Küçük oğlan çaresizlik içinde ağlayarak ağzına gelen bütün küfürlerle hıncını boşaltırken, Pavka alabildiğine memnun bir şekilde, hızla koşmaktaydı. Ganimetini bir hangarın kirişlerinin altına güzelce yerleştirip gizledikten sonra da neşeli neşeli ıslık çalarak eve döndü.
***Şepetovka gibi küçük kasabalarda yaz akşamlarının güzelliğine doyum olmaz. Bu kasabaların kenar mahallelerinde, köylerin o büyüleyici havasını bulursunuz daima. Böyle akşamlarda bütün gençlik sokağa dökülür. Kızlı erkekli herkes evlerin merdivenlerinde, bahçelerde, çitlerin ardında, yollarda, inşaat için oraya buraya yığılmış kalasların yanında, kalabalık topluluklar ya da sarmaş dolaş çiftler hâlinde gezinir. Gülüşmeleriyle çınlatırlar ortalığı ve türküler fışkırır aniden dudaklarından. Yaz kokularıyla dolu hava, gökyüzünün ebegümeci rengi derinliğinde ürperir gibiydi. Ateş böcekleri gibi parıldıyordu yıldızlar ve kaygısız bir ses yankılanarak yükseliyor, uzakta sönüyordu.
Akordeona karşı bir zaafı vardı Pavka’nın. Dizlerinin üzerindeki alete sevgiyle sarılmıştı. Parmakları tuşlara değer değmez notalar inlemeye başlıyor, ateşli bir şarkı yükseliyor ve titreyip dalgalanıyordu havada.
Nasıl da gayrete gelip coşmuştu akordeon! Direnip de dans etmemek mümkün değildi. Türkünün ahengine çoktan kaptırmışlardı kendilerini. Hayat bu, yaşanacaktır elbette!
Ama o akşamki neşeye gerçekten diyecek yoktu. Pavkaların evinin yanında yığılı duran kalasların üzerinde, şakacı ve gürültücü gençler görülüyordu. İçlerinde en gür seslisi olan Galoçka hepsini bastırarak ortalığı çınlatmaktaydı. Taş yontucusuydu babası Galoçka’nın, onlarla komşuydular. Dansa ve türkülere karşı sınırsız bir düşkünlüğü vardı bu kızın ve birlikte bulunduğu erkek arkadaşları da bunu bildiklerinden en küçük bir vesileyle Galoçka’yı kollarından yakalayıp başı dönünceye kadar fırıldak gibi çevirmeye koyulurlardı. Kızcağız da hiçbir vakit nazlanmaz, o sıcak ve derinden kopup gelen alto sesiyle türkü üstüne türkü tuttururdu.
Pavka biraz ürkerdi Galoçka’dan. İğneli konuşmaktan hoşlanırdı çünkü alçak, başarırdı da… İşte şimdi de hemen oğlanın yanı başına oturup yerleşmişti oracıkta, aynı kalasın üzerinde. Ve birdenbire sarılıp kollarının arasında sıktı Pavka’yı, sonra da bir kahkaha atarak, “Bana bak değerli çalgıcı!” dedi. “Böyle çocuk denecek kadar genç olman, benim için ne büyük bir şanssızlık, bilir misin! Harika bir koca olurdun yoksa bana, çünkü seviyorum seni. Tanrı aşkına, akordeonculara hiç dayanamam! Büyülenirim âdeta, yüreğim parçalanır, elimde değil…”
Yüzünün kıpkırmızı kesildiğini hissetti Pavka. Neyse ki gecenin karanlığında hiç kimse farkına varamayacaktı bunun. Sıyrılıp kurtulmak istedi kızdan ama Galoçka onu sımsıkı sarmış, bırakmıyordu.
“Kaçma sevgilim benden!” diye haykırdı gülerek, “Ne biçim nişanlısın aptal!”
Pavka telaşlanmıştı birden. Galoçka’nın iri memelerini hissediyordu omzunda ve içi fokurduyor gibi oluyordu. Etraflarından yükselen kahkahalar, sokağı alışılmadık bir çınlamaya boğmaktaydı.
Acemice bir hareketle kurtulmaya çalıştı Pavka. “Öteye git biraz.” dedi, “Rahatsız ettiğini görmüyor musun beni, çalmama engel oluyorsun üstelik!”
Yeniden yükselen gülüşmelere şakalar da karışıyordu.
Marusyal, “Hüzünlü bir şey çalsana bize Pavka.” dedi, “Hani o iç paralayıcı nağmeler vardır ya, işte onlardan.”
Yavaşça gevşeyip genişledi akordeonun körüğü. Pavka arayıp buldu notaları birer birer ve Ukraynalı yüreklerde yer etmiş, o herkesin ezbere bildiği melodilerden biri başladı. İlkin Galina yakaladı nağmeyi, sonra da Marusya katıldı türküye ve bütün gençlerin dudaklarından fışkıran ezgi tatlı bir rüzgâr gibi dalgalanıp uçtu ormana doğru…
Artem’in sesi yükseldi birden: “Pavka!”
Pavka derhâl akordeonu katlayıp kayışlarını çıkardı. Marusya yalvarmaya başlamıştı: “Hemen gitme ne olur, bir parça kalabilirsin pekâlâ!”
“Yarın görüşürüz.” dedi Pavka, “Ağabeyim çağırıyor.”
Sokağı koşarak geçip hızla eve daldı. Masanın etrafında Artem, arkadaşı Roman ve bir de Pavka’nın hiç görmediği bir yabancı vardı. Nasırlı elini Pavka’ya uzattı yabancı ve Artem sordu: “Sizin santraldeki montör hastalandı diyordun, değil mi Pavka? Yarın birini almak isterler mi? Kabul edecek olurlarsa hemen eve gelip bana haber ver.”
“Rahatsız olmasına lüzum yok.” diye söze karıştı yabancı, “Kendim bizzat giderim daha iyi, patronla yüz yüze konuşmuş olurum. Yalnız Pavka bana yolu göstersin yeter.”
Pavka meseleyi kavramıştı, açıklama yaptı: “Bir montöre ihtiyaç var, evet. Stankoviç hastalığından ötürü gelemediği için bütün gün çalışmadı santral. Tifo olmuş. Patron iki kere kendisi denedi, olmadı. Bir başkasını da bulmak istediler ama bulamadılar. Elinde bir tek ateşçi vardı, işte bunun için de makinaları çalıştırmaya cesaret edemedi bir türlü.”
“Bu iş oldu demektir!” diye atıldı yabancı, “Yarın geçerken alırım seni.”
Gri ve sakin bakışlı gözleri takılmıştı Pavka’nın gözlerine. Bu güvenli ve keskin bakış karşısında bir tedirginlik duydu Pavka. Adamın sırtındaki, yukarıdan aşağıya ilikli, renksiz ceket, omuzlarına dar geldiği hemen belli olacak kadar gergindi. Adaleli, kalın bir boynu ve çam yarmasını andıran sağlam bir gövdesi vardı. Yabancıyla tokalaşırken, “Güle güle Çukray.” dedi Artem, “Yarın bekliyoruz.”
***Almanlar, kızıl birliğin ayrılışından üç gün sonra girdi kasabaya. Önce bir lokomotif düdüğü işitildi, sonra da haber fırtına gibi sardı ortalığı bir anda: “Almanlar geldi!”
Çiğnenmiş bir karınca yuvası gibi kaynaşıyordu Şepetovko. Almanların er geç geleceğini herkes biliyor ve bekliyordu ama gene de inanılmaz bir olaydı bu. İşte şimdi Almanlar korku verici birer masal insanı olmaktan çıkıp vücut bulmuşlardı. Artık oralarda bir yerlerde değil, burada, karşılarındaydılar.
Kasaba sakinleri sokağa çıkmayı göze alamayarak, yol boyunca çitlerin arkasına sıralanıp çivilenmiş bir şekilde seyretmekteydiler.
Birbirinin ardı sıra ve teker teker ilerliyordu Almanlar. Yolun ortasını boş bırakıp duvarların kenarından yürüyorlardı. Koyu yeşil üniforma vardı üzerlerinde. Tüfeklerini ellerinde tutuyorlardı ve parmakları tetikteydi hep. Geniş süngüler sarkıyordu tüfeklerinden. Başlarındaki çelik miğferlerin ve omuzlarına asılı kocaman sefer çantalarının ağırlığı altında neredeyse iki büklüm olmuşlardı ve ardı arkası kesilmez bir şerit hâlinde gardan kasabaya doğru ilerlemekteydiler. En küçük bir direnci derhâl boğmaya hazır oluşlarından belliydi ürktükleri. Oysa hiç kimse direnecek durumda değildi.
Mavzerlerle donanmış iki subay yürüyordu en önde. Yolun ortasından da başında papaka10 dediğimiz mavi bir Ukrayna jupan’ı taşıyan starşina11 yani tercüman ilerliyordu.
Askerler şehrin meydanına dört köşe bir topluluk hâlinde yığıldılar. Trampet sesleri kapladı ortalığı ve biraz güvene kavuşmuş olan kasabalılar yavaş yavaş meydana toplandı. Eczanenin peronuna çıkan ataman12 yüksek sesle ve tane tane, Binbaşı Korf’un emirnamesini okudu. Emirname şöyleydi:
AHALİNİN BİLGİSİNE1. Bu şehrin bütün sakinlerine, elleri altında bulunan bütün silahları, en geç yirmi dört saatlik bir mühlet zarfında teslim etmelerini emrediyorum. Emre uymayanlar ölüm cezasına çarptırılacaktır.
2. Şehirde sıkıyönetim ilan edilmiştir. Akşam sekizden sonra sokağa çıkmak kesinlikle yasaktır.
Şehrin Askerî Kumandanı(imza)Binbaşı KORFAlman kurmayı, kendilerine barınak olarak, ihtilalden beri İşçi Delegeleri Komitesi tarafından işgal edilen belediye binasını seçmişti. Girişindeki nöbetçinin başında çelik miğfer yerine, imparatorluk kartalıyla süslü bir tören şapkası vardı. Hemen yanındaki avluya, kasaba sakinleri tarafından getirilen silahları yerleştirmek üzere bir depo hazırlanmıştı. Ölüm cezasını işitince ödü kopan ahali, elindeki bütün silahları teslim ediyordu.
Depoya gidip de kendilerini göstermekten ürken bazı kasabalılar, gecenin karanlığından faydalanıp, evlerinde silah namına ne varsa sokaklara boşaltmışlardı. Bunlar, sabahleyin kol gezen Alman askerleri tarafından bir bir kaldırılıp toplandı. Öğle vakti ganimetlerinin sayımına girişen Prusyalılar, on dört bin tüfek teslim edilmiş olduğunu gördüler. Verilmeyen altı bin tüfek kalmıştı. Almanlar vakit kaybetmeden toplu hâlde aramaya giriştiler. Ama bu aramadan çıkan sonuç pek de parlak olmadı.
Ertesi sabah şafak sökerken şehir dışındaki eski Yahudi mezarlığının kıyısında iki demir yolu işçisi kurşuna dizildi. Akşamki arama sırasında, evlerinde silah bulunmuştu…
***Haberi alır almaz eve koştu Artem. Bahçede karşılaştığı Pavka’yı omuzlarından yakalayarak ısrarlı bir şekilde sordu: “Kızılların dağıtmış olduğu silahlardan getirmiş miydin eve?”
Elinden silahını kaptığı o küçük çocukla aralarında geçenleri söylemek istemedi Pavka, ama ağabeyine yalan söylemek hoşuna gitmedi ve itiraf etti.
Hemen hangara yöneldiler. Kirişlerin altında gizli tüfeği çıkardı Artem, namlu dibi ile süngüyü alıp tüfeğin dipçiğini bir vuruşta parçaladıktan sonra kalıntıları ilerideki boş bir tarlaya fırlattı. Süngüyle namlu dibini de avludaki helanın kuburuna attı.
“Artık küçük bir çocuk değilsin Pavka, silah saklamanın şakaya gelmediğini anlaman gerek. Son derece ciddi olarak söylüyorum, hiçbir şey getirmeyeceksin eve. Canıma susamadım ben ve beni inandırabileceğini de aklından çıkar. Unutma ki eğer bizim evde bir şey bulacak olurlarsa seni değil, beni kurşuna dizerler!”
Pavka söz verdi. Tam avludan geçip de sokağa çıkmak üzereydi ki Lehtinskilerin konağının önünde körüklü bir arabanın durduğunu gördü. Avukatla karısı indiler arabadan, onları da çocukları Neli ile Viktor izledi.
“Küçük kuşlar yuvaya dönüyor işte!” diye mırıldandı Artem hınçla, “Yahudi bayramı başlıyor demek!”
Pavka farkına varmadan, dev yapılı montörle aralarında sıkı bir dostluk kurulmuştu. Aşağı yukarı bir aydan beri elektrik santralinde birlikte çalışmaktaydılar. Çukray, ona ateşçi yardımcısının neler yapması gerektiğini gösteriyordu, onu yetiştiriyordu sözün kısası. Becerikliliği sayesinde denizcinin sonsuz sempatisini kazanmıştı Pavka.
Çukray gittikçe daha sık gelmeye başlamıştı Artemlere. Tatil günlerinin hemen hemen tümünü onların evinde geçiriyordu. Bu rahat ve aklıselim denizci, kendisine hayat ve sefalet hakkında anlatılan bütün hikâyeleri sabırla dinliyor, Pavka’nın afacanlıklarından korkuya kapılan annesinin bitip tükenmek bilmez yakınmalarına karşı da daima yatıştırıcı bir tavır takınıyordu. Cesaret veriyordu Marya’ya.
Günlerden bir gün, fabrikanın avlusundaki odun yığınlarının ortasında durdurdu Pavka’yı Çukray ve gülümseyerek, “Biliyor musun…” dedi, “Annen en çok senin kavgacılığından şikâyetçi. ‘Horoz gibi dövüşken!’ diyor senin için.”
Bir an durduktan sonra, yine gülerek devam etti: “Kavga kötü bir şey sayılmaz yavrum. Hatta zaman zaman dövüşmek insana faydalıdır da. Yalnız, kime karşı ve niçin dövüştüğünü bilmek şartıyla…”
Adamın kendisiyle alay mı ettiğini, yoksa ciddi mi konuştuğunu kavrayamamış olan Pavka homurdandı: “Kavgacı olduğum doğru. Ama ben hiçbir zaman gelişigüzel dövüşmem, namusumla dövüşürüm hep.”
“İster misin sana kaidesiyle dövüşmeyi öğreteyim?”
Bu damdan düşer gibi gelen soru karşısında afallayan Pavka, denizciye şaşkın şaşkın baktı. “Kaidesiyle mi? Nasıl?”
“Şimdi görürsün.”
Pavka hayatında ilk defa İngiliz boksu dersi aldı. Gerçi bunu öğrenmek pahalıya mal oldu ona ama kısa zamanda da hayranlık verici bir ustalığa erişecekti bu konuda Çukray’ın ağır yumruğunu yiyip yerlerde yuvarlanmaya aldırış etmeyerek sabırlı ve dikkatli bir çalışmaya girmişti.
Sıcak bir yaz günüydü. Klimkalardan henüz gelmiş olan Pav-ka, evin içinde gayesizce dolanıp duruyordu. Çok geçmeden de sevgili sığınağına yöneldi. Komşu bahçenin bir köşesinde, kiraz ağaçlarının arasında unutulup kalmış bir kulübe yıkıntısının damıydı bu. Dalların içinden bir sincap gibi kayarak dama tırmandı ve boylu boyunca serildi güneşin alnına. Bir süre sonra da bir merak kapladı içini. Kulübenin kenarına sarılarak eğildi ve büyük avludaki körüklü arabayı gördü. Avukatın evinde kalmakta olan Alman teğmenin emir erini de gördü çok geçmeden. Subayın üniformasını fırçalamaktaydı adam. Küçük ve pis bıyıklı o bodur subayı hatırladı Pavka. Sonra da subayın kaldığı odanın parka baktığını… Şu penceresi açık duran ve gizlendiği yerden rahatça içini seyredebildiği odaydı bu…
“Vay canına!” diye mırıldandı, “Teğmen hazretleri, emir erini bir yere gönderdi.”
Gerçekten de teğmen bir mektup uzatmıştı askere ve emir eri derhâl ahıra doğru yönelmişti. Gözlemeye devam etti Pavka. Şimdi de teğmen gidiyordu işte. Teğmen tam o sırada parkın koruluğundan çıkmakta olan Neli Lehtinski’ye doğru ilerledi. Kızın koluna girdi beyzade ve bir gezinti teklif etmiş olmalı ki parmaklığı itip uzaklaştılar.
Pavka güneşin alnına serilip şöyle bir güzel uyumaya niyetlenmişti ama sırası değildi bunun artık. Açık pencereden yana baktı. Alman’ın odası gözlerinin önünde serili duruyordu. Kayışlar vardı masanın üzerinde. Ne işe yarardı bu kayış? Sonra bakalım bunlar gerçekten kayış mıydı? Bir de gene masanın üzerinde pırıl pırıl bir şey… Küçük bir şey parlamaktaydı. Ne olabilirdi acaba?
Merakına yenildi Pavka ve kendini koyverdiği gibi bir kayışta indi kirazdan, yaklaşıp baktı. Masanın üzerinde, nefis bir deri kılıf içinde, harika bir on ikilik revolver duruyordu.
Kendi kendisiyle savaştı birkaç saniye. Birden karar verip deva bulmaz bir yüzsüzlükle eğildi, çekti kılıfı, tabancayı çıkarıp aldı. İşte parktaydı gene. Yüzüstü sürünmeye koyuldu. Kirazın gövdesi, derken yıkık kulübe… Döndü, ortalıkta çıt yoktu. Emir erinin arabacıyla konuştuğunu görüyordu uzaktan. Pavka fırladı. Annesi mutfakta yemek hazırlamaktaydı. Kadının dalgınlığını fırsat bilen Pavka eski bir çaput parçasını cebine sokup sessizce sıvıştı. Ormanın kıyısındaki eski tuğla fabrikasının yıkıntılarına doğru koşuyordu. Ayakları yere değmiyordu sanki ve rüzgâr, kulaklarında ıslık çalar gibiydi.
Büyük step otlarının istilasına uğramıştı molozlar. Sadece üç arkadaş gelirlerdi buraya ve köşe bucak her yeri bilirlerdi. Pavka etrafa dikkatlice göz attı. Kimsecikler yoktu yolda. Çam yapraklarının tembel çıtırtısı kaplamıştı ortalığı, büyük çevrintiler hâlinde kaldırıp döndürüyordu toz yığınlarını rüzgâr. Önündeki gedikten isli bir fırının içine sızdı Pavka. Oradaki tuğlaların arkasına saklayacaktı revolveri.
Bacakları hafifçe titriyor, içine bir endişe çöküyordu yavaş yavaş. Ne olacaktı bu maceranın sonu? Evde fazla görünmemek için vaktinden önce gitti santrale. Çalışmaya koyuldu ama aslında bir tek düşünce vardı kafasını kemiren: Lehtinski’nin evinde şimdi neler olup bitiyordu acaba?
Saat on biri vurduğunda Çukray daldı birden içeriye, Pavka’yı yakalayıp avlunun bir köşesine çekti. “İkindiüzeri sizin evde arama yapmışlar, neden?”
Pavka titredi. “Arama mı? Ne araması?”
“Evet arama, fakat bir şey bulamamışlar. Ne aramış olabilirler, biliyor musun?”
Biliyordu tabii Pavka, ama söylemeye cesaret edemedi. Korkudan titreyerek, “Yoksa Artem’i tevkif mi ettiler?” diye sordu sadece.
“Kimse tevkif edilmedi. Evin altını üstüne getirmişler, o kadar.”
Bu sözler onu yatıştırmıştı ama rahatlatmamıştı. Sessiz birkaç dakika geçti, her ikisi de kendi düşüncelerine dalıp gittiler. Aramanın sebebini bilen Pavka yaptığı işin sonuçlarını hesaplayarak ürkmekteydi. Çukray ise gerçek sebebi bilmediğinden aramanın kendisiyle ilgili olabileceğini düşünerek endişeleniyordu: Şeytan bilir ne düşündüklerini, anormal bir şeyler fark etmiş olmalılar. Artem’in hiçbir şeyden haberi yok ve herifler gelip dosdoğru onun evine dalıyorlar. Bundan böyle daha tedbirli davranmalıyım… Ve her ikisi de sessizce işlerinin başına döndüler.
Lehtinskilerin konağında tam bir şenlik olmuştu. Hırsızlığın farkına varır varmaz teğmen o alışılmış kibarlığından birdenbire sıyrılıp emir erine insafsızca vurmuştu. Darbenin etkisiyle sendeleyen asker hemen doğrulmuş, elleri hazırol duruşunda, gözlerini kırpıştırarak ve yediği dayağa sanki suçlu kendisiymişçesine boyun eğerek beklemişti. Kendisinden bilgi istenmek ve belki de hesap sorulmak üzere derhâl çağırılan avukat, durumu öğrenince şaşkınlığa kapılıp özür dilemeye koyuldu. Böyle bir kepazeliğin, üstelik de kendi evinde cereyan etmesi bayağı ürkütmüştü onu. Tanrı’ya şükür, bu gürültülü sahnede hazır bulunan oğlu Viktor Lehtinski imdadına yetişti: “Bana sorarsanız…” dedi, “Ama benimki kesin bir fikir değil, sadece bir varsayım… Bana sorarsanız, bu hırsızlığı komşular yapmış olabilir. Özellikle de Pavel Korçagin denilen o serseri!”
Bunun üzerine arama yapmak üzere derhâl bir manga asker yollanmıştı eve. Aramadan hiçbir sonuç çıkmadı ve Pavka, “Demek ki…” dedi kendi kendine, “Tehlikeyi göze alıp da iyi bir iş yaptın mı ille de zarar görmezsin.”
3
Pencereyi açıp dirseklerini dayamıştı Tonya. Canı sıkılıyordu. Evin, gözlerinin önünde uzanan bahçesine baktı bir süre. Bütün bir yıl boyunca baba evinden ayrı kalmıştı ama bir türlü inanamıyordu buna.
Her şey olduğu gibi kalmıştı bahçede, özene bezene budanmış ahududular, annesinin en sevdiği çiçeklerle süslü, temiz ve düzenli patikalar, hep bir yıl önceki gibiydi. Emektar bahçıvanın hünerli elinin izlerini taşıyordu bütün bahçe. Ama bu manzaranın düzgünlüğü ve temizliği bile sinirlendiriyordu Tonya’yı.
Yarım bıraktığı bir romanı alıp bahçeye çıktı, yağlı boyalı küçük bahçe kapısını geçip gölcüklere doğru yöneldi. Bir yanı ormanla kaplı, öteki yanı da söğütlerle süslü yol, dümdüz uzanmaktaydı önünde. İlerideki eski bir taş ocağına gitme niyetindeydi Tonya. Tam o sırada söğütlerin arasından gördüğü bir olta kamışı dikkatini çekti. Eğilip dalları aralayarak baktı ve kavruk yüzlü, küçük bir oğlan gördü. Ayakları çıplaktı çocuğun, pantolonunu da dizlerine kadar kıvırmıştı. İyice dalmıştı, öyle ki Tonya’nın ısrarla kendisine baktığını fark etmedi bile.
“Heeey!.. Burada balık var demek?”
Öfkeyle döndü Pavka. Hiç tanımadığı bir genç kızın eğilmiş bakmakta olduğunu gördü. Mavi yakalı, beyaz bir gemici gömleği vardı kızın sırtında. Parlak gri bir eteklik giymişti. Kalın çizgili çoraplar görülüyordu ayak bileklerini örten. İnce bir mendille tutturmuştu kestane rengi güzel saçlarını.
Belli belirsiz titredi olta ve durgun suda gittikçe genişleyen halkalar belirdi. Kızın narin sesi yükseldi dalların arasından: “Balık var, görmüyor musunuz? Isırdı bile oltayı.”
Birden şaşkınlığa kapılan Pavka, dört bir yana sıçrayan çamurların arasında muzaffer bir edayla çekti oltasını. Ama bir de baktı ki umutsuzca kıvrılıp bükülen yemlik solucandan başka bir şey yok iğnenin ucunda. “Balığın içine edildi işte!” dedi kendi kendine öfkeyle, “Bu kız da nereden çıkıp geldi başıma!” Şaşkınlığını gizlemek için gücünün yettiği kadar uzağa fırlattı oltayı. Fakat olta iki nilüferin arasına, yani en atılmaması gereken yere gitti. Oradaki köklere takılabilirdi. Pavka iş işten geçtikten sonra durumun farkına vardı ve kıza bakmaya cesaret edemeyerek homurdandı dişlerinin arasından: “Ciyak ciyak bağırırsanız kaçar tabii balık!”
Alaycı bir cevap geldi dalların arasından bir kamçı gibi: “Çoktan kaçmıştı balık, sizi görünce ürkmüş olmalı! Hem sonra, güpegündüz balık mı avlanır kuzum! Acemi avcı siz de!..”
Pavka elinden geldiğince kibar davranmaya kararlıydı ama bu son sözler biraz fazla ağır geldi ona, öfkelendiğini iyice belli ederek kasketini alnına yıktı ve yine de en az kırıcı kelimeleri seçmeye gayret ederek homurdandı: “Şuradan bir an önce savuşup gitseniz daha iyi olmaz mıydı acaba küçük hanım?”
Muzipçe göz kırparak cevap verdi kız: “Yoksa sizi rahatsız mı ediyorum?”
“Barışalım” diyen bir yankılanma vardı kızın sesinde. Öyle ki en seçme küfürleri sıralamaya hazırlanan Pavka çaresiz kaldı. “Bakabildiğiniz kadar bakın canınız çekiyorsa. Yer herkesin yeri, ne karışırım ben…”
Nilüferlerin arasında dalgalanıp duran oltaya endişeyle göz attı. İğne belli ki takılmıştı bir köke. Kurtarmanın imkânı yok! diye düşündü, Orospu, bir güzel dalga geçer şimdi benimle… Bir an önce defolup gitse bari!
Dalga geçme niyetinde falan değildi oysa Tonya. Kızın sudaki aksi Pavka’ya kadar uzanmaktaydı. Arada bir kendisine kaçamak bakışlar attığını gördü. Bir yandan da elindeki kitabı okuyordu. Yavaş yavaş oltasını kurtarmaya girişti Pavka. Alaylı bir bakış parladı sudaki kızın gözlerinde.
İki delikanlı sökün etti o arada. İki liseli… Depo Şefi Sukarko’nun on yedi yaşındaki oğlu -teni kızıl lekelerle kaplı olduğu için Allı Şurka diye isim takılmış, soluk benizli, tembelin biri- ile şık ve kadınsı Viktor Lehtinski… Güzel bir olta vardı Şurka’nın elinde. Bir sigara yakarak Viktor’a doğru eğildi ve göz kırptı. “Baldan daha tatlı bir kız diyorum sana azizim, bir eşini bulamazsın burada. Alabildiğine romantik bir insan. Aslında Kiev’de okuyor, tatilini geçirmek için gelmiş buraya. Babası orman müdürü. Liz’in arkadaşı kız, yani kardeşimin. Bir aşk mektubu döktürdüm kendisine, hani anlarsın ya, ‘Deli gibi seviyorum sizi ve ürpererekten cevabınızı bekliyorum.’ cinsinden. Bir de Nadson’un bir şiirini kattım araya ki deme gitsin.”
“Peki sonuç ne oldu yani?”
“Sonuç? Şimdilik nazlanıyor güzelim, maniyer yapıyor. ‘Kâğıdına yazık!’ diyor bana. Ama bilirsin, başlangıçta hepsi böyledir. Bana güven azizim, aşk konusunda eski kulağı kesiklerden biriyimdir… Ne var ki vakit kaybetmek istemiyorum onunla, kur yapmak, yalvarıp yakarmak hoşuma gitmiyor. Gece bastı mı aşağı mahalleyi dolanmak çok daha iyi… Üç rubleye kadınlar var ki azizim dudaklarını yalarsın! Cilvesi var, nazı yok üstelik… Valka Tiknof’la bir olup aklımıza esti mi gidiyoruz.”
Küçümseyerek dudak bükmüştü Viktor. “Demek böyle pisliklerle uğraşıyorsun Şura?”
Şura sigarasını fırlatıp alaycı bir sesle, “Beyefendi tiksindiler mi yoksa?” dedi, “Sanki sizin neyle uğraştığınızı bilmiyormuşuz gibi!”
Arkadaşının sözünü kesti Viktor: “Anlaştık mı şimdi, tanıştırıyorsun kızı? Hazır oradayken hızlanalım biraz.”
Tonya’ya doğru ilerlediler. Sukarko ağdalı bir selamla, “Günaydın küçük hanım!” dedi, “Nasılsınız Tumanova? Balık avlamaya niyetlisiniz herhâlde?”
“Bakıyorum sadece.”
“Arkadaşım Viktor Lehtinski’yi tanıştırayım size…” diye devam etti züppe delikanlı.
Viktor utangaç ve şaşkın bir şekilde elini uzattı kıza. Tokalaştılar.
“Niçin avlanmıyorsunuz?”
“Oltamı getirmedim.”
“Derhâl gidip getireyim oltanızı. Ben dönünceye kadar da benimkini kullanırsınız…” dedi Şura.
Kızı arkadaşıyla baş başa bırakmak için bir fırsat yakalamıştı ve memnundu, ama Tonya, “Zahmet etmeyin boşuna.” dedi ve eliyle Pavka’yı göstererek ekledi: “Burada zaten bir balıkçı var, onu rahatsız etmeyelim.”
“Rahatsız etmek mi dediniz? Kimi? Şu veledi mi? Hemen şimdi yollarım ben onu evine!”
Ve Tonya’nın kendisine engel olmasına vakit kalmadan atlayıp gölün kıyısına indi. “Derhâl topla bakalım pılını pırtını, yaylan! Çabuk ol, hadi!”
Pavka’nın kendisini hiç işitmemiş gibi devam ettiğini görünce sesini yükseltmişti: “Heey, ne bekliyorsun be! Yaylan dedik sana!”
Hayra alamet sayılmayacak bir ifadeyle dönüp baktı Pavka. “Yavaş gel bakalım!” dedi, “Ne bağırıyorsun öyle?”
Ötekinin laf dinleyecek hâli yoktu, azmıştı. “Ne?” diye haykırdı, “Bir de itiraz ediyorsun öyle mi! Hergele seni, defol buradan, hemen defol!”
Bir yandan da ayağının ucuyla vurup yem kutusunu suya yuvarlamıştı.
“Sukarko! Utanmıyor musunuz siz!” diye haykırdı Tonya.
Pavka doğrulmuştu. Artem’in şefi olan depo müdürünün oğluydu karşısındaki ve içinden gelen sese uyup da oğlanın lekeli suratını darmadağın etse bunun hesabının ağabeyinden sorulacağını bilmiyor değildi. Onun için tutuyordu kendini. Ama Pavka’nın öfkelendiğini gören liseli, hiç vakit kaybetmeden üstüne yürüdü ve suya doğru itti onu. Güçlükle koruyabildi dengesini Pavka, tepesi atmıştı. “Yaa, demek öyle?” dedi, “Al sana öyleyse!”
Ve oğlanın suratının ortasına bir yumruk indirdiği gibi toparlanmasına meydan vermeden ceketinden yakalayıp göle doğru sürükledi, onu suya attı. Çamurlu sular içinde ve hınçla gölden fırlayan Şura, yeniden saldırdı ama Pavka artık kararını vermişti. Çukray’dan aldığı dersleri hatırladı bir anda: Ağırlığı sol bacağının üzerine verecek, sağ bacağını hafifçe büküp gereceksin ve yumruğunu sadece kolunla değil bütün vücudunla, aşağıdan yukarıya, çenesinin altına doğru savuracaksın.
Birbirine çarpan dişlerin gıcırtısı işitildi önce, sonra da ipincecik bir haykırış yükseldi ve Sukarko, kolları havada daireler çizerek yeniden suya gömüldü.
Tonya’nın deli gibi gülüşüyle çınlamaktaydı kıyı. “Bravo! Bravo! Harika bir şey bu!” Alkışlamaya koyulmuştu Pavka’yı ama o oltasını toplayıp, takılmış iğneyi sert bir hareketle çektikten sonra arkasına bile bakmadan, rahatça uzaklaştı.
“Pavka Korçagin bu! Hergelenin biri işte!” dedi Viktor, genç kıza. Pavka bunu işitti ama aldırmadı.