Bu sefer tedbirli olmaya, Daniel Quilp’in yanındaki oğlanla boy ölçüşme tehlikesiyle karşılaşmaktan korkmasına hiçbir neden yoktu. Ev bomboştu, sanki aylardan beri insan eli değmemiş gibi tozlu, kirliydi. Kapıya paslı bir asma kilit asılmıştı, üstteki yarı açık kalmış pencerelerden rengi atmış güneşliklerin, perdelerin uçları dışarı sarkmıştı, kapalı pancurların aralarındaki delikler de, içerinin karanlığı yüzünden, kapkara duruyorlardı. Kit’in bunca zaman gözlediği pencerenin camı o sabahki hoyrat telaş arasında kırılmıştı, o oda hepsinden daha boş, daha kasvetli görünüyordu. Kapının önündeki basamakları bir alay haylaz çocuk kaplamıştı; kimisi kapının tokmağını vuruyor, tokmaktan çıkan sesin boş eve yayılışını dinliyordu; kimisi de anahtar deliğinin başında toplanmış, yarı şaka, yarı ciddi, evdeki hortlağı görmeye çalışıyordu: Sokağın kalabalığı, gürültüsü arasında yapayalnız duran ev soğuk bir yıkıntıyı andırıyordu. Kit, kış geceleri bu evde yanan o neşeli ateşi, küçük odayı çın çın çınlatan neşeli kahkahaları hatırlayınca pek tasalanmış bir hâlde oradan uzaklaştı.
Zavallı Kit’in hiç de duygulu bir yaratık olmadığını, bu sıfatı hayatı boyunca belki bir kere bile duymadığını belirtmek oğlana karşı haksızlık etmemek için özellikle gerekli olacak. O yalnız, minnet duygularıyla dolu, yufka yürekli bir yaratıktı; kibar ya da ince bir yanı yoktu. Onun için de, yeniden eve dönecek yerde –bilirsiniz ya, o iyi yetiştirilmiş kimselerin canları bir şeye sıkıldı mı yakınlarının da kendileri gibi sıkılmalarını isterler; işte Kit de, böyle yapmak üzere, sıkıntı içinde kardeşlerini dövmek, annesine çatmak üzere eve dönecek yerde– onları daha rahat yaşatabilmenin çarelerini aramayı kararlaştırdı. Yollarda ileri, geri gidip gelen amma da çok atlı vardı ha! Ne yazık ki bunların arasından atına baktırmak isteyen ne kadar az çıkıyordu! Şehirli bir borsacı ya da parlamento komisyon üyesi, Londra’da caddelerde dolaşanlara bakıp bir yılda sadece at bakmaktan ne kadar para kazanıldığını kolayca tahmin edebilirdi. Uşaksız yolculuk yapan beylerin yirmide biri atını başkasına emanet etseydi gerçekten de çok büyük kazanç sağlanabilirdi. Gelgelelim, bu beyler öyle yapmıyorlardı. Çoğu kere de bu ya da buna benzer talihsizlikler en basit kazanç yollarını berbat ederler ya!
Kit arada hızlanıp yavaşlayarak yürüyordu. Atlılardan biri atının hızını kesip çevresine bakınmaya başlayınca Kit de yavaşlıyordu; bir başka sokakta bir atlının yolun gölge yanından tembel tembel gittiğini görünce de ona yetişmek için adımlarını sıklaştırıyordu. Ne var ki hepsi de birbirinin ardı sıra yollarına koyulup gittiler. Görünürde bir tek metelik kazanma ihtimali bile yoktu. Oğlan: “Acaba bu beylerden biri evdeki dolabın bomboş olduğunu bilseydi, mahsustan durup ben bir iki kuruş kazanayım diye atına bakmamı istemeyi akıl eder miydi?” diye düşündü.
Uğradığı hayal kırıklığı bir yana, sokakları arşınlamak Kit’i adamakıllı yormuştu. Birazcık dinlenebilmek için bir merdivene oturmuştu ki karşıdan dört tekerlekli bir arabanın şıngırdaya şıngırdaya kendisine doğru geldiğini gördü. Arabayı inatçı görünüşlü, kaba yeleli küçük bir midilli çekiyor, ufak tefek, şişman, sakin görünüşlü yaşlı bir bey kullanıyordu. Ufak tefek yaşlı beyin yanında ufak tefek yaşlı bir hanım oturuyordu; o da arabayı süren adam gibi şişmandı, sakin görünüşlüydü. Midilli de kendi havasına bırakılmış, dilediği gibi gidiyordu. Yaşlı adam dizginleri çekerek hayvanı yola getirmek isterse, hayvan da başını iki yana sallayarak karşılık veriyordu. Atın yapabileceği en büyük fedakârlığın da adamın istediği yolda gitmek olduğu, ancak bunu da kendi canının istediği şekilde yapmayı ona kabul ettirdiği anlaşılıyordu.
Araba Kit’in önünden geçerken çocuk onlara öyle büyük bir dikkatle baktı ki yaşlı adam da ona baktı. Kit ayağa kalkıp şapkasını eline alınca yaşlı adam da atına durmak istediğini bildirdi; hayvan da efendisinin bu isteğine pek seyrek karşı koyardı, bu sefer de emri alınca pek zarif bir şekilde durdu.
Kit:
– Özür dilerim, efendim, dedi. Kusura bakmayın, sizi durdurdum, efendim. Atınıza bakılmasını isteyip istemediğinizi soracaktım da.
Yaşlı adam:
– Öbür sokakta arabadan ineceğim, dedi. Arkamızdan gelirseniz, atın bakımı size verilebilir.
Kit adama teşekkür etti, teklifi sevinçle yerine getirdi. At keskin bir açı çizerek karşıdaki sokak lambasını incelemeye gitti, sonra da öbür yandaki başka bir sokak lambasını incelemek istedi, aynı şekilde karşıya geçti. Lambaların ikisinin de birbirinin eşi olduğunu anlayınca da durdu, düşünceye dalmıştı besbelli.
Yaşlı adam ciddi bir tavırla:
– Yola devam edecek misiniz, efendim? diye sordu. Yoksa buluşma saatini kaçırıncaya kadar burada bekleyecek miyiz?
At yerinden kıpırdamadı.
Yaşlı hanım:
– Ah, seni yaramaz Şimşek, seni! dedi. Aman ne ayıp! Bu davranışın beni utandırıyor.
Midillicik böylece duygularına hitap edilmesinden etkilenmiş olacaktı ki, hanım sözlerini bitirir bitirmez, isteksiz bir tavırla yola düzüldü, kapısında “Noter Witherden” yazılı pirinç tabela bulunan binanın önüne gelinceye kadar da hiç duralamadı. Burada yaşlı bey arabadan indi, yaşlı hanımın da inmesine yardım etti; sonra kanepenin altından biçimi, büyüklüğü bakımından kulpları çıkarılmış su kabına benzeyen bir çiçek demeti çıkardı. Yaşlı hanım bu demeti pek ağırbaşlı, azametli bir tavırla aldı, eve götürdü, çarpık ayaklı olan yaşlı adam da hemen onun arkasından yürüdü.
Yazıhaneyi andıran ön odaya girdikleri seslerinin gelişinden anlaşılıyordu. Hava sıcaktı, sokak sessizdi, pencereler de ardına kadar açıktı; ayrıca, içeride olup bitenleri tahta pancurlardan duymak pek kolaydı. Önce büyük bir tokalaşma töreni, ayak gıcırtıları oldu, bunu çiçeklerin sunuluşu izledi; dinleyenin B. Witherden’e ait olduğunu tahmin ettiği bir erkek sesinin defalarca: “Ah, pek güzel! Oh, şahane! Gerçekten harika!” diye bağırdığı duyuldu, bu beyin malı olduğu sanılan bir burun da büyük bir zevk içinde demetin kokusunu gürültüyle içine çekti.
Yaşlı hanım:
– Bu çiçekleri olayın şerefine getirdim, efendim, dedi.
Noter B. Witherden de:
– Ah, gerçekten önemli bir olay, hanımefendiciğim, dedi. Benim için bir şereftir. Pek çok beyefendi benimle iş yapmak istemiştir, efendim, hem de pek çok. Bunlardan kimisi şimdi servet içinde yüzüyor, hem de eski kapı yoldaşlarını, dostlarını hiç düşünmeden. Kimisi de bugün bile beni arayıp sormayı unutmaz. Çoğu kere de “Bay Witherden, hayatımın en zevkli saatleri bu yazıhanede geçmiştir, efendim, hem de şu iskemlenin üzerinde!” demekten geri kalmaz. Ne var ki müşterilerimin çoğunu seversem de bunların içinden hiçbirine sizin biricik oğlunuza bağlandığım kadar bağlanmamışımdır.
Yaşlı hanım da:
– Ah, dedi. Bu sözlerinizle bizi ne kadar mutlu ediyorsunuz, gerçekten öyle!
B. Witherden:
– Bakın, hanımefendiciğim, dürüst bir insan olarak neler düşündüğümü size açıklayayım, dedi. Şairin dediği gibi, dürüst insan Tanrı’nın en soylu eseridir. Ben her konuda şairle aynı düşüncedeyim, efendim. Bir elde o dev Alp Dağları, öbür elde de arı kuşu olsa, iş bakımından dürüst bir insan için hiçbir anlam taşımaz.
İnce bir ses:
– Bay Witherden’in benim için söyleyeceği herhangi bir sözü ben de aynı şekilde kendisine söyleyebilirim, dedi.
Noter:
– Bu gerçekten mutlu bir olay, cidden mutlu bir o!ay, dedi. Hele yirmi sekizinci doğum gününde olması da ayrıca dikkate değer. Bunu değerlendirmeyi başarırım inşallah. Öyle sanıyorum ki, Bay Gariand, bu mutlu tesadüften ötürü ikimiz de birbirimizi kutlayabiliriz.
Yaşlı bey bu sözlere olumlu bir karşılık verdi. Bundan sonra, yine tokalaşmalar oldu. Bu iş de bitince, yaşlı bey hiçbir erkek evladın Abel Gariand gibi anasına, babasına huzur vermesine imkân olmadığını söyledi.
– Annesiyle ben hayatımızın oldukça ileri bir çağında, yıllarca durumumuz düzelsin diye bekledikten sonra evlendiğimiz için, bundan sonra da her zaman söz dinler, sevgi besler bir çocuğa kavuştuğumuzdan ötürü mutluyuz. Evet, bu durum ikimize de büyük bir mutluluk sağladı elbette, efendim.
Noter de, anlayışlı bir tavırla:
– Böyle olduğuna hiç şüphem yok, efendim, dedi. İşte böyle şeyler de beni bekârlıktan bezdiriyor, kaderime küstürüyor ya. Vaktiyle bir genç hanım vardı, efendim, çok tanınmış bir depo sahibinin kızıydı… Neyse, bunu bırakalım şimdi. Chukster, Bay Abel’in kâğıtlarını getir.
Yaşlı hanım:
– Görüyorsunuz ya, beyefendi, Abel başka delikanlılar gibi yetiştirilmemiştir, dedi. Her zaman bizim aramızda olmaktan zevk almıştır, daima da yanımızda kalmıştır. Abel bizden bir gün bile ayrı kalmamıştır, öyle değil mi, şekerim?
Yaşlı adam:
– Asla, hayatım, dedi. Yalnız, bir cumartesi günü, eski öğretmeni Bay Tomkinley ile birlikte Margate’ye gitmiş, pazartesi sabahı da dönmüştü. Ondan sonra da, hatırlarsan, çok hastalanmıştı, hayatım. Orada enikonu büyük bir âlem yapmışlar.
Yaşlı hanım:
– Biliyorsun, oğlumuz öyle şeylere alışkın değildi; onun için, buna dayanamamıştı, dedi. İşin doğrusu bu. Hem, bizsiz orada rahat edememiş, konuşup eğlenecek bir kimse de bulamamış.
Daha önce de bir kere duyulmuş olan o ince, hafif ses yine duyuldu:
– Sahiden öyleydi, biliyorsunuz. Çok uzaktaydım, çok da yalnızdım, anne. Hele aramızda bir deniz bulunduğunu düşündükçe… Ah, aramızda koskoca bir deniz bulunduğunu ilk defa düşündüğüm sırada içimde uyanan duyguları unutamam.
Noter:
– O şartlar altında böyle şeyler pek olağan sayılır, dedi. Bay Abel’in duyguları yaradılışının, sizin yaradılışınızın, babasının yaradılışının, insan yaradılışının meziyetlerini gösterir. Şimdi de, o sakin, gösterişsiz davranışlarının altında da aynı akıntının varlığını seziyorum. Görüyorsunuz ya, şimdi sözleşmenin altına imzamı atmak üzereyim, Bay Chuckster de tanık olacak. Şu uçları çentikli mavi mühür mumuna parmağımı basıyorum. Şu sözleri de biraz daha yüksek sesle söylemek zorundayım, hanımefendi,sakın telaşlanmayın, basit bir kanuni usuldür. Bu yazılanların sözüm, senedim olduğunu kabul ediyorum. Bay Abel de öbür mühür mumunun üzerine imzasını atacak, aynı sözleri tekrarlayacak. Böylece iş bitiyor. Hah-hah-ha! Görüyorsunuz ya, böyle işler ne kolay yapılıyor!
Kısa bir sessizlik oldu. Besbelli, bu süre içinde B. Abel kendisine söylenenleri yapmıştı. Sonra, yine tokalaşmalar, ayak hışırtıları oldu. Bunun hemen arkasından da şarap kadehlerinin şıngırtısı, herkesin bir ağızdan konuşmaya başladığı duyuldu. Bir çeyrek saat kadar sonra da B. Chuckster, kulağının arkasına bir kalem sıkıştırılmış, yüzü de şaraptan şişmiş bir hâlde, kapıda göründü, Kit’e de şakacı bir tavırla: “Küçük Beyefendi” diyerek, konukların dışarı çıkmak üzere olduklarını bildirdi.
Hepsi birden dışarı çıktılar. Kısa boylu, tıknaz, kırmızı yüzlü B. Witherden, yaşlı hanımı son derece kibar bir tavırla dışarı buyur etti; baba oğul da kol kola onların arkasından gittiler. Abel biraz yaşlı kılıklıydı; yüzü, vücut yapısı bakımından babasına pek benziyordu; yalnız, babasının o yusyuvarlak yüzünün, neşeli hâlinin yerini ürkek bir ağırbaşlılık almıştı. Bunun dışında, her bakımdan, kıyafetin derli topluluğundan ayağın çarpıklığına varıncaya kadar genç adamla yaşlı adam birbirlerinin eşiydiler.
Abel, yaşlı hanımı kazasız belasız arabaya bindirip pelerinini, bir hayli yer tutan sepetini yerleştirmesine yardım ettikten sonra arabanın arkasında özel olarak kendisi için yapıldığı anlaşılan bölmeye geçti, sırayla annesinden başlayıp midilliye kadar herkese gülümsedi. Ondan sonra, hayvanın başını kaldırtıp yularını bağlamak için de bir hayli uğraşmak zorunda kaldılar. Sonunda bu iş de yapıldı. Yaşlı adam, arabadaki yerine geçip, dizginleri kavradı, bir elini de cebine sokup Kit’e vermek üzere birkaç kuruş bozuk para aradı. Hiç bozuk parası yoktu, hanımda da öyle; Abel’de, noterde, B. Chuckster’de de yoktu. Yaşlı adam bir şilingi de çok bulmuştu. Sokakta da bir dükkân yoktu ki parayı bozdurup Kit’e bahşiş versin.
Şaka yollu:
– Bak, diye söylendi. Önümüzdeki pazartesiye aynı saatte buraya geleceğim, sen de burada ol da paranın üstünü ver, oğlum.
Kit:
– Teşekkür ederim, dedi. Mutlaka burada olurum, efendim.
Çocukcağız çok ciddiydi ama, onun bu sözlerine ötekiler kahkahalarla güldüler; hele B. Chuckster, katıla katıla gülerek, bu şakadan pek zevk aldığını belli etti. Midilli de, en sonunda eve gideceklerini anlamış olsa gerek, hızlı hızlı ilerlemeye başlamıştı. Hayvancağız başka yere gitmeye hiç de niyetli değildi. Kit’in de oyalanmaya vakti yoktu, o da kendi yoluna gitti. Kazandığı paranın evde sevinç yaratacağını bildiği için, kuşa yem almayı da ihmal etmeden, doğruca evin yolunu tuttu. Kazandığı başarı çocukcağızı öyle sevindirmiş, umutlandırmıştı ki eve vardığında Nell ile yaşlı adamı orada bulacağına da aşağı yukarı emindi.
15
Yola çıktıkları sabah, kasabanın ıssız sokaklarında yürürlerken, Nell uzaktan Kit’e benzeyen birini görür gibi olunca, umutla, korkuyla karışık bir heyecan içinde titredi.Evet, sevine sevine ona elini uzatacak, son karşılaşmalarında kendisine söylediği sözlerden ötürü ona teşekkür edecekti ama, karşıdan gelen iyice yanlarına yaklaşıp da onun bir yabancı olduğunu görünce, rahatlıyordu. Çünkü, Kit ile karşılaşmanın yol arkadaşı üzerinde yaratacağı etki bir yana, herhangi bir kimseyle, hele bu derece sadık, dürüst davranmış biriyle vedalaşmaya yüreğinin dayanamayacağını anlıyordu. Sessiz şeyleri, onun sevgisini, üzüntüsünü anlamayan öteberiyi arkada bırakmak zaten yetiyordu. O çılgın yolculuğun eşiğinde tek dostundan da ayrılmak çocuğun yüreğini gerçekten buracaktı.
Acaba neden ruhça ayrılmaya bedence ayrılmaktan daha kolay dayanırız? İçimizden veda etmek geldiği hâlde bunu söyleyecek kudreti kendimizde neden bulamayız? Birbirlerine yürekten bağlanmış dostlar, uzun yolculuklardan ya da yıllar yılı sürecek ayrılıklardan önce niye her zamanki gibi davranırlar, sanki bir gün sonra buluşmayı kararlaştırmış gibi her zamanki havalarında dururlar da o dillerinin ucuna gelen bir tek kelimeyi söylemezler? İhtimallere dayanmak gerçeklere dayanmaktan daha mı zordur? Ölmek üzere olan dostlarımızdan kaçmayız. Sevgi, şefkat duygularıyla dolu olarak ayrıldığımız dostlarımızla gerektiği gibi vedalaşmamış olmak çoğu kere hayatımızın geri kalan kısmını bize zehir eder.
Kasaba sabah ışığıyla şenlenmişti; bütün gece çirkin, güvenilmez gibi görünen yerler şimdi gülümsüyordu; o pırıl pırıl parlayan güneş ışınları odaların pencerelerinde oynaşıp, uyuyanların gözlerine perdelerde oyun oynuyormuş gibi görünüp rüyalara bile ışık veriyor, gecenin gölgelerini silip atıyordu. Sıcak odalarda karanlıkta kapalı kalmış olan kuşlar sabah olduğunu sezmişler, bıcır bıcır ötüyorlar, küçük hücrelerinde huzursuzluk duyarak kıpırdanıyorlardı. Parlak gözlü fareler minik yuvalarına kaçmışlar, ürkek ürkek bir araya toplanmışlardı. Avını unutmuş olan o miskin ev kedisi bile kapının anahtar deliğinden, altından içeri süzülen güneş ışınlarına gözlerini kırpıştırarak bakıyor, dışarıda sinsi sinsi koşmaya, güneşte sıcacık yatmaya can atıyordu. Kafeslere kapatılmış daha soylu hayvanlar da parmaklıkların ardında kımıldamadan duruyorlar, küçük bir pencereden sızan güneş ışınlarını eski ormanların hayali parıldayan gözlerle seyrediyorlardı; sonra hapsedilmiş ayaklarını yoran daracık alanda sabırsızlanarak geziniyorlar, orada durup yine güneşe bakıyorlardı. Zindanlardaki adamlar da üşümüş, büzülmüş bacaklarını uzatarak hiçbir parlak güneşin ısıtamadığı taşa lanet yağdırdılar. Gece uyuyan çiçekler o narin gözlerini açıp güne çevirdiler. Işık, Yaradan’ın beyni her yerdeydi, her şeyde O’nun güçlülüğü vardı.
İki yolcu, sık sık birbirlerinin elini sıkarak ya da gülümseyip neşeyle bakışarak, sessizce yollarına devam ettiler. Ne kadar parlak, mutlu görünürse görünsün, o uzun boş sokaklarda –şu ruhsuz kalmış bedenleri andıran alışılmış özelliklerini, anlamını kaybetmiş, hepsinin birbirine benzemesini sağlayan o bir örnek sessizlik içindeki sokaklarda– kederli bir hava vardı. O erken saatte ortalık öylesine ıssızdı ki bizim yolcuların karşılaştıkları solgun yüzlü birkaç kişi de orada burada yanık unutulmuş sokak lambalarının güneşin haşmeti içinde pek güçsüz, önemsiz kalan ışığını andırıyordu.
Yolcular daha kasabanın dış mahallelerinden önceki yerleşmelerin dolambaçlı sokaklarına iyice dalmadan bu hava yavaş yavaş ortadan kaybolmaya başladı, yerini de gürültü patırtı aldı. Sihri önce tangırdayarak giden yük arabaları, yolcu arabaları bozdu; sonra başkaları geldi; daha da gürültülüleri geldi, sonra da bir kalabalık bastı. Başlangıçta bir tüccarın penceresini açık görmek insanı şaşırtıyordu, sonra kapalı pencere görmek pek şaşırtıcı oldu. Derken, bacalardan ağır ağır duman yükselmeye başladı; içeri hava girsin diye perdeler dışarı atıldı; kapılar açıldı; süpürgelerinden başka her yana bakmayı akıl eden hizmetçi kızlar yoldan geçenlerin gözlerine kahverengi toz yığını savurdular ya da köy panayırlarından, bir saat sonra görecekleri manzaralardan söz eden sütçüleri dinlediler.
Bu kesim de geçildikten sonra alışveriş, yoğun gidiş geliş bölgesine geldiler. Burada pek çok insan barınıyordu, iş de daha şimdiden alevlenmişti. Yaşlı adam, bu gibi yerler uzak durmak istediği yerler olduğu için, çevresine şaşkın, afallamış bir hâlde bakındı. Parmağını dudağına bastırdı, çocuğu daracık avluların önünden, kıvrımlı yollardan geçirdi. Oraları adamakıllı geride bırakıncaya kadar da içi rahat edemedi; boyuna arkasına bakıp bakıp mırıldanıyordu: Her sokakta iflaslar, kendini öldürmeler kol geziyormuş; onların kokusunu alırlarsa peşlerini bırakmazlarmış, üstelik, pek de hızlı kaçamayacaklarmış.
Bu kesim de geçildi, pek sefil bir semte geldiler. Burada küçücük evler oda oda ayrılmıştı; paçavralarla, kâğıtlarla örtülü pencereler oralarda barınan halkın sefaletini anlatmaya yetiyordu. Dükkânlarda ancak yoksulların alabilecekleri mallar satılıyordu; satıcılarla alıcılar hep aynı sıkıntı, yoksulluk içindeydiler. İşte bunlar insanların ortadan kaybolmaya yüz tutmuş kibarlıkla yer sıkıntısı içinde son derece kıt imkânlarla zar zor ayakta durmaya çalıştıkları yoksul sokaklardı. Ne var ki, vergi toplayıcılar, alacaklılar başka yerlere olduğu gibi buraya da uğruyorlardı; pek belli belirsiz bir şekilde giderilmeye çalışılan sefalet de daha önceden umudu kesip çaba harcamaktan vazgeçenlerin sefaletinden pek farklı değildi.
Burası geniş, çok geniş bir alandı; –çünkü zenginlerin ardından gelen yoksullar, çadırlarını onların çevresinde birkaç kilometrelik bir alana kurarlar– yalnız, bu alanın özellikleri yine de hep aynıydı. Islak, rutubetli evler; birçoğu kiralıktır, birçoğu daha inşa hâlindedir, birçoğu da yarım kalmış, yıkılmaya yüz tutmuştur. İşte, bu evleri kiraya vermek isteyenlere mi, yoksa kiralamak isteyenlere mi acımak gerekir, bunu kestirmek zor olur. Yarı aç çocuklar sokaklara yayılırlar, toz içinde yuvarlanırlar; azarlayan anneler ayaklarını yere vurarak gürültülü gürültülü tehditler savururlar; sünepe kılıklı babalar, isteksiz bir hava içinde, telaşla, kendilerine günlük ekmeklerini, birkaç kuruş parayı sağlayan iş yerlerine giderler. Ütücü kadınlar, çamaşırcı kadınlar, ayakkabı tamircileri, terziler, mumcular hep işlerini odalarda, mutfaklarda, arka odalarda, aralıklarda yaparlar; kimi vakit hepsinin bir çatı altında toplandıkları da görülür.
Bu sokaklar, bölüne bölüne, en sonunda azaldılar; ancak yol kenarlarını çevreleyen bahçelerin bulunduğu yerler belirdi. Bahçelerin içindeki yazlık evlerin dışları boyasızdı, eski gemilerden alınma parçalarla yapılmışa benziyorlardı. Bunlardan sonra daha küçük kulübeler göründü. Önlerinde birer parça toprak vardı. Kulübelerin arasındaki dar yolda ayak izleri toprağın sertleşmesine imkân bırakmamıştı. Derken, kasabanın hanı göründü. Bina daha yeni yeşille beyaza boyanmıştı. Çay bahçesi, top oyunu için çimenliği vardı. Arabaların durduğu bölüm de çimenliğin yanındaydı. Sonra tarlalar göründü. Daha sonra yine evler belirdi. Bunların çimenlik bahçeleri verdi; birkaçının hizmetçiler, uşaklar için ek bölüğü bile vardı. Derken, geçmek için para ödenmesi gereken bir yol kavşağı göründü; sonra yine ağaçlarla, saman yığınlarıyla tarlalar, daha sonra da bir tepe. Oradan geçen yolcu bu tepenin üzerinde durup şöyle geriye bakınca eski Saint Paul Kilisesi’nin dumanlar arasından yükseldiğini görür. Sonra yine saman yığınlarıyla, ağaçlarla bezenmiş tarlalar başlar; sonra bir tepe görünür. En sonunda yolcu doğup büyüdüğü kente tepeden bakar, gözlerini ayaklarının dibinde karargâh kurmuş olan tuğladan, taştan istila ordusunun en ileri karakol mevkiini görebilmek için uzaklara diker, Londra’nın iyicene dışına çıktığını anlar.
Yaşlı adamla kılavuzu da (nereye gittiklerini bilmediğine göre ona “kılavuz” demek de ne dereceye kadar doğru olur bilemeyiz ya) böyle bir yere gelince dinlenmek için sevimli bir tarlanın kenarına oturdular.
Günün tazeliği, kuşların ötüşü, dalgalanan otların güzelliği, koyu yeşil yapraklar, kır çiçekleri, havada yüzen binlerce güzel kokuyla ses… Bunlar çoğumuza büyük sevinç veren şeylerdir ama, asıl kalabalık arasında yaşayanların ya da büyük şehirlerde tıpkı insan kuyusunun kovasındaymış gibi yapayalnız yaşayanların hoşuna gider. Nitekim yaşlı adamla küçük kılavuzu da bütün bunları güzelce içlerine çektiler; bu da, onları pek sevindirdi. Çocuk içten gelme dualarını o sabah bir kere daha –belki de hayatı boyunca yaptığından çok daha ağırbaşlı bir şekilde– okumuştu ama, bütün bu güzellikleri içinde duyunca duaları yeniden dudaklarına yükseldi. Yaşlı adam şapkasını çıkardı; o artık duanın sözlerini hatırlayamıyordu; yalnız bir “amin” dedi, duaların çok güzel olduğunu belirtti.
Evde Pilgrim’s Progress’in eski bir baskısı raflardan birinde dururdu; küçük kız akşamlarını sık sık bu kitapla geçirir, içinde yazılanların her kelimesinin doğru olup olmadığını, o garip adlı uzak ülkelerin nerelerde olduğunu merak ederdi. Ayrıldıkları yere bakarken, kitabın bir bölümünü iyice hatırladı.
– Dedeciğim, dedi. Kitapta sözü edilen yer gerçekten buraya benziyorsa bile burası oradan çok daha güzel, çok daha iyi. Sanki ikimiz de yanımızda getirdiğimiz bütün tasaları, düşüncelerimizi, bir daha almamak üzere, bu otların üzerine bırakmışız gibime geliyor.
Yaşlı adam elini şehre doğru sallayarak:
– Hayır, oraya bir daha dönmeyeceğiz, hiç dönmeyeceğiz, dedi. Sen de, ben de artık oradan kurtulduk sayılır, Nell. Bir daha bizi geri gelmeye zorlayamayacaklar.
Çocuk:
– Yoruldun mu? diye sordu. Bu uzun yürüyüş seni hasta etmedi ya?
– Bir daha hiç hasta olmayacağım. Hadi, artık kıpırdanalım, Nell. Çok daha uzakta olmalıydık, hem de çok, pek çok uzaklara gitmeliydik. Durup dinlenmeyi düşünemeyiz, çünkü pek az ilerledik. Hadi, yürü!
Tarlada temiz suyla dolu bir gölcük vardı; Nell, yeniden yola koyulmadan önce, bu suda ellerini, yüzünü yıkadı, ayaklarını serinletti. Dedesini de aynı şekilde serinletmeye çalıştı; adamcağızı otların üzerine oturtup avuç avuç su getirdi; sonra da onun yüzünü, ellerini kendi elbisesinin eteğine kuruladı.
Dede:
– Kendi kendime hiçbir şey yapamıyorum, sevgili yavrum, dedi. Bu nasıl iştir bilemiyorum. Bir zamanlar yapabiliyordum ama, artık o günler geçti. Beni sakın bırakma, Nell; beni hiç bırakmayacağını söyle bakayım. Seni gerçekten hep sevdim. Seni de kaybedersem, ölürüm, yavrucağızım.
Başını çocuğun omzuna dayayıp acı acı inledi. Daha birkaç gün önce çocuk, gözyaşlarını tutamayıp, onunla birlikte ağlamıştı. Şimdi ise, kibarca, sevgi dolu sözlerle, dedesini yatıştırmaya çalışıyordu; günün birinde belki ayrılacaklarını düşünmesine gülümsüyor, onun bu davranışını alaya alıyordu. Çok geçmeden de yaşlı adam rahatlayıp, küçük bir çocuk gibi, alçak sesle kendi kendine türkü söyleye söyleye uyuyakaldı.
Dinlenmiş olarak uyandı, yeniden yola koyuldular. Güzel çayırlar, üzerinde açık mavi göğün derinliklerine doğru tarla kuşunun uçtuğu mısır tarlaları arasından geçen yol pek çekiciydi. Hava mis gibi kokuyordu, arılar da, bu kokulu soluğu kendilerine mal edip, uykulu uykulu vızıldayarak uçuşuyorlardı.
Şimdi boş topraklardaydılar. Görünürde pek az ev vardı; bunlar da, birbirlerinden pek uzaktaydılar; kilometrelerce arayla olanlar bile vardı. Ara sıra yoksul kulübe kümelerinede rastlıyorlardı. Kimisinin önüne, çocukların yola çıkmalarını önlemek için, bir iskemle ya da alçak bir tahta konmuştu. Kimisinde, oturanların hepsi tarlaya çalışmaya gitmiş oldukları için, kapılar sımsıkı kapalıydı. Bunlar çoğu zaman küçük bir kasabanın başlangıcı oluyordu: Biraz sonra bir araba tamircisi barakasına ya da bir nalbant dükkânına rastlıyorlardı; ondan sonra karşılarına bakımsız bir çiftlik çıkıyordu: Avlusunda uykulu inekler yatıyor, alçak duvarların arasında atlar dolaşıyor, dışarıda eyerli atlar geçerken sanki serbest dolaşmalarıyla övünüyormuş gibi sıçramaya başlıyorlardı. Çiftlikte, yiyecek arayan somurtuk domuzlar da vardı; orada burada gezinirken homur homur homurdanıyorlardı. Tombul güvercinler damın çevresinde, saçakların uçlarında dolaşıyorlardı; ördekler, kazlar, pek böbürlenerek, havuzun kenarlarında ya da suda salına salına geziniyorlardı. Çiftlik geçildikten sonra sıra küçük hana geliyordu. Ayak meyhanesini, kasaba tüccarının, sonra avukatın yazıhanesini, acı sözleriyle meyhaneyi tir tir titreten papazın evini geçtiler. Derken, bir öbek ağacın arasından kilise pek alçak gönüllü bir şekilde ortaya çıktı. Sonra bir iki kulübe daha… Kafesler, havuzlar… Sık sık da kıyıda, eski, paslanmış bir kuyuya rastlıyorlardı. Bundan sonra yolun iki yanında sürülmüş tarlalara geliyorlar, gene bomboş yola çıkıyorlardı.