banner banner banner
Antikacı Dükkânı
Antikacı Dükkânı
Оценить:
 Рейтинг: 0

Antikacı Dükkânı


– Bu gece buradan bir yere gitmeyeceğiz, sanırım, dedi.

Adam:

– Kendinize göre geceyi geçirecek bir yer arıyorsanız, bizimle aynı yerde kalsanız iyi olur bence, dedi. Tamam, işte orası. İlerideki uzun, alçak, beyaz yapı. Çok ucuzdur orası.

Yeni dostları kilisenin avlusunda kalmayı kararlaştırmış olsalardı yaşlı adam da, yorgunluğunu umursamadan, aynı yerde gecelerdi. Bu isabetli teklifi kabul ettiğini söyleyince, hep birlikte kalktılar, gene hep birlikte yürümeye koyuldular: Küçücük adam, kuklaların bulunduğu kutuyu arkasına takılı iplerden omzuna asmıştı; Nelly dedesinin elini tutuyordu; B. Codlin de ağır ağır arkalarından geliyor, kilisenin kulesine, ağaçlara alıcı gözüyle bakıyordu. Şehirlerde, kasabalarda temsilini vermesine uygun yer aramak için çevresine bakınmaya alışmıştı.

Kasabanın hanını yaşlı, şişman bir adamla karısı işletiyordu. Hancının karısı yeni konuklarına ses çıkarmamıştı; hele Nelly’nin güzelliğine hayran kalmış, hemen onun koruyucusu oluvermişti. Yemek odasında iki kuklacıdan başka kimse yoktu; çocukcağız böyle iyi bir yere düştükleri için Tanrı’ya şükrediyordu. Hancının karısı dede ile torunun ta Londra’dan geldiklerini duyunca pek şaşırdı, onların buradan sonra nereye gideceklerini de pek merak etti. Çocuk, kadının sorularına elinden geldiği kadar iyi karşılık vermeye çalışıyordu ama, yaşlı kadın bu soruların çocuğa azap verdiğini fark edince soruşturmasından vazgeçti. Kızı alıp tezgâhın önüne götürdü.

– Bu beyler yemek ısmarladılar, bir saate kadar yemek yiyecekler, dedi. Siz de onlarla birlikte yerseniz iyi edersiniz, çünkü, bunca yoldan sonra, hayli acıkmış olsanız gerek, bence. Yo, dedene bakma. Hele sen iç, o da içecektir.

Dünya bir araya gelse, küçük kız dedesini yalnız bırakmaz, ona tattırmadan ağzına bir şey koymazdı. Bu anlaşılınca yaşlı kadın da önce dedeye hizmet etmek zorunda kaldı. Böylece, karınlarını doyurduktan sonra hepsi temsilin verileceği boş ahıra koştular. İçerisi tavandan sarkan şamdanlarla iyice aydınlanmıştı.

B. Codlin kuklalarını oynatırken çevresine merakla bakınıyordu; sanki temsilin başarısızlıkla sona ereceğine inanıyormuş gibi bir hâli vardı. Oyunun seyirciler üzerindeki etkisini anlayabilmek için de gözlerini durmadan kalabalıkta gezdiriyordu; hele hancıyla karısının temsil hakkındaki düşüncelerine pek önem veriyordu, çünkü gece yenecek yemeğin kalitesi de onların temsil hakkındaki düşüncelerine bağlı olacaktı.

Ne var ki tasalanıp, boşuna kafasını yorması da gereksizdi, çünkü temsil başından sonuna kadar pek beğenildi, ahır alkışlarla inledi. Seyircilerden kimisi ayrıca bahşiş vermek istedi; bu da, oyuncuları pek sevindirdi. Duyulan kahkahalar arasında en kuvvetlisi, en sık tekrarlananı da yaşlı adamınkiydi. Nell’in sesi duyulmadı, çünkü zavallı yavrucak, başı dedesinin omzuna dayalı, uykuya dalmıştı; öyle de derin bir uykudaydı ki, yaşlı adamın onu uyandırmak için harcadığı çaba boşa gitti.

Akşam yemeği pek güzeldi ama, kızcağız yemek bile yiyemeyecek kadar yorgundu. Öyleyken, gene de dedesini yatağına yatırıp öpmeden yanından ayrılmadı. Yaşlı adam da her türlü kaygıdan, tasadan uzak, yüzünde hoş bir gülümsemeyle, oturmuş, hayran hayran, yeni dostlarının anlattıklarını dinliyordu. Onlar esneyerek odalarına çekilmeden o da yukarıya yatmaya çıkamadı.

Yatacakları yer iki bölüme ayrılmış bir çatı odasıydı ama, hepsi de yerlerinden memnundular, bundan daha iyisini bulacaklarını da ummamışlardı. Yaşlı adam yattığı zaman içinde bir huzursuzluk duydu, Nell’in, birçok geceler yaptığı gibi, gelip yatağının yanında oturmasını istedi. Nell hemen dedesinin yanına koştu, adamcağız uyuyuncaya kadar orada kaldı.

Nell’in odasında küçücük bir delikten farksız bir pencere vardı. Küçük kız, dedesinin yanından döndükten sonra, pencereyi açtı; çevresindeki sessizlik onu meraklandırmıştı. Eski kilisenin çevresindeki mezarların ay ışığı altındaki görünüşleri kızı öncekinden daha da çok tasalandırmıştı. Pencereyi kapadı, yatağının üzerine oturup önlerindeki hayatı düşünmeye koyuldu.

Kızcağızın biraz parası vardı ama, pek azıcıktı. İşte o para da bitince dilenmeye başlamak zorundaydılar. Nell’in paralarının arasında bir altın da vardı, pek zor bir durumla karşılaşırlarsa bu parayı bozduracaktı. Altın parayı saklayıp, pek çaresiz duruma düşmedikçe, ortaya çıkarmamak en iyisiydi.

Nell kararını verince altını elbisesinin içine iliştirdi, daha hafiflemiş bir yürekle yatağına yatıp derin bir uykuya daldı.

17

Küçük pencereden içeri sızan parlak gün ışığı, çocuğun dost gözleriyle dostluk kurmak isteyerek, onu uyandırdı. Yabancı odayı, içindeki yabancı eşyayı görünce kızcağız telaşla birden yerinden fırladı, bir gece önce uyuyakalmış olduğu odadan buraya nasıl getirildiğine şaştı. Yalnız, odaya şöyle bir göz daha atınca son zamanlarda olup bitenlerin hepsi aklına geldi, yatağından umutla, güvenle dolu bir hâlde fırlayıp kalktı.

Daha çok erkendi, dede de daha uyuyordu. Nell kilisenin avlusuna doğru yürüdü, otların üzerindeki çiğ taneciklerini ayaklarıyla siliyordu. Kızcağız, mezarlarla karşılaşmamak için, daha uzun otların bulunduğu kesimlerden yürüyordu. Ölülerin evleri arasında gezinmekten, iyi insanların mezarları arasında birinden ötekine gidip mezar taşları üzerindeki yazıları gittikçe artan bir ilgiyle okumaktan garip bir zevk alıyordu.

Pek sessiz bir yerdi burası. Yaşlı yüksek ağaçların dallarına yuva kurmuş kargaların ötüşlerinden başka bir ses duyulmuyordu. Bu tür yerler hep böyle olur ya. Önce bir avare kuş, yuvasına yaklaşırken, görünüşe göre tesadüfen, gerçekte ise kendi kendine konuşur gibi pek aklı başında bir hâlle kaba kaba ötmeye başladı. Bir başkası ona karşılık verdi, ilk öten kuşun sesi yine duyuldu. Bu sefer bir başkası karşılık verdi, ilk öten kuş daha yüksek bir sesle ona karşılık yetiştirdi. Daha sonra bir başkası, onun arkasından yine bir başkası öttü; her defasında da sesi ilk duyulan kuş ötekilere meydan okuyormuş gibi ötüyor ve kendi sesini daha kolay duyurabilmekte ayak diriyordu. Alt dallardan, üst dallardan o zamana kadar duyulmayan sesler yayılmaya başladı. Ortadan, sağdan, soldan, ağaçların tepelerinden, kilisenin kurşuni saçaklarından, eski pencerelerin kenarlarından daha başka sesler duyuldu, zaman zaman yükselip alçalan haykırışlara onlar da katıldılar. Bütün bu gürültülü sevinç aşağıda otların, kurumuş yaprakların altında hiç kıpırdamadan yatanların durumunu acı bir şekilde alaya alıyor gibiydi.

Nell, sık sık başını yukarı kaldırıp kuş sesleri gelen dalları inceleyerek, sanki bu gürültü mezarlığı tam bir sessizliğin sağlayacağı sessizlikten daha da sessiz hâle getiriyormuş duygusuna kapılarak o mezardan ötekine gidiyor, arada bir durup böğürtlenlerin biçimi bozulmasın diye, yapraklarını düzeltiyordu. Derken, alçak pencerelerden birinden süzülerek kiliseden içeri giriverdi. Sıraların üzerinde yapraklarını güveler yemiş kitaplar duruyordu. Yaşlı, bitkin, hayatlarından bezmiş, yoksul, yaşlı kimselerin oturdukları sıralar vardı, bunlar tıpkı orada oturanlar gibi sararmış, kırık dökük hâle gelmişlerdi. Çocukların adları yazılı olan ön sıralar vardı; o, önünde insanların diz çöktükleri gösterişsiz kürsü vardı; soğuk, eski, gölgeli kiliseye son ziyaretlerinde onların ağırlıklarını taşıyan tabutluk vardı. Her şey çoktandır kullanıla kullanıla yavaş yavaş harap olmaya yüz tutmuştu; kilise çanının ipi bile talazlanmış, yer yer incelmiş, eskimişti.

Nell, elli beş yıl önce yirmi üç yaşındayken ölen bir delikanlı hakkında yazılmış taşı okurken kendisine yaklaşan ayak sesleri duydu, arkasına bakınca da yılların ağırlığıyla iki büklüm olmuş zayıf bir kadının o mezara doğru yaklaştığını gördü. Kadıncağız Nell’e taşın üzerindeki yazıyı okumasını rica etti, kız okuduktan sonra da ona teşekkür etti, bu taşta yazılı olan kelimeleri yıllardan beri ezbere bildiğini, şimdi ise bu kelimeleri artık göremediğini anlattı.

Çocuk:

– Siz onun annesi miydiniz? diye sordu.

– Karısıydım, yavrucuğum.

Bu kadın mı yirmi üç yaşında bir delikanlının karısıydı yani? A, öyle ya, elli beş yıl önceki bir hikâyeydi bu!

Yaşlı kadın başını sallayarak:

– Benim böyle konuşmamı merak mı ettin? dedi. Bunu ilk merak eden sen değilsin. Bundan önce de senden daha yaşlı kimseleri aynı şey meraklandırdı. Evet, ben onun karısıydım. Ölüm bizi hayattan daha çok değiştirmez, yavrucuğum.

Çocuk:

– Buraya sık sık mı geliyorsunuz? diye sordu.

Kadın:

– Yazın sık sık gelip burada otururum, dedi. Bir zamanlar buraya ağlayıp yas tutmaya gelirdim. Tanrıya şükürler olsun ki, çok eskidendi bu.

Yaşlı kadın, kısa bir sessizlikten sonra:

– Burada biten papatyaları toplayıp eve götürürüm, diye sözlerine devam etti. Bu çiçekler kadar başka hiçbir çiçeği sevmiyorum, elli beş yıldır da sevemedim. Bu, hayli uzun bir süre sayılır; üstelik, ben de artık çok yaşlandım.

Kadıncağız sonra, yeni dinleyicisinin küçük bir çocuk olmasına aldırmadan, bu felaketle karşılaştığı zaman nasıl ağlayıp haykırdığını anlattı: Kendisinin de ölmesi için nasıl dualar etmiş; buraya ilk gelişinde aşkı, acısı pek kuvvetli bir genç yaratıkmış; üzüntüden yüreği nasıl parçalanır gibi olurmuş. Yalnız, buraya geldiği zamanlar yine üzülüyorsa da artık o eski günler geçmişti. Buraya gelmek ona acı değil de gerçekten bir zevk verinceye, bu iş onun yapmaktan hoşlandığı bir görev hâlini alıncaya kadar gelmeye devam etmişti. Şimdi de, aradan elli beş yıl geçmiş olduğu için, ölen adamdan oğul ya da torunuymuş gibi söz edebiliyor, bu yaşlı hâlinde onun gençliğine acıyormuş gibi davranabiliyordu. Yine de ondan söz ederken kocası olduğunu belirtmekten de geri kalmıyor, eskiden olduğu gibi kendisini de onunla bir tutuyor, adam sanki daha dün ölmüş gibi onunla başka bir dünyada buluşmayı umuyordu. Erkekle birlikte ölmüş görünen o sevimli kızdan kendini iyice ayırmış gibiydi.

Yaşlı kadın mezarın üzerinde açan çiçekleri toplamaya koyulunca Nell onun yanından ayrıldı, düşünceli düşünceli yürüyerek, geri döndü.

Dedesi de artık kalkıp giyinmişti. Hayatın acı gerçeklerine yine sövüp saymakta olan B. Codlin de bir gece önceki temsilden kalan yarısı yanmış mumları çamaşırlarının arasına sokuşturmakla uğraşıyordu. Bu arada arkadaşı da ahırın önüne toplanmış olan meraklıların övgülerini dinleyerek oyalanıyordu. Orada bulunanlara kendini yeteri kadar sevdirdiğine inanç getirince kahvaltı etmek üzere içeri girdi. Hep birlikte sofraya oturdular.

Küçücük adam Nell’e sordu:

– Peki, ya bugün nereye gidiyorsunuz?

Çocukcağız:

– Vallahi bilmiyorum… Daha kararlaştırmadık, dedi.

Adam:

– Biz buradan yarışlara gidiyoruz, dedi. Sizin yolunuz da o yana doğruysa, bizimle arkadaşlık etmekten hoşlanırsanız, birlikte yola çıkalım. Yok, yalnız gitmekten hoşlanacaksanız bunu bize açıkça söyleyin, sizi hiç rahatsız etmeyiz.

Yaşlı adam:

– Sizinle geliyoruz, dedi. Nell… Onlarla gidelim, onlarla gidelim.

Çocuk bir saniye kadar düşündü, kısa bir süre sonra dilenmek zorunda kalacağını, zengin hanımların gülmek, eğlenmek için araya toplandıkları yerlerden daha iyi dinlenme yeri bulamayacağını hesaba katarak, şimdilik, bu adamlarla birlikte gitmenin doğru olacağına inandı. Bunun için de adama teşekkür etti, arkadaşına ürkek bir bakış fırlatarak yarışların yapıldığı kasabaya kadar onlarla birlikte gitmelerinde bir sakınca yoksa bu teklifi kabul ettiğini bildirdi.

Küçücük adam:

– Bir sakınca mı? dedi. Ne olur, Tommy, bir kerecik olsun kibar davranıver de onların bizimle bir arada olmalarından kıvanç duyduğunu söyle.

Thomas Codlin, düşünürlerin, insandan kaçan kimselerin çoğu gibi pek ağır konuşup pek az yemek yiyen bir adamdı.

– Sen pek aklı havada adamın birisin, Trotters, dedi.

Öbürü:

– Niçin? Bundan bize ne zarar gelebilir ki? diye ısrarla sordu.