık olmamış.”
“Eriksson’un geniş bir arazisi olduğu anlaşılıyor,” dedi Svedberg. “Lundberg adında bir çiftçiyle konuştum. Orası Eirksson’a ait olduğundan başkalarının orada olmasını gerektiren bir neden yok. Bu da hiç kimsenin araziye dikkat etmediğini, ilgilenmediğini gösteriyor.”
“Konuşmamız gereken birçok kişi var,” dedi Martinson notlarını karıştırırken. “Bu arada, Lund’daki adli tıpla bağlantı kurdum. Pazartesi sabahına bir şeyler söyleyebileceklerini düşünüyorlar.”
Wallander konuyla ilgili notu aldı. Sonra da yeniden Nyberg’e döndü.
“Eriksson’un evinde neler yaptınız?”
“Her şeyi birden yapmamız söz konusu değil,” diye homurdandı Nyberg. “Yağmur yağmadan önce dışarıdaki işlerimizi tamamlamak istedik. Evle sabah ilgilenebileceğiz.”
“Güzel,” dedi Wallander arkadaşının gönlünü almaya çalışarak. Nyberg’in canını sıkmak istemiyordu. Nyberg’in canının sıkılması tüm toplantıdakileri etkileyebilirdi. Hepsi de zaten yeterince yorgun ve bitkindi. Öte yandan Nyberg’in sürekli homurdanmasına dayanamıyordu. Lisa Holgersson’un da Nyberg’in ters bir şekilde verdiği yanıtı not ettiğini gördü.
Cinayetle ilgili görüşlerini açıklamayı sürdürdüler ama ellerinde elle tutulur bir şey yoktu. Ruth Sturesson ve Sven Tyrén’le yaptıkları görüşmeler onları bir yere götürmüyordu. Eriksson dört metreküp yakıt siparişi vermişti. Bunda olağan dışı bir şey yoktu. Bir yıl önceki evine hırsız girdiğine ilişkin şikâyeti ise açıklığa kavuşturulamamıştı. Eriksson’un yaşamına ve kişiliğine ilişkin çalışmalar henüz tam olarak başlamamıştı. Soruşturmanın daha ilk aşamasındaydılar. Araştırma henüz başlamamıştı.
Herkes konuştuktan sonra Wallander söylenilenlerin bir özetini çıkarmaya çalıştı. Tüm toplantı boyunca cinayet yerinde bir şey gördüğü duygusu içindeydi ama bunun ne olduğunu bir türlü tanımlayamıyordu.
Hareket tarzı, diye geçirdi içinden. O bambu kazıklarda dikkatini çeken bir şey vardı. Katil, belli bir dil kullanıyordu. Neden birini kazığa çakmak istemişti? Neden böyle büyük bir zahmete katlanmıştı? Wallander şimdilik bu düşüncelerini kendine saklamaya kararlıydı. Düşünceleri ekibine açıklayamayacak kadar belirsizdi.
Masadaki maden suyu şişesini alıp bardağına boşalttı ve önündeki kâğıtları kenara itti.
“Bir şekilde bu cinayetin içine girmeye çalışıyoruz hâlâ,” dedi. “Şu anda elimizde daha önce hiç tanık olmadığımız bir cinayet var. Bu da hem katilin hem de onu harekete geçiren güdülerin daha önce karşılaştıklarımızdan çok daha farklı olduğu anlamına gelebilir. Bu cinayet bana geçen yaz işlenen seri cinayetleri anımsatıyor. O cinayetleri tek bir şeye bağlı kalmadan çözmüştük. Aynı şeyi yine yapmak zorundayız.”
Müdüre baktı.
“Çok çalışmak zorundayız. Cumartesi oldu bile ama hâlâ somut bir şey bulamadık. Herkesin hafta sonu bu konu üzerinde çalışmasını istiyorum. Pazartesiye kadar bekleyemeyiz.”
Holgersson evet dercesine başını salladı.
Toplantı bitmişti. Herkes çok yorgundu. Müdürle Höglund toplantı odasında kaldılar. Kısa süre sonra herkes odadan çıkıp gitmişti. Wallander, nedense etrafımda her zaman kadınların sayısı erkeklere oranla daha fazla, diye geçirdi içinden.
“Per Åkeson seninle görüşmek istiyor,” dedi Holgersson.
Wallander yorgunlukla başını salladı.
“Onu yarın ararım.”
Holgersson paltosunu giydi ama Wallander müdürün söyleyeceklerinin bitmediğini sezinliyordu.
“Bu cinayetin bir deli tarafından işlenmesi söz konusu olamaz mı?” diye sordu. “Birini kazığa geçirerek öldürmek! Bana Orta Çağ’ı anımsatıyor.”
“Buna gerek yok,” diye karşılık verdi Wallander. “İkinci Dünya Savaşı’nda da benzer cinayetler oldu. Gaddar olan herkes deli olmak zorunda değil.”
Holgersson’un bu yanıttan tatmin olmadığı anlaşılıyordu. Kapıya yaslanıp Wallander’e baktı.
“Hâlâ ikna olmuş değilim. Belki de geçen yaz buraya gelen o adli psikoloğu çağırmalıyız, diye düşünüyorum. Ne dersin?”
Wallander, Mats Ekholm’ün soruşturmanın başarısındaki önemini inkâr etmiyordu. Katilin kimliğinin saptanmasına yardım etmişti ama ona haber vermenin zamanı geldiğine inanmıyordu, aslında içgüdüsel olarak psikoloğun geçen yazki cinayetle bu cinayet arasında bir paralellik kurmasından ve bunun da soruşturmayı tıkamasından korkuyordu.
“Olabilir,” dedi. “Ama bence bir süre daha beklemeliyiz.”
Müdür ona dikkatle baktı.
“Aynı şeylerin olmasından korkuyorsun, değil mi? İçinde sivri uçlu kazıklar bulunan hendeklerle karşılaşmaktan korkuyorsun, değil mi?”
“Hayır.”
“Runfeldt olayı ne oldu?”
Wallander düşüncelerini söylese mi söylemese mi bilmiyordu. Başını hayır dercesine salladı, geçen yazki olayların yineleneceğine inanmak istemiyordu.
“Eriksson cinayeti birçok hazırlığı da beraberinde getiriyor,” dedi. “İnsan böyle bir cinayeti ancak bir kez işler. Koşulların çok özel olması gerekir. Örneğin yeterince derin bir hendek bulmak gibi. Bir de köprü. Ayrıca gece yarısı ya da şafakta dışarı çıkıp göçmen kuşlara bakan bir kurban her zaman kolay kolay bulunmaz. Runfeldt’in ortadan kaybolmasının Lödinge’de olanlarla bir bağlantısı olabileceğini ileri süren benim ama bunu önlem almak amacıyla yaptım.”
“Anlıyorum,” dedi müdür. “Ama sen yine de Ekholm’ü buraya çağırma konusunu yabana atma.”
“Olur,” dedi Wallander. “Haklı olabilirsin ama Ekholm’ü çağırmak için henüz erken diye düşünüyorum. Zamanlama önemli.”
Holgersson paltosunu ilikledi.
“Çok yorgun görünüyorsun. Bir an önce evine gidip yatsan iyi olacak. Sakın oturup çalışayım deme,” diyerek dışarı çıktı.
Wallander notlarını toplamaya başladı.
“Üstünde çalışmam gereken bir iki şey var,” dedi Höglund’a. “Buraya ilk geldiğin günü anımsıyor musun? Benden öğreneceğin birçok şey olduğunu söylemiştin. Şimdi yanıldığını görüyor olmalısın.”
Höglund masanın kenarına ilişmiş, tırnaklarına bakıyordu. Wallander genç kadının çok yorgun ve solgun olduğunu fark etti. O anda hiç de güzel görünmüyordu ama hâlâ çok yetenekliydi. Mesleğini de çok seviyordu. Bu bağlamda birbirlerine benziyorlardı.
Notlarını masaya bırakıp arkasına yaslandı.
“Ne gördüğünü söyle bana.”
“Beni çok korkutan bir şey.”
“Neden?”
“Vahşet. Hesaplılık. Ve nedensizlik.”
“Eriksson çok varlıklı biriydi. Herkes onun bir zamanlar ne denli acımasız bir iş adamı olduğunu söylüyor. Birçok düşmanı olmalı.”
“Tüm bunlar onun neden bambu kazıklarına çakılarak öldürüldüğünü açıklamaz.”
“Nefret aynen kıskançlık gibi bazen insanın gözünü bürür.”
Genç kadın hayır dercesine başını salladı.
“Eriksson’un kazığa sokulmuş bedenini gördüğümde yaşlı bir adamın öldürülmesinden çok daha fazla bir şeyle karşı karşıya olduğumuzu hissettim,” dedi. “O andaki duygularımı daha net bir şekilde açıklayamıyorum ama bu duygu hâlâ içimde ve oldukça güçlü. Ayrıca beni de çok tedirgin ediyor.” Wallander içindeki tedirginliği anımsadı. Genç kadın çok önemli bir şey söylemişti. Kendisinin de tam olarak bilincine varamadığı ama benzeri şeyleri düşündüğü ortadaydı.
“Devam et,” dedi. “Düşüncelerini zorla!”
“Fazla bir şey yok. Bir adam öldürüldü. Cinayetin işlendiği yeri görenlerin o manzarayı bir daha unutacağını sanmıyorum. Bir cinayetti bu. Ama işin bununla kalmayacağını, arkasının geleceğini hissediyorum.”
“Her katilin kendine özel bir dili vardır,” dedi Wallander. “Bunu mu demek istiyorsun?”
“Evet, böyle de denilebilir.”
“Sence katil bu davranışıyla bize bir şey mi söylemek istiyor?”
“Olabilir.”
Bu bir tür şifre olabilir, diye geçirdi içinden Wallander. Henüz çözemediğimiz bir şifre.
“Haklı olabilirsin.”
Bir süre ikisi de konuşmadı. Wallander yerinden kalkıp notlarını yeniden toparladı. Notlarının arasında kendisinin olmayan bir not gözüne ilişti.
“Bu senin mi?”
Genç kadın kâğıda baktı.
“Svedberg’in yazısına benziyor.”
Wallander kurşun kalemle yazılmış notu okumaya çalıştı. Doğum koğuşuyla ilgili bir şeydi. Tanımadığı bir kadının adı yazıyordu.
“Bu da ne demek oluyor?” dedi. “Svedberg’in çocuğu mu olacak? Evli değil ki. Görüştüğü biri mi var?”
Genç kadın Wallander’in elindeki kâğıdı alıp okudu.
“Biri, doğum koğuşunda bir kadının hemşire gibi giyinip dolaştığını ihbar etmiş,” dedi kâğıdı geri vererek.
“Zamanımız olunca bu konuyla da ilgilenelim,” diye karşılık verdi Wallander alaycı bir tavırla. Notu çöpe atmayı düşündü ama vazgeçti. Ertesi sabah Svedberg’e vermeye karar verdi.
Koridorda ayrıldılar.
“Çocuklarına kim bakıyor,” diye sordu Wallander. “Kocan döndü mü?”
“Mali’de.”
Wallander, Mali’nin nerede olduğunu bilmiyordu ama sormadı.
Höglund artık tenhalaşmış emniyet binasından çıktı. Wallander, Svedberg’in notunu masasına koyup ceketini aldı. Emniyetten çıkarken gazete okuyan nöbetçi polisin odasına uğradı.
“Lödinge’yle ilgili arayan oldu mu?”
“Hayır.”
Wallander arabasına doğru gitti. Hava rüzgârlıydı. Ann-Britt Höglund çocuklarına ilişkin sorusuna kaçamak bir yanıt vermişti. Arabasının anahtarlarını bulabilmek için tüm ceplerini boşaltmak zorunda kaldı. Sonra da eve gitti. Çok yorgun olmasına karşın hemen yatmadı. Koltuğuna oturup o gün olanları yeniden düşündü. Onu en çok Höglund’un sözleri kaygılandırmıştı. Holger Eriksson cinayetinin arkasında başka bir şeyler olduğuna ilişkin söyledikleri onu tedirgin etmişti. Katil katildi, daha fazla ne olabilirdi ki?
Yattığında saat sabahın üçüne geliyordu. Uykuya dalmadan önce ertesi sabah hem babasını hem de kızı Linda’yı araması gerektiğini düşündü.
Saat altıda birden uyandı. Bir rüya görmüştü. Rüyasında Eriksson ölmemişti. Hendeğin üzerindeki tahta köprüde duruyordu. Tam köprü çökmek üzereyken Wallander uyanmıştı. Güçlükle kalktı. Yağmur yağıyordu. Mutfakta, kahvenin bittiğini fark edince iki aspirinle yetindi ve bir elini başına dayayarak uzun bir süre masada oturdu.
Yediye çeyrek kala emniyetteydi. Odasının kapısını açtığında bir akşam önce fark etmediği bir şeyi gördü. Pencerenin yanındaki sandalyenin üstünde bir paket duruyordu. Ebba, Gösta Runfeldt’in verdiği siparişi postaneden aldırtmıştı. Ceketini asıp paketi açmaya hakkı olup olmadığını düşündü. Sonra kâğıdı yırtıp içindeki kutuyu açtı. Martinson odasının önünden geçerken Wallander kaşlarını çatmış kutunun içindekilere bakıyordu.
“Buraya gel,” diye seslendi Wallander. “Gel de şuna bir bak.”
9
Gösta Runfeldt’in verdiği siparişe baktılar. Wallander’e göre siparişi kablolardan ve küçük siyah kutulardan oluşan bir hurdaydı. Gösta’nın bunları nerede ve nasıl kullanacağını merak etmişti. Oysa Martinson’a göre Runfeldt’in ne sipariş verdiği açık seçik ortadaydı.
“Bu, çok ayrıntılı ve profesyonel bir dinleme cihazı,” dedi kutulardan birine bakarak.
Wallander ona kuşku dolu bir bakış fırlattı.
“Borås’ta postayla böyle bir sipariş verilebiliyor mu?” diye sordu.
“Postayla istediğin her şeyi sipariş edebilirsin,” diye karşılık verdi Martinson. “İçinde yaşadığımız dünyanın bir gerçeği ama yasal olup olmadığı ayrı bir konu. Bu tür bir cihazın ithalatı yasalara bağlı.”
Paketin içindekileri Wallander’in masasına boşalttılar. Kutuda dinleme cihazından başka şeyler de vardı. İçinden manyetik fırçayla demir tozu çıkan kutuya şaşkınlıkla baktılar. Runfeldt parmak izi konusuyla ilgileniyordu.
“Ne düşünüyorsun?” diye sordu Wallander.
Martinson başını hayretle salladı. “Çok garip.”
“Bir çiçekçinin dinleme cihazıyla ne işi olabilir? Lale soğanı işinde rakiplerini mi gizli gizli dinlemeyi planlıyordu acaba?”
“Parmak izi konusu bence çok daha garip.”
Wallander kaşlarını çattı. Bu cihaz oldukça pahalıydı. Cihazı satan firmanın adı Secur’du ve Borås’ta Getängsvägen’deydi.
“Haydi onlara telefon edip Runfeldt’in başka şeyler satın alıp almadığını öğrenelim,” dedi Wallander.
“Müşterileri hakkında bilgi vermek isteyeceklerini sanmıyorum,” diye karşılık verdi Martinson. “Ayrıca bugün cumartesi.”
“24 saat açık sipariş hatları var,” dedi Wallander broşürü göstererek.
“Sipariş hatları büyük olasılıkla telesekretere bağlıdır,” dedi Martinson. “Bahçe aletlerimi ben de Borås’taki bir firmadan posta siparişiyle almıştım, 24 saat telefon başında oturan memurları yok onların.”
Wallander küçük mikrofonlardan birine baktı.
“Bunlar gerçekten de yasal olabilir mi?”
“Bunu sana az sonra söyleyebileceğimi sanıyorum,” dedi Martinson. “Bu tür şeyleri öğrenebileceğimiz bazı şeyler var odamda.”
Birkaç dakika sonra da elinde broşürlerle geri döndü.
“Emniyet Genel Müdürlüğü’nün enformasyon biriminden geldi,” dedi. “Yayınladıkları materyaller gerçekten de çok işe yarıyor.”
“Zamanım oldukça okuyorum,” dedi Wallander. “Ama bazen gereğinden fazla yayın yaptıklarını da düşünmüyor değilim.”
“Şuna bir bak: ‘Cinayet sorgulamalarında dinleme aracı kullanmak bazen işe yarar bir yöntem olabilir.’ Ama bu bizi ilgilendirmiyor. Şuna ne dersin: ‘Dinleme cihazlarına ilişkin bildiri!’”