banner banner banner
Antikacı Dükkânı
Antikacı Dükkânı
Оценить:
 Рейтинг: 0

Antikacı Dükkânı


Çocuk:

– Mutlu olacağız! diye bağırdı. Burada dünyada mutlu olamayız!

Yaşlı adam da:

– Hayır, bir daha mutlu olamayız, diye çocuğun düşüncesine katıldı. Doğru söyledin. Yarın sabah buradan kaçıp gidelim. Erkenden usulca çıkıp gideriz ki bizi gören, duyan olmasın. Arkamızda da bir iz, bir işaret bırakmayalım ki, peşimize takılmasınlar. Zavallı Nell’ciğim! Yanacıkların solmuş, gözlerin de beni gözleyip ağlamaktan ağırlaşmış. Biliyorum, benim uğruma olmuş bu. Korkma, iyileşeceksin. Yarın sabah, yüzlerimizi bu üzüntü dolu yerden çevirip, kuşlar kadar bağımsız, mutlu olacağız.

Sonra, ellerini çocuğun başının üstünde birleştirip, kırık dökük bir iki kelimeyle, bundan sonra birlikte orası senin, burası benim dolaşacaklarını, ölüm ikisinden birini alıncaya kadar birbirlerinden ayrılmayacaklarını söyledi.Çocuğun yüreği umutla, güvenle hızlı hızlı atmaya başlamıştı. Açlık, soğuk, susuzluk ya da sıkıntı çekme düşüncesi hiç yoktu. Dedesinin adamın anlattıkları üzerine, bir zamanlar zevk aldıkları basit şeylere yeniden kavuşmayı, yaşadığı o kasvet dolu yalnızlıktan kurtulmayı, şu son zamanlarda çevresini saran o kalpsiz insanlardan uzaklaşmayı, dedesinin sağlığına, huzura kavuşmasını, sakin bir mutlu hayata başlamayı hayalinde canlandırıyordu. Gözlerinin önünde güneş, dere, çayır, yaz günleri pırıl pırıl parlıyordu; bu parlak manzarada en küçük bir kara leke yoktu.

Dede birkaç saattir yatağında derin derin uyuyordu, Nell ise hâlâ kaçma hazırlığındaydı. Kendisi için gerekli birkaç parça giyeceği, dedesi için de bir iki şey alması gerekiyordu. Uğradıkları talihsizliğe uyacak eski elbiseleri, giymek üzere, bir kenara ayırmıştı. Kızcağızın işi bu kadarla bitmiyordu ki. Eski odaları son bir defa görmeye gitmesi gerekiyordu.

Bunlardan ayrılmak yavrucağın düşündüğünden ne kadar da değişik oldu! Çoğu zaman gözlerinin önünde canlandırdıklarından ne kadar da bambaşka oldu! Bu odalara zafer havası içinde veda edebileceğini nasıl olmuş da düşünebilmişti? Bunların arasında geçirdiği bunca saatin anısı gittikçe kabaran yüreğini doldurmuş, bunun zalimce bir istek olduğu inancını uyandırmıştı; hem de burada geçirdiği saatlerin çoğu yapayalnız, üzüntü dolu saatler olduğu hâlde. Bundan çok daha karanlık nice akşamını geçirdiği o pencerenin önüne oturdu, oradayken içinde uyanan her türlü umut, neşe dolu düşünce yine aklına geldi, buranın bütün o kasvetli, acı verici özelliğini bir anda siliverdi.

Kendisine ait olan o küçük oda bile –hani şu sık sık diz çöküp de şimdi gelmek üzere olan o saate kavuşmak için dua ettiği küçük oda, öylesine sakin uyuduğu, güzel rüyalar gördüğü o küçük oda bile– başka türlü göründü gözüne. Çevresini bir kere daha gözden geçirip de yumuşak bir bakış fırlatmamak, minnet dolu gözyaşı dökmemek imkânsızdı. Orada ufak tefek birtakım şeyler vardı; alıp götürmek istediği, işe yaramaz eski püskü şeylerdi bunlar; ne yazık ki onları yanına alması imkânsızdı.

Bu da, çocuğun aklına kuşunu getirdi, hâlâ orada asılı duran zavallı kuşcağızını. Bu küçük yaratık için acı acı ağladı. Derken, aklına, nasıl olduğunu, niçin olduğunu kendisi de bilemeden, bir şey geldi: Kimbilir belki de şu ya da bu şekilde hayvancağız Kit’in eline düşer de o da kızcağız kuşu ona bıraktı sanıp hayvancağıza bakardı, böylece Nell’in kendisine minnet duyguları beslediğinden de şüphesi kalmazdı. Kızcağız bu düşünceyle rahatladı, huzura kavuştu, daha hafiflemiş bir yürekle, dinlenmeye çekildi.

Bir sürü aydınlık, güneşli yerlerde geçen belli belirsiz rüyalardan uyandığı zaman gecenin daha geçmemiş olduğunu, gökyüzünde yıldızların pırıl pırıl parladıklarını gördü. En sonunda, gün ışımaya başladı, yıldızlar da soldular, karardılar. Nell sabah olduğuna kesinlikle inanır inanmaz kalktı, yola çıkmak üzere giyinmeye koyuldu.

Yaşlı adam daha uyuyordu. Kızcağız, rahatsız etmek istemediği için, onu ancak güneş çıkınca uyandırdı. Dede bir dakika bile kaybetmeden yola çıkmak istiyordu, çabucak hazırlandı.

Sonra, çocuk adamı elinden tuttu, ikisi birlikte usul usul, dikkatle merdivenleri inmeye başladılar. Bir tahta gıcırdayacak olsa, korkuyla titreyip duruyorlar, dört bir yanı dinliyorlardı. Yaşlı adam bir iki parça eşyasını taşımaya yarayacak olan çantasını yukarda unutmuştu, birkaç basamağı yeniden tırmanıp çantayı almak onlara pek büyük bir gecikmeymiş gibi geldi.

En sonunda, alt kattaki koridora vardılar. Burada Quilp ile hukukçu arkadaşının horultusu dedeyle torununun kulaklarına aslanların kükremesinden daha da korkunç geldi. Kapının sürgüsü paslanmıştı, bunu gürültü yapmadan açabilmek zordu. Sürgülerin hepsini çekince kapının ayrıca anahtarla da kilitlenmiş olduğunu gördüler; işin kötüsü, anahtar da ortada yoktu. Derken, çocuk ilk defa bir şey hatırladı: Hasta bakıcılardan biri Quilp’in her gece evin iki kapısını da kilitlediğini, anahtarları da yatak odasındaki masanın üzerine bıraktığını söylemişti.

Küçük Nell, pabuçlarını çıkarıp, eski antika eşyanın bulunduğu sandık odasına, antika eşyaların en çirkininin –yani Bay Brass’ın– yere serili yatakta yattığı odaya süzülüp oradan da kendi küçük odasına girmeyi hayli korkup titreyerek başardı.

Odadan içeri girer girmez, birkaç saniye, olduğu yere mıhlanmış gibi, kıpırdamadan durdu. Quilp’in yataktan iyice aşağı sarkmış bir hâlde, ağzı açılmış, gözlerinin akı –daha doğrusu, kirli sarı tabakası– rahatça görülebilecek bir şekilde, horul horul uyuyuşu kızcağızı dehşete düşürmüştü. Ne var ki adamın bir derdinin olup olmadığını araştırmanın zamanı değildi. Onun için, odanın içine telaşla şöyle bir bakınıp anahtarı aldı, yine Brass’ın yanından geçti, en sonunda sağ salim dedesinin yanına döndü. Kapıyı gürültüsüzce açtılar, sokağa çıkıp önce bir durdular.

Çocuk:

– Hangi yöne gideceğiz? diye sordu.

Dede, kararsız, çaresiz bir hâlde, önce çocuğa, sonra sağına, soluna, sonra yine çocuğa bakıp başını salladı. Bundan sonra Nell’in ona kılavuzluk, önderlik etmesi gerektiği açıkça görülüyordu. Kız da bunu sezinledi, içinde bir şüphe ya da korku duymadan, elini dedesinin avucuna bıraktı, onu yavaşça oradan uzaklaştırdı.

Haziran ayında bir günün başlangıcıydı. Koyu mavi gökyüzünde bir tek bulutun bile gölgesi yoktu, her bir yan aydınlıkta pırıl pırıl parlıyordu. Sokaklar daha gelip geçenlerle dolmamıştı; evler, dükkânlar kapalıydı; sabahın sağlam havası uyuyan kasabaya meleklerin soluğu gibi inmekteydi.

Yaşlı adamla çocuk, kıvanç dolu bir sessizlik içinde, umutla, sevinçle dolu bir hâlde gidiyorlardı. Bir kere daha ikisi yalnız kalmışlardı; her şey pek parlak, taptazeydi; hiçbir şey onlara geride bırakmış oldukları tekdüzeliği, zorbalığı hatırlatmıyordu; başka zamanlarda çatık kaşlı, karanlık görünen kilise kuleleri, damları şimdi güneş altında parlıyordu; her kuytu yer, her köşe ışık içinde neşe saçıyordu; üstelik, gökyüzü de o sakin gülümseyişini yeryüzüne göndermekteydi.

O iki zavallı serüvenci de, şehir daha uykudayken, nereye gideceklerini bilemeden uzaklaştılar.

13

Tower Hill’li Daniel Quilp ile Londra şehrinde Bevis Marks Şirketi’nden, Kraliyet Mahkemelerinin avukatlarından, Westminster Medeni Hukuk davaları vekili, Chancery Yüksek Mahkemesi hukuk danışmanlarından Sampson Brass, herhangi bir kötü talihin farkına varmadan uyudular, ta ki sokak kapısı, önceleri yavaş yavaş sonra hızlı hızlı çalınmaya başlayıncaya kadar. Kapının kısa aralıklarla durmadan çalması Daniel Quilp’in yatağında kıpırdanıp boylu boyunca uzanmasına, uykulu uykulu tavana bakınıp bir gürültü duyduğunu düşünmesine yol açtı ama, bu meseleyle ilgilenmek zahmetine katlanmasına imkân olmadığını da anladı.

Yalnız, kapının çalınması azalacak yerde daha da artıp sıklaşınca, Daniel Quilp’in yeniden uykuya dalmasına imkân vermeyeceğini de belli edince adamın gözleri yavaş yavaş açılmaya başladı, kapıda birinin bulunması ihtimali aklına geldi. Sonra, yavaş yavaş, cuma sabahı olduğunu, Bn. Quilp’e de sabahleyin erkenden oraya gelmesini tembih ettiğini hatırladı.

B. Brass da, yatağında, boyuna kıvrılıp, büzülüp garip şekiller meydana getirdikten, yüzünü, gözlerini mevsimsiz ham böğürtlen, yemiş bir kimse gibi buruşturduktan sonra, en sonunda uyanmıştı. B. Quilp’in gündelik kıyafetini giyinmiş olduğunu görünce hemen kendisi de aynı şeyi yapmaya davrandı; bu arada, çoraplarından önce pabuçlarını giydi, bacaklarını ceketinin kollarına sokmaya çalıştı, telaşla giyinen, birdenbire uyandırılan kimselerin yaptıkları ufak tefek hataları işledi.

Hukukçu bunlarla uğraşırken cüce de masanın altında, kendi kendine insanlığa, hareketsiz eşyalara küfürler savurarak, aranmaya koyulmuştu. Onun bu hâli üzerine de B. Brass:

– Ne oldu? diye sordu.

Cüce, adama kötü kötü bakarak:

– Anahtar, diye söylendi. Kapının anahtarı, n’olacak! Anahtar nerede, sen biliyor musun?

Brass:

– Ben ne bilirim ki, efendim! diye söylendi.

Quilp soluyarak:

– Ne mi bilirsin? dedi. Sözde iyi bir avukatsın, öyle mi? Hınğh! Budala, sen de!

B. Brass cüceye bu hâlinde bir anahtar kaybının hukuk bilgisiyle hiçbir ilgisi olamayacağını söylemeyi doğru bulmadığı için anahtarın gece kapının üzerinde unutulmuş olabileceğini, o anda belki de deliğinde durduğunu anlatmaya çalıştı. B. Quilp de anahtarı delikten çıkardığını iyice hatırlayıp bu yüzden de tam tersi inançta olmasına rağmen, anahtarı orada bulacağına hemen hemen emin olarak söylene söylene kapıya gitti.

İşte tam o sırada, yani B. Quilp elini kapının kilidi üzerine koyup büyük bir şaşkınlık içinde sürgülerin açılmış olduğunu gördüğü sırada, kapının daha da hızlı vurulduğunu duydu. Anahtar deliğinden içeri sızan ışığa da bir insan gözü engel olmuştu. Cüce pek fena öfkelenmişti, öfkesini çıkaracak birini arıyordu, hani şöyle birdenbire içini boşaltacak biri olmalıydı bu, mesela Bn. Quilp.

Cüce bu düşünceyle tokmağı yavaşça çevirdi, kapıyı birdenbire açtı, öbür yanda bekleyenin üzerine yürüyüverdi. O sırada kapıdaki de kapıyı bir kere daha çalmak için tokmağı yukarı kaldırmıştı. Cüce birden adamın üzerine saldırdı.

Kendisine hiçbir şekilde karşı koymayı düşünmeyecek olan karısı yerine bir başkasıyla karşılaşmış, başına, göğsüne ikişer yumruk yemişti. Yumruk yağmuru daha kesilmediğine göre pek usta ellere düştüğü belliydi. Yalnız, bunu anlamak da hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Düşmanının üzerine öyle bir hırsla atıldı, öylesine şiddetli ısırmaya, dövmeye başladı ki ancak birkaç dakika sonra serbest kalabildi. İşte o zaman, ancak o zaman kendini, kan ter içinde, perişan bir hâlde, sokakta buldu. B. Richard Swiveller de onun çevresinde bir çeşit dans numarası yapıyor, bir yandan da “daha isteyip istemediğini” soruyordu.

Dick Swiveller, tehdit dolu bir tavırla ilerleyip gerilerken:

– Dükkânda ondan daha pek çok var, diyordu. Her zaman bol miktarda hazır mal bulundururuz elimizde. Köylerden bol bol, sık sık sipariş gelir de… Biraz daha ister miydiniz, efendim? İsterseniz, çekinmeyin, söyleyin.

Quilp omuzlarını ovuşturarak:

– Ben başka birisi sandımdı, dedi. Kim olduğunuzu niçin söylemediniz?

Dick:

– Siz kim olduğunuzu niçin söylemediniz, diye sordu, evden dışarı deli gibi fırlayacak yerde?

Cüce kesik bir iniltiyle:

– Kapıyı çalan da sizdiniz, öyle mi? diye sordu.

– Evet, kapıyı çalan adam benim. Ben geldiğim zaman o hanım çalmaya başlamıştı ama, pek hafif çalıyordu; onun için, kendisini bu zahmetten kurtardım.

Bunları söylerken, biraz ileride titreye titreye durmakta olan Bn. Quilp’i işaret etti.

Cüce, karısına öfkeli bir bakış fırlatarak:

– Hınğh! diye homurdandı. Ben de kabahatin sende olduğunu sanmıştım. Ya siz, beyim, siz de burada bir hasta bulunduğunu, kapıyı da kıracakmış gibi çaldığınızı bilmiyor musunuz?

Dick: