Книга Ve Çeliğe Su Verildi - читать онлайн бесплатно, автор Николай Алексеевич Островский. Cтраница 4
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Ve Çeliğe Su Verildi
Ve Çeliğe Su Verildi
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Ve Çeliğe Su Verildi

***

Endişe verici bir söylenti dolaşıyordu şehirde: Demir yolu işçileri grev yapacak… Komşu kavşaktaki depo işçileri bu yolda ilk adımı atmışlardı bile. Kızılların bildirilerini taşımaktan dolayı sanık durumuna düşen iki makinist, Almanlar tarafından tevkif edilmişti. Öte yandan tarla işçileri arasında yer yer isyanlar patlak veriyordu. Köylüler böylece, ardı arkası kesilmeyen müsaderelere ve büyük toprak ağalarının dönüşüne, kendi usullerince cevap vermiş oluyorlardı.

Kazak muhafızlarının kırbaçları okşadı gene uzun uzun mujiklerin sırtını. Vilayet sınırları içinde partizanlardan kurulu on kadar birlik vardı ve sayıları her gün biraz daha kabaran bu birlikler kısmen Bolşevikler tarafından teşkilatlandırılmaktaydı. Çukray boş geçirmemişti vaktini.

AtamanIar hiç beklenmedik bir anda gar telgrafçısı Ponomarenko’yu tevkif ettiler. İnsafsızca dövdüler adamı kumandanın odasında. O da acıya dayanamayıp sonunda, grev propagandasının Roman Sidorenko tarafından yürütüldüğünü söyledi. Roman, Artem’in arkadaşlarındandı.

Sidorenko marangoz tezgâhının arkasında çalışmaktaydı. İki Alman’la bir hetmanetz13 çıkıp geldi aniden ve hermanetz tek kelime söylemeden kırbacıyla Roman’ın suratına vurdu. Sonra da yüzünü büsbütün buruşturan pis bir gülüşle marangozu kolundan yakalayıp, “Yürü bakalım köpek!” dedi, “Halledilecek bir meselemiz var, grev propagandası nasıl yapılırmış öğreteceğim sana!”

Artem’in dev vücudunu görür görmez, elini tabancasının kılıfına götürüp içgüdüyle gerilemişti kazak. Dişleri gıcırdıyordu Artem’in. “Arkadaşıma nasıl vurursun sen be namussuz!”

Kısa bacaklı Alman askeri, tüfeğini derhâl Artem’e doğrultmuştu bu arada. Tetiği çekmeye hazır bir şekilde, “Geri!” diye havladı var gücüyle.

Bu piç kadar Almanların karşısında dev yapılı işçi güçsüz kalıyor, arkadaşının yardımına koşamıyordu. İkisini birden alıp götürdüler tabii. Artem’i bir saat sonra serbest bıraktılar ama Roman’ı koyvermediler, mahzene kapattılar. On dakika sonra da bütün işçiler atölyeleri boşaltmışlardı. Çok geçmeden onlara makasçılar da katıldı. Son haddini bulmuştu öfkeleri. Kimin kaleme aldığı bilinmeyen bir dilekçeye imza toplayarak Sidorenko’nun derhâl serbest bırakılmasını talep etmişlerdi. Hele bir hetmanetz, ardında bir avuç atlı kazakla dörtnala gelip, kalabalığı tevkifle ve hatta yaylım ateşi açmakla tehdit ederek dağıtmak isteyince hiddetleri büsbütün arttı ve ortalığı kaplayan öfkeli uğultu karşısında kazaklar geri çekilmek zorunda kaldılar. Ama bütün bunlar olup biterken, gar kumandanı tarafından çağrılmış olan Alman askeriyle tıklım tıklım dolu olan kamyonlar hızla istasyona doğru ilerlemekteydi. Kalabalık ancak o vakit dağıldı. Ama işçiler atölyelere değil, evlerine gittiler. Grev tam olmuştu. Gece bekçisi bile katılmıştı greve. Çukray’ın emekleri meyve vermeye başlıyordu. Şepetovka Demiryolu Tesislerindeki ilk büyük gövde gösterisiydi bu.

Garın peronuna ağır bir mitralyöz yerleştirdi Almanlar. Kulakları tetikte bir av köpeği gibi duruyordu orada mitralyöz. Tevkifler bütün gece boyunca sürdü. Tevkif edilenler arasında Artem de vardı. Çukray ihtiyatlı davranıp dışarıda gecelediği için arkadaşlarının başına gelen belaya bulaşmaktan kurtulmuştu.

Askerî otoriteler, büyük bir hangara toplamış oldukları tutuklulara, derhâl işe başlamakla harp divanına sevk edilmek arasında bir tercih yapmalarını söylediler. Çünkü grev bütün bölgeye yayılmış durumdaydı. Yirmi dört saat boyunca bir tek tren olsun hareket etmemişti. Oysa Şepetovka’nın yüz yirmi kilometre ötesinde, Almanlarla partizanlar arasında kanlı bir savaş cereyan etmekteydi. Tren yoluyla birlikte bütün köprüleri havaya uçurmuştu partizanlar. Gerçi geceleyin bir Alman artçı birliği gelmişti ama makinist, makinist yardımcısı ve ateşçi, işlerini bırakıp kaçmış olduklarından yola devam etmeleri imkânsızdı. Oysa askerleri her ne pahasına olursa olsun cepheye taşımak gerekiyordu. Kaldı ki geride, her an gelmesi beklenen ve yedek kuvvet getiren iki katar daha vardı.

Kumandan yardımcısı, kısa bir emirname okudu. “Korçagin, Politovski, Bruzjak, treni sevk etmeye memur olan ekip sizsiniz. Reddettiğiniz takdirde derhâl kurşuna dizileceksiniz! Görevi kabul ediyor musunuz?”

İşçiler kaderlerine baş eğdiler. İster istemez razı olmuşlardı. Süngü takmış bir Alman kıtası lokomotife kadar eşlik etti kendilerine. Bu sırada büyük hangardakiler arasından bir ikinci ekip seçilmekteydi.

***

Kötü bir titreyişle sarsıldı lokomotif, kıvılcımlar fışkırttı karanlığa ve derin derin soluyarak son hızla gecenin içine daldı. Artem, madenî parmaklığı bir ayak darbesiyle açarak ocağa kömür doldurduktan sonra birkaç yudum su içmiş ve Makinist Politovski’ye dönmüştü. “Ne dersin babacığım, götürecek miyiz şimdi biz bu treni?”

Yaşlı adam gözlerini kırpıştırarak, “Kıçımızda süngüyle bekliyorlar!” dedi, “Götürmeyip de ne halt edeceğiz?”

Bruzjak, kömür vagonunun sahanlığından kendilerini gözetlemekte olan Alman askerlerine kaçamak bir bakış attıktan sonra, “Yapılacak tek şey…” diye fısıldadı, “Her şeyi yüzüstü bırakıp buradan savuşmaktır.”

“Ben de aynı fikirdeyim.” diye homurdandı Artem, “Şu herif başımızda dikilmemiş olsa…”

Politovski ona doğru yaklaşmıştı. “Bu namussuzları götüremeyiz, anlamıyor musun?” dedi, “Arkadaşlar orada çarpışıyorlar, partizanlar yolları havaya uçuruyor. Biz de arkadaşlarımızın hesabını görsünler diye bu köpekleri taşıyacağız, öyle mi! Yağma yok evlat! Çarlık zamanında bile ben grev süresince asker taşımayı kabul etmedim. Şimdi bu namussuzları taşımaya göz yumar mıyım sanıyorsunuz? Kendi canlarımıza böyle pis bir hediye götürmenin utancını bütün ömür boyunca silemeyiz! Yerlerine konduğumuz arkadaşları düşün, nasıl direnip kaçtılar. Onların da hayatları tehlikedeydi ama bir an bile tereddüt etmediler. Bu durumda ben de tereddüt etmem. Köpek etsin trenlerine, götürmüyorum! Ne dersin oğul?”

“Doğrudur derim babacığım. Yalnız şu sırtımızdaki pezevengi nasıl halledeceğiz?”

Gözleri gene sahanlığa doğru kaymıştı kendiliğinden. Alnı kırışmıştı makinistin, üstüpüyle terini kuruladı, sonra da aklını kurcalayan sorunun cevabını orada bulmak ister gibi manometreye dikti kanlanmış gözlerini. Nihayet dayanamayıp umutsuzluğunu kusmak istercesine ağdalı bir küfür savurdu.

Artem çaydanlığı kendine doğru çekmiş, susuzluğunu gidermeye çabalıyordu şimdi, dudakları kurumuştu. Her ikisi de aynı şeyi düşünüyor ama söylemeye bir türlü cesaret edemiyorlardı. Çukray’la yapmış olduğu bir konuşmayı hatırladı Artem. “Bolşevikler hakkında ne düşünüyorsun arkadaşım?” diye sormuştu Çukray, “Komünizm hakkında?..”

“Size daima yardım etmeye hazırım, bana güvenebilirsiniz.” cevabını vermişti.

Aletlerin durduğu kasaya eğildi Politovski, Artem’i dürttü ve güçlükle ama kesin bir sesle konuştu: “Bu üstadı cehenneme yolcu etmekten başka çare yok anlıyor musun?”

Derinden derine titredi Artem. Politovski ise dişlerini gıcırdatarak devam etti: “Evet, başka çare yok. İlkin o devrilecek, sonra regülatörle bütün aletler fırına atılacak ve frene basıp tüyeceğiz.”

Artem kömür çuvalını yere bırakıyormuş gibi yaparak başıyla kabul ettiğini bildirdi ve Bruzjak’a aktardı söylenenleri. Makinist yardımcısı bir süre cevap vermedi. Risk büyüktü. Almanların elindeydi her üçünün de ailesi. Dokuz can vardı sadece Politovski’yi bekleyen. Ama her üçü de biliyordu ki bu düşman birliğini kendi yurttaşlarını öldürmeye götürmenin imkân ve ihtimali yoktu.

“Kabul…” dedi sonunda Bruzjak, “Ama herifi hangimiz…” Cümleyi bitirmeye cesareti yoktu. Ne demek istediğini anlamış olan Artem, Politovski’ye döndü. “Nasıl yapacağız?”

“İçimizde en güçlü kuvvetli olan sensin, başlamak sana düşer. Şu demiri al ve okşayıver kafasını! Bir anda bitir işini!”

İhtiyarın heyecanlandığı belli oluyordu sesinden. Artem kaşlarını çatmıştı. “İmkânı yok yapamayacağım bunu. Kolum kalkmıyor, işe bak. Sonra… İyice bir düşünecek olursak… Bu zavallının da suçu yok. O da süngü zoruyla burada bulunuyor.”

Politovski’nin gözlerinde şimşekler çakıyordu sanki. “Suçu yok mu dedin? Süngü zoruyla ha!.. Peki ya biz… Bizim ne suçumuz var ki bu pisliğin içindeyiz, söyler misin? Senin gözünle bakacak olursam, bütün bu taşıdıklarımız masumlardan ibaret. Ama bu masum alayı yarın gözünü kırpmadan partizanları kurşunlayacak! ‘Suçlu partizanlar!’ Koca aptal sen de! Gören de bir ayıdan farkın yok sanır. Hiçbir işe yaramayacaksın, anlaşıldı!”

“Tamam tamam, uzatma…” diye fısıldadı Artem demire yapışırken.

“Benim gözlerim daha keskindir, bırak. Böylesi daha emin. Küreği yakala sen ve yola kömür dök. Gerekirse bana yardım edersin. Şimdi gel, çalışır gibi görünelim.”

Ellerini frene koyarken, “İyi söyledin ihtiyar.” diye tasdik etti.

Kırmızı uçlu bir asker başlığı takmış olan Alman, sahanlığın kıyısına oturup tüfeğini dizlerinin arasına sıkıştırmış, sigara içmekteydi. Elinde kürek, kömür almak için sahanlığa tırmanan Artem’e ve kömür parçalarını ufalamak ister gibi onunla birlikte gelen ihtiyar Politovski’ye dikkat bile etmedi. Politovski’nin sessiz bir işareti üzerine uysallıkla çekilip yol açtı hatta…

Kafatasının çatladığını bildiren boğuk ve kısa bir ses yükseldi. Bir an için donup kalmıştı Artem’le Bruzjak. Bir çuval gibi devrildi askerin gövdesi, gri bezden başlığı hızla kana bulandı. Sahanlığın kenarına çarpan tüfek, madenî bir ses çıkardı.

“Bu iş tamam.” diye fısıldadı Politovski suratını buruşturarak, “Artık dönüşümüz yok.” Sesi kısılır gibi olmuştu ama derhâl kendini toparlayarak ortalığa çöken ağır sessizliği yırtmak için haykırdı: “Regülatörü sökün hemen! Çabuk!”

On dakika olmadan her şey tamamlanmıştı. Kendi kaderine terk edilen lokomotif ağır ağır yavaşlıyordu şimdi. Yolun kenarındaki ağaçlar, bir ışık çemberi içinde, koyu silüetler hâlinde birdenbire dikiliyor ve yeniden gömülüyorlardı gecenin dipsiz karanlığına. Lokomotifin farları, önlerindeki birkaç metreyi aydınlatmaya yetiyordu ancak. Ağır ağır soluyan tren gittikçe yavaşlıyordu.

Politovski’nin gürlediğini işitti Artem. “Atla yumurcak, ne bekliyorsun!”

Ardından iri gövdesini karanlığa bıraktı. Toprağa değdi ayakları, atlayışın verdiği hızla bir kaç adım yürüdü ve tepetaklak yuvarlandı aniden. İki gölgenin arkasından atladığını görür gibi olmuştu.

***

Neşe diye bir şey kalmamıştı Bruzjak’ın evinde. Serejka’nın annesi Antonina Vasiliyevna takatinin sınırına gelmişti artık. Dört gündür bir tek haber çıkmamıştı kocasından. Korçagin ve Politovski’yle birlikte Almanlar tarafından görevlendirilmiş olduğunu biliyordu, o kadar. Ayrıca bir gün önce üç Ukraynalı muhafız gelmişti eve ve kendisini hoyratça sorguya çekmişlerdi.

Heriflerin tavrından ve sözlerinden iyice işkillenmişti kadın, büyük bir felaket yaşanacağını hissediyordu. Sonunda dayanamayıp belki bir haber gelmiştir umuduyla Marya Jakolevna’yı görmeye karar verdi.

“Nereye gidiyorsun anne?”

Gözleri yaşlarla dolu, mutfakta iş görmekte olan büyük kızı Valya’ya baktı kadın. “Korçaginlere…” dedi sesi titreyerek. “Belki onlar bir haber almışlardır. Serejka gelecek olursa Politovskilere kadar uzanmasını söylersin.”

Marya Jakolevna bu ziyaretten, gene her zamanki gibi son derece sevinç duymuştu. O da bir haber bekliyordu çünkü. Ama ilk cümlelerle birlikte her iki kadın da hayal kırıklığına uğradılar.

Korçaginlerin evini basıp arama yapmışlardı geceleyin. Artem’i kendilerine teslim etmesini istiyorlardı annesinden. Kadıncağız ne olup bittiğini bilmediği, üstelik bir de santralde iş başı yapan Pavka evde bulunmadığı için dehşete düşmüştü. Şafak söktüğünde eve dönen Pavka, içinden öldürücü bir endişenin yükseldiğini hissetti. Aralarındaki bütün karakter farkına ve Artem’in görünüşteki o amansız sertliğine rağmen iki kardeş birbirlerine son derece bağlıydılar. Yapmacığa ve gösterişe ihtiyaç duymayan, sağlam bir bağlılıktı bu ve Pavel, ağabeyi için en büyük fedakârlıkları yapmaya daima hazır hissediyordu kendini.

Evde bir dakika bile kalıp dinlenmeden depoya koştu. Çukray’ı görmek istiyordu ama bulamadı. İşçi arkadaşlar da hiçbir şey bilmiyorlardı. Politovskilere koştu Pavka ve geceleyin onlarda da arama yapıldığını öğrendi.

***

Kapıya vuruluyordu. Döndü Valya: “Kim o?”

Zembereği kaldırınca Marçenko’nun kızıl ve kirpi saçlı kafasıyla karşılaştı. Soluk soluğaydı Klimka. “Annen yok mu?” diye sordu.

“Gitti biraz önce.”

“Nereye gitti?”

“Korçaginlere…”

Klimka’nın fırlamasına meydan kalmadan Valya kolundan yakaladı. Genç kıza kararsız gözlerle baktı çocuk. “Bırak beni, acele bir haberim var annene…”

“Ne haberi?”

Oğlanı dut ağacını silkeler gibi sarsmaya başlamıştı. “Çabuk söyle, kızıl saçlı ayı yavrusu, çabuk! Meraktan çatlayacağım, görmüyor musun!”

Mektubu Antonina Vasiliyevna’ya teslim etmesi için Çukray’dan kesin emir almıştı Klimka, ama bir anda bunu unuttu ve cebinden çıkardığı yağlı bir kâğıt parçasını uzattı genç kıza. Serejka’nın kız kardeşinden herhangi bir şeyi esirgemek elinde değildi, belirsiz bir duygu vardı Valya’ya karşı içinde.

Kız, hızla okudu mektubu:

Sevgili Tonya,

Sakın endişe etme. Her şey yolunda. Hayattayız ve iyiyiz. İleride daha teferruatlı yazacağım. Ötekileri teselli et ve bu mektubu da yırt.

ZAKAR

Klimka’nın üzerine atılmıştı Valya. “Kızıl saçlı, küçük ayım benim, nereden buldun bunu söyle bana? Kim verdi bu mektubu sana şişman sevgilim?”

Zavallı oğlanı öylesine sarsıyordu ki Klimka hiç farkına varmaksızın ikinci bir gaf yaptı: “Çukray verdi.”

Ve almış olduğu kesin emri hatırladı birdenbire, süklüm püklüm ekledi: “Kimseye hiçbir şey söylemememi tembih etmişti bana…”

Gülmeye koyuldu Valya. “Korkma ihanet etmem…” dedi, “Pavkalara fırla şimdi. Annem orada.”

Üç erkeğin üçü de dönmemişti. Akşamleyin Çukray, lokomotifin üzerinde olup bitenleri bir bir anlattı Marya Jakolevna’ya, büyük bir korkuya kapılmış olan kadıncağızı elinden geldiği kadar yatıştırmaya çalıştı, her üçünün de Bruzjak’ın amcasına ait, uzak bir yerde emniyette olduklarını söyledi. Bir süre orada kalacaklarını, bunun daha güvenli olduğunu ekledi sonra. Ama katiyen uzun sürmeyecekti bu. Ablukaya alınmış olan Almanların durumu hiç de parlak değildi.

Üç erkeğin ailesi, endişe ve aynı sevinçleri paylaşmanın verdiği etkiyle daha da yakınlaştılar. Gerçi uzaklardan tek tük mektuplar çıkıp gelmiyor değildi ama evlerde gene bir sessizlik ve hüzün havası vardı.

Bir gün, hiç beklenmedik bir şekilde Çukray, Politovskilere uğramış ve yaşlı kadının eline iki kerenki14 sıkıştırmıştı. “Al nineciğim.” demişti, “Bunları size kocanız yolluyor. Ama hiç kimseye bir şey söylemeyin.”

Minnettarlık içinde eline sarılmıştı kadın. “Eksik olma evladım, evin hâli perişan, çocukların önüne koyacak bir lokma bir şey kalmadı.”

Aslında para Bulgakof tarafından bırakılmıştı. Çukray ise yolda düşünceye dalmıştı. Buraya geldiğinden beri olup bitenleri hatırlayarak, “Bütün bunların ucundan ne çıkacağını yakında göreceğiz.” diye mırıldandı kendi kendine, “Grev çuvallamış bulunuyor. Kurşuna dizilme tehdidi altında işçiler çözüldü. Ama meşale tutuşmuştur artık ve bundan böyle imkânsızdır sönmesi. Öteki üç arkadaşa gelince, namuslu çocuklarmış, aşk olsun! Köküne kadar proletermiş üçü de!..”

***

Geniş ve karanlık sularıyla uzanmaktaydı göl, suları çepeçevre saran köknar ağaçları kayıtsız bir edayla başlarını sallamaktaydılar. Sanki yaşıyorlar… diye düşündü Tonya. Kıyıdaki otların üzerine uzanmıştı. Tepesinde, sığınmış olduğu yuvarlak oyuğun üstünde büyük bir çam ormanı başlıyordu. Biraz daha aşağıda ise kayalar, gölgeleriyle iyice kararan durgun sulara diklemesine iniyordu.

Tonya’nın en sevdiği köşeydi burası. Garın bir verst15 ilerisinde, eski taş ocaklarının ve derin vadiciklerin arasında üç küçük göl doğmuştu kendiliğinden. Tonya fırsat buldukça buraya koşar, kimi zaman okur kimi zaman da hayale dalardı.

İleride bir yerde su sesi işitti Tonya. Merak edip dalların arasından bakınca gölün ortasına doğru güvenle yüzmekte olan, bronzlaşmış, biçimli ve çıplak bir vücut gördü. Bayağı esmerleşmişti sırtı yüzücünün ve simsiyah saçları vardı. Birdenbire hızlanıp suları yararak dalıyor ve diklemesine inen güneş ışığından sakınmak için gözlerini yumup sırtüstü uzanıyordu sulara rahatça.

“Hiç de ahlaklı bir şey değil onu bu hâliyle gözetlemek…” dedi kendi kendine. Güldü sonra ve Lehtinski’nin vermiş olduğu kitaba daldı yeniden.

Bir taş kaymıştı aniden… Genç kız ürkerek başını kaldırdı. Pav-ka Korçagin şaşkın, hatta bu ani karşılaşmadan biraz da sıkılmış ve hemen sıvışmaya hazır bir hâlde dikilmiş durmaktaydı. Oğlanın ıslak saçlarını görünce, Demek ki yüzen oydu… diye tahmin etti Tonya. Pavka da genç kızı hatırlamıştı. “Yoksa sizi ürküttüm mü?” dedi, “Özür dilerim. Burada olduğunuzu bilsem atmazdım taşı. Yani… Tamamıyla tesadüfen oldu.”

“Yo yo, ürkmedim ki…” dedi kız, “Hatta isterseniz biraz gevezelik de edebiliriz.”

Ne diyeceğini kestiremiyordu Pavka şaşkınlıktan. “Aramızda konuşacak ne var ki?” diye kekeledi.

Gülümseyerek iri bir taş gösterdi Tonya. “Niye ayakta duruyorsunuz kuzum? Otursanıza şuraya… Şimdi de isminizi söyleyin.”

“Pavka Korçagin.”

“Benimki de Tonya. İşte tanıştık bile.”

Hâlâ şaşkınlıktan sıyrılamamış olan Pavka, elinde tuttuğu kasketini mıncıklayıp duruyordu.

“Niçin Pavka diyorlar size? Hiç de güzel gelmiyor kulağa, Pav-ka!.. Pavka!.. Pavel çok daha güzel, Pavel diye hitap edeceğim ben size… Sık sık gelir misiniz buraya?”

“Belli olmaz. Vakit buldukça gelirim ama sık sık değil…”

“Çalışıyorsunuz herhâlde?”

“Santralde ateşçilik yapıyorum.”

Bir an bir sessizlik oldu, sonra damdan düşer gibi sordu Tonya:

“Nerede öğrendiniz o kadar ustaca dövüşmeyi?”

Pavka hiç memnun kalmamıştı bu sorudan, homurdandı: “Dövüştüysem ne olmuş!.. Sizi ne ilgilendirir yani?”

“Kızmayın ne olur Korçagin. Beni pekâlâ ilgilendirir çünkü müthiş bir şeydi! O kadar insafsızca vurmak doğru mu?”

Cevap beklemeden bir kahkaha atmıştı. Bunun nedenini anlamadı Pavka. “Ne yani?..” dedi, “Şimdi de o züppeye mi acıyacaksınız?”

“Acımak mı? Katiyen! Tam tersine, hak ettiğini buldu Sukarenko. O kadar hoşuma gitti ki bilemezsiniz! Sizin zaten çok dövüşken olduğunuzu söylüyorlar.”

Kulaklarını dikmişti Pavka. “Kim söylüyor?”

“Mesela Viktor Lehtinski, profesyonel bir kavgacı olduğunuzu iddia ediyor sizin.”

Pavka’nın yüzü kararmıştı. “Karı gibi dönek bir herif o Viktor!” diye soludu, “Bana dua etsin ki suratını şeytan çarpmışa çevirmedim, yoksa pekâlâ işittim geçen gün hakkımda kustuğu yalanları! Ama o pisliğe dokunup da ellerimi kirletmek istemem!”

Daha devam edecekti ama Tonya sözünü kesti: “Niçin küfrediyorsunuz böyle Pavel? Hiç de hoş bir şey değil doğrusu.”

Dayanamayıp birden kabardı Pavka: “Tutmuş ben de bu kızla neden konuşuyorum sanki! Allah beni kahretsin! Şuna bakın yahu! Yok Pavka hoşuna gitmezmiş de yok konuşmamdan incinirmiş de!..”

“Öfkelenmeyin.” dedi Tonya, “Niçin bu kadar kızıyorsunuz Lehtinski’ye?”

“Pantolon giymiş bir kızdan farksız diye kızıyorum ve bir pan16 oğlu diye… Her an ölecek sanırsın namussuzu, ama dokuz canlıdır, ölmez! Böylelerini görünce ellerim kaşınmaya başlar benim. Sizi ezmek için hep bir fırsat kollamaktadır. Zengindir çünkü ve her şey mübahtır ona! Servetine tükürdüğümün piçi! Bir dokunsun bana, anlar nasıl görüleceğini hesabının! Yumruk üstüne yumrukla eğiteceksin böyle puştları!”

Pavka’nın gittikçe artan öfkesini gördükçe Lehtinski’den söz açtığına pişman olmuştu Tonya. Belliydi ki Viktor’la eski bir takıntısı vardı oğlanın. Bunu anlar anlamaz, konuşmayı daha yumuşak bir konuya çekti. Pavka’nın ailesi ve işi hakkında sorular sıralamaya başladı. Pavka da rahatlamıştı böylece. Gitme niyetinde olduğunu unutup için için zevk alarak cevaplıyordu kızın sorularını.

“Niye bıraktınız peki okumayı?”

“Okuldan kapı dışarı ettiler.”

“Nedenmiş o?”

Pavka kızarmıştı. “Papazın paskalya hamuruna tütün boşalttım diye… Anlayınca kovdular. Namussuzun biri de işte o papazdır! Canıma okuyordu benim!”

Kızın gösterdiği yakınlıktan doğan güvenle hikâyeyi anlattı. Laf lafı açtı tabii ve bütün hayatını anlattı Pavka. Ağabeyi Artem’in partizanlara karşı gönderilen birlikle gidip niçin dönmediğini de anlattı. Dostça konuşmanın sıcaklığı içinde ikisi de unutmuşlardı zamanı. Birdenbire sıçrayıp doğruldu Pavka. “İş saati gelmiş, lanet olsun!” dedi, “Gidip kazanları ısıtacak yerde burada oturmuş saksağanlar gibi gevezelik ediyorum! Danila köpürmüştür artık öfkeden!” İsteksiz bir sesle ekledi sonra: “Hoşça kalın küçük hanım, benim koşa koşa yetişmem gerekiyor.”

Tonya da doğrulmuş, ceketini giymekteydi. “Birlikte gidelim.” dedi, “Benim de eve dönme vaktim geldi.”

“Ama benim yürüyecek vaktim yok, onun için koşacağım, yetişemezsiniz ki bana.”

“İddiaya var mısınız?”

Pavka şüpheci ve biraz da küçümser bir edayla yardım etti kızın kayaları tırmanmasına. Yola çıktıkları vakit, “Bir, iki, üç… Yakalayın şimdi beni!” diye haykırdı Tonya. Rüzgâr gibi fırlayıp koşmaya koyuldu. Pavka, kızın ayakkabısının tabanlarını görebilmişti ancak.

Kendi kendine, “Beş saniye bile sürmez.” diyerek arkasından fırladı. Ama ta istasyonun yanı başındaki geçidin ucunda yetişebildi. Soluk soluğa, ama gene de sevinçli bir şekilde yakaladı kızı omuzlarından ve haykırdı: “Yavru kuşu tuttuk işte!”

“Canımı yakıyorsunuz ama, bırakın beni!”

Birbirlerine çok yakındılar, yüreği çarpıyordu ikisinin de. Soluk soluğa kalmış olan Tonya, sanki tesadüfen ve farkına varmadan olmuş gibi, bir an, sadece bir an oğlanın göğsüne yaslanıp sıyrıldı. Ama Pavka’nın Tonya’yı bir daha unutmaması için bu kadarcığı yetip de artmıştı bile. O hafif sürtünüşün anısı hiç unutulmayacaktı.

“Beni bugüne kadar hiç kimse yakalayamamıştı.” dedi Tonya.

Ayrıldılar ve Pavka kasketini elinde sallayarak fabrikaya doğru tırısa kalktı.

Vakit gece yarısını bulmuştu. Yatağa uzanmış olan ateşçi başı Danila bir beygir gibi horlamaya koyulmuştu çoktan. Pavel makinelerin motorunu yağladıktan sonra ellerini titizlikle sildi ve “Giuseppe Garibaldi” isimli tefrikanın 62 numaralı parçasını bir sandığın içinden çekip çıkardı ve “kızıl gömlekli” Napolili şefin akıllara durgunluk verici maceralarını anlatan romanı büyük bir şevk içinde okumaya daldı.

Güzel, mavi gözlerini düke doğru kaldırdı. Birden hatırladı Pavka, “Bugünkü kızın da gözleri maviydi.” dedi kendi kendine, “Öteki kızlara hiç mi hiç benzemiyor. Sosyete şıllıklarından değil! Mahmuzlanmış bir kısrak gibi de koşuyor üstelik!”

Karşılaşmalarını geçirdi gözlerinin önünden, öylesine dalmıştı ki makineden yükselen tehditkâr homurtuya kulak bile asmadı. Gerçekten de buharın gittikçe artan şiddetiyle makine sarsılmaya başlamıştı. Deli gibi dönüyordu motor. Monometrenin ibresi kırmızı alarm çizgisini çoktan aşmıştı.

“Lanet olsun!” diye haykırdı Pavka birden kendine gelip. Uzun çabalardan sonra yatıştırabildi öfkesini makinenin. Bir yandan da şefinin gömülü kaldığı dipsiz uykuya şükrediyordu içinden. Gerçekten de ağzı açık uyuyan Danila’nın burnundan boğuk ve dehşet verici sesler yükselmekteydi.

Tam bir hafta boyunca Tonya’yı görmedi Pavel. Nihayet dayanamayıp taş ocaklarına doğru şöyle bir uzanmaya karar verdi. Belki görürüm umuduyla kızın oturduğu evin etrafını dolandı önce ve birden, bahçenin ta dibinde mavi yakalı bir gemici gömleği fark etti. Yerden hemen bir kozalak alıp nişanladı kızı.

“Nihayet gelebildiniz!” diye haykırdı Tonya sevinçle, “Neredeydiniz kuzum Tanrı aşkına? Geçen gün gölün oraya gittim. Kitabımı unutmuşum, onu almaya… Sizi de görürüm diyordum ama yoktunuz. Neyse, gelin. Girin içeri, ne duruyorsunuz?”

“Girmem.” dedi Pavka kararlı bir sesle.

“Yalvarırım başlamayın gene! Lütfen söyler misiniz neden girmeyeceğinizi?”

“Çünkü girersem babanızın pek hoşuna gitmez. Bu baldırı çıplağı da nereden bulup getirdi! diye düşünür. Kendi bakımımdan değil ama sizin başınıza iş açmak istemiyorum.”

“Aptalca şeyler söylüyorsunuz Pavel! Daha fazla konuşmadan girer misiniz lütfen! Asla böyle bir şey söylemez babam, birazdan kendiniz de görüp anlayacaksınız zaten. Girsenize canım!”

İtaat etti ama içi rahat değildi, duraksayarak izliyordu Tonya’yı. Bahçeye geçip de toprağa çakılı, yuvarlak bir masanın arkasına yerleştikleri vakit, “Kitap okumayı sever misiniz?” diye sordu genç kız.

Pavka canlanmıştı. “Hem de nasıl!.. Bayılırım!”

“Peki, okuduklarınız arasında en çok sevdiğiniz kitabın ismini öğrenebilir miyim efendim?”

Cevap vermeden önce bir an düşünmüştü. “Guiseppa Garibaldi…”

“Giuseppe Garibaldi…” diye düzeltti Tonya, “Hakikaten seviyor musunuz o kitabı?”

“Soruyorsunuz bir de!.. Tam altmış sekiz tefrikasını okudum. Beşlik paketler hâlinde satın alıyorum geldikçe. Çok büyük adam Garibaldi!”

Hayranlık dolu bir ton kazanmıştı Pavka’nın sesi: “Hakiki bir kahraman!” diye devam etti, “Tam benim sevdiğim cinsten. Düşman üstüne düşmanla çarpışıyor, sonunda daima o yeniyor. Ne memleketler gezmiş bir bilseniz! Bugün yaşamış olsa çam sakızı gibi yapışırdım ona, bir daha da ayrılmazdım. Bölüğüne hep genç insanları toplar ve hep fakir fukara için mücadele edermiş. Daima yoksulların yanında!”