Книга Cadı - читать онлайн бесплатно, автор Hüseyin Rahmi Gürpınar
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Cadı
Cadı
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Cadı

Hüseyin Rahmi Gürpınar

Cadı

Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.

İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.

Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.

BİRİNCİ BÖLÜM

1

Yenge ile Yeğen Arasında

“Yenge, bu telaşın ne? Ne oluyorsun Allah aşkına?”

“Müslümanlıkta iki şeyde telaş lazımdır: Kız evlendirmekte… Cenaze kaldırmakta…”

“Buna hiç diyecek yok… Güzel benzetme doğrusu!..”

“Ben şunu bunu bilmem… Biraz kendini çek çevir. Bu ağlamayı, bu somurtkanlığı bırak… Giyin… Kuşan… A dostlar, nedir bu hâlin?.. Bu ağlamış yüzünü görenler kırk yıllık yola kaçarlar. Tanrı’m övmüş yaratmış… Pekâlâ akça pakça sevimli kadınsın… Artık bu yastan vazgeç… Şen ol, şakrak ol. Gül, söyle… Bir kısmetin çıkar çıkmaz seni vereceğiz. Turşunu kuracak değiliz ya?..”

“Yenge, bu eve ben fazla mı geliyorum? Bana yedirdiğiniz bir lokma ekmeği mi sakınıyorsunuz?”

“Aman delinin söylediği lakırtıya bak?.. Senden ekmek sakınan, bir lokmasını bulamasın… O nasıl söz nankör karı?”

“Ne olursa olsun bir saat önce beni başınızdan savmanın yoluna bakıyorsunuz… Belki ben sonuna dek kocaya varmak niyetinde değilim…”

“Ne dedin? Ne dedin? Ebed-el-abad kocaya varmak niyetinde değil misin? Karabaş1 mı, merabet mi olacaksın? Tanrı, kadını kocaya varmak, erkeği de evlenmek için yaratmıştır. Anladın mı Fikriye?.. Şimdi beni kötü kötü söyleteceksin!..”

“Yenge bir parça Allah’tan korkunuz. Niçin beni böyle sıkboğaz ediyorsunuz? Daha beyimin kefeni solmadı… Yerde yatanı bu kadar çabuk unutmalı mı?”

“Ben Allah’tan korkarım. Her buyruğuna boyun eğerim… Beyin öldü ise Allah rahmet eylesin… Tanrı’nın buyruğu böyle imiş… Ne denir?.. Ölenle ölünür mü? Aylarla ağla bre ağla!.. Bunun sonu ne olacak… Bu ağlamaya göz değil, vallahi Horhor Çeşmesi olsa yine dayanmaz. Suyu kesilir… Sen öleydin acaba o, senin arkandan böyle kırk yıl gözyaşı döküp duracak mıydı? Evlenmeyecek miydi?..”

“Onun ne yapacağını ben ne bileyim?.. Beyimin üstüne evlenmek istemiyorum… Vicdanım bana lanet ediyor… Ben bunu bilirim… İşte bu kadar…”

“Kuzum Fikriye Hanım, kocaya varmayıp da hangi gelirinle geçineceksin? Seni kim besleyecek?..”

“Hah, dedim ya… Sizi bu telaşlara düşüren sebep beslemek meselesi… Ekmek meselesi… Kim mi besleyecek?.. Dayım… Bu evde bu kadar insan besleniyor. Bir benimle çocuğumun kuş kadar boğazı mı çok geliyor?..”

“Ne senin ne de çocuğunun boğazından yüksünen olduğunu, sana Tanrı’ya ant içerek söyledim…”

“Öyledir de evlendirmek için beni bu denli zorlamaktaki maksadınız nedir?”

“Maksadım… Düşüncem, yine senin geleceğin kızım…”

“Çocuğumla birlikte işte aranızda yuvarlanıp gidiyorum. Şimdilik bu kadar aceleye, benim iki ayağımı bir pabuca koymaya sebep var mı?”

“Kızım, sana dayın kırk yıl kalıcı değildir.”

“Dayımın akşama sabaha öleceğine dair Azrail’den sana haber mi geldi?”

“Hay dilin tutulsun! Sorduğu şeye bak!.. Şom ağızlı kaltak! Ölüm sıra ile değildir. Kimin ölüp kimin kalacağını ancak ulu Tanrı bilir… Allah, dayına çok uzun yıllar ömürler versin… Hepimizin üstünden eksik etmesin… Ben, senin için söylüyorum… Senin ölümüne bir şey kalmadı…”

“Hah, iyi ya işte!.. Ölürsem kurtulursunuz…”

Fikriye Hanım, sert bir gücenmeyle başının firketelerini birer birer çıkarıp yeniden saçlarının arasına, oraya buraya yerleştirerek sözüne devamla:

“Kuzum hanım yenge, herkesin ömrünün sonunu ancak ulu Tanrı’mız tayin eder… Benim ölümüme bir şey kalmamış olduğunu nereden bilip de böyle gönülden inanarak söylüyorsun?.. Merak ettim…”

“Mankafa, bunu anlamayacak ne var?”

“Ayıp değil ya, Tanrı’m işte beni mankafa yaratmış; anlayamıyorum… Söyle de anlayayım…”

“Bir kadının iki türlü ömrü vardır…”

“Acayip!.. Bir yaşıma daha girdim… Neler öğreniyorum… Kadının ömrü iki türlüymüş… Kadın kısmı, demek öldükten sonra kertenkele gibi dirilir. Sonradan bir daha ölür, öyle mi?..”

“Karı, söyler söyler, döner yine söylerim… Mankafasın işte… Kertenkele, adamakıllı bir defa öldükten sonra artık bir daha dirilmez…”

“Oh hanım, ben gözüme mi inanayım, sana mı? Kertenkelenin gövdesi ortadan ikiye ayrıldıktan sonra başı bir yana yürüdü, kuyruğu öbür yana gitti…”

“Bu hâl, hayvanın ölüp de yeniden dirildiğini mi gösterir?”

“Bilmem; Tanrı rahmet eylesin büyükannem kimi hayvanların dokuz canı vardır, derdi… Kapana tutulan fareler ne zor ölürler…”

“Allah müstahakkını versin! Şimdi kadınları kertenkeleye, fareye mi benzeteceğiz?..”

“Yılanın da canı birden çokmuş… Yılan öldürüldükten sonra gece ayaza bırakılırsa gökte ilk yıldızı görünce yine dirilirmiş…”

“Sana ne güzel öğretim vermişler, eğitmişler! Belleğini ne olgun bilgilerle süslemişler… Kadının kaç canı varmış? Kadın ninenin tandırnamesinde buna ilişkin açıklamalar yok mu?”

“Kadının bayağı zamanda bir, gebelik vaktinde iki canı vardır.”

“Böyle denmek gelenek olmuş ama bu deyim de yanlış olarak kullanılıyor. Çünkü yaratılış bakımından kadının bir canı vardır. O ikincisi karnındaki çocuğun canıdır. Çocuk doğunca kendi canını alıp çıkacak… Bundan annesine ne?..”

“Gebelik çağında bir kadının gövdesinde iki can bulunuyor ya, sen ona bak…”

“Fikriye, darılma ama çok saf, çok bön karısın!.. Zaten cin fikirli bir insan olsan kocanın ölümüne bu denli ağlamazsın?”

“Canım yenge, sözlerini anlayamıyorum… Bir kadının ölen kocasına ağlaması ahmaklık mıdır? Dayım ölse demek sen ağlamayacaksın öyle mi?”

“Dayın başka… O, başka canım…”

“Ah işte bunu hiç aklım almadı. Bunun başkası, maşkası olur mu? O, sana ne ise öteki de bana oydu. O da koca, o da koca…”

“Karılık kocalıkla geçirdiğiniz dört beş yıl içinde rahmetli seni, kim bilir kaç defa aldatmış… Üzerine ne haltlar etmiştir?..”

“Hiç…”

“Hiç mi? Karının ahmaklığı işte bundan belli olur…”

“Neden?”

“Kocasına sonsuz bir inan göstermekten…”

“Üzerime hiçbir hıyanette bulunmadığına ve bulunmayacağına daima karşımda en büyük antlar içer, dururdu.”

“O yeminleri bana senin dayın da edip dururdu ama bir gün kendisini evimizin arkasındaki bostan kulübesinde bahçıvanın kızı Despina ile yakaladım. Kendi elceğizimle tuttum… Erkeğe inan olur mu? Bu apaçıklığa karşı yine o bana kırk kurt masalı okumaktan çekinmedi. Hâlâ da sadakat yeminlerine devam ediyor… Bu durum, bu gerçek bizde ağababalarımızdan, kadın ninelerimizden, daha onların dedelerinin dedelerinden beri böyle gelip böyle gidiyor. Kızım, lakırtımı karıştırdın. Sözüm nereye gelecekti?.. Bir kadının iki türlü ömrü, yaşantısı vardır. Birincisi ulu Tanrı’nın her kuluna çeşitli ölçüde nasip ettiği beşikten mezara dek süren doğal ömrü… İkincisi asıl kadınlık yaşantısı ki bu da iki kısma ayrılır. İlki otuz yaşına kadar sürer; sonrası kırkı, kırk beşi bulur… Bu iki yaş, kadın için asıl ahiret ölümünden önce gelen biri küçük, öbürü büyük iki dünya ölümüdür. Otuzunda bir kadın, artık kadınlık albenisini yitirecek bir çağa girmiş sayılır. Kırk beşinde üreme görevi verimsizleşir… Yine tandırname yazınında bazı sözler vardır: Bir kız için on beşinde gonca güldür açılır; yirmisinde letafeti saçılır; otuzunda tan yerine atılır; kırkında, ellisinde son evreye kadar birtakım şeyler söylerler. Çöküş sınırı olarak bir kadını otuzunda çektikleri bu tan yeri neresidir? Bilmem. Fakat otuz yaşın gökçe soy için pek parlak bir devir olmadığı anlaşılıyor. Yani kadın, bu yaşta, her ne olursa olsun bir kocaya varmış; bir erkeğe mal olmuş bulunmalıdır. Kocada iken bu çağa giren kadınlar her hâlde bu gerileme devrine adım atmış bulunuyorlar ama -erkeklerin de bu iyiliklerini inkâr etmeyelim- ‘vaktiniz geçti’ diye eşlerini tutup pencereden aşağı atmıyorlar; ‘Artık ne bela ise başımıza bir kere gelmiş bulundu!’ diyerek karılarının dertlerini çekip gidiyorlar. Sana ‘Ölümüne bir şey kalmadı.’ dediğim, kadınlığın değerli çağının manevi ölümü içindir. Ulu Tanrı daha çok vakitler yaşatsın. Asıl ecelin için değil… Öyle ya sen şimdi ferah ferah yirmi sekizindesin… Otuzuna, yani tan yerine çekilmene ne kaldı? İki senecik. Artık ondan sonra yüzüne bakan olmaz. Evde kalırsın. Ölmüş kocanı unutursun. Bu acın geçer. Dayı koltuğuna sığınmış olmaktan bıkar, başlı başına bir evin hanımı olmak ister, koca diye hant hant ötmeye başlarsın; ama iş işten geçmiş bulunur. Ben sana ana öğüdü veriyorum yavrum… Baba ekmeği zindan ekmeği, koca ekmeği meydan ekmeği derler. Başında bir çocuğun, yani bir pürüzün var. Evlenme tavını geçirmek senin için akla uygun değildir. Kimi kadınlar, otuz beşe gelir de yirmi sekiz, yirmi dokuzdan yukarı çıkmak istemezler. Orada demir atarlar. O niçin o? Otuz yaşı, kadınlığın ilk ölümü de onun için… Fakat yaş saklamak ne para eder?.. Bu işten çakanlar bir bakışta anlar. Ben otuzumu atladıktan sonra dayın kimi kez gövdemi yoklayıp da ‘Emine, darılma ama otuzu geçtiğin besbelli oluyor… Piliç başka, tavuk başka…’ derdi. Şakaya buluşturup kartlığımı yüzüme vurur, tan yerine çekilmiş olduğumu anlatırdı… Gücüme giderdi ama ne denir?.. Erkektir. Elli yaşına da gelse daima kendini on sekiz, yirmi yaşında bir kız alabilmeye yaradılıştan yetkili görür. Evet altmış yaşındaki erkek otuzundaki kadını kartlıkla suçlar. Ne büyük haksızlık!.. Acaba Âdem babamız cennette Havva anamıza güvey girdiği zaman aralarındaki yaş farkı ne kadarmış? Bunu bilen var mı? Derin bir şeyhe rast gelsem de sorsam.”

2

Bulunmaz Bir Tunus Gediği 2

Fikriye Hanım dört yıl kadar mutlu, tatlı bir evlilik çağı geçirdikten sonra genç, güzel beyinin acıklı bir şekilde birdenbire ölümüyle taze dul kalarak, dayısı Hasan Efendi’nin evine dönmüştü. Zavallı Fikriye, küçük yaşında babasından ve anasından öksüz kalmış olduğu için dayısının evinden başka gidecek bir yeri yoktu. Rahmetli kocası Bedri Bey, varlık adına hemen bir şey bırakmamıştı. Evliliklerinin ürünü olarak yalnız üç yaşında bir kız kalmıştı.

Yaslı dul kadın, kızı yetim Latife’yi bağrına bastırıp dayısının babaca şefkat ve koruma kanadına sığınarak bir odaya çekildi. Durmayıp gözyaşı döküyor. Kocasının ölümü üzerinden aylar geçtiği hâlde, yaslı gözyaşları bir türlü dinmiyordu.

Fikriye’nin bu dönüşü, o zamana değin yalnız başına ev hanımlığına alışmış olan yengesi Emine Hanım’ın hiç hoşuna gitmedi. Bu dul yeğenin her ne suretle olursa olsun bir ikinci kısmeti çıkıp da evlerinden bir ayak önce savuşup gitmesi için ne türlü çarelere, yollara el atabilirse hepsine başvurmaktan geri durmuyordu.

Fikriye Hanım güzel, alımlı, oldukça terbiyeli bir kadındı. Fakat çocuklu bulunması sakıncasından dolayı evlenmeye iştahlı, uygun bir istekli çıkmıyordu. Yenge Emine Hanım, kılavuz kadınlara büyücek paralar adadı. En sonunda bir iki kısmet çıktı. Fakat bunlar da evlenmelerinden, geleceklerinden hayır, geçim umulur kimseler değildi. Kimi ihtiyar kimi sakat kimi züğürt kimi çapkındı.

Fikriye’nin bu kısmetsizliği, yengesinin çaçaronluğunu dayanılmaz bir dereceye vardırdı. Emine Hanım, kocaya varmanın erdemlerini, pek çok gerektiğini açıklama dırdırına artık hiç ara vermez oldu. Türlü dokundurmalar, simgeler, alt anlamlı cümlelerle her gün, her saat bu yüksünmeyi sezen talihsiz Fikriye’nin zaten dertli, yaralı yüreği bütün bütün kan kusuyor oluyordu.

Sonra bir gün kılavuz karının biri, telaşla geldi. Fikriye Hanım için yağlı bir parça, bulunmaz bir Tunus gediği çıktığını müjdeledi. Artık sevinçten yenge Emine Hanım’ın etekleri zil çalmaya başladı. Ona göre araştırmaya, incelemeye, sorgu suale kalkışmaksızın hemen Fikriye’nin bohçalarını bağlayıp sandığını, sepetini toplayarak kocasının evine gönderivermek gerekti. Kılavuz kadının uygun görüşü de böyle idi. O da ivedilikten yana idi. Çünkü bu kısmet pek az ele geçen olağanüstü ekstra türden bulunduğundan, nikâh uzarsa ara yere dedikodu karışır, iş bozulurmuş… Bu adamın iştahlısı pek çok, varmak isteyen kadınların sayısı, sınırı yokmuş… Bozmak için yermeleri; akla ve hayale gelmez, yakası açılmadık iftiralar atmaları; birçok şeyler uydurmaları düşünülebilirmiş. Kılavuz kadın, bu ekstra Tunus gediğini şöyle tanımlıyordu:

“… Bakanlığında, … kaleminin müdürü Naşit Nefi Efendi… Hem şöyle böyle değil… Kelli felli, şanlı şöhretli, bütün yanlarıyla, her yönüyle bir efendi. Yalan kabul etmem. Aylığı dört binden, yaşı da kırktan ziyade… Evcimen, ağırbaşlı, tam karı değeri bilecek çağda bir adam… Dosta kısmet olacak bir parça… Artık buna hiç lam, cim istemez. Söz getirdim. Söz verin götüreyim. İş bitsin vesselam.”

Fikriye Hanım, kılavuz kadının bu özlü, kısa fakat şüpheli övgülerine karşı derin derin düşünerek:

“Hanım, bu adam böyle kırk yaşını geçinceye dek hiç evlenmemiş mi? Bekâr mı durmuş?”

Bu soruya karşı kılavuz kadın, şehadet parmağını, entarisinin yakasından içeriye sokup, gözlerini süze süze gerdanının etrafını tatlı tatlı kaşıyarak:

“Dur kızım. Vebal istemem. Hepsini anlatacağım… Evlenmemiş değil… Evlenmiş… Kısmet olursa galiba sen üçüncü hanımı olacaksın…”

Fikriye Hanım haykırarak:

“Ay ben iki ortak üstüne mi gideceğim? Tanrı’m göstermesin!..”

“Hanım, lakırtıyı iyi anlamadan bomba gibi ateşlenme öyle… A şimdiki tazelerle lakırtı olmuyor ki… Tanrı’m esirgesin, hepsi farfara… Bu efendinin ilk karısı ölmüş. İkincisini boşamış… İşte şimdi sen üçüncü gideceksin… Bir evin bir hanımı olacaksın… Anladın mı efendim?..”

“İlk hanımı neden ölmüş?”

Kılavuz kadın, bir kahkaha salıvererek:

“Kendisine bakan hekimi bulup da hanımın hangi hastalıktan gittiğini sormayı doğrusu unuttum… Ay üstüme iyilik sağlık; bu da lakırtı mı ya? Seninle evlenmek isteyenler, ilk kocanın hangi hastalıktan öldüğünü soruyorlar mı?”

Beri yandan yenge Emine Hanım bağırarak:

Aman Fikriye, kimi kez öyle budalaca sorular sorarsın ki beş yaşındaki çocuk sormaz… Bırak kadını kendi hâline, lakırtısını bitirsin…”

Fikriye Hanım kızarak:

“Sormayınca meselenin pürüzlü tarafına yanaşmıyor ki kendi hâline bırakayım!.. Kısmet olursa galiba ben üçüncü hanımı olacakmışım!.. ‘Galiba’ya dikkat buyuruluyor mu? Peki birinci hanımı neden ölmüşse ölmüş… İkincisini neye boşamış? Bunu sormak hakkım değil mi?”

Kılavuz, parmağının ucuyla hâlâ yakasının içindeki pireyi araştırarak:

“O ciheti pek derin bilmiyorum… Ne yalan söyleyeyim?..”

“Kılavuz değil misin? Her ciheti bilmelisin.”

“Öyle ağır, kibar bir efendiden ‘Sen karını niçin boşadın?’ diye nasıl sorulur?.. Karı kocalıkla ilgili bir iş olmalı…”

“Bak şimdi bütün bütün merak ettim. Karı kocalıkla ilgili o gizli iş nedir acaba?”

“Karı koca, ikisi bir döşekte yatarken aralarına girip de araştırma yapmak gerekir ki bu derece içyüze girmeyi hiçbir kılavuz başaramaz sanırım. Bu denli ince eleyip sık dokumak iyi değildir. Karı bırakan erkeklerin, kocadan boşanan kadınların daima başkalarıyla evlendikleri görülüp duruyor. Birinci, ikinci, evlenmede dirliksizliğe uğrayanların üçüncü, dördüncüde gül gibi geçinip gittikleri hiç işitilmemiş bir şey midir?”

“Peki… Haydi boşanma sebebi… Bu yön kapalı kalsın. Fakat iki evlenmeden bu efendinin hiç çocuğu olmamış mı?”

Kılavuz kadın, göğsündeki pireyi daha derinlerde arayarak:

“Söz sırası hepsine gelecek. Azıcık sus kızım…”

“Ben susarsam sen bu önemli noktalarda sakız çiğneyip gidiyorsun. Çocuğu var mı? Yok mu? Söyle…”

“Var…”

“Kaç tane?”

“İki…”

“Bir de benimki üç… Hepsi bir araya gelirse… Bir curcunadır kopar!”

“Sen her şeye bir kusur buluyorsun… O, senin çocuğunu kabul ediyor da sen onunkilere neye katlanmıyorsun?”

“Sen bu adam için kırkını geçkin diyorsun ama o herhâlde elliyi de aşkın, büyükbabam yerinde bir kimse olacak…”

“Doğum tarihini görüp de kaç yaşında bulunduğunu parmağımla bir bir hesaplamadım… Ben işittiğimi, gördüğümü söylüyorum…”

“Kılavuz hanım, şimdi şu senin göğsünde dolaşan gibi bu işin içinde pek çok pire yeniği var… Meselenin nazik noktalarında kem küm ediyorsun…”

Kılavuz kadın, öfkesinden göğsünü yumruklayarak:

“Aman ne gırgırcı ne kırk merak kadınmışsın!.. Eğer bir yalanım varsa yedi atama lanet olsun! Getiriniz Kur’an’ı abdest alıp üzerine el basarak söyleyeyim. Müslüman değil misiniz? Bunun daha ötesi var mı? Bu adam gibi koca şu zamanda pek az bulunur. Hâli vakti yerinde… Ahlakı, her hâli pek olgun. Mumla aranıp da bulunmayacak bir zat… Benim de iki elim yanıma gelecek… Sizi aldatıp da ne kazanacağım?.. Özünüzü Tanrı’ya doğru tutun. Sözüme güvenin. Vallahi pişman olmazsın. Bu adam, bir eşine daha rastlanmaz yaradılışta bir erkektir. Fakat onu da söyleyeyim ki düşmanı çoktur… İşiteceğiniz tuhaf söylentilere, dedikodulara hiç önem vermeyiniz. Billahi sonra bana dua edersiniz.”

“Tanrı’ya şükürler hepimiz Müslüman’ız. Sözlerine inanmak istiyorum. Lakin sen de inkâr edemezsin ki anlattıklarının içinde lastikli sözler var. Bu kadar iyi adamın düşmanı neden çok oluyor?.. İşiteceğimiz tuhaf söylentiler nedir?..”

Kılavuz kadın, yine dövünmeye başlayarak:

“Hay sıkıntımdan şimdi çatlayacağım! Sözlerime inan. Biraz da Tanrı’ya bel bağla… Çöpsüz üzüm nerede bulunur?.. O adamın da bir iki pürüzü olmasa bu kadar mükemmel bir kocayı sana bırakmazlar.”

“Pürüzü ne imiş?”

Beri yandan yenge Emine Hanım, birdenbire parlayarak:

“Pürüzü neymiymiş?.. Elinin körü! Kadın sana yedi atasına lanetler davet ederek, antlar içerek, Kur’anlara el basarak inandırıcı söz söylüyor… Neye inanmıyorsun? Sen kendini o kadar şikâr bir şey mi sanıyorsun?.. Dünyada senin gibi baba evinde, dayı, hala evinde pinekleyen taze dul çok!.. Fakat başlarına kusan yok… Şimdiki zamanda hani koca?.. Avrupa’da akıllı Frenkler hesap etmişler… Bir erkeğe tam beş karı düşüyormuş… Galiba İstanbul’da daha çok düşüyor ki bizim mahalle bekçisi İsmail Ağa’nın bile biri Arap, öbürü beyaz iki karısı var… Sen varacağın adamın ölen, boşanan karılarını hesaplıyorsun… Ortak üzerine gidenlerin canları yok mu? Kendine gel ayol!.. Ah aman haspam! Bir kara kaşından, kara gözünden başka nen var? Seni bu arkandaki yumurcağınla kim beğenip de alacak?.. Söyle bakayım?.. Hem edep, hayâ denilen şeyler artık dünya yüzünden bütün bütün kalktı mı? Çok şükür Tanrı’ma, dayın hayattayken, ben varken evlenme konusunda sana söz düşer mi? Bu yönleri incelemek, araştırmak bize düşer. Sana ne oluyor? Aman ya Rabbi! Ne ahir zamana kaldık? Şimdiki kızlar, kadınlar velilerine lakırtı bırakmadan sözü kendileri kesiyorlar. Nerede ise yeni doğan çocuklar da göbeklerini kendileri kesecekler… Kıyamet alametleri! Biz nezaket ettik de bu işte hanımefendinin düşüncesini sorduk. Bu nezaketimizi sindiremedi. Affedersin. Hata ettik. Haydi bakayım odana. Kılavuz hanımla yalnız görüşeceğiz.”

Fikriye Hanım, çıkmak üzere kalkar. Fakat son gücenikliğini gizleyemeyerek:

“Beni başınızdan savmak için koca yerine ortaya bir canavar bile çıkmış olsa kaldırıp önüne atıvereceksiniz… Evlendirilecek kadının oyu sorulmazmış… O eski usul yengeciğim… Kadın ninelerimizin çağında belki öyle idi. Fakat şimdi değil… Zamane kızları varacakları erkekleri kendileri seçiyorlar… Pekâlâ sözlerini de kesiyorlar. Yalnız velilerine ‘Ben falan adama varacağım.’ diye kararı bildirmiş oluyorlar.”

“Ben seni alık sanıyordum ama sen epey fenlenmişsin. Bu yeni usul evlenmeleri nereden öğrendin?”

“Ben de hâlime göre gün gördüm. Çocuk anası oldum… Bebecik değilim ya!..”

Kılavuz kadın, göğsünü dağlamakta olan pireyi bu aralık yakalar. Bir öç alış gülümsemesiyle iki tırnağının arasında “çıt” diye kırarak:

“Fikriye Hanım kızım, gel sen şu adama var da düşmanların işte bu pire gibi çattadak ortalarından çatlasınlar. Lakırtıyı uzatmayın. Kendinden büyüğünün sözünü dinleyen zarar etmez…”

Fikriye Hanım, öfkesinden dudaklarını ısırarak:

“Benim oyumu niçin alıyorsunuz? Kocaya varanın düşüncesi sorulmazmış!.. Yengem beni, baksana odadan kovuyor… Satılık halayığın oyu alınır mı? İşte ben de o demeğim. Siz ikiniz konuşunuz. Karar veriniz. Dayıma da işi bildiğiniz gibi anlatınız… Ben bu evden ne suretle olursa olsun gideyim… Yengem rahat etsin… Sen de beş on kuruş kazan!”

3

Doğru Sözlü Bir Kocakarı

Fikriye Hanım’ın kinaye yoluyla ağzından çıkan bu sözlerin etkisi gerçekten yerini bulur: Kılavuz kadın her gün gider, gelir. Yenge hanımla bir odaya kapanıp kapıyı sürmelerler. Saatlerce gizli konuşurlar. Bu özel konuşmalarına hiçbir gün Fikriye Hanım’ı kabul etmedikleri gibi bir süre, kesin kararları hakkında da kimseye renk vermezler. Fikriye, meraktan ölür… Yengesinin elinde olsa kendini bir an önce evden savacağına şüphe yok. Fakat iş neye uzuyor? Demek çözülmesi gereken nice zorluklar, pürüzler var… Evlenmenin olabilmesi için, gösterdiği her türlü engeli yıkan şiddetli isteğe karşın, yenge hanımın bu hızlı gidişini durduran zorluk acaba nedir? Kılavuz kadının ağzından kaçırmış olduğu şu “Bu adamın düşmanı çoktur; işiteceğiniz dedilere kodulara, özellikle tuhaf söylentilere önem vermeyiniz.” sözleri Fikriye Hanım’ın düşünce gecelerinde, düşünme saatlerinde, düşlerinde durmadan tekrarlanıyor; tedirgin edici, heyecan verici tınlayışlarla kulaklarında, çözülemez, korkunç bir bilmece gibi çınlayıp duruyordu.

Çok sürmez. Gerçekte bu dediler, kodular, tuhaf söylentiler başlar. Fikriye’nin merakı bu kez olanca gücüyle korkuya döner. Bakınız nasıl:

Yenge Emine Hanım’ın, sır dolu telaşları, gizli konuşmaları sonucunda besbelli var olan zorluklara bir çözüm yolu bulunur. Dayı efendiye mesele, bir yumuşak biçimde anlatılır. Kılavuz kadının becerikliliği sayesinde her şey yoluna girer. İş pişirilip kotarılır.

Günün birinde Fikriye Hanım’a, Naşit Nefi Efendi ile nikâhlarının kıyılacağı haber verilir. Zavallı kadından çıkacak evet veya hayır cevabını dinlemeyi bile önemli saymayarak işe girişilir. Eksiği, gediği tamamlamak için çarşıya, pazara gidilmeye, nikâh hazırlıkları görülmeye başlanır.

Evlenme günü yaklaştıkça yenge hanımın telaşı her gün bir parça daha artar. Gelen, giden konuk kadınlarla uzun uzadıya fısıltılara girişir. Fikriye Hanım, odadan içeriye girince sözler değişir, bütün yüzler garipseyen bir acıma tavrıyla önce o zavallıya, sonra anlamlıca ve gizlice soran bakışlar birbirine dikilir. Herkes birbirine baka baka dudaklarını ısırır.

Evet, gizli bir hâl var. Ortada bir şey dönüyor, Fikriye’ye büyük bir oyun oynanıyor ama nedir?

Yenge Emine Hanım’ın, Fikriye’ye duyurmamak için gelene gidene karşı ettiği sıkı tembihlere, gösterdiği tedbirlere, sakıntılara karşın, sonunda bir gün bu önemli sır patlak verir. Bunun ne olduğunu Fikriye de öğrenir. Tüyleri ürperir, nefesi kesilir…

Bir gün eve Habibe Hanım adında eski dostlarından eli değnekli, yaşlı bir konuk gelir. Daha kapıdan girer girmez yenge Emine Hanım önüne çıkarak Naşit Nefi Efendi hakkındaki söylentilerin Fikriye Hanım’ın yanında ağıza alınmaması için gerekenleri söylemeye girişir. Fakat konuk hanım, değneğini titrek eliyle ve öfkeyle bir savurarak:

“Baksana hanım, sen bu eve gelin gelmezden yirmi yıl önce ben bu aileyi tanırım. Yalnız Fikriye değil, hemen hemen onun anası da benim elimde büyüdü gibi bir şeydir. Dostlarımız öldüyse hatırları ölmedi. Ben bugün buraya Allah için birkaç söz söylemeye geldim…”

Yenge Emine, o saate değin pişirmekte olduğu aşa bir kocakarının soğuk su katmaya kalkıştığını anlayınca öfkeyle:

“Büyük hanım, bu evin ne kadar büyük ve eski dostu olursanız olunuz, şu saatte burada bir misafirden başka bir şey değilsiniz. Nasıl söylenirse o yolda davranmak üzere içeri kabul olunabilirsiniz… Yoksa!..”