banner banner banner
Cennetin bu yakası
Cennetin bu yakası
Оценить:
 Рейтинг: 0

Cennetin bu yakası

“Brooks’a[10 - Brooks Brothers, New York’ta lüks bir giyim mağazası. (ç.n.)] gidip güzel takımlar almalısın. Bu akşam ya da belki yarın akşam konuşuruz. Kalbinle ilgili konuşmak istiyorum, muhtemelen ihmal ediyorsun ve farkında değilsin.”

Amory kendi kuşağının ne kadar yüzeysel bir süsle kaplı olduğunu düşündü. Bir dakikalık utangaçlıktan sonra annesiyle arasında olan o eski, alaycı ilişkinin bir nebze olsun değişmediğini hissetti. Yine de ilk birkaç gün büyük bir yalnızlık içinde bahçelerde ve sahilde dolaştı, şoförlerden biriyle garajda sarma sigara içmenin uyuşuk zevkine vardı.

Arazinin iki yüz kırk bin metrekarelik bölümüne eski yeni yazlıklar, çeşmeler ve yeşilliklerle kaplı kuytu köşelerde birden göze batan beyaz banklar yayılmıştı. Sayıları giderek artmaya başlayan beyaz kediler çiçek bahçelerinde sinsi sinsi dolanıyor ve geceleri ağaç karaltılarının arasından aniden beliriveriyordu. Sonunda Bay Blaine her akşamki gibi kütüphanesine çekilince Beatrice o kuru patikalardan birinde Amory’yi yakaladı. Kendisinden kaçtığı için onu bir güzel azarladıktan sonra ay ışığı altında baş başa uzunca konuştular. Amory annesinin güzelliğine bir türlü alışamıyordu, zarif boynu ve omuzlarıyla otuz yaşın zarafetini taşıyan bu şanslı kadın onun annesiydi.

“Amory, canım,” diye hafifçe mırıldandı, “senden ayrıldıktan sonra tekinsiz, tuhaf zamanlar geçirdim.”

“Öyle mi Beatrice?”

“Son sinir krizimi geçirdiğimde…” bundan sanki yürek isteyen görkemli bir başarıymış gibi bahsediyordu. “Doktorlar dedi ki…” sesi giderek mahrem bir ton alıyordu, “eğer benim içki alışkanlığım dinç bir adamda olsaymış şimdiye dek fiziken çöker ve çoktan mezarı boylarmış, canım, çoktan…”

Amory ürkerek geri çekildi ve Froggy Parker’ın bu konuda ne düşüneceğini merak etti.

“Evet,” Beatrice hüzünle devam etti, “hayaller gördüm… Muazzam düşler…” Avuçlarını gözlerine bastırdı. “Ebruli sahillere vuran bronz nehirler gördüm ve havada süzülen kocaman kuşlar, gökkuşağına benzeyen tüyleri olan rengârenk kuşlar. Tuhaf nağmeler ve kaba saba borazanların gürültüsünü duydum. Efendim?”

Amory kendini tutamayıp sinsice gülmüştü.

“Ne var, Amory?”

“Devam et dedim, Beatrice.”

“Hepsi bu… Hemen hemen aynı şey tekrarlanıp durdu, bunların son derece sönük gözükmesine sebep olacak gösterişli renklere sahip bahçeler; baş döndürücü bir hızda dönüp duran, kış aylarından daha soluk, hasat aylarından daha parlak aylar…”

“Peki, şimdi daha iyi misin Beatrice?”

“Gayet iyiyim, daha iyi olamazdım. Kimse beni anlamıyor, Amory. Bunu sana tam olarak ifade edemem Amory, ama… Kimse beni anlamıyor.”

Amory çok duygulanmıştı. Kolunu annesine dolayıp başını nazikçe omuzuna sürttü.

“Zavallı Beatrice, zavallı Beatrice.”

“Bana kendinden bahset Amory. İki yılın korkunç mu geçti?”

Amory önce yalan söylemeyi düşündü, ama sonra vazgeçti.

“Hayır, Beatrice. Güzeldi. Burjuvaya ayak uydurdum. Bayağı biri oldum.” Böyle söylediği için kendine şaşıyordu, Froggy bunları duysa ağzı açık kalırdı diye düşündü.

Birden “Beatrice,” dedi, “yatılı okulda okumak istiyorum. Minneapolis’teki herkes yatılı okula gidecekti.”

Beatrice biraz telaşlandı.

“Ama sadece on beş yaşındasın.”

“Evet, ama herkes yatılı okula on beşinde başlıyor ve ben gitmek istiyorum Beatrice.”

Beatrice’in ihtarıyla yürüyüş boyunca bu konu bir daha açılmadı, ama bir hafta sonra Amory’ye müjdeyi verdi:

“Amory, kendi yolunu çizmene izin verme kararı aldım. Eğer hâlâ istiyorsan okula gidebilirsin.”

“Evet!”

“Connecticut’taki St. Regis’e gideceksin.”

Amory hemen heyecanlandı.

Beatrice “Hazırlıklar yapılıyor,” diye devam etti. “Gitmen senin için daha iyi olacak. Şahsen ben Eton’a, oradan da Oxford Chris Church’e gitmeni yeğlerdim; ama şu an için bu, pek olası gözükmüyor. Mevcut durumda üniversite meselesinin kendiliğinden çözüme kavuşmasını bekleyeceğiz.”

“Sen ne yapacaksın Beatrice?”

“Tanrı bilir. Kaderimde bu ülkede yaşlanmak varmış gibi gözüküyor. Amerika’da bulunmaktan pişman değilim, aslına bakarsan bunun sıradan insanlara özgü bir pişmanlık olduğunu düşünüyorum. Ayrıca gelecek vaat eden büyük bir ulus olduğumuzdan da eminim ama yine de…” diyerek iç çekti, “ömrümün çok daha eski, yıllanmış bir medeniyette, yeşilin ve sonbahar renklerinin hâkim olduğu bir ülkede geçmesi gerektiğini düşünüyorum.”

Amory cevap vermeyince annesi devam etti:

“Tek pişmanlığım senin başka ülkeleri görememiş olman. Ama sen bir erkek olduğun için burada, öfkeli kartalın gölgesinde yetişmende bir sakınca yok, bu doğru bir ifade mi: öfkeli kartal?”

Amory öyle olduğunu söyledi. Japon istilasına anlam veremiyordu.

“Okula ne zaman başlayacağım?”

“Gelecek ay. Sınavlara girmek için oraya biraz daha erken gitmelisin. Ondan sonra bir hafta boşluğun olacak, o sürede Hudson’a gidip birini ziyaret etmeni istiyorum.”

“Kimi?”

“Monsenyör Darcy’yi, Amory. Seni görmek istiyor. Harrow’a, oradan da Yale’e gitti, sonra da Katolik oldu. Onun seninle konuşmasını istiyorum, sana faydası olacağını sanıyorum…” Çocuğun kumral saçlarını nazikçe okşadı. “Sevgili Amory, sevgili Amory…”

“Sevgili Beatrice…”

Böylelikle eylül başında Amory yanına altı kat yazlık çamaşır, altı kat kışlık çamaşır, bir süveter ya da tişört, bir hırka, bir palto, kışlık vesaire alarak okullar diyarı New England’a doğru yola koyuldu.

Orada New England’ın ruhsuz hatıraları ve büyük, üniversite benzeri sosyal hiyerarşileriyle tanınan Andover ve Exeter; Boston ve New York’un en zengin ailelerinden üyeleri kabul eden St. Mark, Groton ve St. Regis; büyük kayak pistleriyle St. Paul; başarılı ve iyi giyimli üyeleriyle Pomfret ve St. George; Orta Batı’nın zenginlerini Yale’deki sosyal başarılara hazırlayan Taft ve Hotchkiss; Pawling, Westminster, Choate, Kent ve daha yüzlerce özel okul vardı. Hepsi, zihinlerini harekete geçiren tek şey olan üniversite giriş sınavlarına odaklanarak, “bir Hıristiyan beyefendisi olmak için gereken zihinsel, ahlaki ve fiziksel eğitimi eksiksiz verdiklerini, gençleri çağın ve kuşağın getirdiği problemlerin üstesinden gelecek şekilde yetiştirdiklerini ve Fen-Edebiyat alanında sağlam temeller sağladıklarını” ve kendi geleneksel, güçlü, etkileyici mezunlarını imal ettiklerini ilan eden yüzlerce yönerge yayımlarlardı.

Amory St. Regis’te üç gün kaldı, küçümsemeye varan bir özgüvenle sınavlara girdikten sonra rehberlik alacağı ziyaretini gerçekleştirmek üzere New York’a döndü. Sabahın erken saatlerinde etraflıca göremediği büyük şehirde Hudson Nehri’ndeki vapurdan görünen uzun, beyaz binaların temizliği dışında onu etkileyen pek bir şey olmadı. İşin aslı, aklı okulda sergileyeceği atletik yeteneklerin hayaliyle öylesine doluydu ki bu ziyarete büyük maceraya atılmadan önce katlanılması gereken sıkıcı bir giriş gözüyle bakıyordu. Ama çok geçmeden hiç de öyle olmadığı anlaşıldı.

Monsenyör Darcy’nin evi nehre bakan bir tepenin üzerine kurulmuş, zamanla çeşitli eklemeler yapılarak genişletilmiş eski bir evdi. Evin sahibi, ülkenin başına geçmesi için çağrılmayı bekleyen sürgün bir kral gibi, dünyanın farklı Katolik bölgelerine yaptığı seyahatlerden vakit bulduğunda burada yaşardı. O zamanlar kırk dört yaşında olan Monsenyör, simetrik denemeyecek iri fakat hareketli bir yapıya, altın sarısı saçlara ve insanı sarmalayan parlak bir karaktere sahipti. Tepeden tırnağa mor renkteki tören kıyafetiyle bir odaya adım attığında Turner’ın tablolarındaki gün batımlarını akıllara getirerek hem takdirleri hem de dikkatleri üzerine toplardı. İki roman yazmıştı: Din değiştirmeden önce yazdığı tam anlamıyla Hıristiyanlık karşıtıyken ondan beş yıl sonra yazdığı diğerinde, önceleri Hırıstiyanlara yöneltmiş olduğu eleştiri oklarını çok daha zekice taşlamalara çevirmiş ve Anglikanlara yöneltmişti. Dini ritüellere son derece bağlı, şaşırtıcı derecede tesirli biriydi, tanrı fikrini evlenmeyip cinsel ilişkiden uzak durmaya yemin etmesine yetecek kadar çok severdi, komşusunu da en az o kadar.

Çocuklar ona bayılırdı, çünkü kendisi de çocuk gibiydi. Gençler ona içlerini dökerdi, çünkü o da hep gençti ve anlattıkları hiçbir şey onu şaşırtamazdı. Doğru yerde ve zamanda doğmuş olsa bir Richelieu olabilecekken mevcut durumda çok ahlaklı, çok dindar (sofuluk derecesinde olmasa da) bir din adamıydı; nerede ne konuşması gerektiğini bilir, hayatın her yönüyle tadını çıkarmasa da hakkını verirdi.

O ve Amory daha ilk görüşte birbirlerinden hoşlanmışlardı. Elçilik balosundakilerin bile başlarını döndürebilecek bu şen şakrak, etkileyici adam ve ilk uzun pantolonunu giyen bu yeşil gözlü, hırslı genç, yarım saatlik bir sohbetin ardından birbirlerini baba oğul gibi görmeye başlamışlardı.

“Sevgili oğlum, yıllardır seni görmeyi bekliyordum. Kendine koca bir sandalye çek de şöyle bir laflayalım.”

“Şimdi okuldan geliyorum, St. Regis’i bilirsiniz.”

“Annen söylemişti ki kendisi harikulade bir kadındır, sigara al, eminim içiyorsundur. Eğer sen de benim gibiysen fen ve matematik derslerini hiç sevmiyorsundur…”

Amory hiddetle başını sallayarak onayladı.

“Hepsinden nefret ediyorum. İngilizce ve tarihten de.”