banner banner banner
Mitler ve efsaneler
Mitler ve efsaneler
Оценить:
 Рейтинг: 0

Mitler ve efsaneler


Böylece, verilen tüm görevleri tamamladıktan sonra Eurysheus’un nihayet azlettiği Herkül, Teb’e geri döndü.

Deukalion ve Pyrrha

Tunç Devri[14 - Yunan ve Roma mitolojisinde insanoğlunun yaşadığı çağlar, insanın yeryüzünde varoluşunun basamaklarını anlatır. Bu çağlar, Hesiod’a göre beş, Ovid’e göre dört dönemden oluşur. Tunç Devri, her iki anlatıda da insanların kötülüklerinin çoğaldığı, ruhlarının yok olarak savaşa ve yıkıma taptıkları bir dönem olarak tasvir edilir. Apollodorus’un Bibliotheca’sına göre, Jüpiter saldırganlaşan ve yamyamlaşan insanları cezalandırmak için büyük bir tufan meydana getirerek bu döneme son vermiştir.] insanları henüz yeryüzünde yaşamlarını sürdürürken, Jüpiter’in kulağına insanoğlunun kötülük peşinde olduğuna dair söylentiler geldi. Jüpiter bunun üzerine bu söylenenlerin aslı olup olmadığını öğrenmek amacıyla insan kılığına girerek yeryüzüne inmeye karar verdi. Gittiği her yerde, gerçeğin söylenenlerden daha ılımlı olduğunu gördü.

Bir akşam alacakaranlığında, zalim hükümdarlığıyla bilinen Kral Lycaon’un ücra barınağına girdi. İçerdeki kalabalık, tanrı olduğuna dair alametler gösteren Jüpiter’in önünde diz çöktü fakat Lycaon kalabalığın dualarına kulak asmadı.

“Görelim bakalım,” dedi, “bir tanrı mı yoksa bir ölümlü mü?”

Bunun üzerine, pineklediği yerden öleceğinden bihaber bu misafiri yok etmeye karar verdi. Fakat öncesinde, Molossianların gönderdiği zavallı rehineyi öldürdü, adamın yarı canlı organlarını kaynayan suda haşlayıp ateşte pişirdikten sonra misafirinin önüne akşam yemeği olarak sundu.

Tüm bunlardan haberi olan Jüpiter, masadan kalktı ve tanrıtanımaz bu adamın kalesini öfkeyle ateşe verdi. Korkan kral boş araziye kaçtı. Ağzından çıkan ilk ses bir uğultuydu; kıyafetleri kürkü, kolları bacakları haline gelen adam kana susamış bir kurda dönüşmüştü.

Olimpos’a dönen Jüpiter, tanrılar konseyini topladı ve bu pervasız insan ırkını ortadan kaldırmaya karar verdi. İlk başta insanoğlunun üzerine şimşeklerini yollamayı düşündü fakat gökyüzünün ateş alıp kâinatın eksenini yok edebileceği korkusuyla vazgeçti bu fikrinden. Kiklopların onun için tasarladığı şimşek asasını bir kenara bırakıp, göklerden yolladığı yağmurlarla insan ırkını yeryüzünden silmeye karar verdi.

Kuzey Rüzgârı ve bulutları dağıtan diğer tüm rüzgârlar derhal Aeolus[15 - Rüzgârların ilahi koruyucusu ve yüzer ada Aeolia’nın efsanevi kralı.] Mağarası’na kapatıldı, sadece Güney Rüzgârı salındı dışarıya. Bulutların ağırlaştırdığı sakalı, karanlığın sardığı korkunç suratıyla yeryüzüne inen Rüzgâr’ın beyaz saçlarından sel akıyordu. Kaşları sisle kaplanmıştı, bağrından sular damlıyordu. Gökleri kuşatmış bulutları ele geçiren Güney Rüzgârı hepsini ellerine alarak sıkmaya başladı. Gökler gürledi, büyük bir yağmur tufanı koptu. Kalan tüm ekinler yüzünü toprağa döndü, çiftçilerin umudu, koskoca yılın bütün emeği yok olup gitmişti.

Denizler Tanrısı Neptün de kardeşinin yardımına koştu. Bütün nehirleri bir araya toplayarak, “Akıntılarınızın dizginlerini bırakın, evlere girin, tüm barajları yıkın!” dedi.

Nehirler, hemen tanrının dediğini yaptı. Neptün’ün kendisi de üç çatallı mızrağını toprağa saplayarak tufanı yeryüzüne davet etti. Açılan yarıklardan taşan dereler tarlaları kapladı; ağaçları, tapınakları ve evleri yerlerinden söküp attı. Sarayın duvarları da sularla kaplandı, en yüksek kuleleri bile suların altında kaldı. Kara ve deniz artık bir bütündü; sel, dört bir yanı kaplamıştı.

İnsanlar kendilerini ellerinden geldiğince kurtarmaya çalıştılar. Dağların en tepelerine tırmananlar, botlarına atlayıp kürek çekenlerin hepsi şimdi yıkılmış evlerin çatılarında, talan olmuş üzüm bağlarının tepelerindeydiler. Balıklar, en yükseklerdeki ağaçların dalları arasında yüzüyordu. Yaban domuzları da sele kapılmıştı. Su insanları sürükleyip götürmüş, kendilerini kurtaranlar da çorak alanlarda açlıktan ölüp gitmişlerdi.

Phocis bölgesindeki yüksek dağlardan birinde, hâlâ etrafı sarmalayan suların altında kalmamış iki doruk noktası vardı. Bu, büyük Parnassos Dağı’ydı. Bu akıntıda yüzen bir kayığın içinde Prometheus’un oğlu Deukalion ve karısı Pyrrha vardı. Daha önce, doğruluk ve dürüstlük yoluyla tüm bunları aşan hiçbir erkek ve kadın olmamıştı. Göklerden yeryüzünü seyreden Jüpiter, binlercesinden geriye yalnızca bir ölümlü çiftin kalmış olduğunu gördü. Her ikisi de kendilerini tanrılara adamıştı. Hemen bulutları bir araya toplaması için Kuzey Rüzgârı’nı çağırdı. Gök ve yer yeniden birbirinden ayrıldı.

Bunun üzerine denizlerin efendisi Neptün de üç çatallı mızrağını çekip aldı topraktan, tufanı dindirdi. Okyanuslar kıyılarına kavuştu, nehirler yataklarına döndü. Ağaçlar çamur kaplı gövdeleriyle meydana çıktı, tepeler yeniden göründü ve nihayet, kara ortaya çıkmaya başladı. Yeryüzü eski haline dönmüştü.

Deukalion çevresine bakındı. Her yer talan olmuştu, etrafı bir ölüm sessizliği sarmıştı. Yanaklarından süzülen gözyaşlarıyla karısı Prryha’ya, “Sevgilim, ömrümün biricik yoldaşı, etrafımızı saran bu yerde yaşayan hiçbir canlı görmedim. İnsanların yeniden yeryüzünde nefes almasını sağlamalıyız, görünüşe göre kalanların hepsi tufanda boğulup ölmüşler. Bizim bile yaşayıp yaşamayacağımız kesin değil. Gördüğüm her bulut içime bir korku veriyor. Tüm tehlike geçse bile, yalnız başımıza bu ıssız dünyada ne yaparız? Ah, babam Prometheus bana insan yaratma ve onlara can verme sanatını öğretmişti,” dedi.

Ardından birlikte gözyaşı döktüler. Tanrıça Themis’in yarısı yıkılmış sunağının önünde diz çökerek dua etmeye başladılar. “Söyle bize, ey Tanrıça, yok olup giden insan ırkını yerine ne yaparak koyabiliriz? Ah, yardım et dünyanın yeniden hayat bulmasına!”

“Sunaktan ayrılın!” dedi tanrıçanın sesi. “Başınızı açın, kıyafetlerinizi çözün ve annenizin arkanızda kalan kemiklerini toplayın.”

Uzun bir süre, Deukalion ve Prryha tanrıçanın bilmece gibi sözlerinin ne anlama geldiğini anlamaya çalıştılar. Sessizliği bozan ilk kişi Prryha oldu. “Beni affedin ey soylu tanrıçam,” dedi. “Ancak bu dediğinizi yapıp, annemin kemiklerini boşa harcamaya razı olamam.”

Deukalion’un aklına güzel bir fikir geldi, hemen karısını yatıştırarak, “Ya aklım beni yanıltıyor,” dedi, “ya da tanrıçanın sözleri aslında hiçbir saygısızlık yapmamızı emretmiyor. Hepimizin annesi toprak değil mi? Demek ki onun kemikleri de bu taşlar. Hemen arkamızdalar.”

Tanrıçanın sözlerini doğru yorumlayıp yorumlamadıklarına emin olmasalar da, denemekten ne zarar gelebilirdi ki? Hemen başlarını açıp kıyafetlerini çözdüler ve arkalarındaki taşları bir araya getirmeye başladılar.

Sonrasında mükemmel bir şey oldu. Taş, sertliğini kaybedip yumuşamaya başladı. Büyüdü, başta çok belli olmasa da, sanatçı sert bir mermeri ilk kez yontarken beliren kaba şekli aldı. Taşların içindeki nemli ya da toprağımsı şey her neyse ete dönüştü, daha sert yerler kemikleri oldu. Kayanın damarları, insanın damarları oluverdi. Böylece tanrıların da yardımıyla kısa bir süre içinde Deukalion’un şekil verdiği taşlar erkek, Prryha’nın şekil verdiği taşlar da kadın biçimini aldılar.

İnsan ırkı, yolculuğa nasıl başladığını inkâr etmez; onlar, çalışmaya alışkın, dayanıklı varlıklardır. Günün her dakikası, ne kadar dayanıklı bir soydan geldiklerini akıllarında tutarlar.

Theseus ve Centaur

Atina Kralı Theseus kuvveti ve cesaretiyle nam salmıştı, fakat antik zamanların en büyük kahramanlarından biri olan İksion’un oğlu Pirithous, Theseus’u bir sınava tabi tutmaya karar verdi. Bu sebeple de Theseus’a ait sığırları Marathon’dan alıp götürdü. Bunu duyan Theseus elinde silahıyla Pirithous’un peşine düştü. Onun da istediği tam olarak buydu; kaçıp uzaklaşmadı, geri dönüp onunla karşılaştı.

İki kahraman birbirlerini görebilecek kadar yakınlaştıklarında, her ikisi de karşı tarafın güzelliğine ve cesaretine hayran kaldı. Adeta malum olmuşçasına, ikisi de silahlarını yere fırlatıp birbirlerine doğru hızlıca harekete geçti. Pirithous Theseus’a elini uzatarak sığırlarla ilgili meselenin çözümlenmesi için arabuluculuk yapmasını önerdi. Theseus’un istediği bedel her ne olursa olsun, Pirithous buna gönülden razı gelecekti.

“Arzuladığım tek şey,” dedi Pirithous, “benim düşmanım olmak yerine, dostum ve silah arkadaşım olmandır.”

Ardından iki kahraman birbirlerine sarıldı ve sonsuza dek dost kalacaklarına yemin etti.

Bundan kısa bir süre sonra Pirithous, Lapitlerin soyundan gelen Teselyalı prenses Hippodamia’yla evlenmeye karar verdi ve Theseus’u düğününe davet etti. Düğün merasimi Lapithlerin toprağında gerçekleştirilecekti. Teselya’nın ünlü ailelerinden olan Lapithler atı evcilleştirmeyi öğrenen ilk ölümlülerdi. Bazı açılardan hayvanlara benziyorlardı. Dağda yaşayan kaba bir kabileydi. Bu ailenin soyundan olan gelin, hiçbir şekilde kendi halkına benzemiyordu. Gencecik narin yüzüyle çok güzel ve çok asil bir kadındı, hatta öyle ki herkes Pirithous’a talihinden dolayı imreniyordu.

Teselya’nın tüm prensesleri ve Pirithous’un akrabaları olan Centaurlar da düğündeydi. Centaurlar, Tanrıça Hera kılığına giren bir bulutun döllerinden doğmuştu, babaları da Pirithous’un babası olan İksion’du. Centaurlar ve Lapithler ebedi düşmanlardı. Fakat düğün vesilesiyle, gelinin hatırına eski düşmanlıklarını bir kenara koyarak bu mutlu günde bir araya gelmişlerdi. Pirithous’un büyük şatosundan mutluluk sesleri yayılıyordu; düğün şarkıları çalınıp söyleniyor, etraf şarap ve yemeklerle dolup taşıyordu. Sarayın barındırabileceğinden çok fazla misafir vardı. Lapithler ve Centaurlar, ağaçlar tarafından etrafı çevrilmiş bir mağarada onlar için özel hazırlanmış bir masada oturuyorlardı.

Eğlence uzun bir süre hiç bozulmadan sürdü. Derken şarap, Centaurların en vahşilerinden Eurytion’u heyecanlandırmaya başladı ve Prenses Hippdamia’nın güzelliği onda, gelini damattan kaçırma gibi çılgınca bir arzu uyandırdı. Kimse olayların nasıl geliştiğini, bu akla gelmez meselenin nasıl vuku bulduğunu anlayamadan vahşi Eurytion, prensesi bacaklarından yakaladığı gibi havaya kaldırdı. Kadın çırpınarak yardım istiyordu. Bu hareketiyle, diğer tüm sarhoş Centaurlara aynısını yapmaları işareti veriyordu. Daha diğer kahramanlar ve Lapithler yerlerinden kalkamadan, her bir Centaur, kralın sarayından yahut düğün için toplaşan prenseslerden birini yakaladı.

Şato ve mağara ele geçirilmiş bir şehri andırıyordu, kadınların çığlıkları geliyordu uzaklardan. Dostlar ve akrabalar hemen yerlerinden fırladı.

“Eurytion, bu nasıl bir çılgınlıktır?” diye bağırdı.

Theseus, “Ben hâlâ hayattayken Pirithous’u nasıl incitebilirsin? Böyle yaparak her ikimizi de öfkelendirdin!” Bu sözleri ederken, kalabalığın arasından geçerek kaçırılan gelini hırsızın elinden kurtardı.

Bu yaptığı için af dileyemeyecek olan Eurytion bir şey demedi, Theseus’a yaklaşarak ellerini havaya kaldırdı ve göğsüne sert bir darbe indirdi. Elinde hiçbir silahı olmayan Theseus hemen yanında duran, ustalıkla işlenmiş demir sürahiyi kaptığı gibi rakibinin suratına geçirdi. Centaur sırtüstü yere düştü, kafasındaki yaradan kanlar akıyordu.

Dört bir yandan “Herkes silahlara!” diye bağrışmalar yükseldi. Bardaklar, şişeler, kâseler havada uçuyordu. Derken günahkâr canavarlardan biri komşu diyarlardan gelen adakları kaptı, bir diğeri masanın üstündeki yanmış kuzuyu parçaladı, başka biri de mağaranın duvarında asılı olan kutsal geyikle cebelleşiyordu. Korkunç kıyımlar birbirini izledi. Eurytion’dan sonra en kötü Centaur olan Rhoetus sunaktan kaptığı kızgın demiri yere düşmüş bir Lapith’in derin yarasına sapladı, bunu yapar yapmaz suya atılan kızgın bir demirin sesini andıran bir tıslama duyuldu. Hemen onun karşısında Lapithlerin en cesuru Dryas yanmakta olan bir kütüğü kaptığı gibi Rhoetus’un boynuna yapıştırdı. Sonra azılı çeteye dönerek beş tanesini yere serdi.

Derken kahraman Pirithous’un mızrağı uçarak, sopa niyetine kullanmak üzere bir ağacı sökmeye çalışan Centaur Petraus’un etini deşti. Çetrefilli meşe ağacına rağmen mızrak saplanmıştı. Yunan kahramanı bir diğerini, Dictys’i bir anda yere devirdi, Centaur düşerken bir dişbudak ağacını kırıp yere devirdi. Öç almak için gelen bir diğeri Theseus’un meşe sopasıyla ezildi.

Centaurların en yakışıklısı ve genci Cyllarus’tu. Altın gibi uzun saçları ve sakalıyla dostça gülümserdi. Boynu, omuzları, kafası ve göğsü bir sanatçının elinden çıkmış gibi çok güzeldi. Gövdesinin ata benzeyen aşağı bölümü bile kusursuzdu; simsiyahtı rengi, bacakları ve kuyruğuysa daha açık renkti. Ziyafete güzel karısı Hylonome’yle katılmıştı. Masada kocasına yaslanmış şekilde oturan Hylonome, kavgada bile kocasıyla omuz omuzaydı. Cyllarus, bilinmeyen biri tarafından kalbinin yanına hafif bir yara aldı ve kötüleşerek karısının kolları arasında can verdi. Hylonome onu iyileştirmeyi denedi, öptü ve uçup giden nefesini geri döndürmeye çalıştı. Onu tamamen kaybettiğini anlayan Hylonome, göğsünde sakladığı hançeri çıkarıp kendine sapladı.

Lapithler ve Centaurlar arasındaki kavga uzun süre devam etti. Gece, nihayet bu kargaşaya bir son verdi. Pirithous gelinine kavuştu ve Theseus ertesi sabah arkadaşına veda ederek oradan ayrıldı. Ortak giriştikleri bu kavga, yeni yeşeren kardeşlik bağlarını daha dayanıklı hale getirmiş oldu.

Niobe

Teb ülkesinin kraliçesi Niobe hayatındaki birçok şeyden gurur duyardı. Kocası Amphion, Müzlerden çok güzel bir lir getirmişti, kraliyet sarayının taşları lirin melodisiyle can bulmuştu. Babası, tanrılar tarafından ağırlanan Tantalus’tu ve kendisi, güçlü bir krallığın yöneticisiydi; muhteşem bir güzelliğin ve ruhun büyük kadınsı gururunu taşıyordu. Fakat bunlardan hiçbiri ona, on dört çocuğunun verdiği gururdan daha fazlasını veremezdi. Yedi kız ve yedi oğlan dünyaya getirmişti.

Annelerin en mutlusu olan Niobe, kendisinin böyle özel olarak kutsandığına inanmasaydı, her şey belki de böyle sürüp giderdi. İyi talihi hakkındaki kanaati onun felaketiydi.

Kâhin Tiresias’ın kızı, tanrılar konusunda oldukça bilge biri olan Manto bir gün Teb’in bütün kadınlarını, Tanrıça Latona ve onun iki çocuğu Apollo ile Diana onuruna bir arada toplanmaya çağırdı. “Defneden taçlarınızı başınıza koyun,” dedi “kurbanlarınızı getirin ilahi dualarla.”

Tebli kadınlar bir araya toplanmaya başladığı esnada, Niobe altın işlemeli kıyafetlere sarınmış, öfkesine rağmen göz alıcı güzelliği ve omzuna dökülen saçlarıyla, peşinde kalabalık bir grupla çıkageldi. Bir şeylerle uğraşan bu kadınların ortasında durdu ve sesini yükselterek onlara seslendi:

“Daha ayrıcalıklı kişiler arasında yaşarken, gidip de size hikâyeleri anlatılan bu tanrılara tapacak kadar aptal mısınız? Siz Latona’ya kurbanlar sunarken benim ilahi ismim neden duyulmadan kalsın? Babam Tantalus tanrıların sofrasına oturan tek ölümlü ve annem Dione ise, göklerde yıldız gibi parlayan Pleiades’in kardeşidir. Amcalarımdan biri sırtına yüklediği gökleri taşıyan dev Atlas’tır, büyükbabam Jüpiter ise tanrıların atasıdır. Frigya halkı bana itaat eder; kocamın çaldığı müzikle bir araya getirdiği duvarlarla örülü Cadmus şehri kocamla bana aittir. Sarayımın her köşesi paha biçilemez mücevherle doludur. Elbette başka mücevherlerim de var; başka hiçbir anneye nasip olamayacak yedi güzel kız, yedi kuvvetli oğlan ve birçok gelinimle damadım var. Söyleyin bakalım bu gururum yersiz mi? Bana değil de, titanların adı sanı duyulmamış bu kızına tapmadan önce bir daha düşünün. Bu kadın, koca dünyada yaşayacak yer bulamayıp, haline acıyan Delos’un adasında, tekinsiz bir sığınakta doğurdu çocuklarını. Bu zavallı yaratık, sadece iki çocuğun annesi oldu o izbe yerde. Benim annelik mutluluğumun sadece yedide biri! Kim benim talihimi inkâr edebilir? Kim her daim mutlu olacağımdan şüphe duyabilir? Eğer benim mutluluğumu paramparça etseydi, talih zor durumda kalırdı. Benim kıymetli çocuklarımdan alın birini, yine de sayıları asla Latona’nın iki değersiz çocuğu kadar az olmayacak. Alın kurbanlarınızı buradan! Çıkarın defneden taçlarınızı başınızdan. Evlerinize dönün ve bir daha asla böyle bir aptallık yaptığınızı görmeyeyim!”

Birdenbire meydana gelen bu olaydan korkan kadınlar, taçlarını saçlarından çıkarıp, kurbanlarını bırakıp evlerine dönerken, hâlâ içlerinden Latona’ya dua ediyorlardı.

Delos adasında Cynthia Dağı’nın tepesinde, Latona iki evladıyla otururken Teb’de yaşanan bu olayı izlemişti. “Bakın sevgili evlatlarım,” dedi, “ben, sizi doğurduğu için çok mutlu olan ve Juno hariç hiçbir tanrıçaya boyun eğmeyen ben, sonradan görme bir ölümlü tarafından alay konusu oldum. Ve eğer beni korumazsanız, tüm eski ve kutsal sunaklardan silinip gidecek adım! Niobe, sizi de küçük düşürdü; kendi çocukları için sizi bir kenara fırlatıp atmak istiyor.”

Latona sözlerine devam edecekken Apollo araya girerek, “Daha fazla dövünme anne, bu sadece onun cezasını bir an önce kesmemizi engeller.”

Hemen o ve kız kardeşi, sihirli bir buluta bürünerek kendilerini gizlediler ve havada usulca süzülerek Cadmus kalesine ve şehrine geldiler.

Şehir duvarlarının hemen dışında atları yarışlara hazırlamak için kullanılan boş bir arazi vardı. Amphion’un yedi oğlu burada kendilerince eğleniyorlardı, birden en büyük olanı çığlık atarak dizginlerini bıraktı ve atından düştü. Kalbine bir ok saplanmıştı. Birbiri ardına hepsi yere devrildi.

Kara haber tez yayıldı şehirde. Yedi oğlunun da can verdiğini duyan Amphion kendi kılıcının üstüne düştü. Hizmetkârlarının çığlıkları kadınların olduğu kısma yayıldı.