banner banner banner
Antikacı Dükkânı
Antikacı Dükkânı
Оценить:
 Рейтинг: 0

Antikacı Dükkânı


Abel, yaşlı hanımı kazasız belasız arabaya bindirip pelerinini, bir hayli yer tutan sepetini yerleştirmesine yardım ettikten sonra arabanın arkasında özel olarak kendisi için yapıldığı anlaşılan bölmeye geçti, sırayla annesinden başlayıp midilliye kadar herkese gülümsedi. Ondan sonra, hayvanın başını kaldırtıp yularını bağlamak için de bir hayli uğraşmak zorunda kaldılar. Sonunda bu iş de yapıldı. Yaşlı adam, arabadaki yerine geçip, dizginleri kavradı, bir elini de cebine sokup Kit’e vermek üzere birkaç kuruş bozuk para aradı. Hiç bozuk parası yoktu, hanımda da öyle; Abel’de, noterde, B. Chuckster’de de yoktu. Yaşlı adam bir şilingi de çok bulmuştu. Sokakta da bir dükkân yoktu ki parayı bozdurup Kit’e bahşiş versin.

Şaka yollu:

– Bak, diye söylendi. Önümüzdeki pazartesiye aynı saatte buraya geleceğim, sen de burada ol da paranın üstünü ver, oğlum.

Kit:

– Teşekkür ederim, dedi. Mutlaka burada olurum, efendim.

Çocukcağız çok ciddiydi ama, onun bu sözlerine ötekiler kahkahalarla güldüler; hele B. Chuckster, katıla katıla gülerek, bu şakadan pek zevk aldığını belli etti. Midilli de, en sonunda eve gideceklerini anlamış olsa gerek, hızlı hızlı ilerlemeye başlamıştı. Hayvancağız başka yere gitmeye hiç de niyetli değildi. Kit’in de oyalanmaya vakti yoktu, o da kendi yoluna gitti. Kazandığı paranın evde sevinç yaratacağını bildiği için, kuşa yem almayı da ihmal etmeden, doğruca evin yolunu tuttu. Kazandığı başarı çocukcağızı öyle sevindirmiş, umutlandırmıştı ki eve vardığında Nell ile yaşlı adamı orada bulacağına da aşağı yukarı emindi.

15

Yola çıktıkları sabah, kasabanın ıssız sokaklarında yürürlerken, Nell uzaktan Kit’e benzeyen birini görür gibi olunca, umutla, korkuyla karışık bir heyecan içinde titredi.Evet, sevine sevine ona elini uzatacak, son karşılaşmalarında kendisine söylediği sözlerden ötürü ona teşekkür edecekti ama, karşıdan gelen iyice yanlarına yaklaşıp da onun bir yabancı olduğunu görünce, rahatlıyordu. Çünkü, Kit ile karşılaşmanın yol arkadaşı üzerinde yaratacağı etki bir yana, herhangi bir kimseyle, hele bu derece sadık, dürüst davranmış biriyle vedalaşmaya yüreğinin dayanamayacağını anlıyordu. Sessiz şeyleri, onun sevgisini, üzüntüsünü anlamayan öteberiyi arkada bırakmak zaten yetiyordu. O çılgın yolculuğun eşiğinde tek dostundan da ayrılmak çocuğun yüreğini gerçekten buracaktı.

Acaba neden ruhça ayrılmaya bedence ayrılmaktan daha kolay dayanırız? İçimizden veda etmek geldiği hâlde bunu söyleyecek kudreti kendimizde neden bulamayız? Birbirlerine yürekten bağlanmış dostlar, uzun yolculuklardan ya da yıllar yılı sürecek ayrılıklardan önce niye her zamanki gibi davranırlar, sanki bir gün sonra buluşmayı kararlaştırmış gibi her zamanki havalarında dururlar da o dillerinin ucuna gelen bir tek kelimeyi söylemezler? İhtimallere dayanmak gerçeklere dayanmaktan daha mı zordur? Ölmek üzere olan dostlarımızdan kaçmayız. Sevgi, şefkat duygularıyla dolu olarak ayrıldığımız dostlarımızla gerektiği gibi vedalaşmamış olmak çoğu kere hayatımızın geri kalan kısmını bize zehir eder.

Kasaba sabah ışığıyla şenlenmişti; bütün gece çirkin, güvenilmez gibi görünen yerler şimdi gülümsüyordu; o pırıl pırıl parlayan güneş ışınları odaların pencerelerinde oynaşıp, uyuyanların gözlerine perdelerde oyun oynuyormuş gibi görünüp rüyalara bile ışık veriyor, gecenin gölgelerini silip atıyordu. Sıcak odalarda karanlıkta kapalı kalmış olan kuşlar sabah olduğunu sezmişler, bıcır bıcır ötüyorlar, küçük hücrelerinde huzursuzluk duyarak kıpırdanıyorlardı. Parlak gözlü fareler minik yuvalarına kaçmışlar, ürkek ürkek bir araya toplanmışlardı. Avını unutmuş olan o miskin ev kedisi bile kapının anahtar deliğinden, altından içeri süzülen güneş ışınlarına gözlerini kırpıştırarak bakıyor, dışarıda sinsi sinsi koşmaya, güneşte sıcacık yatmaya can atıyordu. Kafeslere kapatılmış daha soylu hayvanlar da parmaklıkların ardında kımıldamadan duruyorlar, küçük bir pencereden sızan güneş ışınlarını eski ormanların hayali parıldayan gözlerle seyrediyorlardı; sonra hapsedilmiş ayaklarını yoran daracık alanda sabırsızlanarak geziniyorlar, orada durup yine güneşe bakıyorlardı. Zindanlardaki adamlar da üşümüş, büzülmüş bacaklarını uzatarak hiçbir parlak güneşin ısıtamadığı taşa lanet yağdırdılar. Gece uyuyan çiçekler o narin gözlerini açıp güne çevirdiler. Işık, Yaradan’ın beyni her yerdeydi, her şeyde O’nun güçlülüğü vardı.

İki yolcu, sık sık birbirlerinin elini sıkarak ya da gülümseyip neşeyle bakışarak, sessizce yollarına devam ettiler. Ne kadar parlak, mutlu görünürse görünsün, o uzun boş sokaklarda –şu ruhsuz kalmış bedenleri andıran alışılmış özelliklerini, anlamını kaybetmiş, hepsinin birbirine benzemesini sağlayan o bir örnek sessizlik içindeki sokaklarda– kederli bir hava vardı. O erken saatte ortalık öylesine ıssızdı ki bizim yolcuların karşılaştıkları solgun yüzlü birkaç kişi de orada burada yanık unutulmuş sokak lambalarının güneşin haşmeti içinde pek güçsüz, önemsiz kalan ışığını andırıyordu.

Yolcular daha kasabanın dış mahallelerinden önceki yerleşmelerin dolambaçlı sokaklarına iyice dalmadan bu hava yavaş yavaş ortadan kaybolmaya başladı, yerini de gürültü patırtı aldı. Sihri önce tangırdayarak giden yük arabaları, yolcu arabaları bozdu; sonra başkaları geldi; daha da gürültülüleri geldi, sonra da bir kalabalık bastı. Başlangıçta bir tüccarın penceresini açık görmek insanı şaşırtıyordu, sonra kapalı pencere görmek pek şaşırtıcı oldu. Derken, bacalardan ağır ağır duman yükselmeye başladı; içeri hava girsin diye perdeler dışarı atıldı; kapılar açıldı; süpürgelerinden başka her yana bakmayı akıl eden hizmetçi kızlar yoldan geçenlerin gözlerine kahverengi toz yığını savurdular ya da köy panayırlarından, bir saat sonra görecekleri manzaralardan söz eden sütçüleri dinlediler.

Bu kesim de geçildikten sonra alışveriş, yoğun gidiş geliş bölgesine geldiler. Burada pek çok insan barınıyordu, iş de daha şimdiden alevlenmişti. Yaşlı adam, bu gibi yerler uzak durmak istediği yerler olduğu için, çevresine şaşkın, afallamış bir hâlde bakındı. Parmağını dudağına bastırdı, çocuğu daracık avluların önünden, kıvrımlı yollardan geçirdi. Oraları adamakıllı geride bırakıncaya kadar da içi rahat edemedi; boyuna arkasına bakıp bakıp mırıldanıyordu: Her sokakta iflaslar, kendini öldürmeler kol geziyormuş; onların kokusunu alırlarsa peşlerini bırakmazlarmış, üstelik, pek de hızlı kaçamayacaklarmış.

Bu kesim de geçildi, pek sefil bir semte geldiler. Burada küçücük evler oda oda ayrılmıştı; paçavralarla, kâğıtlarla örtülü pencereler oralarda barınan halkın sefaletini anlatmaya yetiyordu. Dükkânlarda ancak yoksulların alabilecekleri mallar satılıyordu; satıcılarla alıcılar hep aynı sıkıntı, yoksulluk içindeydiler. İşte bunlar insanların ortadan kaybolmaya yüz tutmuş kibarlıkla yer sıkıntısı içinde son derece kıt imkânlarla zar zor ayakta durmaya çalıştıkları yoksul sokaklardı. Ne var ki, vergi toplayıcılar, alacaklılar başka yerlere olduğu gibi buraya da uğruyorlardı; pek belli belirsiz bir şekilde giderilmeye çalışılan sefalet de daha önceden umudu kesip çaba harcamaktan vazgeçenlerin sefaletinden pek farklı değildi.

Burası geniş, çok geniş bir alandı; –çünkü zenginlerin ardından gelen yoksullar, çadırlarını onların çevresinde birkaç kilometrelik bir alana kurarlar– yalnız, bu alanın özellikleri yine de hep aynıydı. Islak, rutubetli evler; birçoğu kiralıktır, birçoğu daha inşa hâlindedir, birçoğu da yarım kalmış, yıkılmaya yüz tutmuştur. İşte, bu evleri kiraya vermek isteyenlere mi, yoksa kiralamak isteyenlere mi acımak gerekir, bunu kestirmek zor olur. Yarı aç çocuklar sokaklara yayılırlar, toz içinde yuvarlanırlar; azarlayan anneler ayaklarını yere vurarak gürültülü gürültülü tehditler savururlar; sünepe kılıklı babalar, isteksiz bir hava içinde, telaşla, kendilerine günlük ekmeklerini, birkaç kuruş parayı sağlayan iş yerlerine giderler. Ütücü kadınlar, çamaşırcı kadınlar, ayakkabı tamircileri, terziler, mumcular hep işlerini odalarda, mutfaklarda, arka odalarda, aralıklarda yaparlar; kimi vakit hepsinin bir çatı altında toplandıkları da görülür.

Bu sokaklar, bölüne bölüne, en sonunda azaldılar; ancak yol kenarlarını çevreleyen bahçelerin bulunduğu yerler belirdi. Bahçelerin içindeki yazlık evlerin dışları boyasızdı, eski gemilerden alınma parçalarla yapılmışa benziyorlardı. Bunlardan sonra daha küçük kulübeler göründü. Önlerinde birer parça toprak vardı. Kulübelerin arasındaki dar yolda ayak izleri toprağın sertleşmesine imkân bırakmamıştı. Derken, kasabanın hanı göründü. Bina daha yeni yeşille beyaza boyanmıştı. Çay bahçesi, top oyunu için çimenliği vardı. Arabaların durduğu bölüm de çimenliğin yanındaydı. Sonra tarlalar göründü. Daha sonra yine evler belirdi. Bunların çimenlik bahçeleri verdi; birkaçının hizmetçiler, uşaklar için ek bölüğü bile vardı. Derken, geçmek için para ödenmesi gereken bir yol kavşağı göründü; sonra yine ağaçlarla, saman yığınlarıyla tarlalar, daha sonra da bir tepe. Oradan geçen yolcu bu tepenin üzerinde durup şöyle geriye bakınca eski Saint Paul Kilisesi’nin dumanlar arasından yükseldiğini görür. Sonra yine saman yığınlarıyla, ağaçlarla bezenmiş tarlalar başlar; sonra bir tepe görünür. En sonunda yolcu doğup büyüdüğü kente tepeden bakar, gözlerini ayaklarının dibinde karargâh kurmuş olan tuğladan, taştan istila ordusunun en ileri karakol mevkiini görebilmek için uzaklara diker, Londra’nın iyicene dışına çıktığını anlar.

Yaşlı adamla kılavuzu da (nereye gittiklerini bilmediğine göre ona “kılavuz” demek de ne dereceye kadar doğru olur bilemeyiz ya) böyle bir yere gelince dinlenmek için sevimli bir tarlanın kenarına oturdular.

Günün tazeliği, kuşların ötüşü, dalgalanan otların güzelliği, koyu yeşil yapraklar, kır çiçekleri, havada yüzen binlerce güzel kokuyla ses… Bunlar çoğumuza büyük sevinç veren şeylerdir ama, asıl kalabalık arasında yaşayanların ya da büyük şehirlerde tıpkı insan kuyusunun kovasındaymış gibi yapayalnız yaşayanların hoşuna gider. Nitekim yaşlı adamla küçük kılavuzu da bütün bunları güzelce içlerine çektiler; bu da, onları pek sevindirdi. Çocuk içten gelme dualarını o sabah bir kere daha –belki de hayatı boyunca yaptığından çok daha ağırbaşlı bir şekilde– okumuştu ama, bütün bu güzellikleri içinde duyunca duaları yeniden dudaklarına yükseldi. Yaşlı adam şapkasını çıkardı; o artık duanın sözlerini hatırlayamıyordu; yalnız bir “amin” dedi, duaların çok güzel olduğunu belirtti.

Evde Pilgrim’s Progress’in eski bir baskısı raflardan birinde dururdu; küçük kız akşamlarını sık sık bu kitapla geçirir, içinde yazılanların her kelimesinin doğru olup olmadığını, o garip adlı uzak ülkelerin nerelerde olduğunu merak ederdi. Ayrıldıkları yere bakarken, kitabın bir bölümünü iyice hatırladı.

– Dedeciğim, dedi. Kitapta sözü edilen yer gerçekten buraya benziyorsa bile burası oradan çok daha güzel, çok daha iyi. Sanki ikimiz de yanımızda getirdiğimiz bütün tasaları, düşüncelerimizi, bir daha almamak üzere, bu otların üzerine bırakmışız gibime geliyor.

Yaşlı adam elini şehre doğru sallayarak:

– Hayır, oraya bir daha dönmeyeceğiz, hiç dönmeyeceğiz, dedi. Sen de, ben de artık oradan kurtulduk sayılır, Nell. Bir daha bizi geri gelmeye zorlayamayacaklar.

Çocuk:

– Yoruldun mu? diye sordu. Bu uzun yürüyüş seni hasta etmedi ya?

– Bir daha hiç hasta olmayacağım. Hadi, artık kıpırdanalım, Nell. Çok daha uzakta olmalıydık, hem de çok, pek çok uzaklara gitmeliydik. Durup dinlenmeyi düşünemeyiz, çünkü pek az ilerledik. Hadi, yürü!

Tarlada temiz suyla dolu bir gölcük vardı; Nell, yeniden yola koyulmadan önce, bu suda ellerini, yüzünü yıkadı, ayaklarını serinletti. Dedesini de aynı şekilde serinletmeye çalıştı; adamcağızı otların üzerine oturtup avuç avuç su getirdi; sonra da onun yüzünü, ellerini kendi elbisesinin eteğine kuruladı.

Dede:

– Kendi kendime hiçbir şey yapamıyorum, sevgili yavrum, dedi. Bu nasıl iştir bilemiyorum. Bir zamanlar yapabiliyordum ama, artık o günler geçti. Beni sakın bırakma, Nell; beni hiç bırakmayacağını söyle bakayım. Seni gerçekten hep sevdim. Seni de kaybedersem, ölürüm, yavrucağızım.

Başını çocuğun omzuna dayayıp acı acı inledi. Daha birkaç gün önce çocuk, gözyaşlarını tutamayıp, onunla birlikte ağlamıştı. Şimdi ise, kibarca, sevgi dolu sözlerle, dedesini yatıştırmaya çalışıyordu; günün birinde belki ayrılacaklarını düşünmesine gülümsüyor, onun bu davranışını alaya alıyordu. Çok geçmeden de yaşlı adam rahatlayıp, küçük bir çocuk gibi, alçak sesle kendi kendine türkü söyleye söyleye uyuyakaldı.

Dinlenmiş olarak uyandı, yeniden yola koyuldular. Güzel çayırlar, üzerinde açık mavi göğün derinliklerine doğru tarla kuşunun uçtuğu mısır tarlaları arasından geçen yol pek çekiciydi. Hava mis gibi kokuyordu, arılar da, bu kokulu soluğu kendilerine mal edip, uykulu uykulu vızıldayarak uçuşuyorlardı.

Şimdi boş topraklardaydılar. Görünürde pek az ev vardı; bunlar da, birbirlerinden pek uzaktaydılar; kilometrelerce arayla olanlar bile vardı. Ara sıra yoksul kulübe kümelerinede rastlıyorlardı. Kimisinin önüne, çocukların yola çıkmalarını önlemek için, bir iskemle ya da alçak bir tahta konmuştu. Kimisinde, oturanların hepsi tarlaya çalışmaya gitmiş oldukları için, kapılar sımsıkı kapalıydı. Bunlar çoğu zaman küçük bir kasabanın başlangıcı oluyordu: Biraz sonra bir araba tamircisi barakasına ya da bir nalbant dükkânına rastlıyorlardı; ondan sonra karşılarına bakımsız bir çiftlik çıkıyordu: Avlusunda uykulu inekler yatıyor, alçak duvarların arasında atlar dolaşıyor, dışarıda eyerli atlar geçerken sanki serbest dolaşmalarıyla övünüyormuş gibi sıçramaya başlıyorlardı. Çiftlikte, yiyecek arayan somurtuk domuzlar da vardı; orada burada gezinirken homur homur homurdanıyorlardı. Tombul güvercinler damın çevresinde, saçakların uçlarında dolaşıyorlardı; ördekler, kazlar, pek böbürlenerek, havuzun kenarlarında ya da suda salına salına geziniyorlardı. Çiftlik geçildikten sonra sıra küçük hana geliyordu. Ayak meyhanesini, kasaba tüccarının, sonra avukatın yazıhanesini, acı sözleriyle meyhaneyi tir tir titreten papazın evini geçtiler. Derken, bir öbek ağacın arasından kilise pek alçak gönüllü bir şekilde ortaya çıktı. Sonra bir iki kulübe daha… Kafesler, havuzlar… Sık sık da kıyıda, eski, paslanmış bir kuyuya rastlıyorlardı. Bundan sonra yolun iki yanında sürülmüş tarlalara geliyorlar, gene bomboş yola çıkıyorlardı.

Bütün gün yürüdüler. Gece yolculara ücretle yatak verilen küçük bir kulübede gecelediler. Ertesi sabah, pek bitkin, pek yorgun olmalarına rağmen, gene yola düzüldüler; çok geçmeden, kendilerini toparlayıp, şevkle ilerlemeye koyuldular.

Dinlenmek için sık sık mola veriyorlardı ama dinlenmeleri hiç de uzun sürmüyordu; sabahtan beri pek az bir şey yiyebildikleri hâlde, yollarına devam ediyorlardı. Akşam saat beşe doğru bir küme işçi kulübesinin önünden geçerken çocuk, acaba hangisine girip biraz dinlenebiliriz, bir yudum süt isteyebiliriz, diye bakınıyordu. Bunu kestirmek hiç de kolay değildi; çünkü, küçük kız hem ürkekti, hem de terslenmekten korkuyordu. İşte şurada ağlayan bir çocuk, ötede gürültücü bir ev kadını vardı; burada insanlar pek yoksula benziyorlardı, ötede pek kalabalıktılar. En sonunda, küçük kız evlerden birinin önünde durdu. Bu evi seçmesinin başlıca nedeni de ocağın yanındaki yumuşak koltukta yaşlı bir adamın oturmuş olmasıydı: Bu adamın bir dede olduğunu, onun için kendi dedesine acıyacağını düşünmüştü.

Kulübenin sahibiyle karısından başka üç de gürbüz çocuk vardı; üçü de marsık gibi kararmışlardı. İstek açıklanır açıklanmaz yerine getiriliverdi: Büyük oğlan süt getirmek için dışarı koştu; ikincisi iki iskemleyi kapıya doğru sürükledi; en küçükleri de annesinin eteğine saklanıp, güneşten yanmış elinin altından, yabancıları gözlemeye koyuldu.

Kulübenin sahibi, ıslığı andıran ince bir sesle:

– Tanrı yardımcınız olsun, beyim, dedi. Çok uzaklardan mı geliyorsunuz?

Nell:

– Evet, efendim, çok uzaktan geliyoruz, diye karşılık verdi; dedesi ondan yardım istediği için kendisi konuşmak zorunda kalmıştı.

Yaşlı adam:

– Londra’dan mı geliyorsunuz? diye sordu.

Kız da:

– Evet, dedi.

Ah, o da Londra’ya pek çok defa gitmiş! Eskiden arabayla Londra’ya sık sık gidermiş. Oraya son gidişinin üzerinden otuziki yıl geçmiş; şehirde büyük değişiklikler olduğundan söz edildiğini duymuş. O zamandan beri kendisi de epey değişmiş ya. Otuz iki yıl hayli uzun bir devreymiş; seksen dört yaş da epey uzun bir ömür sayılırmış; yüz yaşına kadar yaşayanlar da varmış ya, olsun.

Yaşlı adam bastonunu tuğla zemine vurarak, bunu sert bir şekilde yapmaya çalışarak:

– Şu koltuğa otursanıza, beyim, dedi. O kutudan da bir tutam alın. Ben pek kullanmıyorum, çünkü, pek hoşuma gidiyor ama, kimi vakit uykumu kaçırıyor. Siz benim yanımda daha çocuk sayılırsınız. Yaşasaydı benim de sizin kadar oğlum olacaktı. Onu askere aldılar, evine döndü ama, bir tek zavallı bacağından başka bir şeyi kalmamıştı. Her zaman da, bebeklik günlerinde üzerine tırmanmaktan hoşlandığı güneş saatinin yakınına gömülmek istediğini söylerdi. Dediğini yaptık, yerini kendi gözlerinizle de görebilirsiniz. O zamandan beri de çimenliğe dokunmadık.

Adam, başını salladı, yaşlı gözlerle kızına bakarak, korkmasının gereksiz olduğunu, bu konuda daha fazla konuşmayacağını bildirdi. O hiç kimseyi üzmek istemezmiş; sözleriyle herhangi birini üzmüşse bunun için de özür dilermiş, işte bu kadar.

Süt geldi. Nell, o ufacık sepetini açıp içindekilerin en iyilerini dedesine verdi, güzelce karınlarını doyurdular. “Odanın eşyası tam bir yuva havası yaratıyordu: Bir iki kaba saba sandalye, bir masa, köşeye konulmuş bir dolap, üzerinde kırmızılı bir hanımın mavi bir şemsiye ile yürüyüşünü gösteren parlak renkli bir resim bulunan çay tepsisi, duvara asılmış birkaç çerçeve, bir küçük elbise presi, sekiz günde bir kurulan bir saat, bir iki tava, bir ibrik. Yalnız, her şey tertemiz, derli topluydu. Nell çevresine bakınırken çoktandır özlemini çektiği huzur, mutluluk dolu bir havanın varlığını duydu.

– Buradan bir şehre ya da kasabaya gitmek ne kadar sürer acaba? diye sordu.

Adam:

– Şöyle böyle sekiz kilometre kadar bir yol var, yavrucuğum dedi. Bu gece yola devam etmeyeceksinizdir elbette.