banner banner banner
Türk Tarihi
Türk Tarihi
Оценить:
 Рейтинг: 0

Türk Tarihi


Gur vilayetini zapt edip kendisine bağladıktan sonra Kabil ve Gazze’yi zapt ile Keşmir üzerine yürüdü ve Keşmir’in o tarihte Yağma isminde bir şahı var idi. Keşmir dağları ve sularıyla kendisinde kuvvet göstererek Oğuz Han’a bir sene kadar karşı koymak istedi ise de nihayette mağlup olarak Keşmir, Oğuz eline geçti. Padişahları Yağma ile ahalisini toptan katletti. Ve bir müddet Keşmir’de ikamet ettikten sonra Bedehşan yoluyla Semerkant’a gelerek oradan vatanı olan Moğolistan’a geri döndü.

Hindistan seferinden dönüşünde bir yıl kadar istirahatten sonra ikinci yıl tertip ettiği büyük kuvvet ile Talas ve Taraz şehrine geldi. Han’ın askerinin arkasında daima dümdar[95 - Askerlikte arttaki güvenliği sağlamakla görevli, geriden gelen ve askeri takip eden birlik. (ç.n.)] kılıklı bir askerî bölük gelir ve ordudan geri kalanları ileri sevk eder idi. Adı geçen fırka bir ev halkını geri kalmış bularak Han’ın huzuruna getirdi. Han ne için geri kaldığını sual ettiği zaman azığının azlığından geri kaldığını ve askerin arkası sıra gelmekte iken eşinin doğurduğunu ve açlık münasebetiyle anasının sütü çocuğa yetmediğinden ne yapacağım diye düşünerek gelmekte olduğunu, yol esnasında gelir iken suyun kenarında bir çakalın bir karga avladığını görüp çakala ağaç ile vurarak kaçırıp, kargayı kebap ederek eşine yedirdiğini ve o aralık askerin artçılarının gelip kendisine kavuştuğunu ifade etti. Han dahi o fakire at, azık ve mal vererek ordu hizmetinden muaf tutup “Kal aç” dedi ki “Kalaç” (Hâlâç) boyları o nesildendir. Sonra Oğuz Han, Talas’tan Semerkant ve Buhara’ya gelip oradan Amuderya suyunu geçerek Horasan’a vardı. Ve o tarihte İran’da Pişdâdiyân meliklerinden Huşenk hükümdar idi ve Araplar Tavaif-i Müluk[96 - Endülüs Emevi Devleti’nin 1031 yılında yıkılması üzerine İber Yarımadası’nda kurulan ve 1031-1090 arasında hüküm süren Müslüman emîrlikler için kullanılan bir tabirdir. (ç.n.)] idiler ve her kabilenin bir şeyhi var idi. Evladının hamlesi de İran’ı kendine bağladı ve Horasan’ı zapt etti ve Irak ve Acem ve Şam ve Mısır’ı ve sonra Azerbaycan’ı ele geçirdi. Şam tarafında ikameti esnasında bir hizmetkârını çağırarak eline bir altın yay ile üç altın ok verdi ve: “Yayı gün doğusu tarafında çölün ayak basılmayan yerine gömüp bir ucunu çıkar ve okları dahi gün batımı tarafına götürüp yay gibi onu da sakla.” diye tembih etti. Hizmetkâr da tembihi gereğince hareket ederek aradan bir yıl geçtiğinde Gün, Ay, Yıldız isimlerinde olan üç büyük oğlunu çağırıp Gök, Dağ, Deniz isminde üç küçük oğlunu da kardeşlerine söylediği söz ile gün batımı tarafına gönderdi. Gök Han Osmanlıların, Deniz Han Selçukluların, Dağ Han Oğuz Guz ismiyle bilinen Türklerin büyük atalarıdır. Aradan bir müddet geçtikten sonra üç büyük oğulları bir altın yay ile pek çok av ve küçük oğulları dahi üç ok ile çok sayıda av getirdiler. Ve oğullarının getirdiği av eti vesair yiyecek ile büyük bir şölen tertip ederek beyleri huzurunda yayı bulan üç kardeşe ve okları da küçüklere paylaştırdı ve Hira’dan Mısır’a kadar zapt ettiği memleketlere tarafından hâkimler atayarak sonra Moğolistan’a döndü.

Bu seferden dahi dönüşte evlat ve aşiretiyle emin ve selamet üzere dönüşüne şükran babından birçok hazırlıklar yaparak şenlik düzenledi. Ağaçları altın ile kaplı bir çadır hazırlattırarak içini la’l, yakut, zümrüt, firuz ve inci gibi şeylerle süsledi ve o altı oğluna çok nasihatler edip boy beylerine yönetim adabını talim ederek birçok şehirler ve vilayetler bahş ve ihsan eyledi. Ve hizmetinde bulunan askerî amirlere bir hayli dirlikler ve şehirler verdi ve üç büyük oğluna: “Siz altın yay bulup onu bozarak aranızda paylaştınız. Sizin adınız bundan sonra ‘Bozok’ olsun ve üç oku getiren oğullarına da sizin adınız ‘Üçok’ olsun.” dedi. Ve “Bu oklar ile yayı siz kendiniz bulmayıp bu Tanrı Teâlâ’nın size bahş ettiği bir nasip ve kısmet olduğundan ve bizden evvel gelen ecdadımız arasında yay hangi tarafta ise okun ona tabi olması kanunu muteber olup bundan dolayı yay, şah ve ok onun vezirleri makamında tanındığından, vefatımdan sonra Gün Han benim tahtımda otursun ve onun vefatından sonra Bozok neslinden her kimin ehliyeti var ise o saltanat makamına geçsin ve üç oklarda vezirlik hizmetine razı olsunlar.” dedi. Ve bu şenlikten sonra çok geçmeden vefat etti. Saltanat süresi yüz on altı yıldır! Ve hicretten otuz dört sene önce kabul edilir. Sonra Türkistan’da bulunan Yesi şehrini başkent seçmiş idi ki bu şehir Özbek hanlarına da bir müddet payitaht oldu.

Oğuz Han’ın vefatından sonra Gün Han hanlık tahtına oturdu. Ve Uygur kabilesinden olup babasının veziri bulunan İrfil Hoca’nın nasihati üzerine diğer beş kardeşi ile onların yirmi dört kişi olan oğullarına gereği kadar malikâneler verdiği gibi Oğuz Han’ın cariyelerinden olan çocuklarına da iltifat edip nimetlenirdi. Ve Oğuz’un yaptırmış olduğu süslü otağı kurdurarak bir büyük ziyafet çektirmesiyle hükümdarlığın gereklerini yaptıktan sonra vefat ederek kardeşi Ay Han’ı yerine atadı. Ondan sonra Yıldız Han, Mengli Han, Deniz Han, İl Han birbirlerinin peşinden hükümdarlık makamına geçtiler. Ve Tatar Hükümdarı Sevinç Han da İl Han’ın çağdaşı idi. Bunların arasında savaş ve kavga uzayıp şiddetlenerek Sevinç Han, Kırgız Han’dan ve Moğol Türklerinin mahkûmu olan daha başka kavimlerden yardım ile İl Han’ın ordugâhı üzerine yığınak gösterdilerse de yine galibiyet İl Han’ın askerleri tarafında kaldı. Nihayet Tatarların bir yalancı dönüş yaparak geriye çekilmeleri üzerine İl Han takip etti ve Tatarlar uygun bir mevkide saf bağlamış olarak yeniden savaşa başlayıp Türkler üzerinde tam bir galibiyet kazandılar. Ve ekâbirlerinin çoğunu öldürüp kılıç artıklarını esir ederek Oğuz Devleti’ne son verdiler.

Bu rivayetler bir dereceye kadar Türk tarihinin efsane kısmı sayılabilirse de milattan on üç, hicretten yirmi asır önce Çe’u sülalesinin Çin tahtında hüküm sürdükleri sırada Asya kıtasının kuzey kısmında Hunların[97 - “Hun” adı Orhun Irmağı’na verilen isimlerden birisidir. Türk kabileleri genellikle yerleştikleri dağ, orman ve derelerin isimleriyle adlandırılırlar idi.] hâkimiyet kurmuş oldukları görülür. Bunlara o zaman “Hien-Yun” diyorlardı. “Hiung-Nu” şeklinde adlandırması ise daha sonraları “Han” hükümdar sülalesi zamanına tesadüf eder.

Milâdî I. asırdan (hicrî VII. asırdan önce) itibaren “Kiyan-Nu” ismi de bulunmaktadır.

Hükûmetleri, bir zaman Okhotsk Denizi’nden Altay Dağlarına, hatta Yayık-Ural Nehri’ne kadar uzanıyor ve “Doğu Tatarları”

adı verilen Kopa, Siyen-pi ve Cucanlara nispetle Bssatı Tatarları adıyla Asya kıtasının doğu tarafı kastedilirdi.

Hiung-Nular Çinlilerle uzun uzadıya savaşmışlardır. O zaman birkaç vilayetten ibaret olan Çin hâkimiyetine nispetle Hiung-Nuların hâkimiyet alanı son derecede geniş ise de dil ve tarihleri ile alakalı bir eser bırakmamışlardır.

Çinliler, Türklerle birçok kere barış antlaşması yapmaya mecbur olmuşlar ve kız vermek suretiyle bu anlaşmaları kuvvetlendirmek ve hızlandırmak istemişlerdir. “Hun” beylerinin başı Tengri Kutu, Şen-Yu (Göğün oğlu, şanı yüce kısaltması “Şen-yu” yahut “Tanju” ve eşleri “Yen-şi=eş”) adını alır idi.

Tanjular, diğer kabileler üzerinde üstünlük hakkı ve onlardan çokça asaleti, işlere hâkimiyeti olan “Siyen-pi” ailesinden seçilirler idi. Hâkimiyetin mirasçılarına “Huyen-vang” denilir idi. Hükümdarın maiyetinde bulunan bütün beyler ve zabitler arasında muntazam şekilde tertip edilmiş rütbe silsilesi hüküm sürer idi.

Tanju’nun hükûmet merkezi şimdiki “Kuay-Hua-Çing” şehrinin kuzeydoğusunda bulunan İn-Şan Dağı idi. Bu dağ, Altay dağlarının İrtiş Nehri kaynaklarına doğru uzanıp giden bir şubesidir ki kuzeydoğu tarafından Hunların sınırlarını teşkil eder.

Tanju, Çin hakanıyla akran muamelesi eder idi. Tanju hakana yazdığı mektuplarda: “Gök ve güneş ve ay tarafından hükümdarlık tahtına getirilmiş olan Hunların büyük Tanju’su Çin hakanından büyük bir saygı ile rica eder… ilh.” tarzında idare-i lisan eyler idi.

İki hükûmet arasında cereyan eden hakiki ilişkinin tarihi milattan iki yüz on ve hicretten sekiz yüz yedi sene öncesine ancak çıkabilir. Fakat bu tarihten çok zaman önce yani hicretten iki bin sekiz yüz on dokuz sene önce, Çin’de hükümran olan Hiya hükümdar sülalesinden önce Çin’in kuzey sınırında Türklerin varlığı bilindiği gibi, ikinci Şang sülalesinin hâkim olduğu dönemde Hunlar üzerine gönderilen Çin askeri hicretten önce bin yedi yüz otuz sekizde mağlup olup hezimete uğramıştır. Sonra III. sülale olan Chouların kurucusu Wu Wang zamanında Hunlar, Çinlilerden itaat talep etmiş ve adı geçen sülaleden Yuvang asrında Çite ve Şen-Si eyaletine doğru şiddetle hücum etmişlerdir. Hicretten önce bin beş yüz otuz iki tarihinden itibaren taarruz etmiş ve musallat olmuşlardır. Hicretten önce bin üç yüz on dokuzda Çi Emirliği’nin hükmettiği Kansu[98 - Moğolistan ile sınırdır.] eyaletine kadar girdiler.

Ondan kırk beş sene sonra da Peçili eyaletine akın ettiler. Türklerin birbiri arkasına olan hücumları Çinlileri âciz bıraktığından, saldırılarını önlemek üzere Çin Seddi’ni[99 - Halkın yanlış bir söylemi olarak “İskender Seddi” olarak adlandırdıkları ve Büyük İskender veya Zülkarneyn ile hiç münasebeti bulunmayan Çin Seddi’nin inşası on senede son bulmuş ve bu uğurda 400.000 kişi telef olmuştur. Çin yapımına Tatar ve Türklerin saldırılarını önlemek için sınırda beş yüz bin asker bulundurduğu gibi dört milyon amele istihdam etmiştir. Bu büyük set Pekin’in doğusunda deniz sahilinden başlayarak Peçili eyaletini kat ettikten sonra batıya dönerek “Şansi”, “Şen-si” ve “Kansu” eyaletlerinden geçer. Seyyahların rivayetlerine göre uzunluğu iki bin beş yüz ve hatta iki bin altı yüz km. kadardır. Bazı yerleri tuğladan ve genellikle çoğu kısmı topraktan yapılmıştır. Her yerinde yan yana altı süvari geçecek kadar genişliği vardır. Bu büyük eser milattan 247 sene önce Moğol ve Mançuların Çin’i istilalarına karşı yapılmış ise de hiçbir faydası olmamıştır.] inşaya başladılar. Hicretten önce sekiz yüz otuz altıda bu set IV. Çin sülalesinin kurucusu olan Çin Şi Huang’ın himmetiyle vücuda gelmiş ise de ondan önce Yang Beyi, Doğu Tatarlarından korunmak için Peçili eyaletinin Vuçang Beyi, Şansi eyaletinin kuzey sınırına set çekmişlerdi. Şansi’de bulunan Çin Şi Huang’ı dahi onları taklitle hükmettiği bölgenin kuzeyine set çekmiş ve sonra bütün Çin Hıtay’ına sahip olduğu zaman duvarları birleştirilmiştir.

Çin Şi Huang’ının vefatından, yani yukarıda beyan ettiğimiz milâdî iki yüz on senesinden sonra Çin’de karışıklık çıkarak sınır koruyuculardan arındırılmış ve bunu fırsat sayan Türkler tekraren Tatarların “Kara Muren” dedikleri Nehr-i Asfer’den dolaşarak Çin’i yağmaya başlamışlardır.

Bunların o zaman Tanjuları “Tü-men” yahut “Teoman” denilen zat idi. Namı zamanımıza kadar korunmuş olan ilk Hiyung-nu hakanı işte bu zattır.

Teoman kumandasında olan Hunlar Çin Seddi’ni aşarak Ordu vilayeti ile eskiden sahip oldukları vilayetleri istila ettiler ve Hazar Denizi’ne kadar ezici kuvvetlerini gösterdiler.

Teoman milattan önce iki yüz dokuz senesinde vefat etti. Yerine geçen Mete Han milattan önce yüz yetmiş dört senesine kadar büyük fetihler gerçekleştirdi. Bu zamanda Çin Hükûmeti’ni dehşetli kargaşalar sarsmakta ve hâkim idare Han sülalesi kurucusu Kao-Huang-Ti’nin eline geçmekte idi. Bu Hakan idareye gelir gelmez Mete Tanju üzerine hücum etti ve Maya (şimdiki Su-Ping-Fu) şehrini kuşattı. Şehir zapt olundu. Tanju üç yüz bin Hun’un başında olduğu hâlde Şansi’ye girdi ve Singan-Fu şehri yakınına kadar ilerledi. Kao-Ti karşı çıkmaya cesaret edemeyerek kızlarından birini Tanju’ya vermek suretiyle barış talep etti.

Bundan sonra Türkler ve Çinliler arasında kız alıp vermek suretiyle akrabalık hasıl olmuş ise de Çin tarihçileri büyüklük taslayarak bu verilen kızların hükümdar ailesine mensup olmayıp bayağı cariyelerden olduklarını beyan ederler.

Milattan yüz yetmiş beş sene önce Hiung-Nular, Yu-şileri çoktan beri yerleşik bulundukları Kansu ve Şansi eyaletlerinden sürüp batı tarafına Balkaş Gölü ve İli Nehri civarına sığınmaya mecbur ettiler. Yu-Şileri daha önceleri Mete rahatsız ettiği hâlde bunun ardı sıra Lao-Çang isminde birisi onların hükümdarlarını katlettirip kafatasından bir kupa yapmış bunun üzerine artık Yu-Şiler Tayvan’ın (Stanislas Julien vb. yazıları “Matu Anlan” diye tercüme etmişlerdir.) öte tarafına firara mecbur olmuşlardır. Yu-Şiler de Yaksart’ı aşarak Soğd ve daha iyi bölgeleri işgal ve oralarda bulunan “Şu” veya “Saka” kavmini sürdüler.

Yine bu zamanda Tanju, Doğu Tatarlarının hükûmetini dahi yerle bir eyledi. Bu kavimlerin bir kısmı (Pekin’in kuzeyinde) Wu-Huan Dağlarına çekilip bu dağın ismiyle anıldılar. Bir kısmı da Siyen-pi Dağlarına sığınıp o adla anıldılar. Yu-Şilerin Maveraünnehir’e indikleri bir zamanda Hiung-Nuların müttefiki olup daha batı taraflarına yerleşen Wu-sun=Vu-sinler dahi İrtiş Nehri ve Aral’a kadar Kıpçak memleketi arasında yani Hiung-Nuların kuzeybatı taraflarında ortaya çıkıyorlar idi. Wu-sunlar, Alanlar vs. kavimler gibi mavi gözlü idiler. Reislerine “Kun-Mi” namı veriliyor ve İli sahilinde oturuyorlar idi. Wu-sunların ülkesine Çinliler “Kun-Mi Kua” yani “Kun-Mi”nin hükûmeti adını verirler. Çinliler Wu-sunları büsbütün Hunlara bağlılıktan ayırmak yolunu aradılar. Bunun için Batı memleketlerinde ilk seyahatleri gerçekleştirmiş olan Çinli meşhur gezgin Çian Kien’i bunların arasında yücelttiler.

Çin hakanı bu zamanda bile Batı Tataristan, Maveraünnehir, Kan-kiu, Fars, Pu-s kavimleriyle ticari ve siyasî münasebette bulunur idi. Fakat Çin ile bahsedilen memleket arasında yerleşen Hunlar bu tarz ulaşıma mâni olmak istiyorlar idi. İşte Çan-Kien’in Wu-sun’da Yu-Şiler nezdinde memur olduğu vazifeyi ifa etmezden evvel on sene kadar Tanju tarafından tutuklanması bu muhalif fikirden kaynaklanmıştır.

Milattan yetmiş sene önce Wu-Huanlar, Hiung-Nulara karşı isyan ve bütün Tanjuların ve özellikle Mete’nin mezarını tahrip ettiler. Hiung-Nuları yüz fersah mesafeden fazla batı tarafına sürüp bunların terk etmiş oldukları araziye sahip oldular. Biraz sonra Siyen-pilerin Çinlilere yardımı sayesinde milâdî kırk beşte Wu-Huanlar mağlup oldu. Fakat derhâl kendilerini toplayarak daha fazla kuvvet peyda ettiler. Bunların hükûmetleri milattan iki yüz yedi yıl sonraya kadar devam etti.

Milâdın kırk üçüncü senesine doğru Hun Hükûmeti Kuzey ve Güney olmak üzere iki hükûmete ayrılmış idi. Altmış beşinci senesinde Kuzey Hunları güneylilerle birleşerek Şansi ve Hami üzerine çullandılar. Fakat gördükleri mağlubiyet ve hezimet üzerine kuzeyde ellerinde bulundurdukları vilayetlere çekilmeye mecbur oldular. Çin generali Tsiu Hien tarafından takip ve memleketleri tahrip olunduğu gibi Kilu-Şan Dağı’nda uğradıkları ikinci bir hezimette Tanju, batı tarafına kaçtı. Bununla da Kuzey Hun Devleti son bulmuş oldu. (m. 93-544)

İki yüz bin Hun, Çin Hükûmeti’ne tabi olmak isteğinde bulundu. İtaat eden kısmı Altay Dağları’nı ve beş yüz fersahtan çok uzayıp giden geniş bozkırları aşarak Ural bozkırlarına ve Başkır memleketine geldiler. Bunlar Asya ve Avrupa sınırında Batı Hunları adıyla yeni bir Hiung-Nu devleti kurarak Tanjular tarafından idare olundular. Hükûmetleri asırlarca devam etti.

Çin tarihçileri bu iki hükûmetten bahsettikleri sırada Tanju Hükûmeti adıyla anıp hükümdarlarının Yayık (Ural) Nehri kaynağı yakınında bulunan Yu-Pan’da ikamet ettiğini yazarlar ise de mesafenin uzaklığı ve onlarla hiçbir münasebet peyda edemedikleri gibi bunlara dair ayrıntılı bilgi de vermezler. Avrupa kıtasını Hun adıyla istila edenler işte Uygurlar, Oğuzlar, Siyen-pi ve diğer Türk kavimleri ile çevrilmiş olan bu Batı Hunlarıdır.

Bunların Rusya sınırına ulaşmalarının ilk sonucu oralarda eskiden beri yerleşmiş olan kuzey kavimlerini güneye doğru sürmek olmuştur.

Adı geçen kavimler Çinlilerin “A-La-Ni” diye adlandırdıkları Alanlar idi. Bunların yetmiş sekiz senesinde Kafkas Dağları’nı aşarak Medya’ya (şimdiki Azerbaycan Irak ve Acem) girdikleri ve Partlarla bin altı yüz seksen senesinde Mark Aurel zamanında Romalılarla muharip bulundukları Latin müelliflerinde görülmektedir. Yüz sene sonra yani III. Gordian’ın zamanında Alanlar Makedonya’ya ve yavaş yavaş Avrupa’nın diğer ülkelerine dâhil oldular.

Kuzey Hunlarının enkazıyla Batı tarafında Hun Devleti’nin oluştuğu sırada Güney Hunları Şansi eyaletini işgal ediyorlardı. Tanjuları olan Hiyu-lan-şi’ye Kuzey Hunlarından otuz dört bin aile doksan üçte itaat talep etmiş idi. İktidarı ele geçiren Siyenpilerle Wu-Han ve Keyanların istilaları, milâdın yüz yirmi beşinci senesinde vuku bulmuştur. Gitgide Güney Hun Devleti zafiyete uğradı. Tanjular, Çin hakanlarının çeşitli kişilerine birer alet oldular. İki yüz altı tarihinde Çin hükûmeti de bölünerek üç hükûmete ayrıldı. Şöyle ki: Vay Gavaylar kuzeyde, Vular güneyde ve küçük Han sülalesi batıda yetki icra ediyorlardı.

İki yüz yedi tarihinde Vaylar civar kavimlere, özellikle Wu-Hanlar üzerine hücum edip birer birer itaat altına aldılar. Şimdi sıra Güney Hunlarına gelmiş idi. Son Tanjuları olan Vu-Çe-Sien uzun müddet karşı koyduktan sonra Çin hakanının huzuruna çıkarak itaat bildirdi. Güney Hiung-Nu Devleti iki yüz yirmi birde yıkıldı. Ahalinin bir kısmı Kansu ve Şansi eyaletlerinin yerli ahalisine karıştı. Çoğu batı tarafına iltica etti. Doksan üç senesinde göçen ilk Hunlarla buluştular.

İki yüz yirmi beş senesine doğru Siyen-piler merkez Asya’ya indiler. Hiung-Nulara ait olan ülkeyi istila ettiler. Tupa, Tuba ve So-teou adıyla geniş bir devlet kurdular ki yüz sene sonra yani milâdî üç yüz yirmi yılına doğru İli Nehri’nden Amur Nehri’ne kadar uzayıp gidiyordu. Siyen-pi ismi zamanımıza kadar “Sir” ve “Sibirya” şeklinde payidar olup kalmıştır. Fakat üç yüz on senesine doğru Siyen-pilere mensup olup tarih lisanında isimleri “Cu-an-cuan, cu-cu, cinu-cen, cu-cuen” şeklinde ve Arapça olarak “Ye’cüc ve Me’cüc” adlandırılmış olan diğer Türk kavimleri batı tarafına doğru şiddetli bir yığılma gösterdi.

Üç yüz doksan yılında Siyen-piler de oldukları yerden sürüldü, devletleri mahv u perişan oldu. Cücenler[100 - Şimdiki Çeçenlerin bunların torunları olması muhtemeldir.] Kuzey Makar Adalarından birisi “Karakurum” olmak üzere yavaş yavaş bütün Tataristan’a sahip oldular. Bunların reisine Tanju adı veriliyordu. Bu hükümdarlardan To-lun adındaki birisi dört yüz yirmi yılına doğru Tanju unvanını Hakan (Çince: Khohan) olarak değiştirdi. Bu kelimenin türeyiş şekli tamamıyla belli değil ise de bundan sonra Tatar hükümdarlarına unvan olup kalmıştır. To-lun büyük bir cihangir ve kanun koyucu oldu. Saltanatı döneminde Cücenlerin devleti Kore’den Avrupa’ya kadar uzayıp gidiyordu. Hatta bir zamanlar Batı Hunların yerleşmek üzere oldukları Başkır memleketi dahi yayılma alanlarına girmiş idi.

Dört yüz otuz senesine doğru Attila’nın Avrupa’yı istilası hiç şüphe yok ki Cücenler yüzünden olmuştur. Yine Haydariler ve Eftalit yani Ak Hunlarınki dahi bu zamana tesadüf eder. Cücen devletinin yıkıldığı zamana kadar hüküm süren bütün hakanların isimlerini ve yaptıklarını Çin tarihçileri kaydetmişlerdir.

Una-Huay ve Nagan-lu-çin kumandasında bulunan Tukyular, Cücenlerin memleketlerini istila ve 552’den 554 senesine kadar ahaliyi toptan katletmişlerdir. Bu sebeple Tukyular bütün Asya’nın kuzeyine Kaşgar -Buhara-yı Sagir- bölgesinin merkezine sahip oldular. Cücenler üzerine elde ettikleri bu başarıdan sonra Tukyular, Yaksart yani Seyhun Nehri’ni aşarak Fars hükümdarı Hüsrev-ü Nuşirevan ile ittifak ederek Maveraünnehir’de bulunan Eftalit yani Ak Hunların egemenliğine son verdiler. Beş yüz elli yedide Eftalitler, Hakan adını taşıyan ve Var ve Huni adlarını taşıyan reislerine tabi olarak firar ettiler. Varhuni yahut Varhunit adıyla tarihte anılan Uygur, Sabir ve Türkler işte bunlardır. Fakat bunlar Avrupa’ya dâhil oldukları zaman Avar adını almışlardır.

Tarihin bu noktası şükre şayan ise de herhâlde Avar adının vaktiyle Tataristan’da dehşetli bir hükûmet hatırası bırakmış olan diğer kavimlerin adı olduğu zannedilmektedir.

Tarihî olayların bundan sonrası gelecek bahislerde görülecektir.

Âlemde millet ve ümmetlerin vukuatları bir tarzda cereyan etmektedir: “Tarih, olayların tekerrüründen ibarettir.” sözü bir hakikattir yani her kavmin kendi nesillerinin ve geleceğinin devamı diğerinin son bulmasına bağlıdır. Medeniyetin varlığıyla övünülen şu asırda bu durum açıktan açığa kendisini göstermiyor ise de ticareti bazı milletlerin tekeline alarak diğerini ihtiyaç içinde bırakmak suretiyle toplumların artışına set çektikleri görülmeyecek kadar gizli bir hâl değildir.

İşte eski Türk kavimlerinin birbirine ve çevrelerine karşı icra etmiş oldukları savaşlarda da bu fikirden başka bir maksat yoktur.

Bazı kindar tarihçi ve seyyahların tasvir ettikleri gibi bu savaşçı insanlar çobana benzemezler. Bunlar çevgan yerine mızrak, çoban düdüğü yerine kaval kullanırlar.

Veraset-i Ma’kusa dediğimiz veraset usulünden dolayı talih peşinde koşan yiğitlerin Çin, İran, Küçük Asya’ya geçişlerinden dolayı olan değişim göz ardı edildiği takdirde, Türk ve Moğol ailesi içinde kadınların hayal edildiğinden çok önemli bir mevkiye sahip bulundukları görülür. Türk âdeti, hatta bugün şer’i şerife bağlı olanlar yanında bile kadınların sahip bulundukları bir medeni şahsiyet temin etmiştir.[101 - Yazarın burada Türklerin kadına verdiği kıymet üzerinde dururken “şer’i şerife bağlı olanlar nezdinde bile” tabirini kullanması üzücüdür. Çünkü Müslüman olmakla birlikte alınan bazı teamüller Araplara mahsus, hatta Allah’ın Araplardan kaldırmak istediği menfi uygulamalardır.” (ç.n.)] Bir kız veya kadınla evlenen bir Türk ilk önce kan veya İstanbul halkının tabiriyle ağırlık adında peşinen bir mihr vermek mecburiyetinde olduğu gibi yüz görümlüğü diye kendisi; el öpmelik diye de ebeveyn ve akrabası hâllerine göre birer hediye takdim etmeleri âdettir. Bu hediyeler genellikle altın, gümüş vb. mücevherattan ibaret olup kadının kendi malıdır. Verilen ağırlık ile de oda döşemesi, kap kacak vs. alındığından eşler müştereken kullanır iseler de boşanma durumunda bunları kadın kendi hanesine götürür. Türk ve Moğolların kibar kadınlarının arpalığı bulunmak mecburi olup eşsiz olanlar bununla geçinirdi. Cengiz Han’ın Türk ve Moğolları nezdinde şeriat hükümleri, medeni idare tarzının ve millî örfün yerine geçmeden veya bunları ikinci derecede bırakmadan önce birtakım prenseslerin bir ordu arpalığına sahip bulundukları malum olduğundan, kadınların arpalığında[102 - Arpalık, Osmanlı’da bazı memurlara emeklilik hâlinde veya görevden ayrıldığında ödenen tahsisat olarak da kullanılır. (ç.n.)] örekeden tut da mızrak bile bulunduğu anlaşılıyor. Türk ve Moğollarda kızları devlet yönetiminden alıkoyan bir veraset usulü olmadığından İslâm’dan önce hatunların eşlerinin yerine geçtiği sıkça görüldüğü gibi, İslâm’dan sonra da vaki olmuştur. Hatta Osmanlı saltanatında en meşhuru Kösem Valide Sultan olmak üzere saltanatlarının ihtişamı övülen saygın hanımlar Mal Hatun, Nilüfer Hatun vb. her zaman önemli bir hürmet mevki kazanmışlardır. Örfi kanunlara hâlâ riayetleri tam olan Ceyhun Türkmenlerinden Teke Türkmenlerinin emiresi yakın zamanlarda Rus miralaylarından Ali Hanof’a vararak hükûmetinin hukukunu Rusya’ya terk etmiş ve tebasından buna itiraz eden bulunmamıştır. Hicrî sekizinci asır ortalarına doğru Kırım’da seyahat eden İbn-i Batuta, Türk kadınlarının çarşı ve pazarlarda alışveriş ettiklerini ve kocalarının ise bomboş oturup durduklarını şaşkınlıkla nakleder. Çin tarihçileri de Türk kadınlarının hürmet ve muhabbete mazhar olduklarını, şahsi asaletlerinin bulunduğunu beyan ile evliliklerinde de bu asaleti kaybetmediklerini beyan ederler.

Tartışmasız kişisel asaletlerini tesis etmiş olan Türk kavmi nezdinde miras hukukunun yedinci batında duraklaması gariptir. Ebulgazi Bahadır Han Şecere-i Türkî’de: Yedi atağça andın sonun koymas. Türk ve tacın ve o barça âdem ferzendinin içinde yedi resmi atasını ser kılmak. Türk halkı ayturını arkamdan biri temürcü men itükçü ki minig yeti ata uş bu yurtta ülken turur, yatur kim yeti arkadın yarlık yüzün körgenim yokdır. Tacik hem şundak dir.[103 - Tüzikat-ı Timuri’de yedi batından evvelki bağlar tasdik edilerek Ebulgazi’nin rivayeti ile uygunluk görülür. Birinci batın atasından itibaren yedinci batına kadar büyükbabaların Moğolca isimleri şunlardır: “İçbike Eboken, Alancık, Budatur, Budakur, Murti, Dudakon.”] Yedi arka yani yedi batın ki üç asır kadar bir müddettir. Zaman aşımını sağlar ve unvanı siler, yok eder. Buradaki unvandan maksat neseplere bağlı lakaplar değil kabul edilen nizamlardır. Nesepler yok olmaz. Hâlâ zamanımız Kırgızlarından ulu cüz, orta cüz, küçük cüzlerden[104 - Alaş Han’ın üç oğlu vardır. Bakarıs neslinden gelenler Uluğ Cüz, Akarıs neslinden gelenler Orta Cüz, Yanarıs neslinden gelenler Küçük Cüz adıyla anılır. (ç.n.)] her oymak on asırdan daha evvelki olan ongunlarını (arma) muhafaza ediyorlar. Kıpçak oymağı milâdî altıncı asırda -hicretten bir asır önce- Çinli tarihçilerden Tukyuların sözleşmeleri altında gördükleri mızrak demiri şeklinin hızla resmedilmesinden hâsıl olmuş bir arma kullandıkları gibi, altı asırdan beri İslâm’ın kurtuluş dairesinde bulunan Giray Ogiriski oymakları hâlâ sözleşmelerin altına ataları olan Hristiyan Kerait Türklerinin haçını koymakta ve bir kısmı sıradan şeklini verip bir kısmı ise bazı hatlar ilave etmektedir. Türk kanununda kişisel haberler ile millî rivayetler ayrı şeylerdir. Akrabalık hissî işlerden olup hukuki meselelerden değildir.

Bu hâle sebep Türklerin uzun süre silahlı göçebelikleri ve yabancı kavimler nezdinde askerî hizmette bulunmalarıdır. Araplar aşiret ve kabile hâlinde göç etmişlerdir. Türkler ise ittifak eden topluluklar, ifrat ehli bireyler, bir sancak altında birleşen topluluklar şeklinde memleketlerini terk etmişlerdir.

Türkler ve Moğollarda bağnazlık etkileri olmamıştır. Araplar, İranlılar ve Slavlarda mevcut dinî tasavvur, Türkler, Moğollar, Mançularda görülmemiştir. Girdikleri mezhepler içinde bunların huzur ve esenliklerine Buda mezhebi pek uygun düşmüştür. Kendileri tabiat ve yaratılış olarak, mizaç olarak Budîliğe yatkındırlar. Bunlardan daha sonra İslâmîyet dairesine girenler Din-i Muhammedî’nin kutsallığını takdir etmiş, canlarını esirgemeden destek vermiş, kılıç çekmiştir.

Asıl Türklerin vasıtasıyla birçok Türkçe yazılan eserlerdeki -ki bütün manzumdur- ifade tarzı, fikrî esası tasavvufa dairdir. Fakat bu hususta eser sahiplerinin hakkıyla incelenmesi lazımdır. Çünkü İranlılardan Türkçe yazanlar çoktur. Tabii hâl ve hissiyatını yazan bir Müslüman Türk’ün eserinde mutlaka tasavvuf düşüncesi ağırlıktadır. Halis Türk şairleri kendi meyil ve yaratılışlarına tercüman oldukları zaman kendilerini tasavvuftan alamazlar.[105 - Vambery’nin Çağatay dilbilgisindeki Burak Divane’yi okumalı, s. 58-79.] Arap ve Acem’i taklit edenlerse onların ilhamlarını anlamayarak eksiklerini çoğaltırlar. Türkler Buda mezhebinden başka diğer din ve mezhepleri yavaş bir şekilde ne şevk ne de nefretle kabul etmişlerdir. Türkler; Mecusî, Mazdekî, Nasturî ve İslâm dinlerini kabul etmişlerdir. Lakin bunlara ait hususları gönül rahatlığı ile kabul edip asker doğalarına uygun görmedikleri zaman hiç oralara girmemişlerdir. Din değiştirmek için yedi batın geçmesini beklemediklerinden Türkler hangi dine kesin girmişlerse samimiyetle uygur (medenî) sıfatına layık bir şekilde değişiklik ve çekişme yapmaksızın kabul etmişlerdir. Zaten gerek uygurluk, gerekse yasa dedikleri idare kanunu da bunu gerektirir. Kabul ettikleri dini de dayandığı delillerle değil, halis niyetlerinden dolayı samimiyet ve ciddiyetle savundular. Teşvik ve zorlamada bulunmadıkları gibi dinî tartışmalara girişmediler. Moğol hükümdarlarından Mengü Kağan adap ve usule uygun bir şekilde anlattırmak üzere Muhammedî ve Budî âlimlerini huzurunda toplar ve başka yerde mücadelelerini men’ eyler idi. Bu dinî sohbetlerden sonra da yeme içme faslı gelirdi.

İran çetesinde bulunan Türkler arasına, -çoğu zaman hükmü geçmeyen- Mazdek inancı, Çin ve Tiyanşan, Pe-Lu batısındakiler içine Nasturî Hristiyanlığı ve sonra İslâmîyet Tiyanşan, Nan-Lu Çin askerî sınırını ve nihayet doğu çetesinde bulunan Moğol ve Mançular arasında Hristiyanlık[106 - Tarihçi İbni Haldun, Semavi dinlerin çeşitli beldelerde yayılmasını anlatır fakat karışarak da geçtiğini hikâye ederken şöyle diyor: Ve yine kuzey tarafında beşinci iklime kavuşan yedinci iklimde yerleşik Sakalibe, Efrenc taifelerinin ve Türk ve Tatar kabilelerinin bazıları beşinci iklimde yerleşik Hristiyan taifesi ile karışmaları sebebiyle Hristiyanlığı kabul etmişlerdir.] Manilik, sonra İslâmîyet ve Buda mezhebi yayılıp geçerli olmazdan evvel bütün bu kavimlerin kendilerine mahsus eski dinleri vardı ki Mançu ayin kitaplarında ve Çin tarihlerinde kısmen muhafaza olunmuştur. Batıda Çeremişler, kuzey ve doğuda Yakut, Altay Türkleri, Teleütler, Tunguzlar bu mezhepleri birtakım değişikliklere rağmen pek çoğu bozulmaksızın muhafaza etmişlerdir. Bunların esasları Kırgızlar, Sibirya Tatarları ve diğer Müslümanların hikâyeleri, şiirleri ve inançları arasında yaşayagelmişlerdir. Bu eski mezheplerin inançları, sınıfları ve amellerini meydana çıkarmak mümkün değilse de aralarında müşterek olan umumi kaideleri ve estetik zaviyeden bakıldığında dış görünüşleri hakkında bir fikir edinmek mümkündür. Bu mezheplerde en çok dikkati çeken nitelik insanın kendisini çevreleyen âleme çok şefkatli ve merhametli olmasıdır. Yani nazari dinî bilgiye boğulmamış saf bir çoban inanışı hâkimdir.

Eski Çinliler gibi Türkler de: Arz, ağaç, maden, ateş ve sudan ibaret beş unsurun beş kişide tecellisini kabul edip bunları kutsal sayarlardı. Beş kişi de merkezde Kin Han, Sarı Han, doğuda Gök Han, güneyde Kırmızı Han, batıda Ak Han, kuzeyde Kara Han’dır.[107 - Şu tabirler hâlâ Asya Türkleri arasında siyasi ıstılah olarak kalmıştır: Cengiz Han zamanında Gök Moğol namıyla anıldığı gibi yine o zamanda merkez, yani Çin hükümdarı da Kin Kağan yani Sarı veya Hükümdar-ı Zerrin unvanını almıştır. Batı imparatoru yerine de şimdi Ak Kral denilen Rusya İmparatoru gelmiştir.] Sonra bu meslek iki soyun tekeline geçti ki bu da Tengri’den (Gök ile Yer) ibarettir. Yeryüzünde Hiung-Nuların hükümdarı, yani Moğol Kağanı, hâlâ Çin imparatorunun sahip bulunduğu “Hükümdar-ı Semavi” unvanı gibi o manada olarak Tengri Kut diye tanınır idi. Beş unsur isimleri on iki hayvan[108 - Türk yılı denilen seneler kamerî olup isimleri şunlardır: Sıçkan yılı (Sıçan), Öküz (Odı) yılı, Pars yılı, Tavşan yılı, Balık yılı, At yılı, Koyun yılı, Maymun yılı, Tavuk yılı, İt yılı, Domuz yılı.Kâtip Çelebi merhumun Takvimü’t-Tevârih’inde Türk Tarihi hakkında verilen bilgiler faydası olduğundan buraya eklendi: Doğu tarafının bilginleri yani Çin, Hıtay, Moğol ve Çağatay ahalisi âlemin başlangıcına yöneldiklerinden tarih öncesidir. Onlar zannederler ki âlemin ömrü 360 (ven=van) ve her ven on bin yıl ve her on iki yıl bir devir ola. Ve her yılı bir hayvana nispet ederler. O hayvan o yılın talihidir. Galiba onda geçmiş olan ömür, anılan hayvanın tabiatının gereği üzere olur derler. Ayların isimleri Türk dili ile buna göre adlandırılmıştır. Âram ay, ikinci ay, üçüncü ay, dördüncü ay, beşinci ay, altıncı ay, yedinci ay, sekizinci ay, dokuzuncu ay, onuncu ay, on birinci ay (bir yirminç ay), onikinci ay (çakşaput=oruç ayı) ve senenin ilk ayının başlangıcı daima güneşin ayla ayın ikinci on gününde, zeval öncesine içtima vaktinde yani güneş, ay ve dünyanın aynı hizaya geldiği vakittedir. Bayramları dahi o gündür. Ve bu günün tanına itibar olunur. Sair ayların başlangıcında burçların ortalarında, güneş, ay ve dünya aynı hizaya geldiğinde adı geçen tarihin ayları kamerî ve yılı şemsî olmak lazımdır. Çünkü yılın başlangıcı dolunaya, ictimaya bağlıdır. Bu takdirce yılda on bir gün fazladan, iki veya üç senede bir ay fazla olur. Ona “beşon ay” derler.] adı ile birleşerek, Türk ve Moğollar nezdinde kullanılan altmış yıllık bir astronomik devir vücuda getirmişlerdir. Sıçan demir yılı, öküz demir yılı, pars demir yılı gibi… Yukarı Asya’da bulunan Türklerin mezar taşlarında bile (bunların en son tarihlisi milâdî 1406’ya denk gelir, hicrî: 806) dâhil oldukları mezhebin Selefkus (Silifkeliler) takvimi üzerine kurulmuş olan tarihle beraber kendi eski tarih devirlerini kaydetmişlerdir.

İslâmîyet’in Doğu Türkistan’da yerleşmesinin üstünden asırlar geçtiği hâlde bile Türk tarih usulü kullanılmıştır ki hicrî bin yetmiş dört senesinde meydana getirilen Şecere-i Türkî’de Türk tarihi ve hicrî tarihin hep birlikte kaydedilmiş olması buna bir delildir.[109 - Tarih bin yetmiş dört ve tavşan yılında ve mübarek ramazan ayında darü’l fenadan, darü’l bekaya göç etti. (Şecere-i Türkî), s.173.] Dikkate şayan hususlardan olmak üzere şunu da belirtelim ki Litvanya ve Karim (Karaim) denilen Musevî Türkler zamanımıza kadar Yahudi tarihini kısmen kabul ederek hâlâ temmuz-ağustos, eylül-teşrin-i evvel, teşrin-i sâni-kanun-ı evvel aylarına tesadüf eden üç ayın İbranicesi ilul, heşvan, kislev olduğu hâlde eski Türk isimleri olan çürük ay, güz ay, sokun ay (çiğnenmiş ay demek) vb. adlandırmaları kullanıyorlar.

Şu eski mezheplerde en ziyade hürmete şayan olan unsur silah imalatına yarayan madde yani demir idi. Türklerin asılları hakkındaki bütün rivayete demir dâhil olur. Muhtemelen Romalılar Merih kılıcı (L’epée de Mars) tabiriyle, Hunların bir kılıç demiri şeklinde biçimlendirip dua arz ettikleri demiri tarif etmek istemişlerdir. Milâdî altıncı asırda Türkistan’a giden Bizans elçileri sınırda, sınır geçme merasiminde bulunurlar idi. Yani elçilere demir takdim olunur idi. Timur ve Timurtaş gibi eski millî adlar elbette eski bir inanca dayanarak verilmiştir. Hatta Hun kralı Attila’nın ismi bile Macarcada çelik manasına gelen Aczel kelimesinden Atzel şeklinde ve sonra da Attila şekline girmiş ve bu da tamamıyla Türkçenin Timur veya Timurtaş isimlerinin tercüme edilmişidir.

İzlerinden pek çoğu zamanımıza kadar ulaşan anasır-ı hamse inancını yer ile bir “senaiyet-ikilem” teşkil eden Tengri-Tenri yani gök inancı takip etti. Halkın itikadınca (yer) tengri cinler, periler, ifritlere mesken olmakla beraber batıdaki Çeremişler, doğudaki Altaylılar da hâlâ zamanımıza kadar Tengri yani Gök’e kurban takdimi ve ihtiyaçlarını arz ettikleri de görülegelmiştir.[110 - Altay putperestlerinden Teleütlerin duası.]