Bütün gün yürüdüler. Gece yolculara ücretle yatak verilen küçük bir kulübede gecelediler. Ertesi sabah, pek bitkin, pek yorgun olmalarına rağmen, gene yola düzüldüler; çok geçmeden, kendilerini toparlayıp, şevkle ilerlemeye koyuldular.
Dinlenmek için sık sık mola veriyorlardı ama dinlenmeleri hiç de uzun sürmüyordu; sabahtan beri pek az bir şey yiyebildikleri hâlde, yollarına devam ediyorlardı. Akşam saat beşe doğru bir küme işçi kulübesinin önünden geçerken çocuk, acaba hangisine girip biraz dinlenebiliriz, bir yudum süt isteyebiliriz, diye bakınıyordu. Bunu kestirmek hiç de kolay değildi; çünkü, küçük kız hem ürkekti, hem de terslenmekten korkuyordu. İşte şurada ağlayan bir çocuk, ötede gürültücü bir ev kadını vardı; burada insanlar pek yoksula benziyorlardı, ötede pek kalabalıktılar. En sonunda, küçük kız evlerden birinin önünde durdu. Bu evi seçmesinin başlıca nedeni de ocağın yanındaki yumuşak koltukta yaşlı bir adamın oturmuş olmasıydı: Bu adamın bir dede olduğunu, onun için kendi dedesine acıyacağını düşünmüştü.
Kulübenin sahibiyle karısından başka üç de gürbüz çocuk vardı; üçü de marsık gibi kararmışlardı. İstek açıklanır açıklanmaz yerine getiriliverdi: Büyük oğlan süt getirmek için dışarı koştu; ikincisi iki iskemleyi kapıya doğru sürükledi; en küçükleri de annesinin eteğine saklanıp, güneşten yanmış elinin altından, yabancıları gözlemeye koyuldu.
Kulübenin sahibi, ıslığı andıran ince bir sesle:
– Tanrı yardımcınız olsun, beyim, dedi. Çok uzaklardan mı geliyorsunuz?
Nell:
– Evet, efendim, çok uzaktan geliyoruz, diye karşılık verdi; dedesi ondan yardım istediği için kendisi konuşmak zorunda kalmıştı.
Yaşlı adam:
– Londra’dan mı geliyorsunuz? diye sordu.
Kız da:
– Evet, dedi.
Ah, o da Londra’ya pek çok defa gitmiş! Eskiden arabayla Londra’ya sık sık gidermiş. Oraya son gidişinin üzerinden otuziki yıl geçmiş; şehirde büyük değişiklikler olduğundan söz edildiğini duymuş. O zamandan beri kendisi de epey değişmiş ya. Otuz iki yıl hayli uzun bir devreymiş; seksen dört yaş da epey uzun bir ömür sayılırmış; yüz yaşına kadar yaşayanlar da varmış ya, olsun.
Yaşlı adam bastonunu tuğla zemine vurarak, bunu sert bir şekilde yapmaya çalışarak:
– Şu koltuğa otursanıza, beyim, dedi. O kutudan da bir tutam alın. Ben pek kullanmıyorum, çünkü, pek hoşuma gidiyor ama, kimi vakit uykumu kaçırıyor. Siz benim yanımda daha çocuk sayılırsınız. Yaşasaydı benim de sizin kadar oğlum olacaktı. Onu askere aldılar, evine döndü ama, bir tek zavallı bacağından başka bir şeyi kalmamıştı. Her zaman da, bebeklik günlerinde üzerine tırmanmaktan hoşlandığı güneş saatinin yakınına gömülmek istediğini söylerdi. Dediğini yaptık, yerini kendi gözlerinizle de görebilirsiniz. O zamandan beri de çimenliğe dokunmadık.
Adam, başını salladı, yaşlı gözlerle kızına bakarak, korkmasının gereksiz olduğunu, bu konuda daha fazla konuşmayacağını bildirdi. O hiç kimseyi üzmek istemezmiş; sözleriyle herhangi birini üzmüşse bunun için de özür dilermiş, işte bu kadar.
Süt geldi. Nell, o ufacık sepetini açıp içindekilerin en iyilerini dedesine verdi, güzelce karınlarını doyurdular. “Odanın eşyası tam bir yuva havası yaratıyordu: Bir iki kaba saba sandalye, bir masa, köşeye konulmuş bir dolap, üzerinde kırmızılı bir hanımın mavi bir şemsiye ile yürüyüşünü gösteren parlak renkli bir resim bulunan çay tepsisi, duvara asılmış birkaç çerçeve, bir küçük elbise presi, sekiz günde bir kurulan bir saat, bir iki tava, bir ibrik. Yalnız, her şey tertemiz, derli topluydu. Nell çevresine bakınırken çoktandır özlemini çektiği huzur, mutluluk dolu bir havanın varlığını duydu.
– Buradan bir şehre ya da kasabaya gitmek ne kadar sürer acaba? diye sordu.
Adam:
– Şöyle böyle sekiz kilometre kadar bir yol var, yavrucuğum dedi. Bu gece yola devam etmeyeceksinizdir elbette.
Yaşlı adam, telaşla, niyetini torununa işaretlerle anlatmaya çalışarak:
– Yo, yo, Nell, dedi. Gideceğiz, buradan uzaklaşacağız, yavrucuğum. Gece yarısına kadar yürümek zorunda kalsak bile gideceğiz.
Adam:
– Plow and Harrer Hanı’nda yolcular için odalar var, dedi. Özür dilerim ama, bana pek yorgunmuşsunuz gibi göründünüz, yola devam etmeye pek hevesli değilseniz…
Yaşlı adam, terslenerek:
– Hevesliyiz, hevesliyiz dedi. Çekip gitmeliyiz. Nell’ciğim, uzaklara gitmeliyiz.
Çocuk, dedesinin huzursuz isteğine uyarak:
– Gerçekten, gitmeliyiz, dedi. Çok teşekkür ederiz ama bu kadar çok mola veremeyiz. Ben hazır sayılırım, dede.
Ne var ki kadın, küçük yolcunun yürüyüşünden, o ufacık ayaklarından birinin berelenip şişmiş olduğunu görmüştü; bir kadın, üstelik de bir anne olduğu için, çocuğun ayağını temizleyip yaraya ilaç koymadan çıkıp gitmesine içi elvermemişti. Kadıncağızın elleri çalışmaktan katılaşmış, nasır bağlamıştı ama, bu işi de öylesine büyük bir dikkatle, yumuşak hareketlerle yapmıştı ki, çocuğun yüreği “Tanrı razı olsun!” demekten başka bir söz söylemeye de, geri dönüp bakmaya da, kulübeyi iyice geride bırakmadan başka bir söz etmeye de elvermedi. Başını geri çevirdiği zaman, dede de aralarında, bütün ailenin, yola dizilmiş, onların gidişini seyrettiklerini, ellerini sallayıp başlarıyla onlara işaret ettiklerini gördü. Böylece hiç değilse bir tarafın gözleri yaşlı olarak birbirlerinden ayrıldılar.
Ağır ağır ilerlemişler, ancak bir kilometre kadar yol almışlardı ki arkalarında tekerlek sesi duydular, başlarını çevirip bakınca da boş bir arabanın hızlı hızlı kendilerine yaklaştığını gördüler. Araba dedeyle torunun yanına varınca arabacı atını durdurttu, ciddi bir tavırla Nell’e baktı:
– Siz şuradaki kulübelerden birine uğramıştınız, değil mi? diye sordu.
Çocuk:
– Evet, efendim, uğramıştık, diye karşılık verdi.
– Hah! Sizi aramamı söylediler. Ben de sizinle aynı yola gidiyorum. Elinizi verin bakayım. Arabaya atlayın, beyim.
Bu çok iyi olmuştu, çünkü ikisi de çok yorgundular, artık fazla yürümeye pek takatleri kalmamıştı. Onlar için bu sarsıntılı araba pek lüks bir arabaydı, onunla yola devam etmek de dünyanın en tatlı yolculuğu olmuştu. Nell, bir köşedeki saman yığınının üzerine yerleşir yerleşmez, uykuya daldı; o gün ilk uyuyuşuydu bu.
Arabanın yan yollardan birine sapıp durmasıyla kızcağız da uykudan uyandı. Arabacı arabadan indi, şefkatle, kızın aşağıya atlamasına yardım etti; sonra, biraz ilerde görünen ağaçları işaret ederek, kasabanın orada olduğunu söyledi. Kilisenin avlusundan geçen dar yoldan gitmelerinin daha doğru olacağını belirtti. Dedeyle torun da bunun üzerine yorgun adımlarını o noktaya yönelttiler.
16
Yolun başladığı küçük kapıya vardıklarında güneş batmak üzereydi. Nasıl yağmur haklıların da haksızların da üzerine aynı şekilde yağarsa, güneş de ılık ışınlarını ölülerin dinlenme yerlerine bile yaymış, ertesi gün yeniden yükselmesine umut bağlamalarını istemişti. Kilise eski, boz renkliydi, duvarlarına sarmaşıklar sarılmıştı. Sarmaşık yaprakları, lahitlerden sakınıp, altlarında yoksul, zavallı insancıklar yatan toprak yığınlarının çevresinde dolanıyorlar, onlara ömürleri boyunca bir türlü sahip olamadıkları zafer çelengini meydana getiriyorlardı. Bu çelenkler daha uzun ömürlü, daha geç solup dağılan cinstendi.
Papazın atı mezarlar arasında tok sesler çıkararak dolaşıyor, bir yandan da otları yiyordu; papaz da ölmüş dindaşlarından avuntu buluyor, bir pazar öncesinin vaazında belirttiği gibi, bütün canlı yaratıkları bu sonun beklediğini düşünüyordu. Mezarlar arasında yiyecek arayan sıska bir eşek de, kulaklarını dikerek, papaz komşusuna aç gözlerle bakıyordu.
Yaşlı adamla çocuk yoldan ayrılıp mezarlar arasında yürümeye koyuldular; çünkü, bu kesimde toprak yumuşacıktı, yorgun ayaklarına buradan yürümek daha kolay geliyordu. Kilisenin arkasından geçerlerken yakından sesler geldiğini duydular, çok geçmeden de seslerin sahipleriyle karşılaştılar.
Otların üzerine sere serpe oturmuş iki adam vardı; bunlar öylesine dalmışlardı ki yeni gelenleri önce fark etmediler bile. Bunların gezici bir kukla tiyatrosunda çalıştıklarını anlamak hiç de güç değildi; çünkü oyunun baş kahramanı Punch da mezarlardan birinin üzerine bağdaş kurmuş oturuyordu. Bol paçalı pantolonuyla, üzerine büyük gelen gömleğiyle pek de rahatsız bir şekilde oturuyordu, ha düştü, ha düşecek gibiydi.
Yerde oturan iki adamın çevresinde de, şuraya buraya dağılmış kutular içinde, temsilin öbür oyuncuları bulunuyordu. Anlaşılan, sahipleri bazı gerekli sahne onarımını yapmak için burada mola vermişlerdi. Adamlardan biri küçük bir darağacının parçalarını iple bağlamaya çalışıyordu, öbürü de dazlak kafalı komşusunun başına kara bir perukayı yerleştirmeye uğraşıyordu.
Yaşlı adamla küçük yol arkadaşı yanlarına gelince, adamlar işlerini bırakıp başlarını kaldırdılar, merakla baktılar. İçlerinden biri pek neşeliydi, gözlerini durmadan kırpıştırıyordu, burnu kıpkırmızıydı. Anlaşılan, asıl kuklacı bu olacaktı; perdede yarattığı kahramanın havasına kendisi de bürünüvermişti. Öbürünün, yani müşterilerden para toplamayı üzerine almış olanın daha dikkatli, temkinli bir görünüşü vardı. Belki de işinden dolayı böyle olması, gerekiyordu.
Yabancıları bir baş selamıyla buyur eden neşeli adam oldu. Sonra da, yaşlı adamın bakışlarından, onun belki de ömründe ilk defa sahne dışında bir Punch gördüğü kanısına vardı (Punch da, külahının ucunu pek uzun bir mezar taşı yazısına doğru uzatmış, katıla katıla gülüyordu).
Yaşlı adam, onların yanına oturarak:
– Bunu yapmak için niye buraya geldiniz? diye sordu, kuklaları büyük bir zevkle seyre koyuldu.
Küçük adam:
– Şey, gördüğünüz gibi, bu gece az ötedeki handa temsil vermeye hazırlanıyoruz da, dedi. Kukla kumpanyasının onarımla uğraştığını müşterilerimizin görmesi doğru olmaz.
Yaşlı adam, konuşmayı dinlemesi için Nell’e işaret ederek:
– Doğru olmaz mı? diye bağırdı. Niye olmaz, söylesenize!
Küçücük adam:
– Çünkü, o zaman hayal kurmaya fırsat kalmaz, oyunun tadı kaçar, diye anlattı. Baş oyuncunun gerçekte dazlak bir adam olduğunu bilirseniz onu kara perukasıyla seyretmekten zevk alır mısınız? Elbette almazsınız.
Yaşlı adam, kulaklardan birini elleyerek:
– Güzel, dedi, –sonra keskin bir kahkaha kopardı-Bu gece mi temsil vereceksiniz? Öyle mi?
Öbürü:
– Niyetimiz öyle, vali bey, diye karşılık verdi. Yanılmıyorsam, şu anda Tommy Codlin sizin buraya gelmenizin yol açtığı zararı hesaplamaya daldı. Keyfine bak, Tommy, zararın çok değildir.
Küçücük adam bu son sözleri söylerken gözlerini kırptı; yolcuların maddi durumları hakkında bir bilgi edinebildiğini anlatmak istiyordu.
B.Codlin pek ters, huysuz bir adama benziyordu. Punch’ı mezar taşının üzerinden alıp kutuya atarken bu sözlere şu karşılığı verdi:
– Bir kuruş bile kaybetmesek umurumda değil. Yalnız, sen de pek tasasızsın ya! Benim gibi, perdenin önünde durup seyircilerin yüzlerini görebilseydin, insan yaradılışını daha iyi anlardın.
Arkadaşı:
– Ah, sen bu mesleği seçmekle kendine yazık etmişsin, Tommy, dedi. Panayırlardaki oyunlarında hortlak rolüne çıktığın günlerde hortlaklardan başka her şeye inanırdın. Şimdi ise uluslararası çapta kuşkucu bir adamsın. Ben hiç bu kadar çok değişen insan görmedim.
B. Codlin, durumunu beğenmeyen bir düşünür tavrıyla:
– Boş ver, dedi. Artık her şeyi daha iyi biliyorum; kim bilir, belki de pişman olmuşumdur.
Sonra, kutudaki kuklalara dönerek, onları iyi tanıyan, aynı zamanda tiksinen bir kimse davranışıyla içlerinden bir tanesini dışarı çıkarıp arkadaşına gösterdi.
– Şuraya baksana! İşte Judy’nin elbiseleri yine lime lime olmuş. Galiba iğne ipliğin yok senin?
Küçük adam başını salladı, kuklayı tırnaklarıyla dikiyormuş gibi yaparak, usta bir oyuncu olduğunu gösterdi. Nelly, adamların zor durumda olduklarını görünce, ürkek ürkek:
– Sepetimde iğnem de, ipliğim de var, efendim, dedi. Kuklanın elbisesini onarmama izin verir misiniz? Bu işi sizden daha iyi yapabilirim sanıyorum.
B. Codlin bile böylesine isabetli bir teklife karşı koyamadı. Çok geçmeden Nelly, kutunun yanına diz çökerek, işini yapmaya koyuldu; mucize denilecek kadar başarılı bir sonuca da ulaştı.
Nell bu işle uğraşırken o ufak tefek neşeli adam ona ilgiyle baktı; gözleri kızcağızın çaresiz yol arkadaşına takılınca da bu ilgi kaybolmadı. Nell işini bitirince adam ona teşekkür etti, ne yana gitmekte olduklarını sordu.
Çocuk dedesinden yana bakarak:
– Bu gece buradan bir yere gitmeyeceğiz, sanırım, dedi.
Adam:
– Kendinize göre geceyi geçirecek bir yer arıyorsanız, bizimle aynı yerde kalsanız iyi olur bence, dedi. Tamam, işte orası. İlerideki uzun, alçak, beyaz yapı. Çok ucuzdur orası.
Yeni dostları kilisenin avlusunda kalmayı kararlaştırmış olsalardı yaşlı adam da, yorgunluğunu umursamadan, aynı yerde gecelerdi. Bu isabetli teklifi kabul ettiğini söyleyince, hep birlikte kalktılar, gene hep birlikte yürümeye koyuldular: Küçücük adam, kuklaların bulunduğu kutuyu arkasına takılı iplerden omzuna asmıştı; Nelly dedesinin elini tutuyordu; B. Codlin de ağır ağır arkalarından geliyor, kilisenin kulesine, ağaçlara alıcı gözüyle bakıyordu. Şehirlerde, kasabalarda temsilini vermesine uygun yer aramak için çevresine bakınmaya alışmıştı.
Kasabanın hanını yaşlı, şişman bir adamla karısı işletiyordu. Hancının karısı yeni konuklarına ses çıkarmamıştı; hele Nelly’nin güzelliğine hayran kalmış, hemen onun koruyucusu oluvermişti. Yemek odasında iki kuklacıdan başka kimse yoktu; çocukcağız böyle iyi bir yere düştükleri için Tanrı’ya şükrediyordu. Hancının karısı dede ile torunun ta Londra’dan geldiklerini duyunca pek şaşırdı, onların buradan sonra nereye gideceklerini de pek merak etti. Çocuk, kadının sorularına elinden geldiği kadar iyi karşılık vermeye çalışıyordu ama, yaşlı kadın bu soruların çocuğa azap verdiğini fark edince soruşturmasından vazgeçti. Kızı alıp tezgâhın önüne götürdü.
– Bu beyler yemek ısmarladılar, bir saate kadar yemek yiyecekler, dedi. Siz de onlarla birlikte yerseniz iyi edersiniz, çünkü, bunca yoldan sonra, hayli acıkmış olsanız gerek, bence. Yo, dedene bakma. Hele sen iç, o da içecektir.
Dünya bir araya gelse, küçük kız dedesini yalnız bırakmaz, ona tattırmadan ağzına bir şey koymazdı. Bu anlaşılınca yaşlı kadın da önce dedeye hizmet etmek zorunda kaldı. Böylece, karınlarını doyurduktan sonra hepsi temsilin verileceği boş ahıra koştular. İçerisi tavandan sarkan şamdanlarla iyice aydınlanmıştı.
B. Codlin kuklalarını oynatırken çevresine merakla bakınıyordu; sanki temsilin başarısızlıkla sona ereceğine inanıyormuş gibi bir hâli vardı. Oyunun seyirciler üzerindeki etkisini anlayabilmek için de gözlerini durmadan kalabalıkta gezdiriyordu; hele hancıyla karısının temsil hakkındaki düşüncelerine pek önem veriyordu, çünkü gece yenecek yemeğin kalitesi de onların temsil hakkındaki düşüncelerine bağlı olacaktı.
Ne var ki tasalanıp, boşuna kafasını yorması da gereksizdi, çünkü temsil başından sonuna kadar pek beğenildi, ahır alkışlarla inledi. Seyircilerden kimisi ayrıca bahşiş vermek istedi; bu da, oyuncuları pek sevindirdi. Duyulan kahkahalar arasında en kuvvetlisi, en sık tekrarlananı da yaşlı adamınkiydi. Nell’in sesi duyulmadı, çünkü zavallı yavrucak, başı dedesinin omzuna dayalı, uykuya dalmıştı; öyle de derin bir uykudaydı ki, yaşlı adamın onu uyandırmak için harcadığı çaba boşa gitti.
Akşam yemeği pek güzeldi ama, kızcağız yemek bile yiyemeyecek kadar yorgundu. Öyleyken, gene de dedesini yatağına yatırıp öpmeden yanından ayrılmadı. Yaşlı adam da her türlü kaygıdan, tasadan uzak, yüzünde hoş bir gülümsemeyle, oturmuş, hayran hayran, yeni dostlarının anlattıklarını dinliyordu. Onlar esneyerek odalarına çekilmeden o da yukarıya yatmaya çıkamadı.
Yatacakları yer iki bölüme ayrılmış bir çatı odasıydı ama, hepsi de yerlerinden memnundular, bundan daha iyisini bulacaklarını da ummamışlardı. Yaşlı adam yattığı zaman içinde bir huzursuzluk duydu, Nell’in, birçok geceler yaptığı gibi, gelip yatağının yanında oturmasını istedi. Nell hemen dedesinin yanına koştu, adamcağız uyuyuncaya kadar orada kaldı.
Nell’in odasında küçücük bir delikten farksız bir pencere vardı. Küçük kız, dedesinin yanından döndükten sonra, pencereyi açtı; çevresindeki sessizlik onu meraklandırmıştı. Eski kilisenin çevresindeki mezarların ay ışığı altındaki görünüşleri kızı öncekinden daha da çok tasalandırmıştı. Pencereyi kapadı, yatağının üzerine oturup önlerindeki hayatı düşünmeye koyuldu.
Kızcağızın biraz parası vardı ama, pek azıcıktı. İşte o para da bitince dilenmeye başlamak zorundaydılar. Nell’in paralarının arasında bir altın da vardı, pek zor bir durumla karşılaşırlarsa bu parayı bozduracaktı. Altın parayı saklayıp, pek çaresiz duruma düşmedikçe, ortaya çıkarmamak en iyisiydi.
Nell kararını verince altını elbisesinin içine iliştirdi, daha hafiflemiş bir yürekle yatağına yatıp derin bir uykuya daldı.
17
Küçük pencereden içeri sızan parlak gün ışığı, çocuğun dost gözleriyle dostluk kurmak isteyerek, onu uyandırdı. Yabancı odayı, içindeki yabancı eşyayı görünce kızcağız telaşla birden yerinden fırladı, bir gece önce uyuyakalmış olduğu odadan buraya nasıl getirildiğine şaştı. Yalnız, odaya şöyle bir göz daha atınca son zamanlarda olup bitenlerin hepsi aklına geldi, yatağından umutla, güvenle dolu bir hâlde fırlayıp kalktı.
Daha çok erkendi, dede de daha uyuyordu. Nell kilisenin avlusuna doğru yürüdü, otların üzerindeki çiğ taneciklerini ayaklarıyla siliyordu. Kızcağız, mezarlarla karşılaşmamak için, daha uzun otların bulunduğu kesimlerden yürüyordu. Ölülerin evleri arasında gezinmekten, iyi insanların mezarları arasında birinden ötekine gidip mezar taşları üzerindeki yazıları gittikçe artan bir ilgiyle okumaktan garip bir zevk alıyordu.
Pek sessiz bir yerdi burası. Yaşlı yüksek ağaçların dallarına yuva kurmuş kargaların ötüşlerinden başka bir ses duyulmuyordu. Bu tür yerler hep böyle olur ya. Önce bir avare kuş, yuvasına yaklaşırken, görünüşe göre tesadüfen, gerçekte ise kendi kendine konuşur gibi pek aklı başında bir hâlle kaba kaba ötmeye başladı. Bir başkası ona karşılık verdi, ilk öten kuşun sesi yine duyuldu. Bu sefer bir başkası karşılık verdi, ilk öten kuş daha yüksek bir sesle ona karşılık yetiştirdi. Daha sonra bir başkası, onun arkasından yine bir başkası öttü; her defasında da sesi ilk duyulan kuş ötekilere meydan okuyormuş gibi ötüyor ve kendi sesini daha kolay duyurabilmekte ayak diriyordu. Alt dallardan, üst dallardan o zamana kadar duyulmayan sesler yayılmaya başladı. Ortadan, sağdan, soldan, ağaçların tepelerinden, kilisenin kurşuni saçaklarından, eski pencerelerin kenarlarından daha başka sesler duyuldu, zaman zaman yükselip alçalan haykırışlara onlar da katıldılar. Bütün bu gürültülü sevinç aşağıda otların, kurumuş yaprakların altında hiç kıpırdamadan yatanların durumunu acı bir şekilde alaya alıyor gibiydi.
Nell, sık sık başını yukarı kaldırıp kuş sesleri gelen dalları inceleyerek, sanki bu gürültü mezarlığı tam bir sessizliğin sağlayacağı sessizlikten daha da sessiz hâle getiriyormuş duygusuna kapılarak o mezardan ötekine gidiyor, arada bir durup böğürtlenlerin biçimi bozulmasın diye, yapraklarını düzeltiyordu. Derken, alçak pencerelerden birinden süzülerek kiliseden içeri giriverdi. Sıraların üzerinde yapraklarını güveler yemiş kitaplar duruyordu. Yaşlı, bitkin, hayatlarından bezmiş, yoksul, yaşlı kimselerin oturdukları sıralar vardı, bunlar tıpkı orada oturanlar gibi sararmış, kırık dökük hâle gelmişlerdi. Çocukların adları yazılı olan ön sıralar vardı; o, önünde insanların diz çöktükleri gösterişsiz kürsü vardı; soğuk, eski, gölgeli kiliseye son ziyaretlerinde onların ağırlıklarını taşıyan tabutluk vardı. Her şey çoktandır kullanıla kullanıla yavaş yavaş harap olmaya yüz tutmuştu; kilise çanının ipi bile talazlanmış, yer yer incelmiş, eskimişti.
Nell, elli beş yıl önce yirmi üç yaşındayken ölen bir delikanlı hakkında yazılmış taşı okurken kendisine yaklaşan ayak sesleri duydu, arkasına bakınca da yılların ağırlığıyla iki büklüm olmuş zayıf bir kadının o mezara doğru yaklaştığını gördü. Kadıncağız Nell’e taşın üzerindeki yazıyı okumasını rica etti, kız okuduktan sonra da ona teşekkür etti, bu taşta yazılı olan kelimeleri yıllardan beri ezbere bildiğini, şimdi ise bu kelimeleri artık göremediğini anlattı.
Çocuk:
– Siz onun annesi miydiniz? diye sordu.
– Karısıydım, yavrucuğum.
Bu kadın mı yirmi üç yaşında bir delikanlının karısıydı yani? A, öyle ya, elli beş yıl önceki bir hikâyeydi bu!
Yaşlı kadın başını sallayarak:
– Benim böyle konuşmamı merak mı ettin? dedi. Bunu ilk merak eden sen değilsin. Bundan önce de senden daha yaşlı kimseleri aynı şey meraklandırdı. Evet, ben onun karısıydım. Ölüm bizi hayattan daha çok değiştirmez, yavrucuğum.
Çocuk:
– Buraya sık sık mı geliyorsunuz? diye sordu.
Kadın:
– Yazın sık sık gelip burada otururum, dedi. Bir zamanlar buraya ağlayıp yas tutmaya gelirdim. Tanrıya şükürler olsun ki, çok eskidendi bu.
Yaşlı kadın, kısa bir sessizlikten sonra:
– Burada biten papatyaları toplayıp eve götürürüm, diye sözlerine devam etti. Bu çiçekler kadar başka hiçbir çiçeği sevmiyorum, elli beş yıldır da sevemedim. Bu, hayli uzun bir süre sayılır; üstelik, ben de artık çok yaşlandım.
Kadıncağız sonra, yeni dinleyicisinin küçük bir çocuk olmasına aldırmadan, bu felaketle karşılaştığı zaman nasıl ağlayıp haykırdığını anlattı: Kendisinin de ölmesi için nasıl dualar etmiş; buraya ilk gelişinde aşkı, acısı pek kuvvetli bir genç yaratıkmış; üzüntüden yüreği nasıl parçalanır gibi olurmuş. Yalnız, buraya geldiği zamanlar yine üzülüyorsa da artık o eski günler geçmişti. Buraya gelmek ona acı değil de gerçekten bir zevk verinceye, bu iş onun yapmaktan hoşlandığı bir görev hâlini alıncaya kadar gelmeye devam etmişti. Şimdi de, aradan elli beş yıl geçmiş olduğu için, ölen adamdan oğul ya da torunuymuş gibi söz edebiliyor, bu yaşlı hâlinde onun gençliğine acıyormuş gibi davranabiliyordu. Yine de ondan söz ederken kocası olduğunu belirtmekten de geri kalmıyor, eskiden olduğu gibi kendisini de onunla bir tutuyor, adam sanki daha dün ölmüş gibi onunla başka bir dünyada buluşmayı umuyordu. Erkekle birlikte ölmüş görünen o sevimli kızdan kendini iyice ayırmış gibiydi.
Yaşlı kadın mezarın üzerinde açan çiçekleri toplamaya koyulunca Nell onun yanından ayrıldı, düşünceli düşünceli yürüyerek, geri döndü.
Dedesi de artık kalkıp giyinmişti. Hayatın acı gerçeklerine yine sövüp saymakta olan B. Codlin de bir gece önceki temsilden kalan yarısı yanmış mumları çamaşırlarının arasına sokuşturmakla uğraşıyordu. Bu arada arkadaşı da ahırın önüne toplanmış olan meraklıların övgülerini dinleyerek oyalanıyordu. Orada bulunanlara kendini yeteri kadar sevdirdiğine inanç getirince kahvaltı etmek üzere içeri girdi. Hep birlikte sofraya oturdular.
Küçücük adam Nell’e sordu:
– Peki, ya bugün nereye gidiyorsunuz?
Çocukcağız:
– Vallahi bilmiyorum… Daha kararlaştırmadık, dedi.
Adam:
– Biz buradan yarışlara gidiyoruz, dedi. Sizin yolunuz da o yana doğruysa, bizimle arkadaşlık etmekten hoşlanırsanız, birlikte yola çıkalım. Yok, yalnız gitmekten hoşlanacaksanız bunu bize açıkça söyleyin, sizi hiç rahatsız etmeyiz.
Yaşlı adam:
– Sizinle geliyoruz, dedi. Nell… Onlarla gidelim, onlarla gidelim.
Çocuk bir saniye kadar düşündü, kısa bir süre sonra dilenmek zorunda kalacağını, zengin hanımların gülmek, eğlenmek için araya toplandıkları yerlerden daha iyi dinlenme yeri bulamayacağını hesaba katarak, şimdilik, bu adamlarla birlikte gitmenin doğru olacağına inandı. Bunun için de adama teşekkür etti, arkadaşına ürkek bir bakış fırlatarak yarışların yapıldığı kasabaya kadar onlarla birlikte gitmelerinde bir sakınca yoksa bu teklifi kabul ettiğini bildirdi.
Küçücük adam:
– Bir sakınca mı? dedi. Ne olur, Tommy, bir kerecik olsun kibar davranıver de onların bizimle bir arada olmalarından kıvanç duyduğunu söyle.
Thomas Codlin, düşünürlerin, insandan kaçan kimselerin çoğu gibi pek ağır konuşup pek az yemek yiyen bir adamdı.
– Sen pek aklı havada adamın birisin, Trotters, dedi.
Öbürü:
– Niçin? Bundan bize ne zarar gelebilir ki? diye ısrarla sordu.
Thomas Codlin:
– Bugünkü şartlar içinde belki hiçbir zarar gelmez ama, dedi. Bu alışkanlık tehlikeli bir alışkanlıktır… Dediğim gibi, senin de aklın pek havada.
– E, her neyse, şimdi onlar da bizimle geliyorlar mı, gelmiyorlar mı?
Codlin:
– Geliyorlar, dedi. Yalnız, bundan bir kazanç elde edebilirdin, değil mi ya?
Küçücük adamın gerçek adı Harris’ti ama, zamanla bu ad değişmiş, kulağa daha tatlı gelen Trotters olup çıkmıştı. Bacaklarının kısalığından ötürü adına “Bodur” lakabı da eklenmiş, Bodur Trotters oluvermişti. Yalnız, Bodur Trotters pek uzun bir addı; dostça konuşmalar arasında kullanışlı değildi; onun için, yakınları arasında ya Bodur ya da Trotters diye anılıyordu. Törenlerle ağırbaşlı konuşmalar dışında da hiçbir zaman ona Bodur Trotters denilmiyordu.