Книга Beşinci Kadın - читать онлайн бесплатно, автор Хеннинг Манкелль. Cтраница 8
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Beşinci Kadın
Beşinci Kadın
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Beşinci Kadın

Martinson broşürü karıştırmaya başladı, sonra birden durup yüksek sesle okudu.

“‘İsveç yasalarına göre dinleme cihazlarına sahip olmak, satışını yapmak veya kullanmak yasa dışıdır.’ Bu da büyük olasılıkla imal etmenin de yasak olduğu anlamına geliyor.”

“O zaman biz de Borås’taki meslektaşlarımızdan bu posta şiparişi konusuyla ilgilenmelerini rica edelim,” dedi Wallander. “Yasa dışı satışlar yaptıkları ve yasa dışı malları ithal ettikleri ortada.”

“Bu ülkede postayla sipariş işleri genellikle yasaldır,” dedi Martinson. “Ben sanayinin bundan kurtulmak istediğini düşünüyorum.”

“Borås’la bağlantı kur,” dedi Wallander. “Hemen.”

Runfeldt’in evine yaptığı ziyareti düşündü. Evde bu tür teknik bir ekipman bulamamıştı.

“Nyberg bu cihazı bir incelesin bakalım. Bu şimdilik yeterli olur sanıyorum ama yine de çok garip.”

Martinson da onun gibi düşünüyordu.

“Lödinge’ye gidiyorum,” dedi Wallander masadakileri yeniden kutuya koyarken.

“Yirmi yıldan daha uzun bir süre Holger Eriksson’un yanında çalışmış bir satış elemanının izini buldum,” dedi Martinson. “Yarım saat sonra onunla Svarte’de buluşacağım. Eriksson’un nasıl biri olduğuna ilişkin bir şeyler öğrenebilirim belki ondan.”

Danışmanın önünde ayrıldılar. Wallander, Runfeldt’in ekipman kutusunu kolunun altına sıkıştırmıştı. Ebba’nın masasının önünde durdu.

“Babam ne söyledi?” diye sordu.

“Zamanın olduğunda kendisini aramanı.”

Wallander birden tedirgin olmuştu.

“Sesi alaycı mıydı?”

Ebba ona sert bir tavırla baktı.

“Senin baban çok hoş biri. Mesleğine de büyük saygı duyuyor.”

Gerçeği bilen Wallander başını sallamakla yetindi. Ebba başıyla kutuları işaret etti.

“Posta masrafını ben kendi cebimden ödemek zorunda kaldım. O sırada kasada para yoktu.”

“Makbuzunu bana ver,” dedi Wallander. “Parayı pazartesi alsan olur mu?”

Ebba olur dercesine başını salladı. Wallander emniyetten çıktı. Yağmur durmuştu ve gökyüzü pırıl pırıldı. Güzel bir sonbahar günüydü. Wallander kutuyu arka koltuğa koyarak direksiyon başına geçip Ystad’dan çıktı. Güneşli hava karamsarlığını üstünden atmasını sağlamıştı ama kısa süre sonra kazığa çakılmış Eriksson’un cansız bedenini yeniden anımsadı. Runfeldt’in ortadan kaybolması onun da aynı kaderi paylaştığı anlamına gelmez, diyerek kendini rahatlatmaya çalıştı. Aslında Runfeldt’in dinleme cihazı sipariş etmesi onun bir şekilde hâlâ yaşadığının kanıtı da olabilirdi. Wallander bir an için onun intihar etmiş olabileceğini aklından geçirdi ama arabanın arka koltuğunda duran ekipmanı anımsayınca bu düşüncesinden vazgeçti. Wallander güneşli havada arabasını kullanırken çabuk paniğe kapıldığını düşünüyordu.

Eriksson’un çiftlik evinin önünde arabayı park etti. Arbetet gazetesinin muhabirlerinden biri ona doğru geliyordu. Wallander’in kolunun altında Runfeldt’in sipariş ettiği kutu vardı. Selamlaştılar, gazeteci başıyla kutuyu işaret etti.

“Cinayetin çözümü bu kutunun içinde mi?”

“Hayır değil.”

“Peki, nasıl gidiyor?”

“Pazartesi basın toplantısı yapacağız. Bu toplantıya kadar da size söyleyecek bir şeyimiz yok.”

“Ama ceset uçları sivriltilmiş çelik borulara sokulu bulunmuş, değil mi?”

Wallander hayretle baktı.

“Sana bunu kim söyledi?”

“İş arkadaşlarından biri.”

“Bir yanlış anlama söz konusu olmalı. Çelik boru falan yoktu.”

“Ama kazığa sokularak öldürüldü, değil mi?”

“Evet.”

“Skåne’de işkence hendekleri kazılıyor, anlaşılan.”

“Bunlar senin kendi sözlerin, kesinlikle benim değil.”

“Senin sözlerin ne o zaman?”

“Pazartesi basın toplantısı yapacağız.”

Gazeteci başını salladı.

“Bana bir şeyler söylemek zorundasın.”

“Bu soruşturmanın hâlâ çok başındayız. Bir cinayet işlendiğini onaylıyoruz ama elimizde hiçbir ipucu yok.”

“Hiç mi yok?”

“Başka yorum yok.”

Gazeteci sonunda pes etti. Wallander onun kendisini doğru yorumlayacağını biliyordu. Yalan yanlış şeyler yazmayan ender gazetecilerden biriydi.

Olay yeri hâlâ polis kordonu altındaydı. Kulenin yanında bir polis vardı. Bu, büyük olasılıkla cinayet yerinde nöbet tutan polislerden biriydi. Wallander polise doğru gitmeye hazırlanırken evin kapısı açıldı ve Nyberg ayaklarında galoşlarla dışarı çıktı.

“Seni pencereden gördüm,” dedi.

Nyberg’in o sabah keyfi yerindeydi. Bu da herkes için iyi haberdi.

“İncelemeni istediğim bir şey var,” dedi Wallander içeri girerken. “Şuna bir bak.”

“Bunun Eriksson’la bir ilgisi var mı?”

“Hayır yok ama Runfeldt’le, çiçekçiyle ilgisi var.”

Wallander kutuyu masaya koydu. Nyberg masanın üstündeki şiiri bir kenara iterek kutuya yer açtı. O da Martinson gibi aynı şeyleri söylemişti. Bu kesinlikle gizli bir dinleme cihazıydı ve en gelişmişlerinden biriydi. Nyberg imalatçının yerini bulmak için gözlüğünü taktı.

“Singapur yazıyor ama büyük olasılıkla başka bir yerde imal edilmiştir.”

“Nerede?”

“Amerika ya da İsrail olabilir.”

“O zaman neden üstünde Singapur yazsın?”

“Bu tür imalatçıların bazıları mümkün oldukça kimliklerini gizlemek ister. Bir şekilde uluslararası silah ticaretine adları karışmıştır ve çok gerekmedikçe de birbirlerini asla ele vermezler. Cihazın parçaları farklı farklı ülkelerde imal edilmiş olabilir. Parçaların bir araya getirilmesi de farklı bir yerde gerçekleştirilir ve yine farklı bir ülke de malın imal edildiği ülke olarak kendi mührünü basabilir.”

“Bununla ne yapılır?” diye sordu Wallander.

“Bir evi ya da bir arabayı dinleyebilirsin.”

Wallander başını iki yana salladı.

“Runfeldt bir çiçekçi. Neden böyle bir şeye ihtiyaç duysun?”

“Bulduğunda bu soruyu ona sorarsın,” dedi Nyberg.

Sonra da cihazı masadaki kutusuna yerleştirdi. Burnunu çekti. Kötü üşütmüştü.

“Kendini bu kadar yorma,” dedi Wallander. “Evine git ve biraz dinlen.”

“Yağmurun altında çalışmaktan hastalandım. Skåne’nin hava koşullarına göre açık yerlerde çalışabilmemiz için neden doğru dürüst bir çadırımız yok, anlayamıyorum.”

Svensk Polis dergisine bu meseleyle ilgili bir yazı yaz,” dedi Wallander.

“Yazı yazacak zamanı nereden bulacağım?”

Bu sorusu yanıtsız kalmıştı. Birlikte evi dolaşmaya başladılar.

“Henüz olağan dışı bir şey bulamadım,” dedi Nyberg. “En azından şimdilik ama evde birçok kuytu yer var.”

“Bir süre burada olacağım,” dedi Wallander. “Düşünmek istiyorum.” Nyberg adli tıp teknisyenlerinin yanına gitti. Wallander pencere kenarına oturdu.

Büyük odaya dikkatle baktı. Ne tür bir insan ağaçkakanlarla ilgili şiirler yazardı? Holger Eriksson’un yazdığı şiiri bir kez daha okudu. Bazı mısraları gerçekten de çok güzeldi. Wallander öğrencilik yıllarında kız arkadaşlarının anı defterlerine şiirler yazardı ama şiir kitabı okumaktan da hiç hoşlanmazdı. Linda çocukluğunda evlerinde çok az kitap olmasından sürekli şikâyet ederdi, Wallander de kızına hak verirdi. Gözlerini duvarlarda gezdirdi. Seksen yaşında, oldukça varlıklı bir galerici şiir yazıyor ve kuşlara büyük ilgi duyuyor. O denli yoğun bir ilgi duyuyor ki gece yarıları ya da şafakla birlikte evden çıkıp göçmen kuşları izleyebiliyor. Güneşin sıcaklığını elinde hissederek çevresine bir kez daha bakındı. Raporda hırsızlık olayına ilişkin bir şey gelmişti aklına. Eriksson’a göre ön kapı levye ya da benzeri bir aletle zorlanarak açılmıştı ama hiçbir şey çalınmamıştı. Başka bir şey olmalıydı. Belleğini zorladı. Sonra anımsadı. Evet, kasaya dokunulmamıştı. Yerinden kalkıp Nyberg’i bulmaya gitti. Onu yatak odalarından birinde buldu.

“Kasayı buldun mu?”

“Hayır.”

“Bulmalıyız,” dedi Wallander. “Hadi aramaya başlayalım.”

Nyberg yatağın kenarında çömelmişti.

“Emin misin?” diye sordu Nyberg.

“Evet eminim. Bu evin bir yerinde mutlaka bir kasa var.”

Sistemli bir şekilde evi aradılar. Kasayı bulmaları yarım saat sürmüştü. Nyberg’in yardımcılarından biri mutfağın servis bölümünde bir fırın kapağının arkasında buldu. Kapak yana doğru açılıyordu. Kasa duvarın içindeydi ve kilidi şifreliydi.

“Şifrenin nerede olduğunu galiba biliyorum,” dedi Nyberg. “Eriksson artık yaşlandığından, belleğinin kendisini yarı yolda bırakabileceğinden korkmuş olmalı.”

Wallander çalışma masasına doğru giden Nyberg’i izledi. Çekmecelerden birindeki kutuda üstünde bir dizi rakam yazan bir kâğıt parçası vardı. Rakamları deneyince kilit ânında açıldı. Wallander’in bakması için Nyberg kenara çekildi.

Wallander başını uzattı. Sonra da bir çığlık attı. Bir adım gerileyince de Nyberg’in ayağına bastı.

“Ne oldu?” diye sordu Nyberg.

Wallander bakması için başını salladı. Nyberg öne doğru uzandı. O da bir çığlık atarak geriledi.

“İnsan kafasına benziyor,” dedi Nyberg.

Yanı başında duran, yüzü bu sözlerden sonra kireç gibi olan yardımcılarından birine dönerek el feneri getirmesini söyledi. Tedirginlikle fenerin gelmesini beklediler. Wallander’in midesi bulanıyordu. Birkaç kez arka arkaya derin soluk aldı. Nyberg ona merak dolu bir bakış fırlattı. Fener geldi. Nyberg feneri yakarak kasanın içini aydınlattı. Evet, kasanın içinde gerçekten de boyundan kesilmiş bir kafa duruyordu. Gözleri fal taşı gibi açıktı ama gözlerinin feri sönmüş ve kurumuştu. Bunun bir maymun mu yoksa insan kafası mı olduğunu kestiremiyorlardı. Kafanın dışında kasada yalnızca bir iki defter vardı.

O sırada Höglund içeri girdi. Odadaki gergin havadan önemli bir şeylerin olduğunu anlamıştı. Ne olduğunu sormadan sessizce bekledi.

“Fotoğrafçıyı çağıralım mı?” diye sordu Nyberg.

“Hayır, sen birkaç tane çekiver,” diye karşılık verdi Wallander. “Önemli olan şey onu kasanın içinden çıkarmak.”

Höglund’a döndü.

“Kasanın içinde kesik bir kafa var,” dedi. “Kurumuş bir insan kafası. Ya da bir maymun.”

Höglund başını uzatıp baktı. Wallander genç kadının yüzünü buruşturmadığına dikkat etti. Nyberg’le adamlarının rahatça çalışabilmeleri için oradan uzaklaştılar. Wallander ter içinde kalmıştı.

“Kasada kesik bir kafa,” dedi Höglund. “Belki insan, belki de maymun kafası. Bunu nasıl yorumlayacağız?”

“Eriksson tahmin ettiğimizden daha karmaşık bir adammış,” dedi Wallander.

Nyberg’le ekibinin kasayı boşaltmasını beklediler. Saat sabahın dokuzuydu. Wallander, Höglund’a Borås’tan posta siparişiyle gelen paketten söz etti. Wallander’in zamanı olmadığından birinin Runfeldt’in evine gidip evi baştan aşağı aramasına karar verdiler. Nyberg teknisyenlerinden birini de gönderebilirse çok daha iyi olacaktı. Höglund emniyete telefon etti, kendisine feribot kazasından sonra Danimarka polisinin kıyıya vuran ceset olmadığını onayladığı söylendi. Malmö polisiyle deniz kurtarma ekibi de herhangi bir ceset bulamamıştı.

Saat dokuz buçukta Nyberg kesik kafayla kasadaki günlüğü de alıp yanlarına geldi. Wallander, Nyberg’in kesik kafayı masaya koyması için ağaçkakanla ilgili şiiri kenara itti. Kasada günlüğün yanı sıra içinde bir madalya olan kadife bir kutu da vardı. Ama hepsi de tüm dikkatlerini kesik kafaya yöneltmişti. Gün ışığında artık hiç kuşkuları kalmamıştı. Bu, gerçekten de bir insan kafasıydı. Siyahi birinin kafasıydı. Belki de bir çocuğun. Ya da genç birinin. Nyberg kesik kafaya büyüteçle baktığında böcekleri gördü. Nyberg kafaya iyice yaklaşarak kokladığında Wallander tiksintiyle yüzünü buruşturdu.

“Kesik kafalar konusunda uzman olan tanıdığın biri var mı?” diye sordu Wallander.

“Etnografya Müzesi,” diye karşılık verdi Nyberg. “Ama Halk Müzesi deniyor artık. Emniyet Genel Müdürlüğü küçük ama gerçekten muhteşem bir broşür çıkarttı. En tuhaf olaylarla ilgili bilgiyi nereden edineceğini yazmışlar.”

“O zaman onlarla bağlantı kuralım,” dedi Wallander.

Nyberg kesik kafayı yavaşça bir poşete yerleştirdi. Wallander’le Höglund masanın başına geçip diğer bulguları incelemeye başladılar. Kadife kutunun içindeki madalya yabancı bir ülkeye aitti. Üstünde Fransızca bir şeyler yazıyordu ama hiçbiri okuyamadı. Günlüğün sayfalarını çevirmeye başladılar. Yazıların bazıları 1960’lı yıllara aitti. Birinci sayfasında Harald Berggren adı yazılıydı. Wallander soru sorarcasına Höglund’a baktı. Höglund başını iki yana salladı. Bu isim ilk kez karşılarına çıkıyordu. Günlükte bir iki şey yazılıydı. Holger Eriksson’un baş harfleri H. E.’nin yanı sıra birkaç tarih de düşülmüştü ve bu günlük de yaklaşık otuz yıl öncesinin 1960 Şubat’ına aitti.

Wallander günlüğü karıştırmaya başladı. İçinde bazı kayıtlar vardı. İlk kayıt 1960 Kasım’ında son kayıtsa 1961 Temmuz’unda yapılmıştı. El yazısı okunaksızdı. Birden göz doktoruna gitmeyi unuttuğunu anımsadı. Nyberg’in büyütecini alıp rastgele okumaya başladı.

“Belçika Kongosu’yla ilgili,” dedi. “Savaş sırasında orada olan biriyle. Bir askerle ilgili.”

“Holger Eriksson mu yoksa Harald Berggren mi?”

“Harald Berggren. O da kimse.”

Günlüğü masaya bıraktı. Önemli olabilirdi. Bakıştılar. Wallander aynı şeyi düşündüklerinin farkındaydı.

“Kesik bir kafa,” dedi. “Ve Afrika’da savaşla ilgili notların yer aldığı bir günlük.”

“Bir hendek,” dedi Höglund. “Savaşı anımsatan bir hendek. Bana göre kesik bir kafayla kazığa sokulmuş insanlar birbirinden çok da farklı değil.”

“Ben de senin gibi düşünüyorum,” dedi Wallander. “Ne dersin, aradığımız ilk ipucunu bulduk mu acaba?”

“Harald Berggren kim?”

“Bulmamız gereken ilk şeylerden biri de bu.”

Wallander birden Martinson’un Svarte’de Eriksson’un eski elemanlarından birini görmeye gideceğini anımsadı. Höglund’a onu aramasını söyledi. O andan itibaren Harald Berggren adının araştırılacağını ve olabilecek tüm ilişkilerin inceleneceğini belirtti. Höglund numarayı çevirdi. Bekledi. Sonra da başını iki yana salladı.

“Telefonu kapalı,” dedi.

Wallander sinirlendi. “Hepimiz telefonlarımızı kapatırsak soruşturmayı nasıl sürdürebiliriz?”

Aslında bu kuralı en çok kendisinin bozduğunun farkındaydı ama Höglund kibar davranıp bu konuda ona bir şey söylememişti.

“Ben onu bulurum,” dedi genç kadın ayağa kalkarak.

“Harald Berggren,” dedi Wallander. “Bu isim çok önemli.”

“Bunu herkese söyleyeceğim, merak etme.”

Wallander odada yalnız kalınca masa lambasını yaktı. Tam günlüğün sayfalarını çevirmek üzereyken defterin deri kılıfının içinde bir şey olduğunu fark etti. Özenle parmağını sokup çıkardı. Bu siyah beyaz, kenarları yıpranmış, oldukça eski bir fotoğraftı. Fotoğrafta üniformalı üç adam fotoğrafçıya bakarak gülüyordu. Wallander iri orkidelerin arasında çekilmiş Runfeldt’in fotoğrafını anımsadı. Bu fotoğraf da İsveç dışında bir yerlerde çekilmişti. Büyüteçle fotoğrafı inceledi. Adamların yüzü güneş yanığıydı. Gömleklerinin düğmelerini açmış, kollarını sıvamışlardı. Ayaklarının dibinde de silahları duruyordu. Yerinden kopmuş ve aşınmış iri bir kayaya dayanmışlardı. Zemin ya kumlu ya da çakıl taşı, pek belli olmuyordu.

Adamlar yirmili yaşlarda görünüyordu. Fotoğrafın arkasına baktı. Büyük olasılıkla bu fotoğraf da 1960’lı yılların başında çekilmiş olmalıydı. Bu da Holger Eriksson’un onların arasında olmadığını gösteriyordu. 1960’lı yıllarda Eriksson 40 ile 50 yaş arasında olmalıydı.

Wallander masanın çekmecelerinden birini açtı. Daha önce bu çekmecelerden birinde bir zarf içinde vesikalık fotoğraflar gözüne ilişmişti. Eriksson’un vesikalık fotoğraflarından birini masaya koydu. Bu 1989 yılında çekilmişti. Holger Eriksson, 73 yaşında. Wallander yaşlı adamın fotoğrafına dikkatle baktı. Sivri bir burnu, ince dudakları vardı. Fotoğraftaki yüzü kırışıksız ve daha genç hâliyle düşünmeye çalıştı. Sonra da üç adamın fotoğrafına baktı. Hepsinin yüzlerini teker teker inceledi. Soldaki adam Holger Eriksson’u andırıyordu. Wallander arkasına yaslanıp gözlerini kapadı. Holger Eriksson bir hendekte öldürülmüştü. Kasasından da kesik bir baş, birkaç günlük ve bir fotoğraf çıkmıştı. Wallander birden gözlerini açarak yerinde doğruldu. Eve giren hırsız olayı gelmişti aklına. Hırsız kasaya dokunmamıştı bile. Eve giren kişinin kasayı bulması kolay değildi, diye geçirdi içinden. Kasanın içindekilerin yine bunlar olduğunu varsayalım şimdi, diye düşündü. Hırsız belki de bunları arıyordu. Kasayı bulamayınca da çekip gitmişti ve bir yıl sonra da Eriksson öldürülmüştü.

Ama bu düşünceyle yola çıktığında iki olay arasında nasıl bir bağ bulacaktı? Eriksson’un ölümünden sonra kasayı bizler bulamasaydık büyük olasılıkla avukatı bulacaktı.

Yine de başka bir şey olmalıydı. Bir ipucu.

Bir kez daha fotoğrafa baktı. Adamlar gülümsüyordu. Otuz yıldan beri bu fotoğrafta gülümsüyorlardı. Fotoğrafı Eriksson çekmiş olabilir miydi? Ama Eriksson; Ystad, Tomelilla ve Sjöbo’da araba satıp durmuştu. Afrika savaşına gitmemişti. Yoksa gitmiş miydi?

Wallander masadaki günlüğe düşünceli bir şekilde baktı. Fotoğrafı ceketinin cebine attı, günlüğü aldı ve banyoda teknisyenlerden biriyle çalışan Nyberg’in yanına gitti.

“Bu günlüğü alıyorum. Cep takvimlerini bıraktım.”

“O günlükte bir şeyler bulacağına inanıyor musun?” diye sordu Nyberg.

“Evet,” diye karşılık verdi Wallander. “Beni arayan olursa evde olacağımı söyle.”

Bahçeye çıktığında polislerin olay yerindeki kordonu kaldırmaya başladığını gördü. Hendeği örten muşambayı kaldırmışlardı bile.

Bir saat sonra mutfağındaki masada oturuyordu. Günlüğü açtı.

İlk yazı 20 Kasım 1960 tarihliydi.

10

Wallander’in Harald Berggren’in günlüğünü baştan sona okuması altı saat sürmüştü. Tabii kesintilerle birlikte. Telefon susmak bilmiyordu. Wallander telefon konuşmalarını mümkün olduğunca kısa kesmeye çalışmıştı. Günlük o güne değin okuduğu en büyüleyici ama aynı zamanda da en ürkütücü şeydi. Bir insan yaşamının birkaç yılını içeriyordu. Wallander için bu bambaşka bir dünyaya girmek gibiydi. Harald Berggren her kimse, dil uzmanı olmadığı ortada olmasına ve duygularını abartılı ifade etmesine karşın yine de deneyimlerini anlatış türü ve yaşadıkları ilginçti. Wallander günlükte yazılanların Eriksson’un başına gelenleri anlamaları açısından yol gösterici nitelikte olduğunu düşünüyordu. Bu düşüncelerine karşın içinden bir ses bu yolu izlemelerinin yanlış olacağını söylüyordu. Wallander yaşanılanların büyük bir kısmının hem beklenilen hem de beklenilmeyen şeyler olduğunu biliyordu. Burada önemli olan insanın bağlantıları doğru yorumlamasıydı. Ayrıca hiçbir cinayet soruşturması bir diğerine benzemezdi, yalnızca yüzeysel bazı benzerlikleri olduğu sanılırdı.

Bu bir savaş günlüğüydü. Wallander günlüğü okumayı sürdürdükçe fotoğraftaki diğer iki erkeğin adını da öğrendi ama günlüğün sonuna geldiğinde yine de hangisinin hangisi olduğunu tam olarak çıkaramamıştı. Harald Berggren’in yanındaki erkeklerden biri İrlandalı Terry O’Banion, diğeriyse Fransız Simon Marchand’dı. Fotoğraf Raul adında biri tarafından çekilmişti. Afrika’daki savaşta bir yıldan daha uzun süredir paralı asker olarak görev yapıyorlardı. Günlüğün ilk sayfalarında Harald Berggren Stockholm’deyken paralı askerlerin gizli dünyasıyla Brüksel’deki bir kafe aracılığıyla bağlantı kurulacağını öğrendiği yazıyordu. Paralı askerlik konusunu ilk kez 1958 yılının Noel zamanı duymuştu ama neden paralı askerlik yapmaya karar verdiğini açıklamamıştı. Berggren ne geçmişinden ne de ailesinden söz ediyordu günlüğünde. Anılarını yazmaya birdenbire karar vermiş gibiydi. Günlüğü yazmaya başladığında 23 yaşında olduğu ve 15 yıl önce Hitler’in bozguna uğramasıyla sona eren savaşa çok üzüldüğü kesin olarak anlaşılıyordu.

Wallander bu noktada durdu. Bunlar Berggren’in kendi sözcükleriydi: Çok üzüldüm. Wallander o bölümü bir kez daha okudu: Hain generalleri tarafından bozguna uğratılan Hitler’e çok üzüldüm. Bu çok üzüldüm sözcüğü Berggren’le ilgili önemli bir ipucu verir nitelikteydi. Berggren burada acaba siyasi bir inançtan mı söz ediyordu? Yoksa bu günlüğün sahibi aklını yitirmiş biri miydi? Wallander bunların doğruluğuna ilişkin herhangi bir ipucu yakalayamamıştı. Berggren de zaten daha sonra Hitler’den bir daha hiç söz etmemişti. 1960 Haziran’ında İsveç’ten trenle ayrılarak Tivoli’ye gitmek için bir gün Kopenhag’da kalmıştı. Orada Irene adında bir kızla dans etmişti. Kızın çok sevimli ama çok uzun boylu olduğunu yazmıştı günlüğüne. Ertesi gün de Hamburg’a geçmişti. Bir sonraki günse yani 12 Haziran 1960’ta Brüksel’deydi. Bir ay sonra hedefine ulaşmış, paralı asker olarak yazılmıştı. Gurur dolu bir havayla artık bir maaşı olduğunu ve savaşa gideceğini yazmıştı günlüğüne. Bunları aslında çok daha sonraları, 20 Kasım 1960’da yazmıştı. O sırada artık Afrika’daydı. Günlüğüne ilk yazdıkları, aynı zamanda en uzun hikâyesi Afrika’ya nasıl gittiğine ilişkindi. Wallander atlasını çıkarıp Berggren’in sözünü ettiği Omerutu adındaki yere baktı. Haritada böyle bir yer adı yoktu ama günlüğü okumayı sürdürürken haritayı kaldırmamıştı. Terry O’Banion ve Simon Marchand’la birlikte Berggren yalnızca paralı askerlerden oluşan bir savaş takımına katılmıştı. Berggren’in hakkında fazla bir şey yazmadığı takım liderinden yalnızca Sam diye söz ediyordu. Berggren’in savaşın sona ermesine aldırmadığı anlaşılıyordu. Wallander o günlerde Belçika Kongosu’nda olan bitenlerle ilgili pek bir şey bilmiyordu. Berggren de paralı bir asker olarak rütbesini açıklamamıştı. Yalnızca özgürlük için savaştıklarını yazmakla yetinmişti. Kimin özgürlüğünden söz ettiği belli değildi. Eğer İsveçli BM askerleriyle kendisini bir çarpışma içinde bulursa silahını kullanma konusunda kesinlikle tereddüt etmeyeceğini belirtmişti. Berggren maaşını her alışını da günlüğüne yazmaya özen göstermişti. Her ayın sonunda kaç para aldığı, ne kadar harcadığı ve ne kadar biriktirdiği gibi basit hesaplar yapmıştı. Ayrıca ele geçirdiği her ganimeti de bir liste şeklinde defterine geçirmişti. Berggren paralı askerlerin terk edilmiş ve yanmış bir çiftliğe gelişlerini ve orada Belçikalı çiftlik sahibiyle karısının yanık cesetlerini nasıl bulduklarını da yazmıştı. Cesetler yataklarına el ve ayaklarından bağlıydı. Evdeki koku korkunç olmasına karşın paralı askerler yine de evi baştan sona aramış, pırlanta ve altın takılar bulmuşlardı. Daha sonra bu takıları Lübnanlı bir kuyumcuya götürmüşler ve takıların 20.000 İsveç kronundan daha fazla ettiğini öğrenmişlerdi. Berggren elde edilen para iyi olduğundan savaşın bir sakıncası olmadığını yazmıştı. Günlüğün yalnızca bir bölümünde Berggren kendisine, araba tamircisi olarak eğer İsveç’te kalsa bu parayı kazanabilir miydi, diye sormuş ve kazanamayacağına karar vermişti. İsveç’teki yaşam tarzını sürdürerek aynı noktaya gelmesi olanaksızdı. Büyük bir istekle savaşa olan katkısını sürdürmeye devam etmişti.

Ay sonları hesaplarının yanı sıra Berggren diğer konuları da düzenli bir şekilde günlüğüne yazmayı sürdürmüştü. Birçok kişiyi öldürmüştü. Cesetlerin sayılarını ve öldürdüğü günleri belirtmişti. Öldürdüğü kişilerin kadın, erkek ya da çocuk olduklarını yazmış, cesetleri yakından inceleme fırsatını ele geçirdiğinde de kurşunun nereye saplandığını yazmaya özen göstermişti. Wallander günlüğün bu bölümlerini öfke ve nefret içinde okudu. Berggren’in söz konusu bu savaşla uzaktan yakından bir ilgisi yoktu. Ona öldürmesi için para veriliyordu ama bu emri kimin verdiği bilinmiyordu. Öldürdüğü kişiler genellikle sivildi. Paralı askerler korumaya çalıştıkları özgürlüğe karşı olduğunu düşündükleri köylere ve kasabalara baskın yapıyorlardı. Öldürüyor, yağmalıyor, sonra da basıp gidiyorlardı. Tüm Avrupalılar ölüm birliği gibiydi ve öldürdükleri kişileri kendileriyle eşit görmüyorlardı. Berggren siyahilerden nefret ettiğini gizlemiyordu. Yanlarına yaklaştığımızda zenciler keçi gibi çığlıklar atıp kaçıyor ama kurşunlarla rekabet etmeleri olanaksız, diye yazmıştı günlüğüne. Wallander bu satırları okuduktan sonra elindeki günlüğü fırlatıp atmak istedi. Kısa bir ara verdikten ve yorgun gözlerini biraz dinlendirdikten sonra kendini zorlayarak okumayı sürdürdü. Göz doktoruna gitmediği için şimdi çok pişmandı. Berggren ayda yaklaşık on kişiyi öldürdüğünü yazmıştı. Yedi ay savaştıktan sonra da hastalanmış ve uçakla Léopoldville’deki hastaneye gönderilmişti. Dizanteri tanısı konulmuş ve haftalarca hastanede yatması gerekmişti. Hastanede kaldığı süre içinde günlüğüne hiçbir şey yazmamıştı. O güne kadar da İsveç’te oto tamircisi olmak yerine katıldığı bu savaşta elliden fazla insanı öldürmüştü. Berggren iyileşince birliğine dönmüştü. Bir ay sonra da Omerutu’daydılar. Büyük kaya parçasının önünde O’Banion ve Marchand’la birlikte fotoğraf çektirmişti. Wallander fotoğrafı alıp mutfak penceresine yaklaşarak bir kez daha dikkatle baktı. Üç hafta sonra da pusuya düşürülmüşler ve O’Banion öldürülmüştü. Geri çekilmeye zorlanmışlardı. Wallander, Berggren’in içindeki korkuyu hissetmeye çalıştı. Berggren’in korktuğundan emindi ama günlüğüne bu duygusuyla ilgili hiçbir şey yazmamıştı. Yalnızca ölülerini gömüp mezarlarına tahta haçlar diktiklerini yazmakla yetinmişti. Bu arada savaş tüm acımasızlığıyla sürüyordu. Bir keresinde nişan tahtası olarak maymunları kullandıklarını yazmıştı Berggren. Bir başka kez ise nehrin kıyısındaki timsah yumurtalarını toplamışlardı. Berggren’in birikimleri 30.000 krona yaklaşıyordu.