Книга Beşinci Kadın - читать онлайн бесплатно, автор Хеннинг Манкелль. Cтраница 6
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Beşinci Kadın
Beşinci Kadın
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Beşinci Kadın

Sözlerini sürdürmeden önce masadaki termostan fincanına kahve koydu.

“Bence olaylar bu şekilde gelişti,” dedi. “Elimizde yanıtlardan çok soru var ama işe bu noktadan başlamalıyız. İşini çok iyi planlamış bir katille karşı karşıyayız. Acımasız ve tüyler ürpertici. Elimizde şimdilik herhangi bir ipucu ya da delil yok.”

Bir süre kimse konuşmadı. Wallander masanın çevresinde oturan arkadaşlarına baktı. Sonunda Höglund sessizliği bozdu.

“Önemli olan bir şey daha var,” dedi. “O da bu cinayeti her kim işlemişse davranış biçimini gizlemeye hiç de niyetli olmadığı.”

Wallander de aslında bu noktaya gelmek üzereydi.

“Eğer o ölümcül tuzağa dikkatle bakarsak onun bir tür açıklama niteliğinde olduğunu ortaya çıkarabilme şansımız var.”

“Katilin deli olduğunu mu düşünüyorsun?” diye sordu Svedberg. Masadakiler onun bu sözlerle ne demek istediğini hemen anlamışlardı. Geçen yaz yaşadıklarını henüz unutamamışlardı.

“Bu olasılığı da göz ardı edemeyiz,” dedi Wallander. “Aslında hiçbir şeyi göz ardı edemeyiz.”

“Ayılara kurulan tuzak gibi,” dedi Hansson. “Ya da Asya’da geçen eski savaş filmlerindeki gibi. Ayı tuzağı ve kuş sevdalısı, ilginç bir karışım.”

“Ya da bir galerici,” diye ekledi Martinson.

“Veya bir şair,” dedi Höglund. “Elimizde birçok seçenek var.”

Wallander toplantıyı bitirdi. Toplantı yapmak istediklerinde Eriksson’un mutfağını kullanacaklardı. Svedberg, hem Eriksson’un siparişlerini alan sekreter kızla hem de Sven Tyrén’le konuşmak için oradan ayrıldı. Höglund yakınlarda yaşayanlarla konuşulup konuşulmadığına bakmaya gitti. Posta kutusundaki mektupları anımsayan Wallander, Höglund’a mahallenin postacısıyla konuşmasını da söyledi. Müdür Holgersson’la Martinson diğer işleri organize etmek için çalışırken Hansson da Nyberg’in adli tıp teknisyenleriyle birlikte evi inceleyecekti.

Soruşturmanın tekerleği dönmeye başlamıştı.

Wallander ceketini üstüne geçirerek hendeğe doğru gitti. Gökyüzü kara bulutlarla kaplıydı. Rüzgâr onu arkadan itiyordu. Birden kazların hiçbir hayvanın sesine benzemeyen bağırtılarını duydu. Durup başını kaldırıp göğe baktı. Kısa süre sonra küçük gruplar hâlinde güneybatıya doğru kanat çırpan kuşları gördü. Skåne’den geçen diğer tüm göçmen kuşlar gibi bunların da Falsterbo Burnu’ndan geçerek İsveç’ten ayrılacaklarını düşündü.

Wallander masanın üstündeki şiiri düşünerek orada öylece durup kuşların arkasından baktı. Sonra da içindeki tedirginliğin gittikçe arttığının bilincinde yoluna devam etti.

Bu vahşice işlenen cinayette onu sarsan ve korkutan bir şey vardı. Yoğun bir nefret duygusundan ya da bir anlık çılgınlıktan ötürü işlenen bir cinayet de olabilirdi bu ama cinayetin arkasında her şeyin soğukkanlılıkla planlandığı hissediliyordu. Neyin kendisini daha çok korkuttuğundan emin değildi.

Nyberg’le adli tıp teknisyenleri çamura batmış kanlı kazıkları kaldırmaya başlamışlardı. Kazıklar teker teker plastik örtülere sarılıp arabaya yerleştiriliyordu. Nyberg’in yüzü gözü çamur içindeydi. Sert ve öfkeli hareketlerle çalışmasını sürdürüyordu. Wallander kendini bir mezara bakıyormuş gibi hissetti.

“Nasıl gidiyor?” diye sordu sesine yüreklendirici bir ifade vermeye çalışarak.

Nyberg homurdandı. Wallander aklındaki soruları bir süreliğine ertelemeye karar verdi. Nyberg çabuk öfkelenen, değişken bir ruh hâline sahip ve her an kavga çıkarmaya hazır biriydi. Emniyettekiler Nyberg’in en küçük bir kışkırtma karşısında Emniyet Genel Müdürü’ne bile rahatlıkla bağırabileceğini düşünürlerdi.

Polis hendeğin üstüne geçici bir köprü kurmuştu. Wallander sert rüzgârın altında diğer taraftan tepeye çıktı. Yaklaşık üç metre yüksekliğindeki kuleyi inceledi. Kule, Eriksson’un yaptırdığı köprüyle aynı ahşaptandı. Wallander kuleye dayalı merdiveni tırmandı. Platform bir metrekareden daha büyük değildi. Rüzgâr yüzünü yakıyor, gözlerinin yaşarmasına neden oluyordu. Üç metre yükseklikte manzara tümüyle farklı görünüyordu. Hendeğin içinde çalışan Nyberg’i gördü. Uzaklardan Eriksson’un çiftliği görülüyordu.

Başını hafifçe öne eğerek üstünde durduğu platformu incelemeye koyuldu. Birden Nyberg incelemesini bitirmeden kuleye tırmandığına pişman oldu. Aşağıya indi ve kulenin altında rüzgârsız bir yer bulmaya çalıştı. Kendini çok yorgun hissediyordu ama içindeki yoğun tedirginlik de her an artıyordu. Bu duygusunu bastırmaya çalıştı. Depresyon mu geçiriyordu? Mutluluğu çok kısa sürmüştü; tatil, bir ev satın alma kararı, köpek sahibi olma. Tabii en önemlisi de Baiba’nın gelmesiydi.

Ancak bunlar gerçekleşmeden yaşlı bir adamın hendeğin içindeki cesedi ortaya çıkmış ve Wallander’in mutlu dünyası sabun köpüğü gibi sönmeye başlamıştı. Bu şekilde yaşamayı daha ne kadar sürdüreceğini çok merak ediyordu.

Bu düşünceleri kafasından atmaya çalıştı. Bir an önce Eriksson’a bu ölüm tuzağını kimin kurduğunu bulmak zorundalardı. Wallander yokuştan aşağı inmeye başladı. Martinson’un her zamanki gibi telaşlı bir şekilde kendisine doğru geldiğini gördü. Wallander adımlarını hızlandırdı. Kendini hâlâ kararsız ve tedirgin hissediyordu. Bu soruşturmaya hangi yönden yaklaşmalıydı? Araştırmanın kalbine girebilmenin yollarını bulması gerekiyordu.

Martinson’un yüzünden önemli bir şeyin olduğu anlaşılıyordu.

“Ne oldu?” diye sordu.

“Vanja Andersson adında birini hatırlıyor musun?”

Wallander’in bu adı anımsaması için bir süre düşünmesi gerekmişti. Sonra onun Västra Vall Caddesi’ndeki çiçekçide çalışan kadın olduğunu anımsadı.

“Evet ama şimdi ona ayıracak zamanımız yok.”

“Bu kadar emin konuşmasan iyi olur,” dedi Martinson.

“Neden?”

“Dükkân sahibi Gösta Runfeldt’in Nairobi’ye hiç gitmediği ortaya çıkmış.”

Wallander, Martinson’un ne söylemeye çalıştığını anlayamamıştı.

“Yardımcısı, patronunun bineceği uçağın saatini öğrenmek için seyahat acentesini aramış. O zaman öğrenmiş.”

“Neyi öğrenmiş?”

“Runfeldt’in, biletini almasına karşın Afrika’ya gitmediğini.” Wallander arkadaşına şaşkınlıkla baktı.

“Biri daha kayıp,” dedi Martinson.

Wallander karşılık vermedi.

7

Vanja Andersson’la konuşmaya karar verdikten sonra Ystad’a dönerken Wallander birinin iki olay arasındaki benzerliğe ilişkin bir şeyler söylediğini anımsadı. Eriksson bir yıl önce evine hırsız girdiğini ama hiçbir şey çalmadığını söylemişti polise. Gösta Runfeldt’in dükkânına da hırsız girmiş, o da hiçbir şey çalmamıştı. Wallander korku içinde arabasını sürdü.

Eriksson cinayeti yeterliydi, başka bir kayba ve cinayete ihtiyaçları yoktu, özellikle Eriksson cinayetiyle ilişkisi olabilecek başka bir olaya kesinlikle ihtiyaçları yoktu. İçinde uçları sivri kazıklar olan hendeklere ihtiyaçları yoktu. Wallander bir karabasandan kaçmak istercesine gaza bastı. Ara sıra da kendisine değil de arabasına sakin olmasını ve akılcı bir şekilde düşünmeye başlaması gerektiğini söylemek istercesine aniden frene basıyordu. Runfeldt’in kaybolduğuna ilişkin ne tür deliller vardı? Bunun bazı akılcı açıklamaları olabilirdi. Eriksson’un başına gelen olağan dışı bir şeydi ve aynı olayın ikinci kez yinelenmesi olası değildi. En azından Skåne’de ve Ystad’da böylesi şeyler olmazdı. Olmamalıydı. Dükkân sahibinin ortadan kaybolmasının mutlaka mantıklı bir açıklaması vardı, Vanja Andersson da bunu kanıtlayacaktı.

Wallander kendini kandırmayı başaramadı. Västra Vall Caddesi’ne gitmeden önce emniyete gitti. Koridorda Höglund’u görünce onu trafik polislerinin uyukladığı kantine götürdü. Kahvelerini alarak köşedeki masalardan birine geçip oturdular. Wallander ona Martinson’un söylediklerini anlatınca genç kadın da onun gibi aynı tepkiyi gösterdi. Bu mutlaka bir rastlantı olmalıydı ama Wallander yine de Höglund’a Eriksson’un bir yıl önce yaptığı yazılı şikâyetin bir kopyasını bulmasını söyledi. Ayrıca genç kadına Eriksson’la Runfeldt arasında herhangi bir ilişki olup olmadığını araştırmasını da söyledi. Höglund’un işlerinin oldukça yoğun olduğunu biliyordu ama bu, her şeyden çok daha önemli bir konuydu ve bir an önce açıklığa kavuşturulmalıydı. Bunu konuklar gelmeden önce evin temizlenmesi olarak algıla, dedi ve bu sözleri söyler söylemez de zırvaladığını fark etti.

“Elimizi çabuk tutmalıyız,” diye sürdürdü konuşmasını. “Arada bir ilişki olmadığını saptarsak işimiz çok daha kolaylaşacak.”

Wallander masadan kalkmaya hazırlanırken Höglund ona bir soru sordu.

“Bu cinayeti kim işlemiş olabilir?”

Wallander yeniden oturdu. Kanlı kazıklar gözlerinin önünden gitmiyordu.

“Bilmiyorum,” dedi. “O kadar sadistçe bir davranış türü ki bu, sıradan birinin böyle bir cinayeti işleyebilmesini aklım almıyor. Ruh ya da akıl sağlığı bozuk biri olmalı.”

“Evet,” diye karşılık verdi genç kadın. “Sen de ben de birinin öldürülmesine çok öfkeleniyoruz. Oysa bazı insanlar için bu o denli öfkelenecek bir şey değil, onlar da gözlerini kırpmadan cinayet işleyebiliyor.”

“İşin beni en çok ürküten yanı çok iyi tasarlanmış olması. Bu cinayeti işleyen kişi her kimse bunun üzerinde zaman harcamış, kafa yormuş. Ayrıca Eriksson’un alışkanlıklarını da ayrıntılarıyla bildiği ortada. Büyük olasılıkla onu adım adım izlemiş olmalı.”

“Bu da belki bize bir kapının açılmasını sağlar,” dedi Höglund. “Eriksson’un yakın dostları olmadığını biliyoruz ama onu öldüren kişinin onunla bir yakınlığı mutlaka olmuştur. Kalasları testereyle kesmiş. Bu iş için bile oraya birkaç kez gitmiş olmalı. Onu mutlaka birileri görmüştür ya da o civarda dolaşan yabancı bir araba görmüşlerdir. İnsanlar çevrelerinde ne olup bittiğini merak eder. Kent dışında yaşayan kişiler ormandaki geyikler gibidir. Bize bakar, bizi izler ama biz onları göremeyiz.”

Wallander dalgın bir şekilde başını evet dercesine salladı. Her zamanki gibi dikkatle dinlemiyordu Höglund’u.

“Bu konuyu daha sonra yine konuşuruz,” dedi. “Ben şimdi çiçekçiye gideceğim.”

Wallander emniyetten çıkarken Ebba ona babasının aradığını söyledi.

“Babamı daha sonra ararım,” dedi Wallander. “Şimdi çok işim var.”

“Olanlar çok korkunç,” dedi Ebba. Wallander onun sanki kendisine üzülüyormuş gibi bir tavırla konuştuğunu hissetti.

“Bir keresinde ondan bir araba almıştım,” dedi Ebba. “İkinci el bir Volvo’ydu.”

Ebba’nın Holger Eriksson’dan söz ettiğini anlaması biraz zamanını almıştı.

“Araba kullandığını bilmiyordum,” dedi şaşkınlıkla. “Ehliyetin olduğunu bile bilmiyordum.”

“Tam 29 yıldan beri kullanıyorum,” diye karşılık verdi Ebba. “Ve hâlâ o Volvo’yu kullanıyorum.”

Wallander polis otoparkında yıllardan beri gördüğü bakımlı Volvo’yu birden anımsadı.

“Umarım seni kazıklamamıştır,” dedi.

“Kazıkladı,” diye karşılık verdi Ebba. “O gün bu araba için ödediğim miktar gerçekten de çok fazlaydı ama arabama iyi baktım ve sonunda da şanslı olan ben oldum. Arabamla şimdi koleksiyoncular ilgileniyor.”

“Gitmeliyim,” dedi Wallander. “Ama bir ara beni mutlaka arabanla gezdirmelisin.”

“Babanı aramayı unutma.”

Wallander bir an için durup düşündü. Sonra da kararını verdi.

“Onu sen arar mısın, lütfen? Bana bu iyiliği yap. Onu ara ve çok yoğun olduğumu söyle. Onu en kısa zamanda arayacağımı da ekle. Önemli bir şey olduğunu sanmıyorum.”

“İtalya’yla ilgili konuşmak istediğini söylemişti,” dedi Ebba.

“İtalya’yla ilgili sonra konuşuruz, bu şu anda mümkün değil. Bunu ona söyle lütfen.”

Wallander çiçekçinin yakınlarında arabasını park ettikten sonra dükkâna gitti. İçeride birkaç müşteri vardı. Vanja Andersson’a bekleyeceğini işaret etti. On dakika sonra müşteriler gittiler ve Vanja Andersson kapalı olduklarını belirten bir not yazarak kapıyı kilitledi. Dükkânın arka tarafındaki küçük çalışma odasına gittiler. Çiçeklerin kokusu Wallander’in midesini bulandırmıştı. Her zamanki gibi not defteri yanında olmadığından masadaki küçük kartlardan bir tomar alıp notlarını yazmaya hazırlandı.

“Her şeye en başından başlayalım,” dedi Wallander. “Seyahat acentesine telefon ettiniz. Neden onları aradınız?”

Andersson’un sinirli olduğu gözden kaçmıyordu. Yerel gazetelerden biri olan Ystads Allehanda masada duruyordu. Holger Eriksson cinayeti ilk sayfada yer almıştı. Hiç olmazsa neden buraya geldiğimi biliyor, diye geçirdi içinden Wallander. Eriksson’la Gösta Runfeldt arasında bir bağ olmadığını kanıtlamaya geldiğimi biliyordur umarım.

“Gösta gitmeden önce bana bir not yazıp ne zaman döneceğini bildirmişti,” diye söze başladı Vanja Andersson. “Ama o notu bir türlü bulamadım. Onun için de seyahat acentesini aradım. Oradaki yetkili kişi bana Gösta’nın Kastrup Havaalanı’na gelmediğini söyledi.”

“Seyahat acentesinin adı ne?”

“Malmö’deki Özel Tur.”

“Kiminle konuştun?”

“Anita Lagergren’le.”

Wallander bu adı not etti.

“Ne zaman aradın?”

Andersson ona ne zaman aradığını söyledi.

“Anita Lagergren başka ne söyledi?”

“Gösta’nın yolculuğa çıkmadığını. Kastrup Havaalanı’na gelmediğini. Onlara verdiği telefonu aramış ama yanıt alamamışlar. Uçağı bir süre bekletmiş, sonra da gitmişler.”

“Bundan başka bir şey yapmamışlar mı?”

“Anita Lagergren, Gösta’ya yolculuk masraflarını geri ödemeyeceklerini bildiren bir mektup gönderdiklerini söyledi.”

Wallander, Vanja Andersson’un başka bir şey daha söyleyeceğini ama birden vazgeçtiğini gördü.

“Galiba bir şey söyleyecektin,” dedi.

“Tur çok pahalıymış,” dedi. “Anita Lagergren bana fiyatını söyleyince çok şaşırdım.”

“Ne kadarmış?”

“Yaklaşık otuz bin kron. Topu topu iki hafta için bu kadar para çok.”

Otuz bin kron Wallander için de büyük paraydı, karşı çıkmadı. Hayatında böylesine pahalı bir yolculuğa çıkmayı aklının ucundan bile geçiremezdi. Babasıyla birlikte Roma’da geçirdikleri bir hafta boyunca bu paranın ancak üçte birini harcamışlardı.

“Anlayamıyorum,” dedi Vanja Andersson. “Gösta bu şekilde davranan biri değildir.”

“Ne zamandan beri onun yanında çalışıyorsun?”

“On bir yıl oldu.”

“Burada çalışmaktan memnunsun demek, öyle mi?”

“Gösta çok iyi bir insandır. Çiçeklere âşıktır. Yalnızca orkidelere değil tüm çiçeklere.”

“Bu konuya daha sonra döneceğiz. Bana biraz ondan söz et şimdi. Nasıl biridir?”

Andersson bir an için susup düşündü.

“Düşünceli ve dostça bir insandır,” dedi. “Belki biraz alışılagelmişin dışında biri de diyebiliriz onun için. Köşesine çekilmiş, dünya işlerinden elini eteğini çekmiş biri.”

Wallander huzursuzca bu açıklamanın Holger Eriksson’a da uyabileceğini düşündü. Eriksson’un çok düşünceli biri olmadığı öne sürülmüş olsa da.

“Evli mi?”

“Dul”

“Çocukları var mı?”

“İki tane. İkisi de evli ve onların da çocukları var ama burada oturmuyorlar.”

“Kaç yaşında?”

“Kırk dokuz.”

Wallander notlarına baktı.

“Dul bir erkek,” dedi. “Karısı çok genç yaşta ölmüş olmalı. Kaza mı geçirmiş?

“Bilmiyorum. Gösta bu konuda pek konuşmaz ama galiba boğulmuş, öyle duymuştum.”

Wallander bu konuyla ilgili soru sormaktan vazgeçti. Gerekirse buna daha sonra yeniden dönerdi. Kalemini masaya koydu. Çiçeklerin kokusu içini bayıyordu.

“Bu konuda oldukça zaman harcamış olmalısın,” dedi. “Son birkaç saat içinde iki konu seni bir hayli endişelendirmiş olmalı. Bunlardan biri Gösta’nın neden Afrika’ya giden uçağa binmediği. Diğeriyse şu anda Nairobi’de olması gerekirken orada olmayışı. Peki ama nerede?”

Vanja Andersson evet dercesine başını salladı. Wallander, Andersson’un gözlerinin yaşardığını fark etti.

“Mutlaka başına bir şey gelmiş olmalı,” dedi. “Seyahat acentesiyle konuştuktan hemen sonra Gösta’nın evine gittim. Sokağın başında oturuyor. Çiçeklerini sulamam için bana yedek anahtarlarını vermişti. Yolculuğa çıktığını düşündüğüm için ilk hafta evine iki kez gittim, çiçeklerini suladım ve mektuplarını da masaya bıraktım. Az önce yine gittim. Evde değildi ve evine hiç gelmemişti.”

“Bunu nasıl anladın?”

“Anladım işte.”

“Peki, sence ne olmuş olabilir?”

“Hiçbir fikrim yok. Bu yolculuğa çıkmak için can atıyordu. Bu kış orkidelere ilişkin yazmaya başladığı kitabını bitirmeyi tasarlıyordu.”

Wallander yüreğindeki sıkıntının arttığını hissetti. İçinde bir yerlerde uyarıcı zil çalmaya başlamıştı bile. Bu sessiz alarmı çok iyi tanırdı. Not almak için kullandığı küçük kartları topladı.

“Gösta’nın evine gidip bakmak istiyorum,” dedi. “Sen de dükkânı yeniden açmalısın. Tüm bu olanların mantıklı bir açıklaması olduğundan eminim.”

Vanja Andersson bu sözlerin doğruluğunu anlamak istercesine Wallander’in gözlerinin içine dikkatle baktı ama aradığı güvenceyi bulamadı. Wallander’e Gösta’nın evinin anahtarlarını verdi. Gösta dükkânıyla aynı sokakta, kent merkezine bir blok daha yakında oturuyordu.

“Evi inceledikten sonra anahtarları geri getiririm,” dedi.

Dar sokağa çıktığında yaşlı bir çiftin park ettiği arabasının yanından güçlükle geçerek kaldırıma çıktığını gördü. Çift ona azarlarcasına baktı ama Wallander onları görmezden gelip yoluna devam etti.

Gösta’nın dairesi yüzyılın başında inşa edildiği anlaşılan bir binanın üçüncü katındaydı. Bina asansörlüydü ama Wallander basamakları çıkmayı yeğledi. Birkaç yıl önce oturduğu daireyi böyle bir daireyle takas etmeyi düşünmüştü. Oysa artık bir gün Maria Caddesi’ndeki evini satacak olursa bahçeli bir ev alacaktı. Baiba’nın mutlu olabileceği bir yer olacaktı bu. Belki bir de köpekleri olurdu.

Anahtarla kapıyı açıp Gösta Runfeldt’in dairesine girdi. Hayatımda kim bilir kaç kez yabancı birinin evine girdim, diye geçirdi içinden. Kapının eşiğinde durdu. Her evin kendine has bir havası, özelliği vardı. Yıllar boyunca Wallander evin sahibinin izlerini gözlemleme alışkanlığı kazanmıştı. Ağır adımlarla odaları dolaştı. Genellikle ilk izlenim her zaman en çok işe yarayan olurdu. Bu evde, bir sabah olması gereken yerde olmayan Gösta Runfeldt adında biri yaşıyordu. Wallander, Vanja Andersson’un söylediklerini düşündü. Runfeldt’in Afrika yolculuğuna çıkmak için can attığını söylemişti.

Wallander evin dört odasıyla mutfağını dolaştıktan sonra oturma odasının ortasında durdu. Ev büyük ve aydınlıktı. Nedense Runfeldt’in evini özensiz bir biçimde döşediğini hissediyordu. Kişiliği olan tek yer çalışma odasıydı. Bu odada insanı rahatsız etmeyen bir karışıklık vardı. Kitaplar, kâğıtlar, bitki ve çiçek resimleriyle doluydu. Bilgisayar da vardı. Pencerenin kenarlarında çocuklarıyla torunlarının resimleri vardı. Asya’da bir yerde büyük ve iri orkidelerin arasında çekilmiş bir fotoğrafı da vardı. Fotoğrafın arkasındaysa Burma 1972 yazılıydı. Runfeldt fotoğrafı çeken kişiye içtenlikle gülümsemişti. Güneş yanığı yüzü mutlulukla parlıyordu. Fotoğrafın renkleri solmuştu ama Runfeldt’in gülümsemesi yok olmamıştı. Wallander fotoğrafı yerine koyduktan sonra duvarda asılı haritaya baktı. Biraz aradıktan sonra Burma’nın nerede olduğunu buldu. Sonra da çalışma masasına geçip oturdu. Runfeldt çıkması gereken bir yolculuğa çıkmamıştı. En azından Özel Tur adlı seyahat acentesinin düzenlediği turla Nairobi’ye gitmediği kesindi.

Wallander yerinden kalkıp yatak odasına gitti. Tek kişilik ve dar olan yatak yapılmıştı. Yatağın yanında birkaç kitap duruyordu. Wallander kitapların isimlerine baktı. Hepsi de çiçekler ve bitkilerle ilgili kitaplardı. Yalnızca biri uluslararası para piyasasıyla ilgiliydi. Wallander eğilip yatağın altına baktı. Hiçbir şey yoktu. Dolabı açtı. Dolabın içindeki rafların birinde iki valiz vardı. Parmak uçlarında yükselerek valizleri yere indirdi. İkisi de boştu. Sonra bir sandalye almak için mutfağa gitti. Sandalyeye çıkıp dolabın en üst rafına baktı. Orada aradığını buldu. Bekâr erkeklerin evleri genellikle tozlu olurdu. Runfeldt’in evinde de bu kural bozulmamıştı. Tozların içindeki ana hatlar son derece belirgindi. Rafta üçüncü bir valiz daha olmalıydı. Aşağıya indirdiği iki valiz de eski ve birinin kilidi kırık olduğundan Wallander, Runfeldt’in eğer yolculuğa çıksaydı üçüncü valizi kullanacağını düşündü. Bu valiz evde bir yerlerde olabilirdi. Ceketini sandalyenin arkasına asıp tüm dolapları teker teker incelemeye koyuldu ama hiçbir şey bulamadı. Bir süre sonra da yeniden çalışma odasına döndü.

Runfeldt eğer yolculuğa çıkmışsa mutlaka pasaportunu da yanına almış olmalıydı. Wallander kilitli olmayan çekmeceleri teker teker aradı. Çekmecelerin birinde içinde kurutulmuş bitki koleksiyonu olan bir albüm gördü. Kapağını açtı. İçinde, Gösta Runfeldt 1955, yazıyordu. Bitkilere ve çiçeklere merakı demek okul yıllarında başlamıştı. Wallander kırk yıllık peygamber çiçeğine baktı. Rengi hâlâ solmamıştı. Aramayı sürdürdü. Pasaportu bulamadı. Kaşlarını çattı. Valiz ve pasaport yoktu. Biletleri de bulamamıştı. Çalışma odasından çıkarak oturma odasındaki koltuklardan birine geçip oturdu. Bazen yer değiştirmek düşünmesine yardımcı olurdu. Runfeldt’in evinden pasaportu, biletleri ve içi eşya dolu valiziyle ayrıldığına ilişkin birçok işaret vardı burada.

Düşünmeye başladı. Kopenhag’a giderken başına bir şey gelmiş olabilir miydi? Feribottan denize düşmüş olabilir miydi? Eğer düşseydi mutlaka valizi bulunurdu. Cebindeki not aldığı kartlardan birini çıkardı. Kartın üstüne dükkânın telefon numarasını yazmıştı. Telefon etmek için mutfağa gitti. Mutfağın penceresinden Ystad limanındaki forkliftleri görebiliyordu. Polonya’ya giden feribotlardan biri limandan kalkmıştı. Telefona Vanja Andersson yanıt verdi.

“Ben hâlâ evdeyim,” dedi Wallander. “Bir iki sorum var. Kopenhag’a nasıl gideceğini söylemiş miydi?”

Vanja Andersson hiç düşünmeden karşılık verdi.

“Her zaman Dragør ve Limhamn yoluyla gider.”

Hiç olmazsa bunu öğrenmişti.

“Kaç tane valizi olduğunu biliyor musun?”

“Hayır. Bilmeli miyim?”

Wallander bu soruyu daha farklı bir şekilde sorması gerektiğini fark etti.

“Nasıl valizler kullanır?”

“Genellikle çok valizle yolculuğa çıkmaz,” diye karşılık verdi Andersson. “Az eşyayla nasıl yolculuk edileceğini çok iyi bilir. Bir el çantası ve bir de büyükçe tekerlekli valizi yanına alır.”

“Ne renk?”

“Siyah.”

“Emin misin?”

“Evet, eminim. Birkaç kez onu karşılamaya gitmiştim. Tren istasyonundan ya da Sturup Havaalanı’ndan. Gösta hiçbir şeyi atmaz. Eğer yeni bir valiz satın alsaydı mutlaka haberim olurdu çünkü yaşamın ne denli pahalılaştığından şikâyet ederdi. Bazen son derece cimri biri olup çıkardı.”

Ne var ki Nairobi yolculuğu otuz bin kron, diye geçirdi içinden Wallander ve bu para sokağa atılmıştı. Bunu isteyerek yaptığını sanmıyorum. Vanja Andersson’a anahtarları yarım saat içinde geri getireceğini söyledi.

Telefonu kapadıktan sonra Andersson’un söylediklerini düşündü. Siyah valiz. Dolabın içindeki valizler griydi. El çantasını da görmemişti. Ayrıca bir de Runfeldt’in Limhamn yoluyla dünyaya açıldığını öğrenmişti. Pencerenin önünde durup karşıdaki evlerin çatılarına baktı. Polonya’ya giden feribot gözden kaybolmuştu.

Mantıklı değil, diye geçirdi içinden. Kaza geçirmiş olabilir ama bu bile kesin değil. En önemli konuyu iyice incelemek amacıyla bilinmeyen numaraları arayarak Limhamn ile Dragør arasında çalışan feribot hattının telefonunu istedi. Şansı yaver gidiyordu ve hiç zaman kaybetmeden santral memuru onu hemen feribotlarda unutulan eşyalardan sorumlu kişiye bağladı. Adam Danimarkalıydı. Wallander ona kim olduğunu açıkladıktan sonra siyah bir valizin unutulup unutulmadığını sordu. Unutulması gereken tarihi verdi. Sonra da beklemeye koyuldu. Birkaç dakika sonra da adının Mogensen olduğunu söyleyen Danimarkalının sesini duydu.

“Yok,” dedi.

Wallander düşünmeye çalıştı. Bir sorusu daha vardı.

“Feribotlarda insanlar kaybolabilir mi? Yani denize düşebilirler mi?”

“Pek sık değil,” diye karşılık verdi Mogensen. Wallander adamın sesinden onun ciddi olduğunu anlamıştı.

“Ama zaman zaman olabilir, değil mi?”

“Tüm feribotlarda böyle kazalar olabilir,” dedi Mogensen. “İnsanlar denize atlayarak intihar edebilir ya da sarhoş olup düşebilir. Bazıları güç denemesi yaparak dengelerini kanıtlamak amacıyla parmaklığın üstünde yürür ama bunlar pek sık olan olaylar değildir.”

“Denize düşen kurtulabilir mi?”

“Bazıları kıyıya yüzer,” diye karşılık verdi Mogensen. “Bazılarını da balıkçı tekneleri kurtarır. Çok azı boğulur.”

Wallander’in başka sorusu yoktu. Yardım ettiği için adama teşekkür ettikten sonra telefonu kapattı.

Elinde somut bir şeyler olmamakla birlikte yine de Runfeldt’in Kopenhag’a gitmediğinden emindi. Valizini hazırlamış, pasaportunu ve biletini alarak evinden çıkıp gitmişti. Sonra da kaybolmuştu.

Wallander çiçekçideki kan gölünü anımsadı. Bu ne anlama geliyordu? Belki de bunu daha başından yanlış değerlendirmişlerdi. Hırsızın içeri girmesi yanlışlık sonucu olmayabilirdi.

Olayları anlamaya çalışarak evde dolaştı. Mutfaktaki telefonun çalmasıyla birlikte yerinden sıçradı. Koşarak açtı. Hansson, Eriksson’un evinden arıyordu.

“Martinson, Runfeldt’in kaybolduğunu söyledi,” dedi.