Книга Cadı - читать онлайн бесплатно, автор Hüseyin Rahmi Gürpınar. Cтраница 2
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Cadı
Cadı
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Cadı

Kocakarı, arkasına giydiği geniş hırkanın kabarıklığı ile iki omzu ortasında bir kaplumbağaya benzeyen başını yerinme ile sağa sola döndürerek:

“Sözünü bitir bakayım!.. Yoksa, kapı dışarı öyle mi?”

“Evet… Ne yazık ki öyle…”

“Sen bana iyi bak hanım!.. Ben öyle senin gibi şımarık yeni hanımların sözleriyle hareket eden kocakarılardan değilim. Gözünü aç yavrum! Hem sen karşımdan çekil! Fikriye gelsin. Benim sözüm ona… Seninle bir işim yok!”

“Bu evin hanımı benim… Fikriye’nin burada ‘esamisi’ okunmaz! Sabahleyin bunakça lakırtılar dinlemeye de vaktim yok! Bir gürültü çıkarmadan buradan selametle gidiniz… Haydi bakayım büyük hanım!.. Haydi!..”

Kocakarı, korkunç bir taşkınlıkla değneğini Emine Hanım’ın suratına doğru savurarak:

“Çekil karşımdan yelloz!..”

“Ay bu titrek hâlinle beni mi döveceksin?..”

“Evet, seni döveceğim! Öteye bile geçeceğim…”

“Sen bunamışsın hanım… Yanlış yere geldin galiba!.. Burası kavga yeri değil… Pabucu büyüğe3 git de okun…”

“Tanrı’ya şükürler ben bunamadım… Bu yaşında sen bunamışsın… Ne dediğini bilmiyorsun. Ben yanlış yere gelmedim. Hasan Efendi’nin evine geldim. O kocan olacak herifi elime bir geçirsem önce onu döveceğim! Sana ne kadar yüz vermiş böyle… Dünya değişti: Ayaklar baş, başlar ayak oldu. Şimdiki karılar, kocalarına komuta ediyorlar… Âlemin düzeni, nizamı bozuldu. Sen ıslah eyle Tanrı’m! Ne günlere kaldık!..”

“Benim kocama karşı olacak davranışım senin ne üstüne vazife!.. Âlemin nizamından, düzeninden sana ne? Bir ayağın çukurda, senin şurada üç günlük ömrün kalmış… Onun bunun dedikodusuna karışacağına Tanrı’dan af dilemekle, ibadetle uğraşmana bak…”

“Haydi karşımdan çekil kadın! Senin öğütlerine muhtaç değilim… Ölüm, yaşla sırayla değildir. Gençliğine güvenme. Kimin ölüp kimin kalacağını bir Tanrı’m bilir. Onun işine karışılmaz… (Haykırarak) Fikriye, neredesin kızım?.. Gel bu çaçaron yengenin elinden beni kurtar! Sana söyleyecek birkaç önemli sözüm var!”

Zaten bütün bu sert konuşmayı merdivenin camlı bölmesi arkasından dinleyen Fikriye Hanım, bu çağrı üzerine ortaya çıkar. Yengesinin öfkeli bakışlarına önem vermeyerek gider, saygıyla büyük hanımın elinden öper… Kocakarı da Fikriye’nin alnına bir öpücük kondurarak:

“Gel yavrum gel… Rahmetli anacığın üç gecedir sıra ile düşlerime giriyor ‘Kızımın başını ateşlere yakıyorlar. Git, kurtar!’ diye yalvarıyor… Seni Naşit Nefi Efendi adında bir adama veriyorlarmış… Söz kesilmiş. Nikâh olmak üzereymiş… Bu adamın kaç karı boşadığını, ne belalı herif olduğunu, ne korkunç geçmişi bulunduğunu biliyor musun?”

O saate değin kendinden gizlemeye uğraştıkları önemli sırlara artık ermek üzere bulunduğunu anlayan Fikriye, iyiliğini isteyen bu kocakarının karşısında baştan ayağa kulak ve canlı bir dikkat kesilerek:

“Hayır bilmiyorum…”

“Bilmiyorsun da öyle ‘netameli’ uğursuz bir herife ne varıyorsun? Başın bacadan mı aştı?..”

“Ben varmıyorum… Veriyorlar… Dayım, yengem dururken bu konuda bana söz düşmezmiş… Araştırmalar, incelemeler, bütün iyi ve kötü onlara aitmiş…”

“Bu zamanda bir halayık bile istemediği bir yere satılamaz. Sen varmam diye direndikten sonra zorla nasıl verebilirlermiş bakayım?.. Ben sana duyduğumu olduğu gibi anlatayım da cesaret edebilirsen bu herife var.”

Bu korkunç kocakarının çenesini tutmanın artık elden gelemeyeceğini büyük bir üzüntüyle gören yenge Emine Hanım, iki elini -işi oluruna bırakırcasına- göğsüne kavuşturarak çaresizlik anlatır bir durumla:

“Senin açığa vurmana hacet yok, senden önce ben söyleyeyim… Çünkü senin duyduklarını, olduğu gibi, biz de duyduk.

Fikriye’yi göstererek:

“Duydunuz da bu zavallıya niçin haber vermiyorsunuz? Bucak bucak her şeyi saklıyorsunuz?”

“Büyük hanım, inanılacak bir şey değil ki söyleyelim. Bir masaldan, bir hayalden, şunun bunun uydurmasından ibaret boş dedikodular…”

“Nasıl boş dedikodu?.. Nasıl masal?..”

“Naşit Nefi Efendi’nin ölen ilk karısı Binnaz Hanım güya cadı olmuşmuş da kocasının aldığı karıları boğmak için gece mezarlıktan çıkar, eve gelirmiş. Söyleyeceğiniz bu değil mi?”

Kocakarı, Tanrı’ya sığınarak, büyük bir telaşla hırkasının yakasını ısırırken:

“Öyle ya!..”

“Bunca gün görmüş koskoca ak saçlı bir hanımsınız. Siz bu uydurma şeye inanıyor musunuz?”

“Neye inanmayayım?.. Cenaze evde yattığı gece üzerinden kedi mi atlatmışlar? Ne yapmışlar? Zavallı hatun, Tanrı esirgesin işte cadı olmuş…”

Yenge Emine Hanım, kocakarının bu saflığına karşı biraz yumuşayarak:

“Hanım nineciğim, şimdi öyle cadıya, hortlağa pek inanan kalmadı… Üzerinden kedi atlatmakla bir ölü cadı oluverse bütün mezarlıklar cadılarla dolar, diriler için artık rahat ve huzur kalmazdı… Sizin gibi iyi yüreklilerin saflığıyla eğlenmek için bazı kötüler, böyle şeyler uydurup arayıcı fişeği gibi ortaya salıveriyorlar. Birçok suçsuzların da felaketlerine sebep oluyorlar. Bizim Fikriye Hanım da sizin gibi saftır. Her işittiği şeye inanıverir de işte onun için, ben bu ciheti kendinden saklamaya uğraştımdı. Biz inceden inceye araştırdık. Naşit Nefi Efendi pek olgun bir adammış. Böyle koca her zaman ele geçmez… Herkesin akılalmaz birtakım uydurma saçmalarına bakıp da bu kısmeti kaçırmayalım. Siz gerçekten ailemizin eski dostuysanız, Fikriye’nin iyiliğini isterseniz bizimle birlikte ona öğüt veriniz de bu adama varsın… Biraz gün görsün, safa sürsün… Haydi buyurunuz. Bir kahve içip dinleniniz…”

Yenge Emine Hanım, kocakarıyı odaya alır. Başköşeye oturtur. Eline kahveyi sunar… Yaşlı kadın, bu davranışın, aldığı şu ikram ve nezaket sonucunun karşısında tutumunu değiştirme gereğini sezerek der ki:

“Vallahi kızım, sandığınız kadar saf bir kadın değilim… Bu cadı lakırtısını duyunca ben de hoppadak inanıvermedim. İlk önce güldüm. ‘Büyü tutturmak için uyduruyorlar. Büyülerine tavşan başı.’ dedim. Bunu bana komşumuz Hürmüz Hanım haber verdi. O, Naşit Nefi Efendi’nin bıraktığı kadınlardan birini tanıyor. Şükriye adındaki bu kadın, Frenk mektebinde okumuş; Türkçe, Fransızca, İngilizce ve her türlü dilden biliyor. Yazma, okuma, resim, nakış, bilmediği yok. Uçanla kaçan elinden kurtulmuyor. Başına gelenleri âdeta bir roman gibi koca bir kitap yapmış… Taşkasap taraflarında bir kocaya daha varmış. Bu Şükriye, Hürmüz’e cadı hakkında pek fena şeyler anlatmış. Dinlerken tüylerim hep diken diken oldu. Bunlar ne masal ne hayalat… Kadın kendi serüvenini hikâye etmiş… Bu, korkunçluğu kadar da tuhafın tuhafı olan hikâyeyi işitince meraktan duramadım. Zaten işim gücüm ne?.. Bir gün Hürmüz’le birlikte kalktık, Taşkasap’a Şükriye’nin evine misafir gittik. Kanı sıcak, fıkır fıkır, lakırtıcı bir taze… Kadın bize izzet, ikram, kıyamet… Parça parça oldu. Nereye oturtacağını bilemedi. ‘İkramı, külfeti bir yana bırak da gel şöyle karşıma otur. Cadıyı anlat… Meraktan helak olacağım yavrum. Çünkü bu Naşit Nefi Efendi, pek sevdiğim bir aileden kız istemiş… Ben buraya olup bitenleri soruşturmaya geldim. Gerçek her ne ise bizden saklama, olduğu gibi söyle.’ dedim. Şükriye Hanım bize cadı ortağını bir bir anlattı. Yetmiş yaşıma girdim kızım, böyle acıklı, tuhaf şey işitmedim. Ben şimdi size ne söylesem mübalağaya yorarsınız. Birlikte geliniz. Sizi oraya, Şükriye Hanım’ın evine götüreyim. Kendi kulağınızla işitiniz. Kılavuz kadınların sözlerine inanmayınız. Naşit Nefi Efendi, ilkinden sonra şimdiye değin tam yedi karı almış… Artık zavallı adama İstanbul içinde hiçbir kadın varmıyormuş… Bu cadı eşinden dolayı pek fena adı çıkmış… Şükriye’nin dediğine göre iyi ahlaklı bir kimse imiş… Böyle uğursuz, belalı bir adamın ahlakı ne kadar güzel olursa olsun para eder mi? Tanrı’m kısmet etmesin, ya eğer bizim Fikriye bu adama varacak olursa dokuzuncu karısı olacak… Sonunda ya boşanacak ya boğulacak… Başka bir hayır beklemeyiniz…”

Ertesi günü soruşturmak için hep birlikte Taşkasap’a, Şükriye Hanım’a gidilmeye karar verilir…

4

Dünyada Neler Olmaz?

Kocakarı gittikten sonra yenge ile yeğen arasında yine bir kızılca kıyamettir koptu. Fikriye aşırı karamsarlığından, tiksintisinden kendini yüzüstü minderin üzerine atarak haykıra haykıra:

“Aşk olsun yenge! İnsaniyetine teşekkür ederim! Hakkımdaki şefkatsizliğini biliyordum ama beni bu evden savmak için boğdurmaya gönderecek kadar bir vahşiliği göze aldıracağını düşünemezdim! Çok şükür onu da öğrenerek ne yaradılışta bir kadın olduğunu anladım!”

“Ah aptal karı ah… Ben senin yararına uğraşıyorum, sen bak aleyhimde ne kötü sanılarda bulunarak kalbi bozuk bir kadın olduğunu ortaya koyuyorsun.”

“Beni, karısı cadı olmuş bir adama vermek, yararıma çalışmak demek midir?”

“Böyle masallara inanıyor musun Fikriye?”

“Niçin inanmayacağım?..”

“Böyle şeyin aslı olur mu canım?”

“Aslı olmaz da bu işittiklerinizi benden niçin saklıyordunuz?”

“İşte böyle beyinsiz bir yaratık olduğunu biliyordum da inanacaksın diye saklıyordum. Düşündüğüm yine geldi çıktı ya…”

“Yaşlı hatunu dinlemedin mi? Ne büyük bir yürek gücüyle ne derin bir güvenle söylüyordu!”

“Üzerinden kedi atlarsa ölü cadı olur diyen bir bunağın saçmalarına inanıyorsun da benim akıl ve mantık içindeki sözlerime neye inanmıyorsun, güvenmiyorsun?..”

“Serüvenin sahibi Şükriye Hanım’ın kişisel tanıklığına ve dosdoğru anlattıklarına ne diyeceksin?..”

“İşte yarın gidip bu hanımı dinleyeceğiz. Kim bilir bu da ne alık bir karı olmalı ki böyle saçma sapan sebeplerden kocasından ayrılmış…”

“Yenge, böyle ezbere hüküm vermekle olmaz. Büsbütün asılsız yere de bu söylentiler çıkmaz. Şükriye Hanım neden alık bir kadın olsun? Birkaç dilden okuyup yazmak bildiğini işitmedin mi? Haydi olmazı olur sayarak Şükriye Hanım’ı alık bir kadın kabul edelim. Naşit Nefi Efendi’ye eşlik eden öbür altı yedi kadının hepsi de mi alıktı? Ya boğulana ne diyeceksin?”

“Fikriye, benim babam ‘tarik-i nazenin’dendi. Beni pek gözü kapalı büyütmedi. Seksen Şükriye Hanım tanıklık etse ölüp gömülen bir kadının mezardan çıkarak ortaklarını boğmaya geldiğine beni inandıramazlar.”

“Hanım yenge, dünyada herkes ahmak, herkes budala da yalnız sen mi akıllısın? Cin, peri, cadı, hortlak yok mu? Bütün dillerdeki sözlüklere bu kelimeler büsbütün asılsız, anlamsız olarak mı yazılmış?.. Kimi ölülerin ruhları ailelerini, evlerini ziyarete geldiklerini hiç işitmedin mi? Dünyada soyları kesilmiş ruhların cami, tekke kapılarında dolaştıklarını kürsü şeyhleri bar bar bağırarak cemaatlerine anlatmıyorlar mı? Kesikbaş hikâyeleri büsbütün efsane mi? Kimi mezarlıklarda, şehitliklerde, kale, hisar barûlarında kanlı kefeniyle dolaşan şehit ruhlarına ilişkin menkıbeleri hiç dinlemedin mi? Geçenlerde Laleli taraflarında bir evliya ‘Ben burada duvar altında yatmaktan sıkıldım. Duvarı yıktır. Bana bir türbe yaptır. Kandil yaktır…’ diye bir paşanın düşüne girmedi mi?.. Ben pek okumuş bir kadın değilim ama bizim tarihlerimizde böyle yüzlerle rivayetler yok mu? Fetih zamanında Yavedut Hazretleri, mezarından çıkıp da ‘Gâvurcuklarıma dokunmayınız!’ nidasıyla Fatih’in güllelerini eliyle durdurarak kuşatılmış Hristiyanları savunmadı mı? Daha geçenki Yunan savaşında Emir Buhari Hazretleri’nin yeşil sarık ve cübbesiyle savaşa katıldığını komşumuzun oğlu kurmay subayından dinlemedin mi? Daha ne kadar örnek ve kanıt istersin?”

“Kızım, bu dünya kurulalıdan beri bu konuda söylenen, yazılan şeylerin hepsine karşılık verecek kadar bilgin bir kadın değilim. Böyle şeylere ne senin ne de benim iyiden iyiye aklımız erer. Meseleyi birbirimize açıklayalım derken incelemeksizin inanılması emredilen kimi yönlerde aldırışsız davranarak belki boyumuzca günaha gireriz. Şimdi buraya tarih sayfalarını, Yavedut Hazretleri’ni, Kesikbaş hikâyelerini, şehit ruhlarını falan karıştırma… Anlamak istediğimiz meseleyi bütün bütün bulandırmış olursun… Benim iddiam işte budur: Naşit Nefi Efendi’nin eşi Binnaz Hanım ölür. Ölüm bir belediye doktoru tarafından tasdik edilerek gömülmesine ruhsat verilir. Kalabalık bir cemaat huzurunda aşirler, dualarla gömülür. Bilmem kaç ay veya yıl bütün ölülere özgü bir salt sessizlikle mezarında yatıp çürür. Bu kadar gerçeklerin oluşundan sonra bu kadının birdenbire kocasına gücendiği için mezarından kalkarak ortaklarını boğmaya gitmesi yok mu bin tarih kitabından kanıtlar getirsen işte ben buna inanmam Fikriyeciğim!..”

“Ben inanırım. Dünyada neler olmaz…”

“Bu işte her hâlde karanlık kalmış olağanüstü bir tuhaflık var. İşte ben bunu merak ettim. Sen Naşit Nefi Efendi’ye varsan da varmasan da bu noktayı aydınlatmaya uğraşacağım. Yarın Şükriye Hanım’la görüşürüz. Sandığım gibi bu kadın alıkça bir şey olmalı. Bu görüşmede bazı noktaların açıklanmaya elverişli gerçeklerine rastlayacağımızı umuyorum. Türlü dilden okuyup yazan bu bilgiç hanım, bakalım serüven kitabına neler yazmış? Açıp bize okusun. Eğer umduğumuzun tersine hiçbir şey anlayamazsak o zaman dayını, evet bizim efendiyi, geniş bilgi almak için doğrudan doğruya Naşit Nefi Efendi’ye gönderirim… Bakalım Nefi Efendi kendi hakkında dönüp duran bu tuhaf söylentilere karşı ne diyecek? Bu sözleri doğrulayacak mı, yorumlayacak mı yoksa büsbütün ret mi edecek?”

“Evlenecek bir adamı yine kendinden sormak pek tuhaf olmaz mı?”

“Ne olursa olsun…”

5

Şükriye Hanım’ı Ziyaret

Ertesi günü büyük hanım değneğini kavrayarak Hasan Efendilerin Süleymaniye civarındaki evine gelir. Yenge Emine, Fikriye hanımlarla kılavuz kadın ve kocakarı hep birden bir arabaya dolup Taşkasap’a, Şükriye Hanım’ın evine giderler. Her tarafı ovulmuş, süpürülmüş, altı yedi odalı temiz bir ev… Şükriye Hanım, konukları karşılamaya çıkar. Kara kaşlı, kara gözlü, beyaz, ufak tefek şirin bir taze… Her iki taraf, sanki kırk yıldan beri birbirini tanıyorlarmış gibi bir teklifsizlikle ve tatlılıkla karşılar. Hemen sohbet başlar. Önce kocakarı der ki:

“Şükriye kızım, bak sana ortak olacak hanımı getirdim.”

Şükriye gülümseyerek:

“A bana niçin ortak olsun… Öküz öldü ortaklık ayrıldı. Naşit Efendi ile benim bir ilişiğim kalmadı. Bir süre dolacak çilem varmış, doldurdum. Çok şükür ulu Tanrı beni kurtardı. Kendi gönlümce bir koca daha verdi… Olabildiğince geçinip gidiyorum işte…”

Emine Hanım: “Naşit Nefi Efendi ile geçen evlilik sürenize, çile doldurmak diyorsunuz. Demek çok sıkıntı çektiniz…”

Şükriye Hanım: “Hanım, sıkıntı da acaba lakırtı mı? Dünyada böyle bir felaket hangi bir kulun başına gelmiştir?”

Fikriye Hanım: “Ne oldu kuzum kardeş?”

Şükriye: “Ne olacak? Canımı kurtarabildiğime ne mutlu! Bugün sağ kaldığıma yüz bin hamd-ü senalar olsun. Çünkü benden öncekini cadı boğmuş…”

Kılavuz kadın: “Mübalağa etme hanım… (Fikriye Hanım’ı işaret ederek) Eski kocanız Naşit Nefi ile bu taze için söz kesiliyor. Buna engel olmak bir ev yıkmak demektir. Kısmet bozanlık iyi değildir…”

Şükriye Hanım ateşlenerek:

“Eğer bir kelime mübalağam varsa göz bebeğim bir tanecik yavrumun ölüsünü öpeyim! Ne Naşit Nefi Efendi için ne de bu hanım için… Ben ancak Allah için söyleyeceğim… Olup biten gerçekleri hikâye edeceğim. Sözlerime inanmayacaksanız söyleyiniz, boş yere ne ben yorulayım ne de siz rahatsız olunuz.”

Büyük hanımla Fikriye Hanım ikisi birden haykırarak:

“Yoook bak kılavuz kadın, daha şimdiden söz kesmeye kalkma… Şükriye Hanım’ı kendi hâline bırak… Bildiği gibi anlatsın… Ebeci gebeci, ara yerde sen neci? Alacak adam orada, varacak kadın burada… Senin bu işteki çıkarın, yetkin doğru dürüst söz getirip götürerek beş on kuruş kazanmak… Bunun ötesi var mı? Kes sesini! Biz burada iken sana lakırtı düşmez!”

Kılavuz kadın: “Peki peki sustum. Kızmayınız. Ömrümde hiç masal dinlemedim değil ya!.. Bir cadı hikâyesi de burada dinlemiş olurum…”

Yenge Emine Hanım gücenik bir bakışla:

“Daha söz başlamadan itiraza kalkışmak hiçbir kurala uymaz.

Eski eşiyle geçen serüveni hakkında bize hesap vermek, Şükriye Hanım’ın ne boynunun borcu?.. Allah razı olsun. Bu konuda bize karşı lütfediyorlar, incelik gösteriyorlar. Bu büyük iyiliklerini kötüye kullanmayalım.”

Şükriye Hanım: “Teveccühünüze teşekkür ederim hanımcığım. Siz benden insanlık adına bazı bilgiler soruyorsunuz. Gördüğümü, bildiğimi, daha doğrusu, uğradığım korkunç felaketi size olduğu gibi anlatmak boynumun borcu… Ben nasılsa vaktiyle bu bela ağına düştüm, bari başkası düşmesin. (Fikriye Hanım’ı göstererek) Yazık değil mi gül gibi taze… Ulu Tanrı kısmetini daha uygun bir yandan ihsan buyursun…”

Bu sırada hizmetçi kahve getirir. On üç on dört yaşında kırmızı yüzlü, yahni yanak, erkek suratlı bir Türk kızı… Anadolu’nun kimi illerine yaygın deri hastalığından dolayı başı yolunmuş, tıraş edilmiş, şimdi fırça gibi siyah saçlar fışkırmış. Erkek biçimini andıran ‘alabros’ saçların altından sarkan, pazardan alınmış boncuk küpeler, kulaklarında sanki bu yüzün hangi cinsten olduğundan, kadınlığından şüphe edilmemek için takılmış tuhaf yalancı bir belge durumu gösteriyordu. Kızın üstünde küçük, büyük ve erkek, kadın aile bireylerinin giydiklerinden birer örnek vardı: Kenarı kırmalı etekliğin küçük hanımın; parmak dikişli babayani hırkanın, büyük hanımın; yaşına göre hayli hürmetli olan ayaklarının topuklarından yine iki üç parmak kadar taşan terliklerin de efendinin eskileri olduğunu anlamak için büyük bir kavrayışa ihtiyaç yoktu.

Kızcağız, tepside ağız ağıza dolu fincanları taşırmamak için ellerini ileriye uzatıp belini içeri, kıçını dışarı vererek bayağı terazi ile ipte yürüyen acemi bir cambazın tehlikeli, özenli adımlarıyla geliyor; bir kazaya ön vermek korkusuyla sağ ayağını atınca dilini ağzının sol ucundan dışarı uzatarak şiddetle ısırıyor; sol ayağını uzatınca aynı eylem ağzının sağ yanında kendini gösteriyordu.

Kızı bu kötü huyundan vazgeçirmek için pek çok azarlamış olan Şükriye Hanım, bu kez de öfkelenerek:

“Ha!.. Nazikter!4 Dilini içeri sok! Terbiyesiz!”

Bu komutaya karşı zavallı Nazikter, birdenbire durdu. Oluveren sarsıntıdan tabaklara birer parça kahve döküldü. Bu suç Nazikter’den çok hanımda idi. Çünkü kızın ağzında oynayan o dili, işleyen bir makinenin ‘regülatör’ü gibi bir hareket düzenleyicisiydi. Ona “Dilini çıkarma!” demek, “Kahveyi dök!” emrini vermekle birdi. Kızcağız odanın ortasında donakaldı. Melül melül hanımın yüzüne bakıyor, dilinin hareketine izin verilmedikçe elindeki tepsi ile bir adım daha ileri gidemeyeceğini hâliyle anlatıyordu. Şükriye Hanım öfke ile yerinden fırlayıp tepsiyi Nazikter’in elinden aldı. Birer parça dökülmüş kahveleri konuklara dağıttı.

Orada bulunanlar, Nazikter’in adına mı, diline mi, küpesine mi, terliğine mi, hangisine güleceklerini şaşırdılar… Zavallı kızın, utancından şakaklarından aşağı nohut tanesi gibi ter dökülüyordu. Anadolu’da bir gün akşama dek sırtında taş taşımış olsaydı böyle İstanbulvari kahve vermek için attığı birkaç adımdaki güçlüğü belki çekmiş olmayacaktı.

Kızı dışarıya savdıktan sonra Şükriye Hanım:

“Bizim efendinin işi yok, herkes bize gülsün diye bunun adını Nazikter koydu. Hiç halat incelir mi kardeş? Bu kızın şöyle her bir kılı ayrı eğitime muhtaç… Uğraşa uğraşa bıktım. Ne yatmasını bilir ne kalkmasını ne yemesini ne söylemesini… Azıcık bir yeri ağrısa ‘Iş ana… Ben ölüyom!..’ diye danalar gibi haykırmaya başlar. Dışarı çıktığı vakit yanılıp da nerede olduğunu sorsanız ayakyolunda gördüğü işi size adlı adınca söyler… Birçok şeylerin adlarını bir türlü öğretemedim. Limona hâlâ ‘sulu zırtlak’ der… Yıllarla çalış, kelini, uyuzunu temizle, arla, pakla, adam et… Tamam biraz işe yarayacağı vakit koca zamanı gelir… İstersen verme… Sen ne kadar ağır davransan o, uşaktan, aşçıdan, arabacıdan kendine denk bir şey bulur… Senin bu geç davranmanın cezası olarak uygunsuzca baş göz olur. Bu çeşit kızları kullanmanın da işte böyle bin türlü derdi var…”

Ev sahibi hanım, konuklardan tütün içenlere yapılmış ince sigaralardan birer tane dağıttıktan sonra, bir de kendi yakar. Hikâyeye başlar.

6

Cadı Anne

“Bugün kaynanam evde yok. Size bu serüveni anlatmak için onun bulunmayacağı bir günü seçtim. Çünkü onun yanında eski eşimin adını ağıza almak büyük günahlardan bir şey işlemektir.

Hanımlar, hikâyem uzuncadır. Bunu önce söyleyeyim de canınız sıkılmasın. Meraklı, garip, acayip noktalarının açıklanması için birtakım kâğıtlar, belgeler gerekiyor. Bunların hepsini toplayarak bu akılalmaz serüvenimi yukarıdan aşağıya kaleme aldım. Çünkü bunun bütün ayrıntılarıyla anlatılması ve tasviri başka yolla olamazdı. Olayı size kimi kez kitaptan kimi de ağızdan anlatacağım…”

Şükriye Hanım, orta yerdeki masanın yanına, konuk hanımlara karşı gelecek bir durumda oturdu. Önce hazırlamış olduğu yazma serüven kitabını açarak başladı:

Naşit Nefi Efendi’nin evinde geçirdiğim serüvenin bazı saatlerini hatırladıkça içime fenalıklar gelir. Büyüdüm, yetiştim, gelinlik çağım geldi. Oradan buradan birçok isteyenler oldu. Annem güç beğenirlik etti. Nasılsa hepsi bozuldu. Birkaç yıl isteklerin arkası kesildi. Beni, evde kalacak diye velilerimi bir telaş aldı. En sonunda istekli olarak Naşit Nefi Efendi ortaya çıktı. Tam söz kesileceği sırada dedikodular başladı! Bu adamın ilk karısı cadı olmuş. Geceleri mezarından çıkarak kocasının evine gelir, evi birbirine katar, boğmak için ortaklarına saldırırmış. Hatta birini boğmuşmuş… Bu gibi şaşılacak söylentilere ne dereceye kadar güvenilebilir? Önce biz bu sözlere güldük. Fakat eski dostlarımızdan bir kadın geldi. Bu söylentilerin noktası noktasına hepsinin doğru olduğunu bize antlar içerek anlattı. O zaman annemle ben korkmaya başladık. Fakat babam hiçbir şeye inanmaz bir adamdı. Şeytanı görse karnaval maskarası sayardı. Olmayacak şeylere inanıp da cin peri gibi öteberiden korktukça o, bizi sertçe azarlar, zihinlerimizi bu gibi hurafelerden arındırmaya uğraşırdı. Biz çarpılmak korkusuyla gece pencereden dışarıya tükürmeye, süprüntülüğe bir şey dökmeye, daha bu çeşitten birçok şeylerden korkardık. Babam, bizim bu sanılarımızın tersine davranışlarla bu korku ve çekinişlerimizin boşluğunu ispata uğraşırdı. Örneğin o, pencereden kafesi sürer, destur demeden karanlıkta dışarı tükürür hatta bize inadına -sözüm meclisten ırak- süprüntülüğe abdest bozduğu bile olurdu. Ne çarpıldı ne bir şey oldu. Bizim ana kız, Naşit Nefi Efendi hakkında dönüp dolaşan bu korkunç söylentilerden korktuğumuzu görünce babam her ikimizi de sertçe azarladı. Bana dedi ki:

“Kız Şükriye, ben sana böyle mi terbiye verdim? Böyle mahalle karısı hurafelerine inanmak için mi öğrenimine bu denli özen gösterdim?.. Onun bunun aleyhinde yalan ve bozgunculuk tellallığı eden birtakım ahlaksız iftiracı kimselerin yaydıkları zararlı şeylere inanıyorsun da benim sözlerime güvenmiyor musun? Hiç ölü dirilip de vakit vakit mezarını bırakarak insanlarla boğuşmaya çıkar mı?.. Eğer bu bir gerçek olaydı uygar uluslar ölülerden de asker alarak ölüler orduları kurarlardı. Hem bu ölü askerlere karşı top, tüfeklerin etkisi olmayacağından bu usulden yararlanmaya en önce başarı gösterecek ulus, cihanı baştan başa fethederek ikili, üçlü, dörtlü, beşli ve gelecekte daha ne çeşitleri çıkacağı belli olmayan devletlerce birleşmelere bir son verdirir; dünyayı genel denge dırdırından kurtararak insan zihinlerine pürüzsüz bir rahatlık bağışlardı. Cadı! Nasıl şeymiş o? Mezarından çıkan bu yabancıyı görmek için Avrupa’da milyonlarla lira vermeye hazır deli Frenkler var. Fena mı? Sen bunu besbedava göreceksin! Görürsen bana da haber ver de fotoğrafisini çıkarayım. Cadının doğruluğunu tanıklarla bir resmî makama tasdik ettirebilsek bu resimlerden milyonlarca satıp pek çok şey kazanırız. Keşke bunun aslı olsa… Fakat olanağı yok. Saf yürekli eski insanların korktukları birçok şeylerden, şimdiki cin fikirli ahir zaman adamları, korkup ürkmek şöyle dursun para kazanacak yönler buluyorlar. Hint’te, Çin’de zavallı budala halkın Tanrısal bir nitelik vermekle kutsallardan sanarak gözlerini kaldırıp bakmaya korktukları putları Avrupalılar müzelerine taşıyarak, görülmemiş canavar seyrettirir gibi, halkın yadırgayan gözleri önüne koyuyorlar; yararlanmalarını sağlıyorlar. Naşit Efendi’nin eşi cadı olmuşmuş da geceleri kocasını rahatsız etmek için eve gelirmiş! Bu nasıl saçma… Eğer olanak evreninde böyle bir şey olsa Avrupalılar bu cadıları yakalamak için kim bilir ne ustaca tuzaklar, kapanlar yaparlardı? Telsiz telgrafla günlerce uzak yerlerden konuşan bu herifler hiç mezarlıktan cadı mı kaçırırlar?.. Kızım yavrum, bu lakırtılar nereden çıkmıştır? Sana orasını açıklayayım. Karının biri Naşit Efendi’ye varmak istemiş fakat efendi de besbelli, bazı kötü hâlinden dolayı almamıştır. Hıncından, gücenikliğinden bu saçmaları ortaya kapıp salıveren işte o kaltak olacaktır. İşin içyüzü böyle bir şey olmalı…”

Şükriye Hanım, dinlenmek için okumayı biraz kesti. Yenge Emine Hanım’la, kılavuz kadın karşılarındaki anlatıcının, kendi sanışları gibi, aptal bir kadın olmadığını artık anladılar. Bu sezgilerini birbirlerine anlatmak için arada bir bakışıyorlardı. Hele kılavuz kadının artık itiraz sesi kesilmişti. Hikâyenin alt tarafının ne çıkacağını merakla dinliyordu.