banner banner banner
Antikacı Dükkânı
Antikacı Dükkânı
Оценить:
 Рейтинг: 0

Antikacı Dükkânı


Küçük oğlan:

– Durun bakayım, dedi. Bana kalırsa kuşu pencerenin önüne asalım, çünkü orası daha aydınlık, daha iç açıcı. Kuş orada kalırsa başını yukarı kaldırınca gökyüzünü görebilir. Bu kuş öten cinsten, ben anladım.

Bu sözler üzerine, iskele yeniden kuruldu; Kit, elinde çekiçle, tepeye çıktı, çiviyi çaktı, kafesi astı. Bütün ev halkı buna pek sevindi. Kafes birkaç defa düzeltildikten sonra, Kit birkaç defa hayran hayran bakarak ocağın önüne gidip geldikten sonra bu düzenin kusursuz olduğu belirtildi.

14

Kit için eski evin kendi yolu üstünde olduğuna kendini inandırması pek kolay oldu, çünkü onun yolu her yandan geçiyordu; yalnız, oğlan evin önünden bir defa daha kendi isteğiyle değil de, can sıkıcı zorunluluk uğruna geçmek zorunda kaldı. Christopher Nubbles’dan çok daha iyi beslenen, eğitilen kimseler için böyle keyiflerine uymayan işleri bir yana bırakıp her şeyi inkâr etmeye kalkışmak hiç de alışılmamış bir iş değildir.

Bu sefer tedbirli olmaya, Daniel Quilp’in yanındaki oğlanla boy ölçüşme tehlikesiyle karşılaşmaktan korkmasına hiçbir neden yoktu. Ev bomboştu, sanki aylardan beri insan eli değmemiş gibi tozlu, kirliydi. Kapıya paslı bir asma kilit asılmıştı, üstteki yarı açık kalmış pencerelerden rengi atmış güneşliklerin, perdelerin uçları dışarı sarkmıştı, kapalı pancurların aralarındaki delikler de, içerinin karanlığı yüzünden, kapkara duruyorlardı. Kit’in bunca zaman gözlediği pencerenin camı o sabahki hoyrat telaş arasında kırılmıştı, o oda hepsinden daha boş, daha kasvetli görünüyordu. Kapının önündeki basamakları bir alay haylaz çocuk kaplamıştı; kimisi kapının tokmağını vuruyor, tokmaktan çıkan sesin boş eve yayılışını dinliyordu; kimisi de anahtar deliğinin başında toplanmış, yarı şaka, yarı ciddi, evdeki hortlağı görmeye çalışıyordu: Sokağın kalabalığı, gürültüsü arasında yapayalnız duran ev soğuk bir yıkıntıyı andırıyordu. Kit, kış geceleri bu evde yanan o neşeli ateşi, küçük odayı çın çın çınlatan neşeli kahkahaları hatırlayınca pek tasalanmış bir hâlde oradan uzaklaştı.

Zavallı Kit’in hiç de duygulu bir yaratık olmadığını, bu sıfatı hayatı boyunca belki bir kere bile duymadığını belirtmek oğlana karşı haksızlık etmemek için özellikle gerekli olacak. O yalnız, minnet duygularıyla dolu, yufka yürekli bir yaratıktı; kibar ya da ince bir yanı yoktu. Onun için de, yeniden eve dönecek yerde –bilirsiniz ya, o iyi yetiştirilmiş kimselerin canları bir şeye sıkıldı mı yakınlarının da kendileri gibi sıkılmalarını isterler; işte Kit de, böyle yapmak üzere, sıkıntı içinde kardeşlerini dövmek, annesine çatmak üzere eve dönecek yerde– onları daha rahat yaşatabilmenin çarelerini aramayı kararlaştırdı. Yollarda ileri, geri gidip gelen amma da çok atlı vardı ha! Ne yazık ki bunların arasından atına baktırmak isteyen ne kadar az çıkıyordu! Şehirli bir borsacı ya da parlamento komisyon üyesi, Londra’da caddelerde dolaşanlara bakıp bir yılda sadece at bakmaktan ne kadar para kazanıldığını kolayca tahmin edebilirdi. Uşaksız yolculuk yapan beylerin yirmide biri atını başkasına emanet etseydi gerçekten de çok büyük kazanç sağlanabilirdi. Gelgelelim, bu beyler öyle yapmıyorlardı. Çoğu kere de bu ya da buna benzer talihsizlikler en basit kazanç yollarını berbat ederler ya!

Kit arada hızlanıp yavaşlayarak yürüyordu. Atlılardan biri atının hızını kesip çevresine bakınmaya başlayınca Kit de yavaşlıyordu; bir başka sokakta bir atlının yolun gölge yanından tembel tembel gittiğini görünce de ona yetişmek için adımlarını sıklaştırıyordu. Ne var ki hepsi de birbirinin ardı sıra yollarına koyulup gittiler. Görünürde bir tek metelik kazanma ihtimali bile yoktu. Oğlan: “Acaba bu beylerden biri evdeki dolabın bomboş olduğunu bilseydi, mahsustan durup ben bir iki kuruş kazanayım diye atına bakmamı istemeyi akıl eder miydi?” diye düşündü.

Uğradığı hayal kırıklığı bir yana, sokakları arşınlamak Kit’i adamakıllı yormuştu. Birazcık dinlenebilmek için bir merdivene oturmuştu ki karşıdan dört tekerlekli bir arabanın şıngırdaya şıngırdaya kendisine doğru geldiğini gördü. Arabayı inatçı görünüşlü, kaba yeleli küçük bir midilli çekiyor, ufak tefek, şişman, sakin görünüşlü yaşlı bir bey kullanıyordu. Ufak tefek yaşlı beyin yanında ufak tefek yaşlı bir hanım oturuyordu; o da arabayı süren adam gibi şişmandı, sakin görünüşlüydü. Midilli de kendi havasına bırakılmış, dilediği gibi gidiyordu. Yaşlı adam dizginleri çekerek hayvanı yola getirmek isterse, hayvan da başını iki yana sallayarak karşılık veriyordu. Atın yapabileceği en büyük fedakârlığın da adamın istediği yolda gitmek olduğu, ancak bunu da kendi canının istediği şekilde yapmayı ona kabul ettirdiği anlaşılıyordu.

Araba Kit’in önünden geçerken çocuk onlara öyle büyük bir dikkatle baktı ki yaşlı adam da ona baktı. Kit ayağa kalkıp şapkasını eline alınca yaşlı adam da atına durmak istediğini bildirdi; hayvan da efendisinin bu isteğine pek seyrek karşı koyardı, bu sefer de emri alınca pek zarif bir şekilde durdu.

Kit:

– Özür dilerim, efendim, dedi. Kusura bakmayın, sizi durdurdum, efendim. Atınıza bakılmasını isteyip istemediğinizi soracaktım da.

Yaşlı adam:

– Öbür sokakta arabadan ineceğim, dedi. Arkamızdan gelirseniz, atın bakımı size verilebilir.

Kit adama teşekkür etti, teklifi sevinçle yerine getirdi. At keskin bir açı çizerek karşıdaki sokak lambasını incelemeye gitti, sonra da öbür yandaki başka bir sokak lambasını incelemek istedi, aynı şekilde karşıya geçti. Lambaların ikisinin de birbirinin eşi olduğunu anlayınca da durdu, düşünceye dalmıştı besbelli.

Yaşlı adam ciddi bir tavırla:

– Yola devam edecek misiniz, efendim? diye sordu. Yoksa buluşma saatini kaçırıncaya kadar burada bekleyecek miyiz?

At yerinden kıpırdamadı.

Yaşlı hanım:

– Ah, seni yaramaz Şimşek, seni! dedi. Aman ne ayıp! Bu davranışın beni utandırıyor.

Midillicik böylece duygularına hitap edilmesinden etkilenmiş olacaktı ki, hanım sözlerini bitirir bitirmez, isteksiz bir tavırla yola düzüldü, kapısında “Noter Witherden” yazılı pirinç tabela bulunan binanın önüne gelinceye kadar da hiç duralamadı. Burada yaşlı bey arabadan indi, yaşlı hanımın da inmesine yardım etti; sonra kanepenin altından biçimi, büyüklüğü bakımından kulpları çıkarılmış su kabına benzeyen bir çiçek demeti çıkardı. Yaşlı hanım bu demeti pek ağırbaşlı, azametli bir tavırla aldı, eve götürdü, çarpık ayaklı olan yaşlı adam da hemen onun arkasından yürüdü.

Yazıhaneyi andıran ön odaya girdikleri seslerinin gelişinden anlaşılıyordu. Hava sıcaktı, sokak sessizdi, pencereler de ardına kadar açıktı; ayrıca, içeride olup bitenleri tahta pancurlardan duymak pek kolaydı. Önce büyük bir tokalaşma töreni, ayak gıcırtıları oldu, bunu çiçeklerin sunuluşu izledi; dinleyenin B. Witherden’e ait olduğunu tahmin ettiği bir erkek sesinin defalarca: “Ah, pek güzel! Oh, şahane! Gerçekten harika!” diye bağırdığı duyuldu, bu beyin malı olduğu sanılan bir burun da büyük bir zevk içinde demetin kokusunu gürültüyle içine çekti.

Yaşlı hanım:

– Bu çiçekleri olayın şerefine getirdim, efendim, dedi.

Noter B. Witherden de:

– Ah, gerçekten önemli bir olay, hanımefendiciğim, dedi. Benim için bir şereftir. Pek çok beyefendi benimle iş yapmak istemiştir, efendim, hem de pek çok. Bunlardan kimisi şimdi servet içinde yüzüyor, hem de eski kapı yoldaşlarını, dostlarını hiç düşünmeden. Kimisi de bugün bile beni arayıp sormayı unutmaz. Çoğu kere de “Bay Witherden, hayatımın en zevkli saatleri bu yazıhanede geçmiştir, efendim, hem de şu iskemlenin üzerinde!” demekten geri kalmaz. Ne var ki müşterilerimin çoğunu seversem de bunların içinden hiçbirine sizin biricik oğlunuza bağlandığım kadar bağlanmamışımdır.

Yaşlı hanım da:

– Ah, dedi. Bu sözlerinizle bizi ne kadar mutlu ediyorsunuz, gerçekten öyle!

B. Witherden:

– Bakın, hanımefendiciğim, dürüst bir insan olarak neler düşündüğümü size açıklayayım, dedi. Şairin dediği gibi, dürüst insan Tanrı’nın en soylu eseridir. Ben her konuda şairle aynı düşüncedeyim, efendim. Bir elde o dev Alp Dağları, öbür elde de arı kuşu olsa, iş bakımından dürüst bir insan için hiçbir anlam taşımaz.

İnce bir ses:

– Bay Witherden’in benim için söyleyeceği herhangi bir sözü ben de aynı şekilde kendisine söyleyebilirim, dedi.

Noter:

– Bu gerçekten mutlu bir olay, cidden mutlu bir o!ay, dedi. Hele yirmi sekizinci doğum gününde olması da ayrıca dikkate değer. Bunu değerlendirmeyi başarırım inşallah. Öyle sanıyorum ki, Bay Gariand, bu mutlu tesadüften ötürü ikimiz de birbirimizi kutlayabiliriz.

Yaşlı bey bu sözlere olumlu bir karşılık verdi. Bundan sonra, yine tokalaşmalar oldu. Bu iş de bitince, yaşlı bey hiçbir erkek evladın Abel Gariand gibi anasına, babasına huzur vermesine imkân olmadığını söyledi.

– Annesiyle ben hayatımızın oldukça ileri bir çağında, yıllarca durumumuz düzelsin diye bekledikten sonra evlendiğimiz için, bundan sonra da her zaman söz dinler, sevgi besler bir çocuğa kavuştuğumuzdan ötürü mutluyuz. Evet, bu durum ikimize de büyük bir mutluluk sağladı elbette, efendim.

Noter de, anlayışlı bir tavırla:

– Böyle olduğuna hiç şüphem yok, efendim, dedi. İşte böyle şeyler de beni bekârlıktan bezdiriyor, kaderime küstürüyor ya. Vaktiyle bir genç hanım vardı, efendim, çok tanınmış bir depo sahibinin kızıydı… Neyse, bunu bırakalım şimdi. Chukster, Bay Abel’in kâğıtlarını getir.

Yaşlı hanım:

– Görüyorsunuz ya, beyefendi, Abel başka delikanlılar gibi yetiştirilmemiştir, dedi. Her zaman bizim aramızda olmaktan zevk almıştır, daima da yanımızda kalmıştır. Abel bizden bir gün bile ayrı kalmamıştır, öyle değil mi, şekerim?

Yaşlı adam:

– Asla, hayatım, dedi. Yalnız, bir cumartesi günü, eski öğretmeni Bay Tomkinley ile birlikte Margate’ye gitmiş, pazartesi sabahı da dönmüştü. Ondan sonra da, hatırlarsan, çok hastalanmıştı, hayatım. Orada enikonu büyük bir âlem yapmışlar.

Yaşlı hanım:

– Biliyorsun, oğlumuz öyle şeylere alışkın değildi; onun için, buna dayanamamıştı, dedi. İşin doğrusu bu. Hem, bizsiz orada rahat edememiş, konuşup eğlenecek bir kimse de bulamamış.

Daha önce de bir kere duyulmuş olan o ince, hafif ses yine duyuldu:

– Sahiden öyleydi, biliyorsunuz. Çok uzaktaydım, çok da yalnızdım, anne. Hele aramızda bir deniz bulunduğunu düşündükçe… Ah, aramızda koskoca bir deniz bulunduğunu ilk defa düşündüğüm sırada içimde uyanan duyguları unutamam.

Noter:

– O şartlar altında böyle şeyler pek olağan sayılır, dedi. Bay Abel’in duyguları yaradılışının, sizin yaradılışınızın, babasının yaradılışının, insan yaradılışının meziyetlerini gösterir. Şimdi de, o sakin, gösterişsiz davranışlarının altında da aynı akıntının varlığını seziyorum. Görüyorsunuz ya, şimdi sözleşmenin altına imzamı atmak üzereyim, Bay Chuckster de tanık olacak. Şu uçları çentikli mavi mühür mumuna parmağımı basıyorum. Şu sözleri de biraz daha yüksek sesle söylemek zorundayım, hanımefendi,sakın telaşlanmayın, basit bir kanuni usuldür. Bu yazılanların sözüm, senedim olduğunu kabul ediyorum. Bay Abel de öbür mühür mumunun üzerine imzasını atacak, aynı sözleri tekrarlayacak. Böylece iş bitiyor. Hah-hah-ha! Görüyorsunuz ya, böyle işler ne kolay yapılıyor!

Kısa bir sessizlik oldu. Besbelli, bu süre içinde B. Abel kendisine söylenenleri yapmıştı. Sonra, yine tokalaşmalar, ayak hışırtıları oldu. Bunun hemen arkasından da şarap kadehlerinin şıngırtısı, herkesin bir ağızdan konuşmaya başladığı duyuldu. Bir çeyrek saat kadar sonra da B. Chuckster, kulağının arkasına bir kalem sıkıştırılmış, yüzü de şaraptan şişmiş bir hâlde, kapıda göründü, Kit’e de şakacı bir tavırla: “Küçük Beyefendi” diyerek, konukların dışarı çıkmak üzere olduklarını bildirdi.

Hepsi birden dışarı çıktılar. Kısa boylu, tıknaz, kırmızı yüzlü B. Witherden, yaşlı hanımı son derece kibar bir tavırla dışarı buyur etti; baba oğul da kol kola onların arkasından gittiler. Abel biraz yaşlı kılıklıydı; yüzü, vücut yapısı bakımından babasına pek benziyordu; yalnız, babasının o yusyuvarlak yüzünün, neşeli hâlinin yerini ürkek bir ağırbaşlılık almıştı. Bunun dışında, her bakımdan, kıyafetin derli topluluğundan ayağın çarpıklığına varıncaya kadar genç adamla yaşlı adam birbirlerinin eşiydiler.