banner banner banner
Türk Tarihi
Türk Tarihi
Оценить:
 Рейтинг: 0

Türk Tarihi


    Babürnâme, s. 386

Asya’nın tarihini tamamıyla anlamak için mutlaka Türklerin tarihini bilmek gerekir. Çünkü Asya’da vakalar genellikle Türkler arasında veya dolayısıyla diğer kavimler arasında cereyan etmiştir. Bir de Türklerin geçmiş hâllerine dair mevcut olan yetersiz ve kısmen mitolojiden ibaret olan bilgiler şu otuz yıl içinde gerçekleşen keşifler ve icraat sayesinde büsbütün değişime uğramış ise de yine tamamıyla hakikat meydana çıkarılamadığından her hâlde mevcut olan kavimler Türkiye tarihine müracaat etmek zorundadır. Zaten dünyadaki milletlerin cümlesinde, ilk zamanlar bilinmezlik perdesi altında kalmıştır. Bize nispetle o zamanlara daha yakın olan zamanlarda yazılmış tarihî eserleri büsbütün ret ve çürütme de akla uygun ve hikmetli olamayacağından onların bir diğerine mukayesesiyle aklıselime ve bu kargaşaya bulanmış âlemde öteden beri cereyan edegelmekte olan olaylara olur verenleri, hakikat olmak üzere kabul edilecektir.

Hicret-i Nebeviye’den iki asır önce Avrupa’nın doğusunda bir kısım ile (Çin, Hint ve Hint Çini müstesna olmak üzere) Asya’nın doğu kısmı ve içerilerinde Sami diller ve Aryaniye’den başka olarak söylenip yazılmakta olan lisanlar: Batıda Finova ve Macar; doğuda Moğol ve Mançu denilenlerdir ki bunlar aslen birbirinden ayrılmadır. Her ne kadar bu diller arasında şimdiye kadar Hint-Avrupaî dillerin de olduğu gibi pek yakın bir akrabalık ve muntazam bir benzeşme eseri keşfedilememişse de asıllarındaki ortaklık ve bir aileye olan bağlılıkları görülmektedir. Bu diller bir küme teşkil ediyor; birbirleriyle kıyaslandıkları gibi kendilerine has ve pek belirgin bir kökten ayrıldıkları gözüküyor. Tamamında eski hece ile ilgili müştereklere delalet edecek izler bulmak mümkün oluyor. Tamamı da çekimli diller; bazıları zamanımızda gözlerimizin önünde eklemeli dillerden çekimli dillere geçmekte. Hepsinde de ifadenin belirgin anlamı sağlam hareke (med) ile kelimenin sonuna ve fiil ile de cümlenin sonuna yüklenmektedir.

Bu dillerin hepsinde hareketin şekillerini bildirmek, yani her tür hareketi basit bir belirtme hâli ile sonuna gelen çekimi mümkün bir edat arasına sokuşturulan bir fiil (mastar) ile eda etmek gibi özel bir husus görülür.[60 - Kaşgarcada bitimek (yazmak demektir, olumsuzu bitimemek (yazmamak), bitişmek (yazışmak), bittirmek (yazdırmak) demektir. Tunguzcada bitim (yazmak) bitmetim (yazışmak), bitiklemim (yazmak istemek) demektir. Moğolcada biti hu (yazmak), bitihuhu (yazdırmak), bitilechu (yazışmak) manasınadır. Bunlarla Macarcanın yazı harfi manasına gelen (Betü) kelimesi kıyaslanırsa köklerdeki ortak noktalar meydana çıkar.]

Bir de bu lisanların hepsinde ince ve kalın diye iki yahut ince, kalın ve orta diye üç tür hurûf-musavvata (ünlü harfler) bulunup bunlar heceler arasında bir ahenk meydana getiriyor. Ojfalvi: Macarca asıllı bir kelimede asla biri ince, diğeri kalın ünlü harfler bir araya gelmez. Ve kelime kökünün ünlü harfi, kendisine ilave olunan unsurlara tesir eder diyor. Hâl aynı ile Türkçede de vaki olup “bitimak” şeklinde bir mastarın telaffuzu kulaklarımıza yabancı gelmekte ve bunun “bitimek” diye söylenmesi gerektiğini doğamız tercih etmektedir. Bu hâl yalnız sırf kendi malımız olan Türkçe kelimelere mahsus olmayıp Arapça veya Farsça veya hangi dilden olursa olsun aldığımız kelimeleri, okuryazarlarımız nispeten az olmak üzere halkımız tamamen kendi zevkine uydurmaktadır. İşte katife, fenar, na’ne, za’feran, politika, ilah kelimelerinin nasıl telaffuz edildiğine dikkat edenler bunu teslim ederler.

Hâlbuki bu hâl bizim lisanımıza has bir hâl de değildir: Zira Tarih-i Osmanîmize ve İslâmîyet’e ait önemli şahıslardan birçoğunun isimlerini Avrupalılar kendi dillerine uydurmak için gayet acayip kisvelere sokmuşlardır. “Bayezıd” yerine “Bayazıt” yahut “Bajazıt”, Cem yerine “Zizem”, İbn-i Sina yerine “Avicenna”, İbnü’r Rüşd yerine “Averroes”i kullandıkları gibi…

Bu dil ailesi birbirinden farklı olmak üzere batıdan doğuya doğru Fin-Ugor, Türkçe, Moğol ve Mançu adıyla dört kola ayrılır. Fin-Ugor[61 - Finliler aslen Türk oldukları hâlde Asya’da ne isimle adlandırıldıkları hâlen anlaşılamamış ancak meskûn oldukları bölgeye, Finland’a nisbetle Finova adı verilmiştir. Ugurian yani Ugorlara gelince bunlar Macarlardan ibarettir. Macarların Uygurlardan olduklarını ve Avrupaca tanınmış oldukları Ungaruva, Ungaria ve Engürüs vasıflarının On Uygur tabirinden alınmış olduğunu bazı tarihçiler beyan etmekte iseler de Macarlar kendilerinin Uygurlardan olmadıklarını ispata çalışmakta ve Türkçede “pösteki giyen” manasına gelen Bulgarlarla bir cinsten olduklarını şu son zamanlarda iddia etmektedirler.] cinsi Lapon, Finland, Macar ile Ural ve Volga arasında bulunan Çeremiş, Başkurt, Vogul, Kafkasya’da eski Abar’dan türeyen dil kolları ile kuzey arazisi sonunda Samoyet kolunu kapsar. Türkçe üç kola ayrılır. Birincisi batıdır ki Osmanlı, Azerî ve İran’da konuşulan kolundan ibarettir. İkincisi ve en önemlisi olup en eski Uygurcadan ve yeni hâli, Çağatay, Özbek, Rusya Tatarları ve Sibirya kolu, Kaşgarî ve Türkmen, Kırgız, Altay, Tarançı ile Litvanya, Kırım vs. Yahudilerinin Musevî Türklerin konuştukları, hakikaten garip bir surette muhafaza ettikleri “Karayim-Karaiménes” lisanı vesairedir. Kuzeyde Yakut ve birçok dalı da üçüncü kolu teşkil eder. Astrakhan (Astrahan) kolu Moğolcaya, Tunguzca muhtemelen Kore dili de Mançurya’ya irtibatlıdır.

Şu saydığımız isimlerden Türk kavimlerinin gerek ayrı ayrı, gerekse bir millî beraberlik şeklinde diğer ırklar ile birlikte yayıldıkları büyük alan anlaşıldığı gibi iki hâl, askerî ve hususîde görülüyor ki bunlardan birisi bu kavimlerin dillerini muhafaza hususundaki doğal çabaları[62 - Bulgarlar bu hususta sair hemcinslerinden ayrılmışlardır.] ve diğeri de hakikaten harikulade denecek bir şekilde birtakım topluluklar teşkil etmeleri ya da diğerleri ile uyumlanmalarıdır. Türk, Fin, Moğol, Mançu her ne olursa olsun, nerede bulunursa bulunsun ister hâkim veya mahkûm olsun dilini güzel bir şekilde muhafaza ettiği ve ilk eski aile hatıralarını unutmadığı görülür. Hicretin yaklaşık yüz seksen üç senesiyle üç yüz doksan tarihi arasında yani iki asır içinde Selçuklular Şamanizm denilen[63 - Bu mezhep Samoyetlerde ve Sibirya’nın kuzeydoğu kısmıyla Büyük Okyanus’ta uzandığı adalara yayılan bir mezhep olup bu mezhebe tabi olanlar, güneşte bulunduğunu var saydıkları bir ilaha ve birçok cin ve meleklere inanır ve bunların en büyüğüne (Şeytan) adını verirler. (Şaman) adını verdikleri rahipleri bir atkuyruğu takar ve gûyâ bu cinleri kovmak için boyunlarına bir davul asıp ara sıra çalarlar. Ve birtakım sihirler yapmak iddiasında bulunurlar. (Kamusü’l Âlâm)] öğretiden Nasturîliğe ve bundan İslâmîyet’e geçerek üç defa din değiştirdikleri hâlde dillerini muhafaza etmişlerdir. Karayim Yahudileri[64 - Karayimler din itibarıyla Mûsevî ancak köken olarak Yahudi değil bir Türk kavmidirler. (ç.n.)] kutsal kitabı İbrani harfiyle ve fakat Türk dilinde okuyup yazarlar. Birçok asırlardan beri İsveçliler gibi güçlü bir kavim ile kız alıp vermek suretiyle, terbiye ve din ile Baltık Fi-novaları gibi küçük bir kavmi hâl ü hamur ettikleri ve hatta lehçelerinde kendilerine mahsus bir hâl bırakmayarak kendilerine benzettiği hâlde yine bunlar o tatlı ve hazin millî destanlarını hâlâ söylemektedirler. Lönnrot bunları Finova lisanı altında toplamıştır.[65 - Hicrî 8. Asırda yetişen ünlü tarihçi İbni Haldun: “Dört iklimin (Lehistan’ın kuzeyi ve Norveç’in doğusu) bütün kuzey bölgesi tamamen doğudan batıya kadar denizle çevrilidir. Batıdan itibaren kuzeyde kalan ülkede Finmark yani (Fin-mark=Finlandiya) denilen bir Türk kavmi yerleşmiştir.” diyerek Finlandiyalıları Türklerden saymıştır.] Bir de yalnız Türkçenin kollarının (Rus alfabesi müstesna olmak üzere) en az altı çeşit alfabesi var. Yani Arabî ve Uygurların değiştirdikleri Süryani, Ermeni, Rum, İbrani ve Çin harfleriyle ve bunlardan başka İskandinavyalıların Runiforme şeklinde olan yazılarına benzer, bugün Türk yazısı olduğu ispatlanmış olan Çud-Udmurt[66 - Bu harflerin alfabesi En Eski Türk Yazısı adlı eser-i aczide tarif edilmiştir.] harfleriyle yazıldığı düşünülürse bu dilin kendisine has olan yaşama gücü ve ezber gücüne hayret etmemek mümkün değildir.

Diğer taraftan Türkler ve bu soydan olan kavimler topluluğunca olan ayrılıkların çeşitliliği de lisanlarındaki sebat kadar dikkat çekicidir. Bugün bir Macarı, bir Başkurt veya bir Samoyet’ten ayırt eden fark o kadar büyüktür ki bu şehirlilerle o çoban veya vahşilerin bir soydan olduklarını kabul etmekten insan korkar. Hâlbuki hicretten iki asır önce şu üç kavim arasında bir fark yok idi. Bir Avrupalıya göre bir Osmanlı ile bir Kazak, Kırgız, bir Yakut arasındaki fark ile Çinli bir Mançu memur, ormanlarda avcılık ile geçinen bir Tunguz arasındaki farklılık nasıl belli ise bir Macar, bir Vogul, bir Ostyak arasında da öyle bir farklılık vardır.

Hicret’in bir asır öncesinde Türk milleti bir kısmı çiftçi olmak üzere şehir ve kasabalarda meskûn idiler, diğer kısmı ise keçeden yurtları altında yaşayan bedevî çobanlar olmak üzere iki değişik topluluk teşkil etmişler idi. Bunların her ikisi de bugün yalnız gecelemek üzere dal ve ağaç kabuklarından mamul kulübelerde yaşayan Tobol ve Abakanlar av peşinde dolaşırlardı.

Tek milletten ibaret olan Türkler hakkında “ırk” kelimesini tatbik etmek üzere Avrupalıların kabile ve millet belirlemek için uğraşmaları pek boşunadır. Moğol, Ugor ve Fin, Altayî, Turanî ırkı tabirleri ancak tasavvurda kalan topluluklara veya milletler ve hükûmetlerin aralıksız meydana gelen değişim ve dalgalanma içinde oluşan, sonra dağılmış olan topluluklarına delalet eder. Zira Fin ve Ugorlar, Türk, Moğol, Mançu dilleriyle şu muhtelif insanların dillerinde olduğu gibi simalarında da bir aile soyundan geldiklerine delalet edecek hâller vardır. Diğer kavimler ile kanı karışanlardan başka hepsinin yüzleri, kemikleri uzun olup alınlarının ara kesiti keskin, yüzleri semiz ve etli, şişkin; çeneleri sivri ve kuru; saçları kara, sert, düzgün, sakalları da böyle fakat seyrek olup hatta gençliklerinde bile kıvraklık yoktur. Ciltleri donuk, perdahsız, esmer; gözleri kara ve parlak olup hemen başı müteakip ve elmacık kemikleri üst yanında uzunlamasına badem şeklinde yarılmış, iki göz kapakları içinde fırıldar.

Üst göz kapağı, alnın çıkıntısı altına kaçmış denecek kadar kısadır. Yuvarlak ve iri baş kuvvetli bir boyuna ve bir de geniş, kuvvetli bir omuza bağlanır. Bedenleri de bu şekildedir. Vücutlarının genel görünüşü ağır ve toplu olup bacakları doğuştan binici yaratılmış olduklarına dalalet edecek surette, vücuda göre narin, yay gibi ve kısadır. Boyları genellikle ortadan alçak ve bazen daha uzundur. Dünyayı titreten bu cengâverler ufak yapılı idiler.

Millî silahları içinde enseleri çıkmış ve bunun altına giydikleri pamuklu bol hırka veyahut ince tabaklanmamış veya tüyleri düzlenmemiş kürkleri, giysileri ağır tolga (miğfer) ve kürklü kalpaklar ile dar ve yüksek eyerler üzerine binmiş olan Hunlar, Türkler, Moğollar, istila ettikleri memleketlerin halkı üzerinde büyük bir etki bırakmışlar idi. Hâllerinde görülen lakaytlık eseri uzak ülkelerden bin türlü zorluk, savaş meşgalesi içinde gelmelerinden olduğundan şüphe yoktur. Zaten bu hâl Avrupalıların da başına gelerek Haçlı Seferleri’ne giden yırtık ve yamalı giysili Frenklere Araplar yamalı manasında “tayfur” demişlerdir.

Fin-Ugorlar, Türkler, Moğollar ve Mançuların çoğunu kapsamak üzere tarif ettikleri şu hâl ve kıyafet, ırkların karışımı, geçim şekli, medeni hâlden dolayı o kadar değişmiştir ki mesela bir Macar ile bir Ostyak veya bir Osmanlı ile bir Yakut alınıp yan yana getirilse aralarında bir benzerlik bulmakta güçlük çekilir. Fakat Tuna’dan Japonya Denizi’ne, Kuzey Denizi’nden Hint Okyanusu’na kadar bütün simalara bakılır ve mukayese edilirse derece derece en donuk renkten en parlağına kadar hep bir tarzda lehçelerin ahenktar oldukları görülür.

Türk, Fin-Ugor, Moğol, Mançularda simaca değişim hâsıl olmuştur. Fakat bunların dilleri emin olunarak birbirinden ayrılabilir. Şu dört gruba ait hiçbir dil yoktur ki diğerleriyle ortak kelimeleri içermesin. Bu dillerdeki ortak kelimelerden bir kısmının tarihî konumuna bakıldığında nispeten yakın zamanlarda iç içe girdiği sahihtir. Mesela Macarlar hicrî X ve XI. yüzyılda birçok Osmanlı kelimelerini almışlardır. Lakin Macarcada hicrî IX. asırda Osmanlı Türkçesinde terkedilmiş olup ancak hicrî V. yüzyıla ait gerek Uygur kitaplarında gerekse Doğu Türkçesinde ve hatta Moğol ve Mançu dillerinde kullanılmış veya kullanılmakta bulunan bir hayli kelimeler bulunmaktadır. Yazı veya yazmak manasında Uygur, Mançu, Tunguz, Moğol, Eski Çağatayca ve Macarcada “bitimek” kelimesi kullanılmakta olduğu hâlde hicrî X. asırdan beri bu kelimenin yerine Osmanlı Türkçesinde (yazmak) mastarının kullanıldığını zikretmek yeter. Her ne kadar Osmanlı Türkçemizde “bitimek” mastarı terk olunmuş ise de bundan türeyen, kâtip ve yazıcı manasına gelen “bitikçi”, “benlekçi” kelimeleri hâlâ kullanılmaktadır.

Tarihî zamanlardan beri Macarların Tunguzlarla karıştıkları malumdur. Bundan dolayı dört gruba mensup olan kavimlerin birbirleriyle karışması pek eski olup bu da bunların birliğini ispat edemezse hiç değilse uzun süreli ve defalarca yakınlıklarının olduğuna delalet eder. Bu yakınlığın tarihini hicretten bir asır evvelinden başlayarak yediye kadar takip etmek mümkündür. Orta Asya’da uzaktan bakılınca etnografik, yakından incelenince sırf millî olmak kesintisiz bozula düzele yeni şekillere girmek üzere bu yakınlık ve kaynaşma X. asra kadar sürmüştür. Etnografya açısından bakıldığında Hun, Türk, Macar, Moğol, Mançular ayrı ayrı “ırk” ve hatta “ümmet” bile oluşturmayıp tek cinsten ibaret görülür. Ancak bu meşhur adlar siyasî topluluklarına verilmiş isimlerden başka bir şey değildir. Hicrî VII. asırda Rusya’yı istila eden Moğolların evlatları, Almanca ile Fransızca arasındaki fark kadar Moğol dilinden ayrı Türk dilinin lehçeleriyle konuşuyorlardı. Asya sınırı içinde oluşan Macar toplulukları aralarında etnografik bağlantılar bulunmayan unsurlardan ibaret idi ki bunlarla VII. asırda Batılı Avrupalıların Komani dedikleri halis Türkçe konuşur, Kıpçaklı Türk milleti karışmıştır. Finlandiya Ugorcası, Türkçeler, Moğolcalar, Mançucalar dil bakımından kollara ayrılabilirse de bunları konuşan insanlar ırk ve bağlı oldukları cins itibarıyla ayrılamaz. Zira maziye doğru dönülüp bakarsak bunları tabiî değil arızî (sonradan oluşmuş) bir topluluk olarak görürüz. Bu insan topluluğu içinde ayırt edebileceğimiz unsurlar etnografik mensubiyet türündendir. Buna rağmen vaktiyle bütün bu topluluklarda ve şimdi yine birçoğunda; mesela Özbekler, Kırgızlar, Moğollar’da olduğu gibi muhtelif milletler arasında aynı ulus ve oymak isimleri bulunur. Türk, Tatar, Moğol vs. adlarını alan kavimlerin tarihinde ırk meselesi boş bir şeydir. Hz. Muhammed’in peygamberlikle görevlendirilmesinden bir asır öncesinden Asya’yı tahrip ve yeniden imar edenler şu an yaşamakta olan milletlerdir.

Şecere-i Türkî müellifi Ebulgazi Bahadır Han: Eski Türk milletleri Kıpçak, Uygur, Kanglı, Kalaç ve Karluk’tur, diyor. Baştaki iki isim büsbütün esasîdir: Kıpçak kelimesi pek eski bir heceli kelimeden oluşmuştur. “Boş” “çöl” demektir. Moğolların bu manaya kullandıkları Kobi kelimesi de bu asıldandır.[67 - Bahadır Gazi, Kıpçak kelimesi hakkında şu malumatı veriyor: Oğuz Han’ın bir yiğidi var idi. Karısını alıp gitmişti. Kendisi savaşta öldü, hatunu kurtulup iki suyun arasında Han’ın arkasından yetişti. Hamile idi. Sancısı tuttu. Gün soğuk, girmek için ev yok idi. Çürük bir ağaç içinde oğlan doğurdu. Bunu Han’a bildirdiler. Bunun üzerine Han dedi: Bunun babası bizim önümüzde öldü, üzüleni yok deyip oğul kabul etti, Kıpçak adını verdi. Eski Türk dilinde Kıpçak içi boş ağaç demekmiş. O sebepten, oğlan ağaç içinde doğdu diye adını Kıpçak koydular. Bu zaman da içi boş ağaca “çıpçak” diyorlar. Kara halkın (avamın) dili dönmediğinden k’yı ç okuyor. O kıpçaktır, çıpçak diyorlar. O oğlanı Han kendi yanında büyüttü. Yiğit olduktan sonra, Urus ve Ulak ve Macar, Başkurt illeri düşman idiler. Kıpçak’a çok mal halk ve maiyet verip Tin ve İdil suyunun kenarına gönderdi. Üç yüz yıl Kıpçak o yerlerde hanlık kılıp oturdu. Bütün Kıpçak halkı onun soyundandır. Oğuz Han’ın zamanından tâ Çingiz Han zamanına kadar Tin ve İtil ve Yayık, bu üç suyun yakasında Kıpçak’tan başka il yok idi. Dört yüz yıl evveline kadar oralarda oturdular. Bu sebepten o yerlere Deşt-i Kıpçak derler.]

Uygur kelimesi Eski Türkçe, Moğol, Mançu lisanlarında “birleşmek, toplaşmak” ve “bir kaideyi takip etmek, kanuna bağlanmak” manalarına gelen uymak mastarından bir sıfattır. Şu hâlde çöl ve boş yer halkına Kıpçak, toplu, beraber ve bir kanuna uyanlara da Uygur yani “medenî-uygar”denir.[68 - Bahadır Han Uygurların menşei hakkında şu malumatı veriyor: İlin çoğu Kara Han’ın, azı Oğuz Han’ın yanına gittiler. Kara Han’ın küçük kardeşlerinin çok oğulları vardı. Onların Kara Han’dan ayrılacağı kimsenin aklına gelmezdi. Hepsi Oğuz Han’ın yanına gittiler. Oğuz Han onlara Uygur adını verdi. Uygur Türk dilindendir, manasını herkes bilir, yapıştır manasına gelir. Derler: “Süt uydu”. süt iken birbirinden ayrılırdı, yoğurt olduktan sonra birbirine yapışıyor. Şunu da derler: “İmama uydum”. İmam otursa oturuyor, kalksa kalkıyor. O hâlde yapışmak olmuyor mu? Onlar gelip Oğuz Han’ın eteğine elleriyle sımsıkı yapıştılar. Bunun üzerine Han onlara Uygur dedi.] Kanglı’nın manası da “arabalılar” demektir.[69 - Bir iyi, akıllı insan var idi. O düşünüp arabayı yaptı. Ondan görerek herkes araba yapıp, ganimetlerini yükleyip döndüler. Arabaya kank adını koydular. Ondan önce adı da yoktu, kendisi de yoktu. Onun için kank dediler ki, hareket edince kank yapıp ses çıkarır. Onu yapan kişiye Kanklı dediler. Bütün Kanklı ili o kişinin oğullarıdır.Kanglıların, Çinlilerin Kau Çang’ı olma ihtimali de hatıra gelmiştir. Gerçekten Kanklılar, Pe-Lu yani kuzeyde Beş Şehir’de oturmuşlardır. Fakat oradaki Kau Çang bir şehir ismi olup kabile adı değil idi. Stanislas Julien buna dair Jurnal Azyatika’da yazdığı bir makalede Çin müelliflerinden naklen: Kau Çang ismi hanlar zamanında mevcut olan Kau- Çang- Loi adındaki müstahkem şehir adına bedeldir, diyor.] Kalaç[70 - Ebulgazi, Şecere-i Terakime’sinde Oğuz Han’ın İran, Şam ve Mısır üzerine hareketini naklederken, bir neferin yoksulluktan orduya gelemediğini haber verir: “Han o kişiden sordu ki: Niçin geride kalmıştın? O dedi: Gündeliğimin azlığından ordunun arkasından geliyordum. Hatunum hamile idi. Doğurdu. Açlık sebebinden anasının sütü oğlana yetişmedi. Suyun yakasında gördüm ki bir çakal, bir sülünü yakaladı. Ağaç ile çakala vurunca sülünü atıp kaçtı. Ben de yakalayıp kebap yaptım, hatunuma verdim. Arkaya koyduğunuz adamlar rastlayıp getirdiler. Han fakire at, azık ve mal verip orduya katılma deyip “kal aç” dedi. Bütün Kalaç halkı o adamın neslindendir. Bu zamanda Halaç diyorlar. Maveraünnehir’de çoktur. Aymak iline katılır. Horasan ve Irak’ta çoktur diyor. Hâlbuki (Kılıç) Türklerce ilam sırasında geçmiş ve hatta “Kılıçarslan” namı bütün cihana malum olacak kadar bir şöhrete nail olmuştur.] kelimesi eski Türkçe yazıların iki türlüsünde, çeşitli imlâ ile yazıldığından manasını belirlemek güçtür. Milâdî VI. asırda Rumlar bunu Halyate diye yazarlardı ki Türkçenin kılıç kelimesi bunda zahiren görünür. Karluk[71 - Bahadır Gazi, Şecere-i Türkî’de Oğuz Han’ın Turan ve Hindistan seferine gittiği zaman orduya memur olan bir alay halkının gelirken kara tutulup kaldıklarını ve atları telef olarak yaya geldiklerini hikâye ettiği sırada: Han hüküm kıldı. O topluluğa Karluk desinler deyip bütün Karluk ili onların neslindendir.” diyorsa da Türkçede (Karluk) bir topluluğa değil bir bölgeye ad olabileceğinden bu isim olsa olsa onların yurduna verilebilir.] kelimesindeki “kar” kökü hâlâ Türkçemizde kullanılmaktadır. Herhâlde Türklerin araları beş ulus teşkil edip bunlardan üçü ya kendiliklerinden ya komşuları tarafından “bozkırlı, yerleşik, arabalı” manalarına gelen isimlerle adlandırılırlar idi. Bu isimlerden hiçbiri birer reis ismi olmadığı gibi hakikaten etnografik bir ad da değildir. Hele önceki üçü ait oldukları topluluğun ancak yaşayış tarzı ve eski âdetlerine dayanır.

Türklerin beş ulusa taksimi durumunu Ebulgazi hicrî VII. yüzyıl ortalarına doğru Türk ve Moğolların tespit edilip toplanan rivayetlerini içeren eserlerden almıştır. Hicrî I. asır ve ikincinin başına kadar geçen zamana ait olan eserlerde ne Kıpçak ne Kanglı ne de Kalaçlar anılmıştır. Hicrî yüz on dört yılına ait olan bu tarihî eser Türkçe bir kitabeden ibaret olup, burada yalnız Karluk[72 - Çinliler “Ku- lu-lu” olarak adlandırırlar.] ve Uygurlar zikredilerek diğer üçünden bahsolunmamıştır. Fakat bundan bir asır evvele ait olan Yunanca eserlerde Kalaç zikredilmiştir. Bir de Kıpçak isminin birtakım kabilelere mesken olmuş bir açık alan olduğunu göz önüne almak gerekir. Yüz on dört tarihine ait olan Türkçe kitabe geniş Oğuz kabilesini “Dokuz Oğuzlar” diye yâd ederek Kırgızları da zikrediyor. Kanglı ve Kalaçlar Kıpçak’ta yerleşik ve Dokuz Oğuzların bir kısmını oluşturmuşlar ve Kırgızların içinde birer oymak hâlinde bulunup sonradan Oğuz Han tebaası dağıldıkları sırada bunlar da kendi adlarıyla ortaya çıkmışlardır.

Çinliler nezdinde, hicretten bir asır önce etnografik bir isim olmak üzere “Tou-kiou- Tukyu” adıyla Türkler zikrolunduğu gibi bundan bir asır sonra da Rumlar tanımışlar ve Tourkhi şeklinde kaydetmişlerdir. Bu iki şekildeki imladan “Türk” millî unvanını bulmak güç değildir.

Çin tarihlerine göre Tu-kiu hükümdarı (h. 569-m. 55) senesinde Çin imparatoruna elçi gönderdiği gibi Bizans imparatoru da yine o sene Tukyu hükümdarına bir sefir göndermiştir. Şu hâlde Türk hükümdarının hicrî ilk asırda Kıpçak’ta yaşar meçhul ve yeni gelmiş bir zat olmadığı Çin ve Doğu Roma imparatoru gibi iki büyük hükûmet ile siyasî ilişkileri ve resmî haberleşmeleri bulunduğu sabit oluyor. Bu sefirlerin, hicretten bir asır önceki milâdî VI. asır yazışmaları hususunda Çin ve Rum tarihçileri hemfikirdir. Çin tarihçileri Tou-men adıyla bir Tukyu emiri birçok tebaa toplamış, bunlar “ipek satın almak üzere Çin hududuna gelmeye başlamıştır” diyorlar. (m. 545- h. 97) senesinde imparator “Thai-tsou = Tay-çu” bunlara bir sefir göndererek: Bugün nezdimize bir büyük hükümdarın sefiri vasıl oluyor; hükûmetimiz memur edinecektir diye tarafın birini tebrik etmiştir. Milâdın beş yüz altmış sekizinde (m. 45) Çin imparatoru Wou-ti, Tukyu prenseslerinden birisiyle evlenmiştir. Bu iki tarih arasında beş yüz kırk beş (h. 97) ile beş yüz altmış sekiz (h. 45) seneleri arasında Tuk-yular Tie-le kavimlerini mağlup ederek batıda Hazar Denizi’ne kadar ilerlemişlerdir.

Doğu Roma imparatoru II. Justinyen Hükûmeti’nin dördüncü yılında, yani beş yüz altmış sekiz (h. 45) yılında Rum tarihçileri, Türklerin Eftaliteleri mağlup ederek, Soğd memleketini itaat altına aldıktan sonra İran hükümdarından Medyalılar nezdinde ipek satmak üzere İran’a geçmeye müsaade talep ettiklerini hikâye ederler. İran şahı Hüsrev Perviz, bir Eftalit’in nasihati üzerine bir Türk kervanının getirdiği ipeği yaktırmış ve bunun üzerine Türk sefiri kölelerin haklarını talep için başkaldırmış ve İranlıları da zehirlemişlerdir. O vakit Türklere tabi olarak Soğd memleketinde vali olan bir zat, asil Türk hükümdarından Bizans İmparatorluğu nezdinde bir memuriyet çıkarmıştır. Bu memuriyetten maksat doğrudan doğruya Romalılarla münasebette bulunarak İran’dan geçmeksizin Türkler için ipek ticaretine bir tekel elde etmekti.

Hicretten bir asır önce yani milâdî altıncı asrın ortasında Türkler İran’ın kuzey ve Hazar Denizi’nin doğusunda Çinlilerin Ti-lou, Romalıların Eftalit[73 - Ak Hunlar Roma kaynaklarında Eftalit olarak zikredilirler. (ç.n.)] diye yazdıkları bir kuvvetli hükûmeti yok ettikleri; Soğdiyye, yani Hazar Denizi’nin doğusunda bulunup Tilouların hükûmet ettikleri yerde kuvvetli bir nüfuz kazandıkları; Çin’den alıp getirdikleri ipeği Doğu Roma hududunda bulunan Medyalılara satmak üzere, İranlıların kendi memleketlerinden geçmeye müsaade etmemeleri üzerine Türklerin Doğu Roma İmparatoru’na bir sefir irsali ve uygun görülmesiyle Ti-lou veyahut Eftalitler tarafından İran’dan koparılan ve sonra da bunların elinden Türklere geçen Soğd yolu ile ipek ticaretine dair görüşmelerde bulundukları hakkında Çin ve Rum tarihçileri birleşirler.

İşte artık olayları daha açık görmeye başlıyoruz: Çin ile Doğu İmparatorluğu arasında İpek Yolu ticareti hakkında mücadelelerde bulunan kavimlerin asıl ve köklerine doğru çıkabileceğiz.

Kitap başlarında beyan olunduğu üzere ta ilk milâdî asırda bugün Kaşgar ve Çungarya denilen yerlere “Tarik” derlerdi. Bu yolları bağıntılı mevkilere nispetle Tanrı Dağı’nın iki yanında bulunanlardan Çungarya’ya Pe-Lu yani “kuzey yolu” ve Kaşgar’a Nan-Lu yani “güney yolu” derlerdi. Kuzey yolu yani Türklerin “Beş Şehir” dedikleri yol ile gelindiği zaman Çu Vadisi’nde İli’den geçilir. Sonra öncekilerin Yaksarta, Orta Çağ’da Seyhun ve zamanımızda Siriderya denilen Pençu Nehri’nin sağ taraf üzerinde bulunan Türklerin karargâhına gelinirdi. Buraya karargâh söylemini takviye için Türkistan kelimesinin sonundaki Farsça yer bildiren edat olan “sitan” kelimesi de delalet eder. Burayı Türk ve Moğollar kendi dillerinde hudut manasını ifade eden çete adıyla anarlardı. Türkler ve onların öncüsü olan Ti-loular ve bunların da evvelindeki isimleri bilinen ve bilinmeyen kavimler Seyhun’u geçip Soğd, Part ve İran memleketlerine akın etmeden önce işte buraya konup atlarını otlatır ve kendileri rahatlanır idi.

Hem duruş fırsatıda misâl-i cibal
(Hem duruş fırsatında dağ gibi)
Hem yürüş aceletide çerh-misal
(Hem yürüyüş acelesinde çark gibi)

Olan bu kavimler yine burada idi ki Beş Şehir halkı Altı Balık ahalisi yani Kıpçaklar Uygurlarla, Karluklar Kalaç ve Kanglılarla yol kesmek için çekişirlerdi. İşte burası yiğitler için harap bir yer, harap bir imtihan meydanı idi ki hâlâ Kaşgar lisanında şu:

Türkistan’da eksik olmaz kahraman
Her kulaç yerinde yatar bir arslan

Mealindeki nağmelerle o hatıra baki kalmıştır. Pe-Lu (Kuzey yolu, Demir Kazık Yolu) ile Beş Şehir ele geçtikten sonra Çitler ve Türkistan’ın da ele geçeceği tabiidir. Nan-Lu yani güney yolu böyle değildi, burası daha ziyade sükûnetli bir memleket idi, yüksek dağlar Tarım ovalarını, Siriderya’nın yüksek vadisinde bulunan çukur ve bataklık yerlere hâkim olan ormanlı etekleriyle ayırıyorlardı. Güney yolundan İran’ın Fergana bölgesine geçmek için Muztag-Buzdağı, Terk-i Divân’ı[74 - “Terk ve terik” kavak ağacı demektir. Terk-i Divan, Kavak Geçidi anlamına gelir.] aşmak ve öte yanda da tahammülü mümkün olmayan Balkanlar, sık ormanlar, uçsuz bucaksız bataklıklardan geçmek lazım idi. Kılıç ekmeği kazanmak için bu yolu tutanların hayvanları ve kendileri ulaşmadan önce buralarda helak olurlardı. İşte bundan dolayı o güzelim tarih memleketinde kalmak, ekin ekmek ve hendekler açmak, kasabalar oluşturmak akla ve menfaate daha uygun gelirdi. Bu memleket birleşmek ve şehirleşmek için münasip idi. İşte buna binaen bozkır halkı burada toplanır, bir heyet oluşturur, Uygur olurlar idi. Güney ve doğudan gelen Buda mezhebi işte buradaki Hami (Kumul), Turfan, Hoten şehirlerine girdi. İşte burada önce dışarıdan gelen Zerdüşt, sonra Hristiyanlık ve İslâmîyet’e karşı duruldu. Yine burada Kaşgar şehrinde 461 yılına doğru -elimize geçen- Türk kitaplarının eskisi olan “Kutadgu Bilig” (İlm-i Siyaset) kitabı yazıldı.

Çinliler hicretten bir asır önce Türk ve Uygurların ataları ile münasebette bulunmuş ve kuzey ve güney yollarından işleyip hatta Çit (set) haricine bile çıkmışlardı. Bu ahaliye verdikleri eski isim “Hiung-Nu” idi. Bu kelime ne millî ne de ırkî bir şeye delalet etmediği gibi Türkçe ve Moğolcadan da alınma bir kelime olmayıp Çincedir. Yunanlılar Tuna’nın kuzeybatısında bulunan kavimlere Kelt ve kuzeydoğusundakilere İskit genel adını verdikleri Araplar da kendileri dışındakilere Acem dedikleri gibi Çinliler de Hiung-Nu-Hun derlerdi. Hicretten 863 ve milattan 214 yıl önce bunların hücumunu engellemek için yapılan meşhur Çin Seddi o zamanda Hunların kuzey sınırını tamamen kaplar.

Çin Seddi Huangho Sarı Irmak Nehri’nin kuzeye yönelmek üzere oluşturduğu büyük kısmının kuzey bölümü üzerinde güneyden itibaren iki sülüsi kadar öteye geçtiği gibi batı kolu üzerinde de bir sülüsi geçmektedir. Bundan dolayı şimdi Ordu Moğollarının bulunmakta oldukları dağ ve düzlükler set haricinde bırakılmış olarak nehrin dirseği ile set arasındaki araziyi de Hiung-Nu’nun dirseğini kesen seddin güneyinde Shen-si eyaleti bulunur. Set ile örtülü olan Shen-si ve nehir arasındaki memleket dahi İli, Pe-Lu ve Türkistan gibi bir çit huduttur. Daha doğuda set, Pi-Hu, Sir, Amuderya ve deniz arasındaki gedikte bir üçüncü çittir. Çinliler bu üç çite göre Hiung-Nular kendi aralarında üçe ayrıldıklarını beyan ederler ki onlar da: Pe-Lu’da, cephesi güneye dönük olan “sağ kol” Hiung-Nu dirseğinde “merkez”, Pi-Hu gediğinin önünde bulunup Liao[75 - Liao Çincede uzak demek olup (Liao-tug) doğunun sonu, (Liao-si) batının sonu anlamına gelir.] adını muhafaza eden yerdeki “sol kol”dur. Liao Mançuları hâlâ Hiung-Nular zamanındaki isimlerini koruyarak kendi kendilerine Solungu yani “soldakiler, solunki”

adını veriyorlar. Yine bunun gibi zamanımız Kırgızları, Uluyuz, Kiçiyüz diye ayrılıyorlar. Hatta Kafkasya’yı yönetimi altına alan Rus orduları da sağ cenah, merkez, sol cenah tabirlerinden başka, araziye isimler tayin etmemiştiler.

Vaktiyle Hunların yani Attila beraberinde Avrupa’ya gelen kavimlerin kökeni arandığı sırada Çinlilerin Hiung-Nu dedikleri kabilelerden olup olmadıklarını ispat için bir hayli emek çekilmiştir. Bu çekişme boşuna idi. Hicretten iki asır öncesine ve daha ileriye kadar kökenini takip edebileceğimiz bir kavmi, yani Türkleri esas sayarak ele alırsak Türklerin Hiung-Nu ve daha evvelleri İskitler olduklarını şüphe etmeksizin iddia edebiliriz. Fakat bütün İskit, Hiung-Nuların Türk olduğunu tasdik edemeyeceğiz. Çinlilerin, hicretin beş asır öncesine kadar Hiung-Nulara verdikleri genel manayı vererek Türkler, Moğollar ve Mançular gibi Hunların da Hiung-Nu olduğunu buluruz. Ak Hunlar, Eftalit yahut Toer Khou adı altında Kıpçaklar ile Finlandiya Ugorlarını karıştırırlardı. Konstantin Porfirogenet, Macarları daima Türk diye yâd eder.

İşte buna dayanarak Türklerin asıllarını anlamak için Hiung-Nulara kadar dikkatleri yöneltmelidir. Yine bu sebebe dayanarak Hiung-Nuların rivayet, âdet ve dinlerini anlamak için de vaktiyle kanları, lisanları karışarak birleşmiş ve milâdî V. asırdan itibaren daha iyi tanınmaya başlamış olan Türklere müracaat lazımdır. Bu kabilelerden ekserisi bugün bazılarının kara ve deniz avlarıyla ilkel bir şekilde vakit geçirdikleri gibi, o zamanlar da hayvan beslemekle geçinir göçebeler idi.

Bütün göçebelerin çölde meskûn oldukları hakkındaki rivayete inanmak lazım gelmediği gibi hepsinin de çobanlık âleminde bulundukları kabul edilemez. Başka yerde oturmak mümkün olduğu zaman, çölde, sahrada iskân olunmaz, otlakları, gölgeli vadileri, kuşların cıvıltılarıyla iç ferahlatan, avlanmaya müsait çayır ve ormanları, ziraata elverişli arazileri, meskûn ve mamur şehirleri kendilerinden daha kuvvetli bir komşunun alması, bunların çoban olmalarına ve çölü mesken tutmalarına sebep olunca büyük bir acz ve yüreklerinde intikam sevdası olduğu hâlde verimsiz, ıssız, donuk boş arazilere çıkar giderlerdi. Türklerin eski rivayet ve hikâyeleri şaşılacak ve güzelleşecek şekilde yenilenerek eski hâlleri ve o hicret hatıralarını zamanımıza kadar muhafaza etmiştir. Hatta bu hikâye içinde muhacir kabile ve kavimlerin isimleri bile bulunur. Mesela Kırgız Kazak ismi biri “seyyar” diğeri “cemaat ve sürüsünden ayrılmış” olarak iki kelimeden oluşmuştur. Sürüden ayrılan hayvanlara “Kırgız” ve kabileden çıkan insanlara “Kazak” denir. Kırgızlar işte bu sebeple “Kırgız Kazak” ismini almışlardır. Uluyüz (Büyük Cüz), Ortayüz (Orta Cüz) Kiçiyüz’ü (Küçük Cüz) teşkil eden oymaklar Kıpçak, Kanglı, Uygur, Karaite (Karay) gibi kollarına zarar geldikçe yıkıntılarıyla yerlerini dolduran büyük kavimlerin, hâlâ bugün isim ve ongun yani armalarını taşıyorlar.[76 - Hicrî 1. asra ait olan “Koşo Çaydam=Kocho Tsidam” kitabesinde adı geçen birçok Kırgız oymaklarından “Şah Kırgız, Batumi, Ugrı” diye vasıflanmışlardır. İşbara Kırgızlar hırsız Batımi oymağından” Radloff, s. 20-35.] İşte Kanglı ulusunun Kayı oymağı, Moğolların şiddetli taarruzlarından dolayı ayrılarak batıya gelip Osmanlı Devleti’ni kurmuştur.[77 - Kayı oymağı Oğuz yani safi Türklerin en ileri gelenlerindendir. (Lehçe-i Osmani Türk kelimesi) Kanglılar, Dokuz Oğuz boylarındandır.]

Ufak Türk oymaklarının bitmek tükenmek bilmeyen çekişmeleri sebebiyle otlak ve yaylaklarında hayvan beslemek ve genellikle ekip biçmek ile uğraşanların yerlerini Kazaklara kaptırıp kendilerinin mahsulsüz çöl ve Kıpçaklara düşmeleri ve sonra kuvvet birliği ile eski yerlerine geçmeleri yani şu iki hâlden birisine naklolunmaları sık sık görülmüştür. İşte bu hâl, yani sık mekân değişikliği durumu, bunları mekânsız bırakmıştır. Bazen silahlı kuvvetler içine atılmaları ve bazı kere de avare kalmaları sebebiyle, ümitlerini kesmeksizin fakruzarurete tahammül ederlerdi. Savaşlarda kazandıkları başarılar asaletin muhafazası uğrunda gösterdikleri itinadan dolayı aslı ve nesli belli olmayanların ikbal mertebesine yükselişini gerektirmediği gibi mağlubiyetleri de toplumlarında anlaşmazlığa sebep olmamıştır.

Ekili arazi civarındaki göçebelik hâli zannedildiği gibi sıradan değildir. Bir gece yerleşik bir halk ile alaka kurduktan sonra artık yoksulluğa katlanamaz. Özellikle sürülerinin et, süt ve yapağısı ile kanaat eden göçebe olabilir, fakat böylesi tarihî zeminde asla görülmemiştir. Zamanımızdaki bedevî ve Moğol Kırgızlar gibi eski Türkler de hububatla geçinirlerdi. Bunlara çorba için aşlık darı, arpa veya buğday lazım idi. Bu çorbalara, hâlâ Anadolu’da olduğu gibi, aşlarına bolca süt, yoğurt, peynir, kaymak kattıklarından şüphe yoktur. İlkbaharda kısraklarından sağdıkları sütten, millî meşrubatları olan köpüklü kımız yaparlar ve kışın da buna darı şarabı katarak narasun yaparlardı. Bayram günleri ile gelen misafirlere hürmeten tavuk veya bir kuzu kesilirdi ki bu adet hâlâ bakidir. Başka günler ise sakatlanan hayvanlardan başkasını kesmeye kıyamaz idiler. O vakitlerde şimdi olduğu gibi, sürüsünden değil, mahsullerinden geçinirdi, yani bunları şehirlilerle kumaş, hububat veya sair ihtiyaçları ile değişir veyahut peşince parasını alır idi. Beş Şehir veya Tara gibi verimli bir yere yerleştiği gibi tarancı[78 - Macarcası Aruk’tur.] ekinci olurdu ki hâlâ Pe-Lu ve Nan-Lu’da bu isimde bir Türk kabilesi vardır. Sulama kanalı manasında olan eski “ark” kelimesi Türk dillerinin hepsinde bulunur. Fakat yerleşmiş olan halk pazarı kapandığı, hayvanlara kıran girdiği veya boran yeli eserek sürü kırıldığı, yani hâlâ bugün “mal” dedikleri şey ellerinden çıktığı, kuvvetli bir kabile gelip erkekleri öldürüp sürüleri sürdüğü zamanlarda yine yaşamak lazımdır. Böylece kabileler içinde en zayıf bir hâle düşülünce ya buna katlanılır yahut kıp-çağa çıkılıp Kırgız olunur yahut çöllerde Kızaklık edilirdi. Eğer kuvvete güvenilirse intikam alınır, gasp edilmiş mallar silahla geri alınır ve ayaklanılırdı. Sonra toplanan silah arkadaşları kazandıkları başarıya, gasp ettikleri atların çokluğuna güvenerek cesaretlerini artırır, akına başlarlardı. Türkler atlanınca güney ve doğu taraflarında bulunan ve atlarının ayakları altından toz, duman kasırgası çıkan çit yolu, Soğd, İran ve hep tuhaf olan Çin yollarına yönelirler idi. Asrımız seyyahlarından Prjevalsky kuzeyden gelip ucu bucağı belli olmayan bir yolcuya Çin görünmeye başladığı zaman görünen güzel manzarayı şöyle tarif ediyor:

Seyyah son adımına kadar ovanın arazisini oluşturan zemin dalgaları içinde kuşatılmış bulunur. Derken birdenbire önüne ihtiyar kadın görünümlü bir panorama çıkar. Hayret içinde kalan seyircinin ayakları altında peri hikâyelerinde olduğu gibi yüksek dağ silsileleri ihtişamla gözükür. Yüksek kayalar, derin boğaz ve uçurumlar birbirine karışarak içinde gümüş vurulmuş şeritleri andıran birçok su cereyanlarına gezinme yeri olan, hayat bağışlayan vadiyi izler.

Mavi dağlar, rengârenk bir halıyı andıran ovalar, gümüş gibi akan suların manzarasının atlı pusatlı bir adama bahşeylediği derin heyecanı anlamak için o bitmek tükenmek bilmeyen tekdüze uzun günlerde verimsiz, çorak yerler içinde ömür geçirmiş olmak lazımdır. İşte öyle bir yerden gelen bu Türkler ovanın zirvesinde Çin’in bu güzel manzarasını gördükleri zaman artık kurtuluşa şüpheleri kalmaz. Araziden geçmek güç değil; her tarafta su var, hemen ovaya inerler.

Ya geri dönerler yahut memlekette birleşir, orayı benimser kalırlar idi. İşte o zaman iş bir yağma hâlinden çıkarak oranın hükümdarı, sahibi olurlar idi. Eğer kendilerini zayıf bulurlarsa cizye vergisi verir, çit (sınır) muhafızı olmak veya cüretli asker yazılmak üzere müzakerelere girişirlerdi. Hiung-Nuların evlat ve torunları Asya’da Orta Çağ’da icabına göre bu suretle işte bu şekilde yağmacı, hükümdar veya ücretli asker olmuşlardır.

Bunların uzak memleketleri fethedilmiş bir yerdi. Hatta çöllerinden birisine Türklerin kendileri: “Barsa Kilmez” yani “Varan Gelmez” derlerdi. Oralara seyahate gidenlerden dönen olmaz ve nasılsa giden Çin ordusu mensuplarının pek azı döner idiyse de “dönen olmaz” idi. Birçok Çin kumandanları buralarda az ordu telef etmemişlerdir. Batıdan, Volga ve Ural taraflarından gelen Araplar ve Bizanslılar buraya “Memalik-i Müzlime-Karanlık Memleket” dedikleri gibi, birçok zaman güneydoğuda yerleşik olan bizzat Hun ve Türklerin nezdinde bile Hazar Denizi “Kuzgun Denizi” adıyla anılırdı. Çit boyunda tuz kasırgaları arasında barikatı andıran silahların bahşeylediği korku ve dehşeti anlamak için Çanglar zamanından kalma Çin şarkılarını okumalıdır.

Türk muharebesinin dehşeti, kuzey çitinde ardı arkası kesilmeyen heyecan, meçhul çölün bahşettiği korku, Çin göçebe şairini harbe gidiş hengâmesinde şöyle söyletirdi:

Araba ling ling ses verir, siyau siyau diye soluk alır… Askerler yanlarına yay ve oku asıp giderler. Analar, atalar, çoluk çocuklar, asker safları içinde karmakarışık koşarak bunları uğurlarlar. Salıvermemek istiyorlarmış gibi bunların eteklerine sarılırlar.

Çitler memleketinde olan kışı da şöyle tasvir ederler:

Beşinci ayda hâlâ Tiyenşan üzerinde kar erimedi;

Bu kadar sert bir iklimde bir çiçek bile görünmez.

Şafak atar atmaz, çan veya davul sesine kulak vererek harp etmeli, geceleri eyer üstünde uyumalı…

Askerler ancak Gobi kumlarında tozacaklar.