banner banner banner
Cennetin bu yakası
Cennetin bu yakası
Оценить:
 Рейтинг: 0

Cennetin bu yakası

“Elbette. Okuldan da bir süre nefret edeceksin ama St. Regis’e gidiyor olmana sevindim.”

“Neden?”

“Çünkü orası tam bir beyefendi okulu, kalıtımsal sınıf farkı ve ayrımcılık gibi konularla erkenden tanışmamış olursun. Nasılsa üniversitede buna bolca maruz kalacaksın.”

Amory “Princeton’a gitmek istiyorum,” dedi. “Sebebini bilmiyorum ama bütün Harvard’lıların eskiden benim olduğum gibi hanım evladı olduğunu düşünüyorum. Bütün Yale’liler de mavi hırkalar giyip pipo içen tipler.”

Monsenyör kendini tutamayıp güldü.

“Ben de onlardan biriyim, biliyorsun.”

“Ama siz farklısınız… Princeton’lı olmayı aylak, yakışıklı ve aristokrat olmak gibi görüyorum… Tıpkı bir bahar günü gibi, anlarsınız ya. Harvard ise dört duvar arasında olmak gibi…”

Monsenyör “Yale de Kasım gibi, canlı ve hareketli,” diye tamamladı.

“Aynen öyle.”

Sarsılmaz bir yakınlık kurmaya başlamışlardı.

Amory “Ben Bonnie Prince Charlie’nin tarafındaydım,” dedi.

“Elbette öylesindir… Peki ya Hannibal’ın?”

“Evet, bir de Güney Konfederasyonu’nun.” İrlandalı bir vatansever gibi gözükmek konusunda şüpheleri vardı (İrlandalı olmanın sıradan olmak anlamına geldiğini düşünürdü) ama Monsenyör İrlanda’nın kaybedilmiş romantik bir kavga, İrlandalılarınsa çok cana yakın insanlar olduğunu söyleyerek onu rahatlattı. Üstelik kendisinin bu konuda peşin hükümlü olduğunu memnuniyetle dile getirdi.

Yoğun geçen bir saatin ve onlarca sigaranın ardından Monsenyör Amory’nin Katolik olarak yetiştirilmediğini duyunca dehşete düşmemiş olsa da epey şaşırdı ve başka bir misafir daha beklediğini söyledi. Bu misafir Boston’lı saygıdeğer Thornton Hancock’tı: The Hague’un eski bakanı, ünlü Ortaçağ Tarihi’nin bilgili yazarı ve tanınmış, vatansever, parlak bir ailenin hayattaki son üyesi.

Monsenyör bir sır veriyormuşçasına “Buraya biraz dinlenmek için geliyor,” dedi. Amory’ye sanki akranı gibi davranıyordu. “Beni bilinemezliğin verdiği yorgunluğu atabileceği bir liman olarak görüyor, sanırım onun o ağırbaşlı ihtiyar aklının aslında karışık olduğunu ve kilise gibi tutunacak bir dal aradığını gören tek insan benim.”

Birlikte yedikleri ilk öğle yemeği Amory’nin hayatının ilk dönemlerine dair unutulmaz bir anıydı. Amory sıradışı bir parlaklık ve cazibeyle ışık saçıyordu. Monsenyör soru ve önerilerle onun en iyi yanlarını ortaya çıkarıyor, Amory de büyük bir şevkle heveslerinden, arzularından, pişmanlıklarından, inançlarından ve korkularından bahsediyordu. Sohbet o ve Monsenyör arasında geçiyordu ve yaşlı adam daha ihtiyatlı, daha az kabullenici fakat yine de mesafeli olmayan bakış açısıyla bu ikisinin arasında geçen konuşmaları dinleyip tatlı gün ışığının keyfini çıkarıyordu. Monsenyör çoğu insanda gün ışığı etkisi yaratırdı. Amory de gençliğinde, biraz da yaşlılığında öyleydi ama bu, asla ikisinin arasındaki gibi böylesine karşılıklı ve içten olmayacaktı.

Her iki kıtanın da ihtişamını görmüş, Parnell, Gladstone ve Bismarck’la sohbet etmiş olan Thornton Hancock “Pırıl pırıl bir genç,” diye düşünmüştü. Sonrasında da Monsenyör’e şöyle demişti: “Fakat onun eğitimi bir okulun ya da üniversitenin insafına bırakılmamalı.”

Ama sonraki dört yıl boyunca Amory’nin zihni popülerlik mevzuları, üniversitedeki sosyal sistem eşitsizlikleri ve Biltmore Teas ile Hot Springs arasındaki golf sahalarında boy gösteren Amerikan sosyetesiyle meşgul olacaktı.

Muhteşem bir haftanın sonunda Amory’nin aklı tersyüz oldu, yüzlerce teorisi doğrulanmış ve yaşama sevinci binlerce yeni gayeyle taçlanmıştı. Sohbetin eğitimle alakası yoktu, Tanrı korusun! Amory, Bernard Shaw’un kim olduğuna dair pek fikre sahip olmasa da, Monsenyör, The Beloved Vagabond ve Sir Nigel’ı[11 - The Beloved Vagabond (1900): “Sevimli Serseri”, W.J. Locke’nin romantik romanı, Sir Nigel (1900): “Sör Nigel”, Arthur Conan Doyle’un romantik romanı. (ç.n.)] ele alış tarzıyla Amory’nin bir kez bile kendini yetersiz hissetmesine sebep olmadı.

Yine de Amory’nin kendi kuşağıyla yaşayacağı ilk çatışmanın yaklaştığı hissediliyordu.

Monsenyör “Gittiğin için üzgün değilsin, tabii. Bizim gibi insanlar için ev, o an olmadığımız yerdir,” dedi.

“Üzgünüm…”

“Hayır, değilsin. Senin ya da benim için bu dünyada vazgeçilmez kimse yoktur.”

“Pekâlâ…”

“Hoşça kal.”

Egoistin Çöküşü

Amory’nin St. Regis’te geçirdiği ilk iki yıl kimi zaman acılarla dolu kimi zaman da sevinçliydi; ama Amerikan hazırlık okulu genel olarak bir Amerikalının hayatında üniversitenin gölgesinde kalmaya mahkûm olduğundan bu yılların Amory’nin hayatına da ciddi bir etkisi olmadı.

Başlarda yanlış hareket etti; kibirli, kendini beğenmiş ve her şeyden nefret ediyormuş gibi davrandı. Pervasız bir mükemmeliyet ve kendini terbiyesinin müsaade ettiği ölçüde tehlikeden korumak arasında gidip gelerek vaktinin çoğunu futbola ayırıyordu. Çılgın bir panik anında kendi cüssesindeki bir çocukla mücadeleden kaçtığı için yuhalanırken bir hafta sonra çok daha büyük bir çocuğa kafa tuttuğu için çok fena dayak yemiş, ama kendiyle gurur duymuştu.

Üzerinde otorite kuran herkesten nefret ediyordu ve bu durum derslerine karşı sergilediği kayıtsızlıkla birleşince okuldaki her öğretmeni öfkeden çıldırtıyordu. Bu tutum onun şevkini kırarak kendini nefret edilen biri gibi görmesine sebep olduğu için köşelere çekilip somurtuyor ve ışıklar kapandıktan sonra kitap okumaya devam ediyordu. Yalnız kalmaktan ödü koptuğu için birkaç arkadaş edinmişti; fakat bu arkadaşlar okulun elit tabakasından olmadığından onları kendi yansıması olarak düşünür ve kendisi için vazgeçilmez olan tavırları sergileyebileceği bir izleyici kitlesi olarak görürdü. Dayanılamaz derecede yalnız ve çok mutsuzdu.

Onu rahatlatan bir iki şey vardı. Amory suya dalacak olsa dibe en son batan şey onun kendini beğenmişliği olurdu. Bu yüzden okulun yaşlı kadın hademesi Wookey-wookey, ona gördüğü en yakışıklı çocuk olduğunu söylediğinde Amory’nin gözleri ışıl ışıl parıldamıştı. Okulun futbol takımındaki en çelimsiz ve en genç oyuncu olmak hoşuna gidiyordu. Doktor Dougall’un çok hararetli bir tartışmanın ardından eğer isterse okuldaki en yüksek notları alabileceğini söylemesi de hoşuna gitmişti. Ama Doktor Dougall yanılıyordu. Amory’nin okuldaki en yüksek notları alması mizacı itibarıyla mümkün değildi.

Acınası, kısıtlanmış, hem öğretmenler hem öğrenciler arasında sevilmeyen… İşte Amory’nin ilk dönemi böyle geçti. Ama yeni yıl geldiğinde ketum ve sevinçli bir halde Minneapolis’e döndü.

Frog Parker’a tepeden bakan bir edayla “Ah, başlarda biraz toydum,” dedi, “ama iyi uyum sağladım, takımdaki en hafif adam benim. Yatılı okula gitmelisin Froggy. Muhteşem bir şey.”

İyi Niyetli Profesörle Yaşananlar

İlk dönemin son gecesi başöğretmen Bay Margotson çalışma salonuna haber göndererek saat dokuzda Amory’yi odasına beklediğini söyledi. Amory nasihatlerin yolda olduğunu düşündü, ama saygılı olmaya karar verdi; çünkü Bay Margotson ona iyi davranırdı.

Davet sahibi onu yüzünde bir gülümsemeyle karşılayarak sandalyeye oturmasını işaret etti. Çok hassas bir mevzuyla karşı karşıya olduğunu bilen bir adam tavrıyla tereddüt ederek konuşuyor ve bilinçli olarak nazik gözükmeye çalışıyordu.

“Amory,” diye söze başladı. “Seni özel bir mesele için çağırttım.”

“Evet, efendim.”

“Bu sene dikkatimi çektin ve senden… Senden memnunum. Bence sen… Sen çok iyi bir adam olabilecek yapıdasın.”

Amory neler olup bittiğini anlamaya çalışarak “Evet, efendim,” dedi. İnsanların kendisinden kabullenilmiş bir başarısızlık gibi konuşmasından nefret ederdi.

Yaşlı adam aldırış etmeden “Ama şunu fark ettim ki,” diye devam etti, “çocuklar arasında pek sevilmiyorsun.”

Amory dudaklarını yalayarak “Evet, efendim,” dedi.

“Ah, ben düşündüm de, şey… Yani neyden hoşlanmadıklarını tam anlayamamış olabilirsin. Bunu sana söyleyeceğim, çünkü inanıyorum ki, ah… Eğer bir çocuk sorunlarının ne olduğunu bilirse bunların üstesinden daha kolay gelebilir… Yani başkalarının kendinden beklentilerine uyum sağlayabilmek için.” İtina gerektiren bir suskunluğun ardından yine tereddütle devam etti: “Senin şey olduğunu düşünüyorlar, şey… Çok küstah…”

Amory daha fazlasına katlanamazdı. Sandalyesinden doğruldu, konuşurken sesini zar zor kontrol ediyordu:

“Biliyorum… Ah, bildiğimi düşünmüyor muydunuz?” Sesi yükseldi. “Ne düşündüklerini biliyorum, bunu bana söylemek zorunda olduğunuzu sandınız!” Duraksadı. “Ben… Ben şimdi geri dönmeliyim… Umarım kaba davranmıyorumdur…”

Aceleyle odadan çıktı. Serin havada odasına doğru yürürken kendisine önerilen yardımı reddetmekten sevinç duyuyordu.

“Aptal bunak!” diye bağırdı. “Sanki bilmiyorum!”

Bunun tekrar çalışma salonuna dönmemek için iyi bir bahane olduğuna karar vererek odasına dönüp koltuğa kuruldu, kurabiye yiyerek Beyaz Birlik’i[12 - Beyaz Birlik (1891): “The White Company”, Arthur Conan Doyle’un tarihsel romanı. (ç.n.)] bitirdi.

Harikulade Kız Hadisesi

Şubat ayında parlak bir yıldız vardı. Uzun zamandır beklenen bir olaymış gibi Washington’ın doğum gününde[13 - Washington’ın doğum günü: Şubat ayının üçüncü pazartesi günü, ABD’nin ilk başkanı George Washington’ın doğum günü onuruna düzenlenen, daha sonra tüm başkanların anıldığı bir kutlama halini alan ulusal bayram. (ç.n.)] tüm New York’un ilgisini çekmişti. Yıldızın lacivert gökyüzünde bıraktığı bir anlık parlak beyazlık, Binbir Gece Masalları’ndaki şehirlerin akıllarda canlandırdığı tüm ihtişama denkti. Ama bu defa Amory onu sokak lambalarının, Broadway’daki ışıklı at arabası tabelasının ve St.Regis’ten Paskert’la birlikte yemek yediği Astor’daki kadınların gözünden görüyordu. Paskert’la asabi konuşmalar, akort edilen kemanların gürültüsü, boya ve pudranın baştan çıkarıcı yoğun kokusuyla karşılandıkları tiyatronun salonuna girerken Amory muazzam bir zevk ve haz duygusuna sürüklendi. Her şey onu büyülüyordu. Oyun, George M. Cohan’ın “The Little Millionaire”iydi. Oyundaki esmer genç kızın dansını ışıldayan gözlerle kendinden geçerek izlemişti.

Ah… Sen… Harikulade kız
Ne harikulade kızsın sen…