Vakit gece yarısıydı, belki daha da geç. İşin hafiflediği saatler… Ocağa son kütükleri de yığmış olan Pavka, yarı aralık duran parmaklığın önüne çökmüş ve gözleri hafifçe kapalı, ıssız ofisin sessizliği içinde, çıtırdayan ateşin tatlı ılıklığına bırakmıştı kendini. Ama çok geçmeden o acı hatıra gelip çöktü yüreğine. Geçen cumartesi günkü sahne, olanca tazeliği ve keskinliğiyle canlandı yeniden.
Yine geceleyin işin hafiflediği saatlerdi. Bir odun yığınının üzerine tırmanmış, kumarcıların her zamanki toplantı yeri olan mutfağı, bitişik küçük bölmelerden birini gözetliyordu. İyice alevlenmişti oyun. Merdivenin tepesinden gelen ayak sesleri işitti birden. Prokor, hani o şaşı garson, ofisten inmekteydi. Pavka karanlığın içine kayacak zamanı güçlükle bulabildi. Gizlendiği yerden şefinin (ve düşmanının) geniş sırtıyla kocaman kafasını henüz görmüştü ki daha hafif, daha aceleci bir ayak sesiyle ürperip kaldı. Alışık olduğu bir ses duydu yukarıdan: “Prokoşka, bekle biraz.”
Garson istemeyerek durup homurdandı:
“Ne istiyorsun yine?”
Frosya’ydı bu ve Pavka açık seçik görüyordu şimdi onu, garsonu kolundan yakaladı. Boğuk bir sesle ve kesik kesik konuşuyordu: “Teğmenin sana verdiği parayı ne yaptın Prokoşka?”
Prokor, hırçın bir hareketle kolunu çekerek terslendi: “Sen paranı aldın ya…”
“Tabii aldım… Ama çok bir şey değildi ki aldığım. Oysa teğmen cimrilik etmedi. Üç yüz ruble aldığını biliyorum Prokoşka.”
Garson sırıtmıştı. “Üç yüz mü dedin? Ne olmuş yani? Yoksa hepsini sana mı vermemi isterdin küçük hanım? Basit bir bulaşıkçı için biraz mübalağalı olmaz mı bu? Aldığın elli rubleye fit ol kızım! Sana yeter o, hadi! Bir teğmen için bulaşıkçı kızla yatmak şeref midir sanıyorsun yoksa? Senden bin kat daha temiz, üstelik görgülü olan koskoca bayanlar bile o kadar para almıyor. Üç yüz ruble ne demek? Bana teşekkür etmen gerekir senin. Adamın biriyle küçücük bir gece geçireceksin ve elli ruble alacaksın, kimden kötü be kızım… Yirmi ruble daha vereyim, kapatalım hesabı. Ama tutup da beni aptal yerine koyma sakın! Aklını başına toplarsan seni himaye ederim, pişman olmazsın…”
Prokor mutfağa girip kaybolurken, “Yılan, alçak yılan!..” diye haykırdı arkasından Frosya. Sonra da biraz önce Pavka’nın tünediği odun yığınına yaslanıp çökerek sızlanmaya koyuldu.
İçinde tarife sığmaz bir uğultu koptu Pavka’nın. Kızın hıçkırıkları, sığındığı köşenin karanlığı içinde yankılanıyordu şimdi. Orada bulunduğunu belli etmeyecek kadar zekâ gösterdi. Merdivenin altında hareketsiz bir şekilde donup kalmıştı, demir direkleri koparmak istercesine sıkmıştı yumruklarını. Bulanık ve ağır bir şeylerin yükseldiğini duydu içinden. Umutsuz kelimeler çakılıyordu sanki bir çekiçle beynine, bütün zalimliklerini hakiki oluşlarından alan kelimelerdi bunlar: Onu sattı namussuzlar, sattılar onu da işte! Frosya, ah Frosya!.. O günden beri hiçbir şeyle ölçülemeyecek hâle gelmişti kini. Ayrıca bir ukde vardı içinde: O namussuzu iyice dövecek kadar güçlü olsaydım, ah! Artem gibi olsaydım ben de! Ocakta kıvılcımlar, mavimtırak ve uzun şeritler hâlinde durmadan fışkırıyor, birbirini kovalıyor ve kucaklaşıp sönüyordu. Birisi, ateşten dilini küstahça çıkarıp sallayarak onunla alay ediyormuş gibi geldi Pavka’ya. Sessizlik, tutuşan odunların çatırtısıyla ve yalağa damlayan damlaların tekdüze düşüşüyle bölünmekteydi.
***Ofis gibi mutfak da ıssızdı. Vestiyerde uyuyordu şefle yardımcıları. Bu sükûn en az üç saat sürerdi ve aşçı yamağı Klimka bu üç saati yukarı çıkıp Pavka ile birlikte geçirmeye alışıktı. Nitekim pırıl pırıl temizlediği son tencereyi de asıp ellerini kuruladıktan sonra ofise tırmandı. Duvarda beliren eğri büğrü gölgesinden tanıdı Pavka onu. Bağdaş kurduğu yerde, başını çevirmeksizin oturmaya davet etti arkadaşını. “Hayrola Pavka, şimdi de ateşin önüne çöküp büyücülük mü yapmaya başladın?” diye şaka yaptı yamak.
Ama yüzündeki dostça gülümseyiş, daha sözlerini bitirmeden donup kalmıştı. Pavka’nın alevlere dikili gözleri kendisine çevrildiğinde, o güne kadar rastlamadığı acayip bir hüzün görmüştü Klimka. Bir an duraladı ama şaşkınlığını yenemeyerek sordu: “Tuhaf bir hâlin var bu akşam senin. Ne oluyor kuzum, Tanrı aşkına?”
“Bir şey olduğu yok Klimka, bıktım usandım bu hayattan, o kadar işte…” Pavka’nın dizlerinin üzerinde hareketsiz duran yumrukları birden sıkılıvermişti.
“Boş versene yahu, bal gibi bir tuhaflık var sende bugün!..”
“Bugün mü dedin? Hadi canım, buraya adımımı attığım ilk günden beri böyleyim ben aslında. Şu olup bitene bak bir kere. Sabahtan akşama kadar hayvanlar gibi çalışıyoruz da bütün mükâfatımız kötek üstüne kötek yemek oluyor. Bizim işimiz nedir, anlayamadım gitti. Patronlara hizmet etmek mi yoksa dayak yiyip azar işitmek mi? Herkes gelip sana emir yağdırır, herkes seni hırpalar, eğer canı çekiyorsa… Çırpın, geber, fiyatı aynı! Onları memnun etmek için ne denli çırpınırsan çırpın, gene de memnun olmayan birisi çıkıyor. Memnun olmayınca da Tanrı yarattı demiyor tokadı indirirken!.. İşte o zaman da ben…”
Dehşete uğrayan Klimka sözünü kesmişti: “O kadar bağırma, bir bakarsın işitiverirler.”
“Ne çıkar yani? İşitirlerse işitsinler. Nasıl olsa çekip gideceğim buradan! Bu namussuz alayının ortasında, bu mağarada kakılıp kalmaktansa gider yollarda kar temizlerim daha iyi. Hepsinin cebi parayla dolu bak. Bizi yük hayvanı yerine koyup kızları satıyorlar. Tesadüfen namuslu, direnen bir kıza çattılar mı kapı dışarı ediyorlar gözlerini kırpmadan. Ne yapabilir sonra o kız? Nereye gider? Bütün bunları bir güzel hesap etmiş aşağılık köpekler! İşe aldıkları kadınlar daima mülteci veya evsiz, öksüz takımından. Aç kalmadıkça kim satar kendini bir lokma ekmek için? Açlığa ve yoksulluğa güveniyor bu alçaklar!”
Doğrulup yumruklarını sallamaya koyulmuştu, sesi öfkeden titriyordu. Klimka fırlayıp kapıyı kapatırken Pavka devam ediyordu: “Sen mesela Klimka, dayağı yiyince susup hazmedersin hep. Gık demeye bile cesaretin yoktur, düşündün mü hiç neden?”
Sessizlik oldu. Pavka bitkin bir hâlde bir taburenin üzerine çökmüş, başını ellerinin arasına almıştı. Aşçı yamağı, ateşi karıştırdıktan sonra geçip Pavka’nın karşısına yerleşti.
“Bu akşam ne okuyoruz bakalım?”
“Bayi kapalıydı, kitap alamadım.”
“Bayram değil, seyran değil, neden kapalıymış?”
“Jandarmalar alıp götürmüşler adamı. Söylediğine göre yasak kitap bulmuşlar.”
“Yasak kitap da neymiş?” diye sordu Klimka.
“Söylediğine göre yasak kitap, politika demekmiş.”
Gittikçe biraz daha afallayarak arkadaşına bakıyordu Klimka. “Politika mı dedin? Politika da ne demek kuzum?”
Pavka omuzlarını silkti. “Ben de pek iyi bilmiyorum ama söylendiğine göre çara karşı çıkarsan politika olurmuş.”
Klimka sıçramıştı korkudan. “Vay anasını, demek böyle adamlar da var!..”
“Ne bileyim olup olmadığını.”
***Bir olay, Pavka’nın işine beklenmedik bir anda son verecekti. O gün don vardı. Pavka, nöbeti devralacak oğlan zahmet edip gelmediği için eve dönemedi. Yirmi dört saatlik yoğun çalışmadan sonra bitkin bir hâldeydi.
Geceleyin işlerin hafiflemesinden faydalanıp, sürekli olarak ısıtmakla görevli bulunduğu kabı doldurmak istedi ama tulumba işlemiyordu ve Pavka musluğu kapatmayı unuttu, sonra da yorgunluğa dayanamayıp odun yığınlarının üzerine uzandı. Uzanmasıyla uyuyakalması bir oldu.
Birkaç dakika geçmeden musluk, suyun geldiğini müjdeliyordu. Su geldi gerçekten, bir güzel doldurdu kazanı, sonra taştı, o saatte her zamanki gibi ıssızlaşan ofisin zeminini kapladı, haince kapıdan sızıp bekleme salonuna yöneldi ve uyuyan yolcuların bavullarına doğru hücuma geçti. Hiç kimse bir şey fark etmeyecekti belki de… Ne var ki yolculardan birisi oturacak yer bulamamış ve zemine uzanmıştı. Uyanıp da bu umulmadık banyonun ortasında bulunca kendini, tabii yaygarayı bastı. İnsanlar bagajlarına sarılırken su da ortalığı kaplayan çığlıklara hiç mi hiç kulak asmadan istilasına devam ediyordu.
Hizmet etmekte olduğu yan salondan gürültüye koşan Prokoşka, gittikçe genişleyen su birikintilerinin üzerinden atlayarak, ne olduğunu anlamak için ofisin kapısını ardına kadar açtı ve açmasıyla birlikte, önündeki tek engeli de kalkan su, bir şelale gibi gürleyip bütün salonu bastı.
Personel imdada koşmuştu ama çığlıklar da gittikçe yükseliyordu. Prokoşka, bütün bu olup bitenden habersiz, derin derin uyuyan Pavka’nın üstüne çökmüştü bir anda. Bir yumruk yağmuru indi oğlanın kafasına. Uyku sersemliğinden bir türlü kurtulup da her yerinin niçin bu kadar ağrıdığını anlayamamıştı Pavka. Göz kapaklarının içinden kıvılcımlar fırlıyor, bütün vücuduna çiviler saplanıyor gibiydi.
Sendeleyerek, eve kadar âdeta süründü. Ertesi sabah Artem; kaşları çatık, yüzü gergin, bakışları katı bir şekilde Pavka’yı dinliyordu. Kardeşi olayı anlatıp bitirince, “Peki kim soktu seni bu hâle?” diye sordu.
“Prokoşka diye şaşı bir garson var, işte o…”
“Anladım. Sen yatmana bak.”
Deri ceketini giyip fazladan tek kelime söylemeksizin evden çıktı Artem.
***“Şef garsonlardan Prokor’u görmek mümkün mü?” diye sordu dev yapılı işçi Glaşa’ya.
“Tabii mümkün. Biraz bekleyin, neredeyse gelir.” dedi adam, kapının kanadına yaslanarak.
“Tamam.” dedi, “Gerektiği kadar bekleyeceğim.”
“Bakın geldi bile, işte şu giren… Elinde tepsilerle…”
Artem’in kocaman eli, Prokor’un omzuna bir pençe gibi indi. Soru kısa ve kesindi: “Kardeşimi niye dövdün Prokor?”
Prokor kurtulmak için boşuna çırpındı. Müthiş bir yumrukla yere serilmişti bile. Kalkıp toparlanmak istedi, birincisinden daha müthiş bir ikinci darbeyle çivilendi yere. Bulaşıkçı kadınlar dehşet içinde çekilip açıldılar ve Artem çıkıp gitti. Prokor inleyerek kıvranmaktaydı.
Her akşamki gibi o akşam da evde Artem’i beklediler ama o gelmedi. Çılgına dönen anne, çok geçmeden öğrenecekti oğlunun tevkif edilmiş olduğunu. Ancak altı gün sonra serbest bıraktılar. Gecenin geç saatleriydi. Çoktan uyumuştu annesi. Gürültü etmeksizin Pavka’nın yatağına yaklaştı Artem. Oğlan uyumuyordu. Garip bir tatlılık vardı sesinde, alışılmadık bir şefkatle sordu:
“İyisin ya yumurcak? Artık unut bunu, aldırma. Hayatta daha büyük felaketler de vardır… Niçevo… Bundan sonra elektrik santralinde çalışacaksın. Ben konuştum bile. Bir meslek sahibi olursun böylece.”
İki elini uzattı Pavka ve ağabeyinin kocaman pençesini kuvvetle kavrayıp sıktı.
2
Küçük şehri allak bullak etti aniden gelen haber. Çar devrilmişti. Hiç kimse inanmak istemiyordu buna, inanılacak gibi de değildi.
Sonunda, sisin içinden çıkıp gelen bir trenden iki öğrenci indi gara, üniversite üniformaları ve omuzdan geçme tüfekleriyle… Onlarla birlikte kızıl kolçaklı bir devrimci asker müfrezesi de inmişti. Jandarmaları, ihtiyar albayı, garnizon kumandanını hapsettiler. Ve şehir inandı… Karlı sokaklardan, uzun siyah şeritler hâlinde yüzlerce insan yürüdü büyük meydana. Doymak nedir bilmeyen bir merakla dinlediler büyülü sözleri: hürriyet, eşitlik, kardeşlik.
Heyecanlı ve sevinçli günler gelip geçti, gürültülü günler… Sonra gene sükûnet çöktü ortalığa. Menşeviklerle Bund6 üyelerinin yeni efendiler olarak yerleştiği belediye binasının üzerinde dalgalanan kızıl bayraktan başka bir şey kalmadı düzenin değiştiğini bildiren.
1917 yılı da geçti. Hiçbir şey değişmedi Pavka için. Klimka ile Serejka Bruzjak için de öyle. Patronlar gene aynı patronlardı, hayat gene aynı hayat… Bir atlı muhafızlar alayı gelip işgal etmişti şehri. Süvari bölükleri her sabah gara giriyor ve güneybatı cephesinden kaçanları tevkif ediyorlardı. Olgun yüzlü, uzun boylu, sağlam yapılı, aslan gibi delikanlılardı bu muhafızlar. Çoğu kont ya da prens olan subayların omuzlarında altın apoletler, alabildiğine süslü ceketlerinde gümüş kordonlar vardı ve her şey eskisi gibiydi. Sanki bir rüya gibiydi devrim.
Kasım yağmurlarıyla birlikte yadırgatıcı bir değişiklik de yaşandı. Uğuldayan bir kalabalık taştı gardan. Yepyeni insanlardı bunlar, cephe insanları… İsimleri Bolşevik’ti. Bu sağlam, güven verici ismi nereden aldıklarını hiç kimse bilmiyordu.
Muhafızların işi gittikçe biraz daha güçleşiyor, gittikçe biraz daha sıklaşan yaylım ateşleriyle parçalanıp dağılıyordu garın camları. Kaçaklar siperleri büyük topluluklar hâlinde terk ediyorlardı. Engel olmaya kalkıldığı vakit de süngüye sarılıyorlardı canlarını korumak için.
Aralık ayı girer girmez alaylar hâlinde bir akın başladı. Muhafızlar garı işgal etti bunun üzerine. Bu önünde durulmaz kalabalığı, baraj kurup durdurabileceklerini sanıyorlardı. Mitralyöz ateşiyle karşılandı gelenler, ama boşuna, ölüme alışmışlardı ve muhafızlar yenildi. Frontovikler7 şehre kadar sürdü onları, sonra da gara dönüp ileri doğru yürüyüşlerine devam ettiler.
1918 ilkbaharı… Serejkalarda kâğıt oyunu oynayıp vakit geçirdikten sonra sokağa çıkan üç arkadaş o gün Korçagin’in bahçesine uğramak üzere her günkü yollarını değiştirmişlerdi. Otların üzerine uzandılar. Canları sıkılıyordu. Günlerini en iyi şekilde nasıl geçirebileceklerini düşünürken, yolun ilerisinden nal sesleri işitildi ve bir atlı gözüktü çok geçmeden. Şoseyi çitten ayıran hendeği bir sıçrayışta aşarak, nagaykasıyla8 Pavka ve Klimka’ya işaret etti: “Çabuk buraya gelin çocuklar! Çabuk!”
Çite koştular. Uzun bir yolculuğun tozuna gömülmüştü süvari. Arkaya itili kasketini kaim bir tabaka hâlinde kaplayan tozlar, asker elbiselerinin kıvrımlarına da sızmıştı. Sağlam bel kayışında kocaman bir tabanca gözüküyor ve iki el bombası sarkıyordu.
“Aslanlarım, su getirin bana!”
Pavka dörtnala koşarken süvari de kendisini korkusuzca inceleyen Serejka’ya sordu: “Söyle bakalım delikanlı, kimin elinde şehriniz?”
Haber vermeye bayılan Serejka soluk soluğa anlatmaya koyuldu: “Hiç kimsenin. Aşağı yukarı on beş gündür iktidarımız yok. Kendi iktidarımızı kurduk, kendi kendimizi savunuyoruz. Geceleri, küçük ekipler hâlinde biz nöbet tutuyoruz artık. Peki ya siz… Siz hangi partidensiniz?”
“Her şeyi bir anda öğrenmek istersen çabuk ihtiyarlarsın.” diye gülümsedi süvari ve Pavka’nın yetiştirdiği küçük testiyi bir dikişte boşaltarak, dizginlerini çekip atını şaha kaldırdı ve şehrin hemen ilerisindeki çam ormanına doğru dörtnala uzaklaştı.
“Kim olabilir acaba?” diye sordu Pavka.
Klimka omuz silkti. “Ne bileyim ben…”
Bu siyasi soruyu derhâl cevaplandırmak Serejka’ya düşecekti: “Öyle sanıyorum ki iktidar değiştireceğiz gene. Lehtinskiler neden dün gece toptan terk ettiler şehri? İşte bu yüzden. Zengin takımı tabanları yağladı mı aldanmayacaksın arkadaş! Partizanların gelmesi yakın demektir.”
Fikir o kadar inandırıcıydı ki Pavka’yla Klimka tereddütsüz kabul ettiler. Hâlâ oturmuş bu olayı konuşuyorlardı ki bir nal sesinin uğultusu kapladı ortalığı ve çocuklar gene çit tarafına koştular. Küçük korudan, orman bekçisinin evinin ardından dolanarak, adamlar ve yük arabaları geliyordu. On beş kadar süvari vardı önlerinde. Tüfeklerini eyerlerin üzerine enlemesine koymuşlardı. En başta, birisi oldukça yaşlı olmak üzere iki adam görünüyordu. İkincisi, üç arkadaşın biraz önce tanıdığı gözcüydü. Yaşlısı bir yağmurluk giymişti, kuşak yerine de kayış takmıştı. Asker ceketinin üzerinde kızıl bir şerit göze çarpıyordu ve bir dürbün süslemekteydi göğsünü.
Serejka bir zafer kazanmış gibi dirsekledi Pavka’yı. “Ne demiştim ben demin size? Kızıl şeridi görüyorsun değil mi? Partizanlar işte! Aldanıyorsam iki gözüm aksın, bal gibi partizan bunlar!”
Anlaşılmaz bir sevinç çığlığı, yani bir kazak çığlığı atarak çiti aştı ve göz açıp kapayıncaya kadar sokağa ulaştı. Arkadaşları da hemen arkasından yetişmişlerdi. Üçü bir arada, yolun kıyısında durup gelenleri seyretmeye koyuldular. Süvariler yaklaşıyordu. Onları tanıyan gözcü, bir baş hareketiyle bunu belirttikten sonra kamçısını Lehtinski’nin konağına doğru uzatıp sordu: “Kimin bu ev?”
“Avukat Lehtinski’nin.” diye cevap verdi Pavka, yetişebilmek için atın yanında seğirterek, “Çoluk çocuğunu toplayıp kaçtı dün akşam. Sizden ürkmüş olmalı.”
İki atlıdan yaşlı olanı gülümsedi: “Nereden biliyorsun kim olduğumuzu bizim?”
Kızıl kokarda baktı Pavka. “Ya bu ne peki?” dedi, “Kör müyüm ben!”
Şehir sakinleri sokağı doldurmuş, askerleri merak içinde seyrediyorlardı. Üç arkadaş da kaldırımın kenarında, kalabalığın itiş kakışına aldırış etmeksizin kızıl muhafızlara bakmaktaydılar. Toz içinde kalmış olan askerlerin yüzünde bir bıkkınlık okunuyordu. Birliğin elindeki tek top bir gök gürültüsü içinde uzaklaşıp mitralyöz arabaları da geçtikten sonra üç kafadar gene de onları izlemekten caymadılar. Nihayet şehrin merkezine ulaşan birlik konaklamaya karar verince evlerine döndüler.
***Akşamleyin, kızılların kurmayı tarafından karargâh olarak seçilmiş bulunan Lehtinski’nin konağının büyük salonunda, güzel, oymalı bir ahşap masanın etrafında dört adam oturmuştu. Bunlar, askerî şûranın üç üyesiyle birliğin kumandanı Bulgakof yoldaştı.
Bulgakof, masanın üzerine yayılı bir bölge haritasında parmağını gezdirerek bazı hatları tırnağıyla çizip işaretliyor, bir yandan da karşısında oturan kocaman dişli, iri çeneli kişiyle konuşuyordu: “Ermaçenko yoldaş, demek sence hemen burada savaşa tutuşmamız lazım? Oysa ben yarın sabah da geri çekilmeye devam edelim diyorum. Hatta geceleyin yola çıkabilsek daha da iyi olurdu ama çocukların adım atacak hâli yok. Bu durumda yapılması gereken, Almanlar oraya ulaşmadan önce Kazatin’i tutmaktır. Elimizdeki kuvvetle direnmeye kalkmak gülünç bir iddia olur. Topu topu bir topla otuz mermi, iki yüz süngüyle altmış kılıç var elimizde… Karşımızdakilerin çok daha üstün olduğunu kendin söyledin. Gerçekten de önünde durulmaz bir biçimde, çığ gibi ilerliyor Almanlar. Hiç şüphesiz ki savaşacağız ama tıpkı bizim gibi geriye çekilmekte olan kızıl birliklere ulaştıktan sonra savaşalım diyorum. Bir de şu nokta var yoldaşlar. Bizim tek düşmanımız Almanlar değil, yolumuz üzerinde kol gezen karşı-devrimci haydutları da unutmayalım. Fikrim şu: Sabahleyin şafakla birlikte garın arkasındaki küçük köprüyü havaya uçurduktan sonra şehri terk etmek. O köprünün tamiri, Almanların iki gününü rahat alır. Böylece onların ilerleyişini biraz da olsa geciktirebiliriz. Ne dersiniz yoldaşlar? Karara varalım.”
Yanında oturan Strujkof, belli belirsiz geviş getirerek, bir haritaya, bir kumandana baktı ve güçlükle konuştu: “B… Be… Ben… Bu… Bu… Bulgakof’un fikrindeyim.”
Hazır bulunanların en genci ve bir işçi gömleği giymiş olan kişi de aynı görüşteydi: “Bence de Bulgakof haklı yoldaşlar.”
Tek başına kalan Ermaçenko -gündüz Pavka ve arkadaşlarıyla tanışmış olan süvariydi bu- öfkeyle başını salladı. “O zaman bu birliği kurmuş olmak neye yarar, söyleyin Tanrı aşkına! Topraklarımızı kavga dövüşsüz Almanlara teslim etmek için mi kurduk biz bu birliği? Ben savaşa girişmek gerekir derim. Gerilemekten bıktı insanlar. Bana kalırsa bir adım daha geri gitmeden burada savaşmalıyız.”
İskemlesini sert bir hareketle iterek doğruldu ve sinirli adımlarla salonu arşınlamaya başladı. Hafiften alaycı bir bakışla onu seyrediyordu Bulgakof. “Öyle gelişigüzel bir şekilde dövüşe girilmez ki Ermaçenko. Elimizdeki insanları apaçık bir bozgunun ortasına itip de yok ettiremeyiz. Ayrıca toplu tanklı koca bir alay var bizim ardımızda, gülünç oluruz! Çocukluğu bırak Ermaçenko yoldaş! Demek kararımız, yarın sabah yola çıkmak.”
Kumandan devam etti: “Bir nokta daha var yoldaşlar, o da irtibat meselesi. Geri çekilen son birlik biz olduğumuza göre cephe gerisindeki işleri organize etmek de bize düşer. Burası, demir yolu kavşağı olmak bakımından büyük önem taşıyor. Burada kalıp işi düzenleyecek, güvenilir bir yoldaş bulmamız lazım. Bizlerden biri olmalı bu, her şeye nezaret etmeli. Aday teklif edin.”
Ermaçenko masaya yaklaşmıştı. “Denizci Çukray bu iş için biçilmiş kaftan.” dedi, “Bir kere buranın yerlisi. İkinci olarak da tesviyeci ve montördür. Santralde rahatlıkla bir iş bulabilir kendine. Üstelik de Fedor’un bizlerden olduğunu kimse bilmiyor çünkü onu görmediler. Zaten kendisi ancak bu gece gelmiş olacak. Kafası işleyen bir çocuktur, göreceksiniz, durumu hemen düzenleyecektir. Bence ondan iyisini bulamayız.”
Bulgakof bir baş hareketiyle tasdik etti: “Bence tamam. Bir itirazınız var mı yoldaşlar? Yok!.. Öyleyse bu iş halloldu demektir. Buradaki çalışmaları Çukray düzenleyecektir. Kendisine gerekli şeyleri bırakacağız. Şimdi gündemdeki üçüncü ve son meseleye gelelim. Şehir deposundaki silahlar ne olacak? Koca bir tüfek stoku var depoda. Çar savaşlarından kalma aşağı yukarı yirmi bin kadar parça var. Bir çiftçinin hangarına yığmışlar, sonra da unutmuşlar, kimse bilmiyor. Hangarın sahibi haberdar etti beni, kurtulmak istiyormuş. Tabii Almanlara hediye edecek değiliz bu silahları. Bence yakalım. Hem de derhâl ateşe verelim ki şafak sökünceye kadar bitmiş olsun bu iş. Yalnız dikkatli olmalıyız, çünkü tehlike var. Silahların yığılı bulunduğu baraka, şehrin kenarındaki fakir mahallenin tam göbeğinde. Yangının etrafa sıçrama tehlikesi var.”
Strujkof’un uzun zamandır tıraş görmemiş ve bir kirpiyi andıran yüzü birdenbire dalgalandı: “Ne… Neden ya… Ya… Yakacakmışız sanki? Be… Be… Bence a… a… a… ha… ha… liye dağıtmak da… da… da… ha iyi.”
Bulgakof aniden ona dönmüştü. “Yani silahları ahaliye dağıtalım diyorsun?”
Sevinçle haykırdı Ermaçenko: “Bu doğru işte, çok doğru! İşçilere, ahaliye, herkese vermeliyiz silahları, isteyen alsın! Harika bir fikir diye buna derler! Almanlar kendilerini sıkıştırmaya kalkıştığı takdirde onları okşamaya yetecek kadar silah bulunmalı ahalinin elinde. Hiç şüpheniz olmasın ki Almanlar ahaliyi sıkıştıracaktır. Bardak taştığında da silahlar zuladan çıkar. Harika bir fikir bu Strujkof! Silah dağıtımı!.. Hatta bir kısmını da köye götürüp vermeli. Mujikler öteden beri bayılır bu güzel oyuncaklara. Almanlar hasada el koymaya gelince şenliği görün siz artık, hem de ne şenlik!”
Bulgakof kendini tutamayıp gülmüştü ama hemen ciddileşti: “Acele etme bakalım.” dedi, “Bir kere Almanlar gelir gelmez silahları teslim etme emri vereceklerdir. Ahali bundan korkar.”
“Belli olmaz.” diye itiraz etti Ermaçenko, “Hiç belli olmaz! Herkes de silahını teslim edecek değil ya! Kimisi verir kimisi saklar.”
Kumandan, soran gözlerle baktı ötekilere. Genç işçi, Ermaçenko ile Strujkof’un imdadına yetişmekte gecikmeyecekti: “Tereddüde mahal yok, derhâl dağıtalım.”
“Peki öyleyse.” dedi Bulgakof. Yalnız kalınca da Lehtinskilerin yatak odasına doğru yürüdü ve geniş yatağın üzerine kaputunu serip yerleşti.
***Ertesi sabah Pavka, bir yıldır ateşçi çırağı olarak çalıştığı elektirik santralini terk ediyordu. Şehre hâkim olan alışılmadık canlılık hemen dikkatini çekti. Bir, iki ve hatta bazen üç tüfek sırtlamış insanlarla doluydu sokaklar. Hiçbir şey anlamadı Pavka. Yavaş yavaş kendine de bulaşan bu hareketliliğin sebeplerini düşünmeksizin hızlandı. Lehtinski’nin konağının orada bir gün önceki dostları, kızıl süvariler atlarına binmekteydiler.
Rüzgâr gibi daldı eve, elindekileri bir köşeye fırlattıktan sonra fırlayıp Serejka Bruzjaklarda aldı soluğu. Serejka’nın babası çarkçı yardımcısıydı ve şehrin öteki ucunda, babadan kalma, küçük bir evde oturuyorlardı. Serejka evde yoktu. İri yarı, kumral bir kadın olan annesi karşıladı Pavka’yı ve hemen dert yanmaya koyuldu: “Tanrı bilir nereye gittiğini alçağın! Gün doğmadan sıvışmış. Sanki şeytan dürtüyor, tövbe!.. ‘Silah dağıtıyorlar.’ dedi. Nerede dağıtıyorlar bilmem ama bizimki muhakkak oralarda dolanmaktadır. Bir güzel sopa lazım size, cennetten çıkma bir güzel dayak… Ele avuca sığmaz oldunuz çünkü. Bir karış boyunuza bakmadan silahlı, kavgalı işlere sokmaya başladınız burnunuzu. Söyle ona, eve eğer bir tek fişek getirecek olursa kafasını koparırım alimallah! Her türlü pisliği toplayıp getirecek başıma, sonra da hesabını benden soracaklar. Dur, sen bari koşturma, silah milah almaya kalkma sakın! Dur alçak, lafımı dinle!”
Çoktan uzaklaşmıştı Pavka. İki omzunda birer tüfekle ilerleyen bir adam gördü yolda ve hemen yaklaştı, “Nereden aldın bunları diyadya?”9
“Yukarıdan, Verkovina’dan. Herkese veriyorlar.”
Pavka gerisini dinlemeden fırladı. İkinci sokağı geçmişti ki süngüsü takılı bir piyade tüfeğinin ağırlığı altında iki büklüm ilerlemeye çalışan küçük bir oğlana tosladı.
“Nereden aldın bunu?”
“Birlikten dağıtıyorlar, okulun karşısında. Ama bir tane olsun kalmadı, hepsi bitti. Bütün gece sürdü dağıtım. Git bak inanmazsan, bütün sandıklar bomboş.” Sonra da ekledi gururla: “Bu benim aldığım ikinci tüfek.”
Haber perişan etmişti Pavka’yı. “Kör şeytan! Evde sürünmek yerine oraya gitmek varmış. Vaktinde açamadım ki gözümü!” diye söylendi kendi kendine. Sonra birdenbire parıldadı gözleri, hızla geriye dönüp üç sıçrayışta oğlana yetişti, çekip aldı tüfeği elinden ve itiraz kabul etmez bir tonla, “Sendeki bir tane sana yeter.” dedi, “Bu benimdir.”
Gündüz gözüyle uğradığı bu saldırı basbayağı öfkelendirmişti oğlanı, ağzı köpükler saçarak atıldı Pavka’nın üzerine. Ama Pav-ka atik bir sıçrayışla gerileyip süngünün ucunu çocuğa doğru çevirdi. “Geri bas, yoksa yanarsın!”