“Olanlar çok kötü,” dedi Hökberg. “Yani, ne oldu da böyle bir şey yaptı, anlayamıyorum.”
“Daha önce şiddete meyilli miydi?”
“Hiç.”
“Peki ya karın? Evde mi?”
Hökberg koltuğuna çuval gibi yığılmıştı. Yüzündeki yağ tabakalarının altından Wallander şimdi ona fersah fersah uzakta görünen bir geçmişte kalmış başka bir çehrenin ana hatlarını seçebiliyordu.
“Emil’i alıp Höör’deki kız kardeşine gitti. Burada kalmaya dayanamadı. Gazeteciler telefon edip duruyordu. Hiç merhametleri yok. Bazıları gecenin olmadık bir vakti arıyordu.”
“Onunla konuşmak zorundayım maalesef.”
“Biliyorum. Polise ona orada ulaşabileceklerini söyledim.”
Wallander nasıl devam edeceğini kestiremedi. “Sen ve karın olanlar hakkında konuşmuşsunuzdur.”
“O da benim kadar şaşkın, anlayamıyor. İkimiz de şoktayız.”
“Sonja’yla aranız iyi midir?”
“Hiç problem yaşamadık.”
“Peki annesiyle arası nasıldı?”
“Aynı. Ara sıra atışırlardı ama sıradan şeyler. Onu tanıdığımdan beri bir problem çıkmadı.”
Wallander kaşlarını çattı.
“Nasıl yani?”
“Benim üvey kızım olduğunu biliyordun, değil mi?”
Raporda yazmış olsa Wallander mutlaka hatırlardı.
“Sadece Emil ortak çocuğumuz,” dedi Hökberg. “Ben onunla tanıştığımda Sonja iki yaş civarındaydı. 17 yıl önceydi. Ruth ve ben bir Noel partisinde tanıştık.”
“Sonja’nın babası kim?”
“Adı Rolf. Kızla hiç ilgilenmemiş. Ruth’la evlenmemişler bile.”
“Nerede olduğunu biliyor musun?”
“Birkaç sene önce vefat etti. İçe içe öldü gitti.” Wallander paltosunun cebinde tükenmez kalem aradı. Hem gözlüğünü hem defterini unuttuğunu zaten fark etmişti. Cam sehpada bir tomar gazete duruyordu.
“Sakıncası yoksa bir parça koparabilir miyim?”
“Polisin kırtasiye malzemesine yetecek parası yok mu artık?”
“İyi bir soru. Not defterimi unutmuşum da.”
Wallander kâğıdı bir derginin üstüne koyup yazdı. İngilizce yazılmış bir finans dergisi olduğu dikkatini çekti.
“Sakıncası yoksa, ne iş yaptığını sorabilir miyim?”
Cevap çok şaşırtıcıydı.
“Borsada oynuyorum.”
“Anladım. Bu ne anlama geliyor yani?”
“Hisse alıp satıyorum, yabancı döviz alıp satıyorum. Aynı zamanda bahislere giriyorum, daha çok İngiliz kriket maçlarına. Bazen Amerikan beyzbol iddialarına da yatırım yapıyorum.”
“Yani kumar oynuyorsun?”
“Bildiğimiz kumar değil. At yarışlarına asla girmem. Ama hisse senedi alıp satmaya da bir tür kumar denebilir herhâlde.”
“Tüm bunları evden yapıyorsun yani?”
Hökberg ayağa kalkıp Wallander’e onu takip etmesini işaret etti. Bitişikteki odaya girince Wallander eşikte kaldı. Bu odada sadece bir değil, üç televizyon vardı. Ekranların en altından çeşitli rakamlar akıyordu. Duvarda dünyanın çeşitli yerlerindeki zamanı gösteren bir saat asılıydı. Âdeta hava trafiği kontrol kulesine girmek gibiydi.
“İnsanlar hep teknoloji sayesinde dünya küçüldü der,” dedi Hökberg. “Bence orası tartışılır. Ancak şu bir gerçek ki benim dünyamı tartışılmaz biçimde büyüttü. Ystad’ın ucundaki bu alelade evden dünyanın bütün piyasalarına ulaşabiliyorum. Londra ya da Roma’daki bahis merkezleriyle temas kurabiliyorum. Hong Kong piyasasında vadeli işlem yapıp Jakarta’da Amerikan dolarıyla satabiliyorum.”
“Gerçekten o kadar basit mi?”
“Hiç değil. İzinler gerekiyor, iyi kontakların ve bilgin olması lazım. Ama ben bu odaya adım attığımda dünyanın tam merkezindeyim. İstediğim yerdeyim. Güç ve hassasiyet yan yana yürüyor burada.”
Oturma odasına döndüler.
“Sonja’nın odasını da görmek isterim,” dedi Wallander. Hökberg merdivenlerden çıkarken ona eşlik etti. Wallander’in, oğulları Emil’e ait olduğunu düşündüğü odanın önünden geçtiler.
“Ben aşağıda beklerim,” dedi Hökberg. “Bana ihtiyacın yoksa yani.”
“Hayır, gerek yok.”
Wallander, Hökberg’in ağır adımlarla alt kata indiğini duydu. Odanın kapısını açtı. Tavan aşağı eğimliydi ve pencerelerden biri aralıktı. İncecik perde rüzgârda dalgalanıyordu. Wallander uzun tecrübelerinden öğrenmişti ki ilk izlenim her zaman çok önemliydi. Yakından inceleme yapıldığında ilk bakışta göze çarpmayan önemli detaylara ulaşılabilirdi ancak Wallander, her zaman o ilk izlenimine bir dönerdi.
Bu odada bir insan yaşıyordu. Wallander’in aradığı kişi oydu. Yatak toplanmıştı; pembe, çiçekli yastıklar vardı. Duvarlardan birinde bir raf dolusu oyuncak ayıcık duruyordu. Gardırop kapağı aynalıydı ve yerde kalın bir halı vardı. Pencere kenarında bir çalışma masası vardı ama üstünde hiçbir şey yoktu. Wallander çok uzun bir süre kapının eşiğinde durup odaya baktı. Sonja Hökberg burada yaşıyordu. Wallander odaya girdi, yatağın yanına diz çöküp altına baktı. Her taraf ince bir toz tabakasıyla kaplıydı, sadece bir noktada, oradan alınmış bir şeyin izi kalmıştı. Wallander ürperdi. Çekicin bulunduğu yer burası olmalı, diye düşündü. Ayağa kalktı, çalışma masasının çekmecelerini açtı. Hiçbir çekmece kilitli değildi. Hatta kilit bile yoktu. Ne aradığını bilmiyordu aslında. Belki bir günlük ya da birkaç fotoğraf. Ancak çalışma masasında dikkatini çeken hiçbir şey yoktu. Wallander yatağa oturup kızla karşılaşmasını düşündü.
Odayı kapının ardından görür görmez dikkatini çeken bir şey fark etmişti.
Bir uyumsuzluk. Hökberg ve odası birbiriyle uyuşmuyordu. Onu burada, bu pembe yastıkların ve ayıcıkların arasında hayal edemiyordu. Yine de burası onun odasıydı işte. Wallander bunun ne anlama geliyor olabileceğini çözmeye çabaladı. Hangisi gerçeğe daha yakındı: Emniyette tanıştığı o pervasız kız mı, yoksa yaşadığı, yatağının altında çekiç sakladığı bu oda mı?
Yıllar önce Rydberg ona dinlemenin inceliklerini öğretmişti: Her odanın kendi yaşamı ve nefesi vardır. Kulak verip dinlemek zorundasın. Bir oda, içinde yaşayan insan hakkında birçok sır anlatır.
Wallander ilk başta Rydberg’in bu tavsiyesine şüpheyle yaklaşmıştı ancak zaman içinde, Rydberg’in ona hayati öneme sahip bir bilgi verdiğine kanaat getirmişti.
Wallander’in başı ağrımaya başlıyordu, özellikle şakakları zonkluyordu. Kalkıp gardırobun kapısını açtı. Giysiler askıdaydı, yerde ayakkabılar diziliydi. Kapının iç kısmında Şeytanın Avukatı filminin posteri asılıydı. Başrol oyuncusu Al Pacino’ydu. Wallander bu aktörü Baba filminden hatırlıyordu. Gardırobun kapağını kapatıp çalışma masasının yanındaki sandalyeye oturdu. Odaya yeni bir açıdan bakmış oldu.
Bir şey eksik, diye düşündü. Linda’nın odasının ergenlik yıllarındaki hâlini anımsadı. Tabii ki bazı pelüş oyuncaklar vardı. Ama ondan öte, her yer hayranlık duyduğu idollerin resimleriyle doluydu, zaman zaman bu idoller değişirdi ama muhakkak birileri asılıydı.
Hökberg’in odasında bu tarz bir şey yoktu. Kız 19 yaşındaydı ve sadece gardırobun içinde bir film afişi asılıydı. Wallander orada birkaç dakika daha oturdu, sonra odadan çıkıp merdivenlerden indi.
Hökberg ona dikkatlice baktı.
“Bir şey buldun mu?”
“Sadece şöyle bir bakmak istemiştim.”
“Ona ne olacak?”
Wallander başını iki yana salladı. “Bir yetişkin gibi mahkemeye çıkarılacak. Suçu işlediğini itiraf etti. Ona pek insaflı davranmazlar.”
Hökberg bir şey demedi. Wallander adamın ıstırap içinde olduğunu anladı.
Wallander, Hökberg’in Höör’deki baldızının numarasını bir kâğıda not etti. Evden çıkıp emniyete dönerken sağlığı gitgide kötüleşiyordu. Basın toplantısından sonra doğruca eve gidip kendini yatağa atacaktı.
Danışmaya adım atmasıyla Irene el sallayarak onu yanına çağırdı. Kadının beti benzi atmıştı.
“Bir şey mi oldu?” dedi.
“Bilmiyorum,” dedi Irene. “Seni arıyorlar ve her zamanki gibi cep telefonun yanında değil.”
“Kim beni arıyor?”
“Herkes.”
Wallander’in sabrı taştı. “Ne demek herkes? Hangi herkes?”
“Martinson. Ve Lisa.”
Wallander, doğrudan Martinson’un odasına gitti. Hansson da oradaydı.
“Ne oldu?”
Martinson dedi ki: “Hökberg kaçtı.”
Wallander kulaklarına inanamayarak bakakaldı. “Kaçtı mı?”
“Gitmiş. Bir saat önce. Elimizdeki bütün personeli onu aramakla görevlendirdik ama kız puf, kayboldu gitti.”
Wallander arkadaşlarına baktı. Arkasından paltosunu çıkarıp oturdu.
6
Wallander’in neler olduğunu anlaması uzun sürmedi. Birisi, temel güvenlik önlemlerini önemsemeyen birisi dikkatsiz davranmıştı. Ancak hepsinden öte o birisi, Sonja Hökberg’in göründüğü gibi masum bir genç kız olmadığını, daha birkaç gün önce feci bir cinayet işlediğini unutmuştu.
Yaşananları en başa sarıp sıralamak kolaydı. Hökberg bir hücreden diğerine alınacaktı. Avukatıyla buluşmuştu ve nezarete geri götürülecekti. Götürülmeyi beklerken tuvalete gitmek için izin istemişti. Tuvaletten çıktığında nöbetçi memurun sırtı dönük, odalardaki birisiyle sohbet ettiğini görmüştü. Böylece doğrudan ters yöne yürümüştü. Kimse onu durdurmaya çalışmamıştı. Ön kapıdan elini kolunu sallaya sallaya çıkıp gitmişti. Kimse onu görmemişti. Ne Irene ne de başka biri. Yaklaşık beş dakika sonra, nöbetçi polis tuvalete girmiş ve kızın orada olmadığını görmüştü. Kızın avukatıyla konuştuğu odaya bakmıştı, orada da olmadığını fark edince hemen güvenliğe haber vermişti. Bu esnada Hökberg’in sırra kadem basmak için tam on dakikası vardı.
Wallander inledi, baş ağrısının daha da beter bir hâl aldığını hissetti.
“Elimizdeki bütün personeli ayağa kaldırdım,” dedi Martinson. “Kızın babasını da aradım. Sen de oradan yeni çıkmıştın. Bize nereye gidiyor olabileceğini gösteren herhangi bir şey gördün mü?”
“Annesi, Höör’de kız kardeşiyle kalıyor.” Martinson’a numarayı verdi.
“Oraya yayan gitmeyi planlıyor olamaz,” dedi Hansson.
“Ehliyeti var,” dedi Martinson, ahizeyi kulağına bastırıp. “Otostop çekebilir, araba çalabilir.”
“Persson’la konuşmamız lazım,” dedi Wallander. “Derhâl. Çocuk olması hiç önemli değil, bildiği her şeyi bize anlatacak.”
Hansson çıkmak için ayaklandı, ortadan kaybolan kızı yeni öğrenen Holgersson’la neredeyse burun buruna geldi. Martinson, telefonda Hökberg’in annesiyle konuşurken Wallander de Holgersson’a kızın nasıl kaçtığını anlattı.
“Bu kesinlikle kabul edilemez,” dedi Holgersson. Burnundan soluyordu.
Wallander kadının bu yönünü seviyordu. Eski müdürleri Björk böyle zamanlarda hep kendi namına leke sürülmesinden endişelenirdi.
“Böyle olayların yaşanmaması lazım,” dedi Wallander. “Ama oluyor. Esas önemli olan kızın izini sürmemiz. Sonra güvenlik önlemlerimizin üstünden geçip bu olaydaki hata kime ait göreceğiz.”
“Sence daha fazla suç işleme tehlikesi var mı?”
Wallander bir an düşündü. Hökberg’in odası gözünde canlandı, rafta yan yana sıralanmış ayıcıklar vardı.
“Bu noktada onun hakkında fazla bir şey bilmiyoruz,” dedi Wallander. “Ancak bu ihtimali elememeliyiz.”
Martinson telefonu kapattı.
“Annesiyle konuştum,” dedi. “Höör’deki polis arkadaşlarla da görüştüm. Ne yapmaları gerektiğini biliyorlar.”
“Gerçekten biliyor muyuz, emin değilim,” dedi Wallander. “Ama o kızın bir an önce yakalanmasını istiyorum.”
“Kaçış planlı mıymış?” dedi Holgersson.
“Görevli memura göre hayır,” dedi Martinson. “Bence kız durumdan istifade etti.”
“Ah, planlıydı,” dedi Wallander. “Sadece en doğru ânı kolluyordu. Buradan kaçıp kurtulmak istiyordu. Avukatıyla konuşan var mı? Ondan yardım umabilir miyiz?”
“Kimsenin aklına geldiğini sanmam,” dedi Martinson. “Kızla konuşması biter bitmez emniyetten ayrılmış.”
Wallander ayağa kalktı. “Ben onunla konuşurum.”
“Basın toplantısı ne olacak?” diye sordu Holgersson. “O işi ne yapsak?”
Wallander kol saatine baktı. Saat on bir yirmiydi.
“Planladığımız üzere toplantıyı yapacağız, olan biteni anlatacağız, istesek de istemesek de.”
“Sanırım ben de orada olmalıyım,” dedi Holgersson.
Wallander cevap vermedi. Odasına döndü, başı zonkluyordu. Her yutkunduğunda boğazı acıyordu.
Şu anda yatakta olmalıyım, diye geçirdi içinden. Oysa ben bir taksiciyi öldüren ergen kızların peşindeyim.
Masasının çekmecelerinden birinde kâğıt mendil buldu, elinden geldiğince yüzünü gözünü sildi. Ateşi çıkmıştı, deli gibi terliyordu. Hökberg’in avukatına telefon etti.
“Beklenmedik bir olay,” dedi Lötberg, Wallander anlatmayı bitirince.
“Buna olsa olsa problem denir,” dedi Wallander. “İşimize yarayacak bir bilgi verebilir misin?”
“Sanmıyorum. Kızla iletişim kurmak zordu. Dışarıdan bakıldığında çok sakin görünüyordu ama aslında neler olup bittiği hakkında hiçbir fikrim yok.”
“Erkek arkadaşından bahsetti mi? Görmek istediği birisi?”
“Hayır.”
“Hiç kimse mi?”
“Persson ne yapıyor diye sordu.”
Wallander durdu. “Anne babasını sormadı mı?”
“Aslına bakarsan, hayır.”
Wallander bunu çok garip buldu, odasının verdiği izlenim gibi tıpkı. Şu Sonja Hökberg hakkında hissettiği uyumsuzluk gittikçe derinleşiyordu.
“Elbette benimle temasa geçerse haber veririm,” dedi Lötberg.
Wallander zihninde kızın odasının görüntüsüyle kalakaldı. Bir çocuk odasıydı, diye düşündü. 19 yaşındaki bir kızın odası değildi. Hâlâ 10 yaşındaki bir kızın odasıydı, sanki kız büyürken odası yaş almayı bırakmıştı.
Wallander düşüncelerini daha fazla geliştiremedi ancak önemli bir yolda olduğundan emindi.
Martinson daha yarım saat olmadan Eva Persson’la görüşmeyi ayarlamıştı. Wallander kızı görünce şoka girdi. Kız kısa boyluydu ve taş çatlasın 12 yaşında görünüyordu. Wallander kızın ellerini inceledi, bu ellerin bıçak tuttuğunu, kurbanın göğsüne sapladığını hayal etmeye çalıştı ama başaramadı. Çok geçmeden, bu kızda da Hökberg’i çağrıştıran bir şey dikkatini çekti. Gözlerindeki bakış, o aynı ilgisizlik ve kayıtsızlık.
Martinson onları yalnız bıraktı. Wallander, Höglund da olsun isterdi ancak o, şu anda Hökberg’i arama çalışmalarını organize ediyordu.
Persson’un annesi sanki bir süredir ağlıyor gibiydi. Wallander kadının hâline üzüldü. Kim bilir neler çekiyordu, düşününce içi ürperdi.
Derhâl sadede geldi. “Sonja kaçtı. Nereye gitmiş olabileceğini bana söylemeni istiyorum. Herhangi bir şey söylemeden önce dikkatlice düşün ve bildiğin her şeyi atlamadan anlat. Anladın mı?”
Persson evet anlamında başını salladı.
“Sence nereye gitmiş olabilir?”
“Eve gitmiştir herhâlde. Başka nereye gidebilir?”
Baş ağrısı yüzünden Wallander sabırsızdı. “Eve gitmiş olsaydı onu bulurduk,” dedi biraz sesini yükselterek. Annesi kendi içine kapanır gibi oldu.
“Nerede olduğunu bilmiyorum.”
Wallander not defterini açtı. “Arkadaşları kimler? Normalde kimlerle takılır? Arabası olan bir tanıdığı var mı?”
“Normalde hep o ve ben birlikte takılırız.”
“Ya diğer arkadaşları?”
“Bir de Kalle var sanırım.”
“Soyadı ne?”
“Ryss.”
“Adı Kalle Ryss mi?”
“Evet.”
“Senden bir tane bile yalan istemiyorum, anlıyor musun?”
“Ne bokuna bağırıyorsun lan, yaşlı moruk?”
Wallander neredeyse patlayacaktı, en çok da “yaşlı” diye hitap edilmesine sinirlenmişti.
“Neyin nesiymiş peki?”
“Sörfçü. Sık sık Avustralya’ya gidiyor ama şu anda evde, babasının yanında çalışıyor.”
“Babası ne iş yapıyor?”
“Nalbur dükkânı var.”
“Sonja’yla arkadaşlar yani?”
“Eskiden çıkıyorlardı.”
Persson, Hökberg’in temasa geçmiş olabileceği başka birisini düşünemiyordu. Nereye gitmiş olabileceğini de bilmiyordu. Wallander biraz daha bilgi koparmak için son bir çabayla kızın annesine döndü ama kadın, Sonja hakkında pek bir şey bilmediğini söyledi.
“Kızının en yakın arkadaşı, onun hakkında bir şeyler biliyor olmalısın.”
“Ondan hiç hoşlanmıyordum.”
Persson yana dönüp annesine bir tokat attı. O kadar hızlı olmuştu ki Wallander tepki verip de kızın kolunu tutamadı. Annesi çığlık atmaya başladı, kız annesine vurmaya, küfürler savurmaya devam etti. Wallander’in elini ısırdı ama Wallander onları ayırmayı başardı.
“Defol git yaşlı cadı!” diye bağırdı Persson. “Onu artık görmek istemiyorum!”
Wallander kontrolünü kaybetti. Persson’a bir tokat attı. Hem de çok sert. Kız yere yapıştı. Wallander hemen odadan çıktı, avucu sızlıyordu. Holgersson koridordan koşarak geldi, suratına baktı.
“Ne oldu içeride?”
Wallander cevap vermedi. Eline baktı. Kırmızıya dönmüştü ve acıyordu. İkisi de basın toplantısına erken gelen gazeteciyi görmedi. Son birkaç saniyenin karambolü arasında çaktırmadan kapıya ulaşmıştı. İki, üç, dört fotoğraf çekmişti. Zihninde çoktan manşeti atıyordu.
Basın toplantısı yarım saat geç başladı. Holgersson, devriye polislerinden birinin Hökberg’i göreceği umuduna tutunmuştu. Wallander vaktinde başlamak istemişti çünkü kendini kandırmıyor, böyle bir ihtimalin olmadığını biliyordu, bir yandan da soğuk algınlığı iyice azıyordu.
En sonunda toplantıyı açması için onu ikna etmişti. Muhabirler sinirlenip hayatlarını zorlaştıracaktı yoksa.
“Onlara ne dememi istersin?” dedi Holgersson.
“Hiçbir şey,” dedi Wallander. “Ben halledeceğim. Senin sadece orada olmanı istiyorum, o kadar.”
Wallander müsaade isteyip tuvalete gitti. Suratına soğuk su çarptı, sonra büyük toplantı odasına döndü. Kaç tane muhabirin geldiğini görünce suratını buruşturdu. Holgersson’la birlikte kürsüye çıktı. Gazeteciler oturdu. Wallander önündeki kalabalığa baktı. Bazılarını tanıyordu. Bazılarını da ismen biliyordu, çoğuysa tamamen yabancıydı.
Onlara ne desem, diye geçirdi içinden. İnsan ne söyleyeceğini bildiğini sansa bile asla hayalindeki gibi çıkmıyordu ağızdan.
Holgersson muhabirlere hoş geldiniz deyip Wallander’i tanıttı.
Bundan nefret ediyorum, diye düşündü Wallander içinden. Sadece hoşlanmamak değil. Medyayla yaptığımız bu toplantılar yok mu? Hayatın bir gerçeği, biliyorum ama bundan nefret ediyorum.
İçinden sessizce üçe kadar sayıp başladı.
“Geçen salı akşamı Ystad’da, bir taksi şoförü vahşi bir saldırıya uğradı ve soyuldu. Bildiğiniz üzere adam aldığı yaralar sonucu öldü. O günden beri iki kişi suçu işlemekle itham edildi ve ikisi de suçlarını itiraf etti. Saldırganlardan biri reşit değil, sonuç olarak, bu basın toplantısında isim açıklamayacağız.”
Gazetecilerden biri el kaldırdı.
“İki saldırganın da kadın olduğu doğru mu?”
“O kısma geleceğim, merak etme,” dedi Wallander.
Gazeteci, genç ve ısrarcıydı. “Bu basın toplantısı saat birde başlayacaktı. Saat bir buçuğu geçti. Bizim de yetiştirmemiz gereken işler olduğunu es geçiyorsunuz herhâlde.”
Wallander bu soruyu duymazdan geldi.
“Dolayısıyla bu dava dosyası bir cinayet,” dedi. “Bunun olağan dışı, vahşice işlenmiş bir cinayet olduğunu saklamaya hiç gerek yok. Bu yüzden de soruşturmayı bu kadar hızlı çözüme kavuşturabilmek içimizi rahatlatıyor.”
Arkasından derin bir nefes aldı. Ne kadar derin olduğunu bilmediği bir havuza dalıyor gibi hissetti kendini.
“Üzülerek söylüyorum ki bir sıkıntı oldu. Saldırganlardan biri elimizden kaçtı. Kısa sürede onu yakalamayı umuyoruz tabii.”
Önce odada çıt çıkmadı. Sonra her kafadan bir soru çıktı.
“Adı ne?”
Wallander, Holgersson’a baktı, Holgersson başıyla onay verdi. “Sonja Hökberg.”
“Nerede tutuluyordu?”
“Burada emniyette.”
“Nasıl olabilir bu?”
“Bu meseleyi de derinlemesine araştırıyoruz.”
“Bu ne demek?”
“Tam ne demek olduğunu düşünüyorsan o demek. Hökberg’in gözaltındayken nasıl kaçabildiğini anlamaya çalışıyoruz demek.”
“Onu tehlikeli diye tanımlamak doğru mu olur?”
Wallander duraksadı. “Henüz kamu için bir tehdit mi değil mi bilmiyoruz.”
“Ya tehdittir ya değildir zaten? Hangisi?”
Wallander sinirlerine çok zor hâkim oluyordu, bugün ikinci kez gözü dönebilirdi. Bu süreci nihayete erdirip, eve gidip yatmaktan daha çok istediği bir şey yoktu. “Sıradaki soru.”
Muhabirin pes etmeye niyeti yoktu. “Ben kesin bir cevap istiyorum. Kız tehlikeli mi değil mi?”
“Sana cevabımı verdim. Sıradaki soru.”
“Silahlı mı?”
“Bilmiyoruz.”
“Lundberg yani taksici, nasıl saldırıya uğradı?”
“Bir bıçak ve çekiçle saldırmışlar.”
“Cinayet silahları elinizde mi?”
“Evet.”
“Görebilir miyiz?”
“Hayır.”
“Neden?”
“Soruşturmayla ilintili nedenlerden. Sıradaki soru.”
“Ulusal çapta polis alarma geçirildi mi?”
“Şu anda sadece bölge ekibi alarmda. Şimdilik size söyleyeceklerimiz bu kadar.” Wallander’in kapanış cümlesi bir itiraz fırtınasıyla karşılandı. Birtakım önemli soruların havada kaldığının farkındaydı fakat Wallander ayağa kalktı, Emniyet Müdürü Holgersson’u da yanında götürdü.
“Şimdilik bununla idare etsinler,” dedi.
“Daha uzun kalsa mıydık?”
“O zaman sen devralmak zorundasın. Gerekli bilgiyi edindiler. Geri kalanı bizden daha iyi doldururlar.”
Televizyon ve radyo kanallarından gelen gazeteciler röportaj istiyordu. Wallander bir mikrofon ve kamera silsilesini geride bırakmak zorunda kaldı.
“Kendi başına halletmek zorundasın,” dedi Holgersson’a. “Ya da Martinson halletsin. Benim eve gitmem lazım.”
Koridora ulaşmışlardı. Holgersson ona şaşkınlık içinde baktı.
“Eve mi gidiyorsun?”
“Elinle alnıma bakabilirsin. Hastayım. Ateşim yüksek. Orada Hökberg’i bulup basının o kahrolası sorularını cevaplayabilecek bir sürü polis var.”
Bir cevap beklemeden oradan ayrıldı. Yanlış yaptım, diye düşündü Wallander. Burada kalıp bu kaotik durumu düzeltmeye çalışmalıyım. Ama hiç hâlim yok işte.
Odasına girdi, paltosunu giydi. Çalışma masasına bırakılmış bir not dikkatini çekti. Martinson’un el yazısıydı. Patolog raporuna göre, Tynnes Falk doğal sebeplerden ölmüş. Suç yok. Şimdilik rafa kaldır.
Wallander’in bunun ATM’nin yanında ölü bulunan adamla ilgili olduğunu hatırlaması birkaç saniyesini aldı. Endişe edecek şeylerden biri azaldı, diye düşündü.
Gazetecilerden kaçmak için garajdan geçerek çıktı. Rüzgâr artık çok sert esiyordu. Wallander fark edilmemek için başını öne eğerek arabasına kadar koşmak zorunda kaldı. Anahtarı çevirince hiçbir şey olmadı. Tekrar denedi, defalarca denedi ama motor tamamen sessizdi.
Wallander kemerini çözüp arabadan çıktı, kilitleme zahmetine bile girmedi. Maria Caddesi’ne dönerken alması gereken kitabı hatırladı. Ama beklemek zorundaydı. Her şey beklemek zorundaydı. Şu anda Wallander’in tek istediği uyumaktı.
Uyandığında sanki bir rüyadan son sürat koşarak çıkmıştı. Bir basın toplantısının ortasındaydı fakat bu toplantı Hökberg’in evinde yapılıyordu. Wallander tek bir soruya bile cevap veremiyordu.
Derken odanın en arkalarında birden babası gözüne çarptı. Televizyon kameraları onu hiç rahatsız etmemiş gibiydi ve sakin sakin en sevdiği sonbahar manzarasının resmini yapıyordu.
Tam o noktada Wallander uyanmıştı. Yatakta uzandı, seslere kulak verdi. Rüzgâr pencereye vuruyordu. Wallander başını yana çevirdi. Baş ucundaki saat dokuz buçuğu gösteriyordu. Neredeyse yedi saattir uyuyordu. Yutkunmaya çalıştı. Boğazı hâlâ şişti ve acıyordu. Ama ateşi düşmüştü. Hökberg’in hâlâ firarda olduğundan emindi. Yoksa onu haberdar ederlerdi. Wallander ayağa kalkıp mutfağa girdi. Sabun alma notu oradaydı. Alması gereken kitabı da yapılacaklar listesine ekledi. Sonra kendine çay yaptı. Boş yere limon aradı. Sebzelikte buruşmuş domatesler ve yarısı çürümüş bir salatalık vardı, attı. Çay demlenince fincanını oturma odasına götürdü.
Telefona uzanıp emniyeti aradı. Tek ulaşabildiği kişi Hansson’du.
“Nasıl gidiyor?”
Hansson’un sesi yorgun geliyordu.
“Sırra kadem bastı.”
“Tek bir iz bile yok ha?”
“Hayır, hiç kimse görmemiş. Emniyet Genel Müdürü arayıp memnuniyetsizliğini dile getirdi.”
“Hiç şüphem yok. Ama şu anda onu duymazdan gelelim.”
“Hastaymışsın.”
“Yarına toparlanırım.”
Hansson ona soruşturmanın gidişatını aktardı. Wallander’in işleyişe bir itirazı yoktu. Hökberg’i bölge çapında arıyorlardı ve ulusal teşkilatı da alarma geçirmişler, her an desteklerini isteyebileceklerini bildirmişlerdi. Hansson kayda değer bir gelişme olursa ona haber vereceğini söyledi.
Wallander, Verdi’nin La Traviata operasının CD’sini koydu. Koltuğa uzanıp gözlerini kapattı. Persson’u ve annesini düşündü, kızın birden patlamasını ve akılları durduracak kayıtsızlıktaki bakışlarını hatırladı. Derken telefon çaldı. Wallander oturup müziği kıstı.
“Kurt?”
Sesi anında tanımıştı. Wallander’in yakın ve muhtemelen de en eski dostlarından biri olan Sten Widén’di.
“Uzun zaman oldu.”
“Biz hep uzun aralıklarla konuşuruz zaten. Nasıl gidiyor, nasılsın? Emniyetten sana ulaşmaya çalıştığımda hasta olduğunu söylediler.”
“Boğazım ağrıyor. Önemli bir şeyim yok.”
“Seni görmek isterim.”
“Şimdi çok uygun bir zaman değil. Haberleri okudun mu?”
“Ben hiç haber izlemem ve gazete okumam. Yarış sayfası hariç.”
“Birisi nezaretten kaçmayı başardı. Onu bulmak zorundayım. Ondan sonra buluşabiliriz.”
“Sana hoşça kal demek istemiştim.”