Şükriye Hanım, bu ilk satırların, dinleyicilerinde ne etki yarattığını anlamak için hepsinin yüzlerine birer araştırıcı göz attıktan sonra yine başladı:
Babamın pek haklı görünen itirazlarına karşı gelemedik. Bizi her suretle inandırmayı başardı. Söz kesildi. Kısacık bir toplantı yapıldı. Düğünün böyle kısa kesilmesini de Naşit Efendi’nin, cadı eşinden korkusunun ve çekinmesinin şiddetine yordular. Bin türlü dedikodu, tuhaf yakıştırmalar, rivayetler içinde ben oraya gelin gittim. Babamın zihnimi kuvvetlendirmek için söylediği lakırtılara, verdiği güvencelere büsbütün inanmak istiyorum ama ben de henüz hayatın işlem yönünde bilgisiz, kimi şeyleri henüz kitap içinde görmüş, dünyayı Konya’yı anlamamış toy bir kızım. Ne yalan söyleyeyim, cadının korkusu, babamın en etkili öğütlerinden daha çok gönlümde yer tuttu. Gelin gittiğim yer, Rumelihisarı ile Baltalimanı arasında yıkıkça bir yalı. Eşim bana göre yaşlı fakat iyi bir adam. Beni gayet hoş tutmaya gayret ediyor. Ben de o zaman deli fişek bir kızım. Kocanın iyisinden, kötüsünden çok anladığım yok. Bu evlenmede hoşuma gitmeyen kimi yönler varsa da “Evlenme diye işte buna derler.” yerinmesiyle her şeye uyup gitmeye uğraşıyorum. Bir kaynanam var, çaçaron ama artık işi bitmiş. Pek yerinden kalkamıyor. Dizlerinde battaniyesi, önünde mangalı, üzerinde ıhlamur ibriği, öyle yerli kelli odasında oturur. Pek neşeli vaktinde hizmetçi İrfan Kadın’la bir iki kez peçiç oynar. Yanına girdiğim zaman beni yukarıdan aşağıya dek, kaynanalara özgü, kıskançlık ve gizli bir hınçla dolu bir bakışla dikkatli dikkatli süzer. İki de üvey çocuğum var: Ne-sip ile Ragıbe… Bunlar efendinin, cadı olduğu rivayet edilen ölü eşi Binnaz Hanım’dan olma. Çocukların dadısı Gülendam, bir de Salime adında göçmen hizmetçi kadın, selamlıkta aşçı, uşak falan var. Ev halkı bundan ibaret… Buradaki insanlara biraz alıştım. Fakat bir türlü yalıya ısınamadım. Büyük büyük loş sofalar, karanlık geçitler… Aşağıdaki geniş taşlık, ev aletinden daha çok bir ayazmayı andırır. Gamlı bir loşluk içindeki duvarlarından şıpır şıpır rutubet damlar. Bir kenarda duran üstü örtülü sandal, iç sıkan görüntüsüyle burasını cami tabutluklarına benzetir… Oynak dalgalar üzerinde oynayan ışınlar, denize bakan pencereden güherçileli duvarlarda yansıdıkça kumaş kumaş titreşimler yaparak insanın etrafında görünmez varlıklar dolaşıyor gibi yüreklere bir ürküntü verir. Yalının arkasındaki dar sokağın öbür yanı dağdır. Duvar dikliğinde sarp kayaların üzerinde yetişmiş bodur ormanlık loş ve esrarlı gölgeleriyle yüreklere kuruntu doldurur. Yalının penceresinden başımı kaldırıp, insanın üzerine yıkılacak sanılan bu koruluğa bir göz atınca ormanın bütün yılanı, çiyanı, ifriti, perisi yukarıdan bana bakıyorlar sanırım. Güneş, ay hep o yanda söner… Fırtına zamanlarında umacıya benzeyen kara bulutlar türlü korkunç biçimlerde hep oradan baş gösterir. Bu dik koruluğa bakıp bakıp kendi kendime “Cadı karı gelse gelse her hâlde bu kayaların arasından, bu loşlukların içinden, insandan çok vahşi yaratıklara, kuşlara, ine, cine yuva olan bu gizli yerlerden inip gelir.” diyordum. Gelinliğimin üzerinden bir buçuk ay kadar geçti. Henüz cadıdan iz yok. Fakat evin içinde bir fısıltı var. Benden gizli sözler oluyor. Ben odadan içeri girince lakırtı kesiliyor veya konuşmanın yolu değiştiriliyor. Kaynanamın benden en büyük dileği çocuklarıma iyi bakmak, onları öz evlat gibi bağrıma bastırmak hatta cuma ve pazartesi geceleri rahmetli ortağımın ruhuna Yasin-i Şerif okumak… Kimi kez bu sözlerini şaka ile karıştırarak derdi ki:
“Ortak ortağa rahmet okumaz ama ne yaparsın kızım! Yalnız dirilerle değil kimi kez ölülerle bile hoş geçinmek gerekiyor…”
Kaynanamın bu sözünden ben pirelenmeye başladım. Acaba ne demek istiyordu? Kimi kez ölülerle bile hoş geçinmek gerekliymiş!.. Ölülerden maksadı ortağım Binnaz Hanım olacak… Hoş geçinmezsem ne olacak? Cadı gelip beni boğacak mı? Öksüzlere kendimi sevdirmeye uğraşıyorum. Fakat ne yapsam bir türlü bana ısınmıyorlar. Yan yan öçlü gözlerle bakıyorlardı. Hizmetçiler elinde büyüdüklerinden öyle de arsız alışmışlar ki insan on dakika yanlarında bulunsa ettikleri terbiyesizliklerden sıkılır, boğulur. Bunların terbiyesizliklerine biraz dikkat etmesi için dadıları Gülendam’a bazı öğütlerde bulundum. Dadı beni ürkek bir bakışla süzerek:
“Hanımcığım, bu çocuklar işte böyle kendi kendine yetişen bir hâlde büyüyecekler.”
“Niçin?”
“Çünkü onlara gülle dokunmaya gelmez…”
“Neden?”
“Dokun da neden olduğunu anlarsın!..”
“Söyle canım, ne olurmuş?”
“Bu evde doğru söyleyici beni koymadılar ya! Başkalarına sor.”
Gülendam’ı çok sıkıştırdım. Ağzından başka bir söz alamadım. Çocukların ne vakit yanlarına girsem önlerinde kuru incir, badem, fıstık, kestane şekeri, kurabiye, çikolata, bisküvi çeşidinden bir alay yemiş görüyordum. Bu yiyeceklerle hem ağızlarını, burunlarını, üstlerini başlarını kirletiyorlar hem de midelerini bozuyorlardı. Bunlara böyle vakitli vakitsiz bol bol yemiş verilmemesini babalarına söyledim:
“O yemişleri ben getirmiyorum. Tembih et de vermesinler.” dedi. Gerçekten, bu yemişleri babalarının getirmediğini biliyordum. Benden izinsiz yemiş alınmamasını Gülendam’a sıkı sıkıya tembih ettim. Birkaç gün sonra tekrar çocukların yanına girdim ki ne bakayım? Öncekilerden birkaç çeşit daha fazla olarak önleri yine yemiş dolu… Bu kez Gülendam’a iyiden iyiye çıkıştım. Zavallı Çerkez, anasının, babasının, bütün soyunun namus ve şerefini tanık tutarak, en büyük antlarını içerek bu yemişlerden bir tanesini bile kendisinin vermemiş olduğuna beni inandırmaya çalıştı. Kaynanam da içinde olmak üzere evde ne kadar insan varsa hepsi Tanrı’ya antlar içerek çocuklara yemiş verenin kendisi olmadığını söylemekte ayak dirediler. O hâlde kim veriyordu? Bu kadar yiyecek kudret helvası gibi çocukların önüne gökten inmiyordu ya? Elbette biri getirip veriyordu. Çocuklar bu kadar çeşitli yemişleri sokaktan alıp gelecek birer yaşta değildiler. Önlerinde, Beyoğlu’ndan başka bir yerde bulunmayan fondanlar,5 bonbonlar vardı. Oğlan beş, kız dört yaşındaydı. Ellerine para da verilmiyordu. Ev halkı içinde andını bozan biri var ama hangisi? Bir süre bunu keşfe uğraştım, bir şey elde edemedim. Çocukların önüne, yemiş, her gün çeşidi artan bir bollukla geliyordu. Bu tuhaflığı, iyiden iyiye merak ettim. Bir gün çocukları odalarında yalnız buldum. Her ikisini de sevdim, okşadım. Önlerindeki kuru üzümle fındıktan birer tane alıp ağzıma atarak:
“Ah ne güzel yemişler!.. Bunları size kim veriyor?”
Oğlan, şüphe veren bir gülümsemeyle beni süzdükten sonra:
“Ay, kimin verdiğini bilmiyor musun?”
“Ne bileyim yavrum…”
“Gülendam söylemedi mi?”
“Söylemedi…”
Nesip, bu önemli sırrın açığa vurulmasındaki sakıncanın derecesini anlamak için sanki danışıyormuş gibi Ragıbe’nin yüzüne baktı. Kız pek masumca bir gülümsemeyle karşılık verdi. Oğlan elindeki kaymaklı çikolotayı birkaç kez evirip çevirdikten sonra doymuş bir kedinin son lokmayı yemekte gösterdiği duraksama ve nazlanma ile ağzına götürdü. Ağır ağır çiğnediği sırada o yarı dolu ağızla ve güç anlaşılır bir söyleyişle:
“Bu yemişleri bize annem getirir.”
“Büyükannen mi?”
“Yok…”
“Ya hangi annen?..”
“Cadı annem.”
“O nasıl lakırtı oğlum!.. Sizin benden başka anneniz var mı?”
“Ne darılıyorsun?.. Bizim asıl annemiz sen değilsin… İşte odur!.. Senin gibi böyle yalancı anne bu eve kaç tane geldi gitti…”
“Sizin sahici anneniz nerede oturur?..”
“Rumelihisarı’ndaki mezarlıkta… Geceleri oradan çıkar. Bize sepetle yemiş getirir… Bizi kim döverse cadı annem onu boğar… Hele döv de bak sana ne yapar!..”
7
Gülendam’ın Saflığından Yararlanmaya Girişme
Çocukların yanından çıktım. Fakat oğlanın sözlerini zihnimden çıkaramıyorum! Aldı beni bir merak. Kime başvurayım? Kiminle dertleşeyim? Çocukların cadı anneleri gece Rumelihisarı’ndaki mezarlıktan çıkar, sepetle yemiş getirirmiş! Her ne sebeple bu yanlış anlayışa kapılmışlarsa çocuklarda böyle çocukça kanılar doğabilir… Fakat ben koskoca kadın, bunu dinleyerek kime karşı korkumu, telaşımı açabilirim? Sonra benim, akılca beş yaşındaki çocukla bir ölçüde bir zavallı olduğuma gülmezler mi? Ta efendiden uşağa kadar bir ev halkının alayına uğramaz mıyım? Bu öyküyü kime anlatsam tuhaflıktan uzak bulmaz. Fakat meselenin sonucu öyle değil… Bu, benim için hem doğruya hem yalana olanağı bulunan bir önerme… Zaten ortada bir cadı söylentisi var. Önce buna ilişkin sözlerden kuşkulanmak benim için büsbütün anlamsız bir kuruntu sayılamaz. İkincisi çocuklara bunca yemişi kim getiriyor? Bilmece biçiminde gördüğüm bu konuyu aydınlatmak için ev halkından başvurmadığım kimse kalmadı. Doyurucu bir karşılık alamadım. Çocuğun, yapmacık bir düşünceden uzak görünen o masumca sözlerinde benim şüphelerimi, korkularımı okşayacak bir gerçek kokusu buluyorum. Bana öyle geliyor. Aslı ya var ya yok fakat işte cadı ile ilgili bir ipucu… Ama bu işi nasıl derinleştirebileceğim?.. Bir iki gün düşündüm, taşındım… Yine çocukların dadısı Gülendam’a başvurmayı uygun buldum. Çünkü Gülendam hemen bir çocuk kadar saf ve sade yaradılışta bir Çerkez’di. Bu başvurmada bir ustalık da düşündüm. Sorgu yoluyla değil, düpedüz başvurmayı kurdum. Yani cadının varlığı hakkında şüpheli bir soruyla değil, bunu ispat edecek bir yolda söze girişmeyi kararlaştırdım. Böylece Gülendam’ın saflığından yararlanabilmek daha çok umulurdu.
Uygun bir vakitte dadıyı yalnız bir odaya çekerek yapmacık bir heyecan gösterisiyle dedim ki:
“Aman kalfacığım, başıma geleni sorma…”
Bu sözümün ardından baygınlık geçirir gibi duvara dayandım. Gözlerimi anlamlı ve ürkek bir susuşla kalfanın göz bebeklerine diktim. Anlatacaklarımı sürdürmekten pek çok korkuyormuşum gibi bir süre sustum. Onu hipnotizma eder gibi bir durum takındım. Gülendam’ın da yüzünde çarpıntı ve merak izleri belirdi, hemen sordu:
“Zavallı hanımcığım, ne geldi başına?..”
“Benden önce bu eve gelen hanımların başlarına ne geldiyse bana da o geldi…”
“Hay Tanrı’m esirgesin!.. Sana da mı?..”
“Evet bana da gözüktü…”
“Nerede?”
“Bu gece taşlıkta…”
“Nasıl?..”
“Elinde koca bir sepet vardı…”
“Ha yemiş sepeti… Çocuklarını hiç yemişsiz bırakmaz.”
“Çocuklara yemişi o mu getirir?”
“Öyle ya! Başka kim getirecek?..”
“Sen onu görür müsün? Sana lakırtı söyler mi?”
Bu iki soruma karşı kalfa birdenbire sustu. Gafil avlanmış olduğunu anladı. Büyük bir ihtiyatsızlık ve tuhaf bir dalgınlıkla ağzından kaçırmış olduğu sözleri şimdi boşuna düzeltmeye yol arayarak:
“Onu görüyor musun, dedin… Kimi?”
“Çocuklara yemiş getireni…”
“Çocuklara yemiş getirenin haddi hesabı yok ki. Herkes bir türlü yemiş getiriyor. Sonra getirdiklerini inkâr ediyorlar… İçyüzü anlaşılmıyor.”
“Canım Gülendam, şimdi ‘O çocuklarını hiç yemişsiz bırakmaz…’ diyen sen değil misin?”
“Hanımcığım, bir dalgınlığıma gelmiş… Affedersin… Sorunuzu anlamadan aptalca bir cevap kaçırmış olmalıyım… Bugünlerde zihnim pek dağınık… Anlamsız lakırtı söylediğim çok oluyor.”
“Yok yok Gülendam… Ben seninle ciddi konuşuyorum… Böyle ağır bir konuda iki türlü lakırtı söylemeyi ben senin terbiyene, kalfalığına veremem. Ben senden Allah için bir şey sordum. Sen de bana yine Allah için dosdoğru cevap vermeli, bu meselede ne biliyorsan söylemelisin! Tanrı bir, söz bir, lakırtını değiştirme…”
Gülendam, sıkıntı çizgileriyle yüzünü buruşturup bir süre sustuktan sonra:
“Hangi efendiye kul olacağımızı şaşırdık. Hanımcığım, darılma. Bu evde biz de emir kuluyuz… Ne derlerse öyle yapmak zorundayız. Gizlenmesi söylenen bir şeyden söz açamayız…”
“Artık bunun gizlisi, açığı kaldı mı? Taşlıkta bana gözüktü diyorum.”
“Gözüktüyse pek iyi işte. Benden ne soruyorsun?”
“Üstüme yürüdü. Seksen salavat getirerek canımı zor kurtarabildim. Bana yazık değil mi? Bu cadının bir şerrine uğrarsam gençliğime acımaz mısın?”
“Acırım hanımcığım. Günahınızı, sizi buraya getirmeye sebep olanlar çeksinler.”
Fazla söylemiş olmaktan çekinerek Gülendam yine sustu. Derin derin düşünmeye başladı. Cadının bana gözükmüş olduğu hakkındaki uydurmama bütün bütün inandı. O denli inandı ki bu iddiamın doğruluk derecesini incelemek için, gözüken şeyin biçimini ve bana nasıl saldırdığını hiç sormadı. Beni bu yolda sorguya çekmeye kalkışsaydı cevap vermekte uğrayacağım zorluğu ve tuhaflığı görerek hilemi belki anlardı. Ben yeniden yanıp yakılarak:
“Efendinin eşlerinden biri bu evde boğulmuş?.. Öyle değil mi?..”
Gülendam, karanlık düşüncelerinden baş kaldıramadı. Bu sorum karşılıksız kaldı. Ben sözlerimin üzerinde durarak:
“Niçin cevap vermiyorsun?”
O, yine dalgın dalgın:
“Ne cevabı?”
“O zavallı kadın nasıl öldü?”
“Eceli gelmiş, ölmüş hanımcığım. Buna ne denir?”
“Eceli mi gelmiş… Talihsiz hatun odasında, rahat döşeğinde mi can vermiş?..”
“Bilmem!..”
“Nasıl bilmem? Ölüsünü taşlıkta bulmuşlar.”
“Hanım, sana doğruca bir şey söyleyeyim mi?”
“Söyle.”
“Sen bu lakırtıları ne kendi ağzına al ne de biri sana söylerse dinle.”
“Neden?”
“Çünkü bu lakırtıların sana faydasından çok zararı dokunur. Kendine acımıyorsan bari bana acı da beni daha çok söyletme.”
“Gülendamcığım, kolay mı? Can pazarı bu!.. O zavallı kadını boğan cadı bana da saldırırsa?”
“Tanrı’m göstermesin!”
“Yalnız dua ile olmaz. O kara bahtlı kadını niçin boğdu? Suçu ne imiş? Bunu bileyim de ona göre sakınayım. Bilmeyerek o suçu ben de işlemeyeyim. İşte senden bunu rica ediyorum. Düşmanım değilsin ya?.. Sen de vicdan sahibisin. Beni korumak için bu konuda bildiğini söylemek, üzerine bir insanlık borcudur.”
“Peki… Bu noktada istediğin öğüdü sana vereyim. Fakat işin öte tarafını eşelemeye kalkarsan ağzımdan başka bir söz alamazsın.”
“Nedir o öğüdün?”
“Ne türlü densizlik, arsızlık ederlerse etsinler sakın öksüzlere el kaldırma.”
“Ölen ortağım, çocukları dövdüğü için mi o kötü akıbete uğradı?”
“Artık bundan ötesine cevap veremeyeceğimi önce söyledim.”
Gerçekten, bundan sonra ne sordumsa Gülendam’ı, girdiği suskunluk kalesinden çıkaramadım. Fakat artık bu susmanın ne değeri var? Gülendam, inkâr biçimindeki açığa vurmalarıyla merak ettiğim şeylerin önemli kısımlarını bana anlatmış; daha doğrusu o yarım, eksik sözleriyle, içyüzünü araştırmak yolundaki tasamı daha geniş ve acıklı bir alana götürmüştü… Ağız sıkılığında gösterdiği çaba, ters bir sonuç yaratmış, yani benim için en etkili bir derin anlatış yerine geçmiş ve söylememek istediklerini daha açıklıkla anlatmıştı.
O yemişlerin çocuklara gece sepetle anneleri tarafından getirildiği, ölen günahsız bir ortağımın yine o cadının öçlü elleriyle boğulmuş olduğu, öksüzlere her kim uslandırmak için el kaldırırsa ölümle cezaya çarptırılacağı gibi tuhaf yönler hep kalfanın kanıları arasındaydı. Fakat Gülendam bu kanılarında yanılmıyor muydu? Bu kanıları hangi kesin gerçek üzerine kurulmuş olabilir? Bir ölü kadın, mezarından çıksın, herkes uykuda iken çocuklarına gece sepet dolusu yemiş getirsin… Kolay kolay her zihnin kabul edebileceği bir olay değil… Dünya kurulalıdan beri bu hortlak, cadı, vampir öyküleri var… Babamın bana verdiği eğitim ve öğretimin tersine haydi ben de cılız akıllı birçok insanlar gibi cadının varlığına inanayım. Fakat buna inanmakla meselenin bütün güçlükleri çözülmüş olmuyor ki… Cadı o yemişleri nereden buluyor? Senin, benim gibi çarşı pazara çıkıp para ile mi alıyor? Yahut oradan buradan çalıyor mu? Yoksa bu yiyecekler, öbür dünya ürünlerinden midir? Bunları cennet yahut cehennem bahçelerinden mi topluyor? Bunları düşündükçe zihnim karıştı. Meselenin içinden bir türlü çıkamadım. Bir düşünce dinçliğine eremedim vesselam! Babamın sözlerini, öğütlerini hatırlayarak cadıyı ve buna benzer her şeyi inkâr etmek istedim. Hayır, bu da olamıyordu. Çünkü Gülendam’la olan tartışmamız sırasında zavallı saf kadının gözlerinden saçılan korku ve dehşeti düşünüyordum. Bu ürküşü, bu korkusu o denli gerçek ve içtendi ki onun o hâlini görmekten bana da korku geliyordu. Hayır bunca söz, bunca söylenti, bunca korku ve çekinme köksüz olamazdı. Her hâlde bunun, ne olursa olsun, bir aslı var… Rahat edebilmek için her hâlde ben bu köke, bu asla ermeliyim… Çünkü bu, kuruntu da olsa bir yana atılacak bir iş değil. Bu hurafeler içinde dikkat gözünü açacak bir gerçek var ki o da yalının taşlığında boğulduğu söylenen günahsız ortağımın acıklı ölümü. Bu işin altını, üstünü araştırmazsam cadı saldırısına verilen böyle esrarlı bir ölüm tehlikesine uğramak benim için de düşünülebilir…
8
Bir Bilinmeyen Düşman
Gülendam’dan anlayabileceğimi anladım. İşin pek güç olan sonu için kime başvurayım? Bu tuhaf meselede en çok bilgi sahibi olması gereken bir kimseye… O da kim?.. Her hâlde eşim Naşit Nefi Efendi…
Can pazarı bu… Bu evde böyle şaşılacak, korkunç bilinmezler içinde yaşanmaz. Bir akşam eşime, çocuğun, gerçek önemini kavramaksızın masum bir dille bana söylediği birkaç cümleyi, sonra Gülendam’a başvuruşumda Çerkez’in gerçeği saklamak için kalkıştığı aşırı çaba ile beni eskisinden besbeter meraka düşürdüğünü ve bundan doğan bütün kaygılarımı anlattım. Korkunçluğu ne denli büyük olursa olsun, hiç çekinmeden gerçeği bana dosdoğru söylemesini diledim.
Benim bu telaşlarıma karşı eşim gülmeye başladı. Fakat yüzüne dikkat ettim. Bir zoraki gülüş göstermeye uğraştığını fark eder gibi oldum. Yahut bana öyle geldi. Yüzümü okşayarak dedi ki:
“Böyle çocukça kaygılarla boşuna üzülme, yorulma… Bana güven… Rahatına bak… Korkacak hiçbir şey yok. Hepsi yalan, hepsi saçma…”
“Hayır, bu kadar dallı budaklı yalan olamaz, bu işin büyük küçük, yalan doğru her ne ise bir aslı var. Boşu boşuna bu kadar söz çıkmaz.”
“Sizi kesinlikle temin ederim. Bütün bu sözlerin ne aslı vardır ne astarı.”
“Sözünüze inanayım. Fakat bazı gerçekleri nasıl yorumlayacak veya açıklayacaksınız?”
“Hangi gerçekleri hanım?.. Bu işte bir zerre gerçek yoktur.”
Naşit Efendi, birdenbire kapıldığı heyecanın etkisiyle başından çıkardığı fesini ta karşıki mindere fırlatarak ağzından her nasılsa şu sözleri kaçırdı:
“Hanım, emin ol bunda hiçbir gerçek yok. Yalnız melanet, hıyanet, şenaat var…”
“Hah işte bu küçük açıklamanıza teşekkür ederim. Bu işin içinde her hâlde bir şey, bir sır olduğunu ben de seziyorum.”
“Hayır, büyük bir sır da yok…”
“Şimdi kullandığınız, ‘melanet, hıyanet, şenaat’ kelimeleri nereye yönelmiştir?”
“Bir bilinmez düşmana…”
“İşte pek güzel… Bu bilinmez düşman, deyimi de bir sırrı, belki de bazı önemli sırları, bilinmeyenleri kapsamaktadır… Korkusu altında bulunduğumuz tehlikenin derecesini belirtmek için bu ‘bilinmeyen düşman’ın içyüzünü anlamak isterim…
“Bunun içyüzü hakkında size kesin bir şey söyleyemem. Çünkü benim de bu yolda olumlu bilgim yok…”
“Bu düşmanın varlığını ne gibi eserlerin tanıtlığıyla anlıyorsunuz?..”
“Aleyhimdeki dedikoduları, bu saçmaları, bu cadı masallarını çıkaran, uyduran, yayan hep o… Bana yapabileceği kötülük işte bundan ibaret kalıyor. Tanrı’ya şükürler, başka bir tehlike yok; haince maksadını bundan ileri götüremiyor…”
“Aleyhinizde böyle davranmaktan maksadı nedir?”
“İşte onu bilemiyorum.”
“Bu ‘bilinmeyen düşman’ın kimliğine ilişkin bir bilginiz yok mu?”
“Hayır…”
“Dosttan, düşmandan bu konuda kimseden şüpheye düşmüyor musunuz?”
“Asla…”
“Tuhaf şey… Bu bilinmeyen düşmanın böyle kötülük istercesine birtakım söylentiler yaymaktan başka bir fenalık yapamadığını, başka türlü bir tehlike olmadığını söylüyorsunuz. Fakat eşlerinizden birinin bu cadı tarafından bir gece, yalının taşlığında boğulduğu rivayet ediliyor…”
“İşte bu rivayeti icat eden, yayan yine o…”
“Eşinizin ölümü büsbütün yalan mı?”
“Eşlerimden biri öldü. Fakat boğularak değil, eceliyle öldü…”
“Ölüsünün taşlıkta bulunmuş olduğunu söylüyorlar…”
“Evet…”
“O hâlde buna doğal bir ölüm mü diyeceğiz?”
“Doktorlar cesedi muayene ederek kalp rahatsızlığından öldüğü hakkında rapor verdiler.”
“O kadar genç bir kadının kalp rahatsızlığından taşlıkta birden ölümü zihinleri biraz bulandıramaz mı?”
“Ortada koskoca resmî bir rapor var. Cesedin hiçbir tarafında zorlama, yara ve saldırı izi görülemedi.”
“Ne derseniz deyiniz, sözlerinizin bu noktasında benim için büyük bir kuşku düğümü vardır. Bunu gideremezsiniz…”
“Böyle cinayete benzer meselelerde doktorlar, gerçeğe aykırı tanıklık edebilirler mi?”
“Efendi, ben kadınım. Kendi cinsime özgü bazı düşkünlüklerim vardır… Hoş görünüz… Bu mesele hakkında seksen rapor gösterseniz zihnimi kuşkudan bütün bütün kurtaramazsınız… Ne ise şimdilik bu noktayı geçelim. Gece çocuklara o yemişleri kim getiriyor? Bu soru inandırıcı bir cevap istemez mi?”
“Bilmiyorum.”
“Bilmemek olmaz. Bunu düşünmelisiniz… Bu bilinmezi keşfe uğraşmak sizin için pek gereklidir. Yoksa herkesle birlikte ben de…”
“Herkesle birlikte siz de bu yemişleri cadı eşimin gece mezarından çıkarak buraya getirdiğine inanacaksınız değil mi?”
“Evet, zorunlu…”
“Sizin gibi okuryazar, soyunun kadınları içinde aydın düşünceli bir hanıma karşı, birkaç yıl önce ölmüş, çürümüş bir kadın cesedinin mezarından ayaklanıp buraya gelemeyeceğine kanıtlar aramayı gerekli görmem. Boşluğu her suretle apaçık böyle acayip bir konuda beni üzmekten, yormaktan hoşlanacağınızı da ummam.”
“Ortada birtakım tuhaflıklar var. Bunları nasıl açıklayacak ve yorumlayacaksınız? Cadıya yüklenen bu akılalmaz hareketlerin gerçek yapıcısı kimdir? Kıyamet gününden önce bir ölünün mezarından çıkışına insan inanmamakla birlikte bu noktada şaşırmaktan kendini alamıyor…”
“Daha tuhafını söyleyeyim… Gülendam, size bu konuda geniş bilgi vermekten korkmuş, çekinmiş… Bu saf Çerkez’in dediğine göre uyku sırasında çocukların yorganları açılırsa cadı anneleri gelir örter, sıkıştırırmış. Soğuk kış gecelerinde mangallarında kömür bittiği vakit ateşle doldururmuş, sürahilerine su kormuş… Birçok zaman sabahleyin uykudan kalktığı vakit Gülendam, odanın bütün işini böyle geceden görülmüş bularak şaşıp kalırmış… Evet çocuklarımın dadısı Tanrı’ya ant içerek bu şaşılacak şeyleri bana bütün saflığıyla anlatıyor.”
Efendinin bu sözlerine karşı dehşetten iki elimle yüzümü kapayarak:
“Eh şimdi buna bir kulp takınız bakalım!.. Bu akıl dışı şeyler nasıl oluyor? Bunları yapan kim?”
“Gülendam, pek saf bir kadındır. Onun yalan söylemeyeceğinden eminim… Bu sözler büsbütün boşuna değil…”
“Peki… Bu cadı oyununu size bu denli ustalıkla oynayan ‘artist’ kim?..”
“Kesin söylüyorum, bu evin içinden biri… Yabancı değil…”
“Bu evde kaç kişi var efendi? İrfan Kadın, Salime Kadın, Gülendam… Bunlardan hangisi?”
“Hiçbiri değil…”
“O hâlde anneniz…”
“Olamaz… O, bu çirkin kötülüğü yapamaz. Görmüyor musunuz, yerinden kımıldayamıyor…”
“Selamlıktaki uşaklardan mı?”
“Hayır onların işi de değil…”
“Affedersiniz ama ev halkından saymadığım sizden benden başka kimse kalmadı. O hâlde ikimizden hangimiz? Bu sözlerinizden başka suretle anlam çıkarılabilir mi?”
“Hanım, bu konudaki kanılarımı size doğruca söyleyeyim… Fakat sözlerimdeki çelişmeye bakıp da beni çıldırdı sanmayınız… Bu cadı rolünü oynayan ev halkından biri fakat saydıklarından, hiçbiri değil…”
“Yalıda şu bulunanlardan başka gizlice oturanlar da varsa onu bilmem!”
“Ben bu yalıda doğdum, büyüdüm. Tanrı’ya şükürler burada öyle cin, peri gibi şeylerden iz yoktur…”
“Evin içinde olup bittiği söylenen tuhaflıkların olduğunu inkâr mı ediyorsunuz?”
“Hayır… Bunlar, dediğiniz gibi olup gidiyor. Buna da inanıyorum…”
“Kim yapıyor?”
“Bunları yapan her hâlde cadı değil… Usta, atak, lanetlik bir insan olacak… Mutlak hem de mutlak böyledir. İddiamdan dönmem…”
“Bu iddialarınızın tuhaflığı, cadının var oluşundaki tuhaflıktan aşağı kalmıyor.”
“Ah hanım ah… Size bir şey söyleyeceğim ama…”
“Söyleyiniz…”
“Bunu eski eşlerime de söyledim fakat dinletemedim.”
“Ben dinlemeye çalışacağım.”
“Bir öneride bulunacağım… Fakat bunun yapılması pek büyük bir metanet ve cesarete muhtaçtır.”
“Ben elimden geldiğince metin ve cesur olmaya uğraşırım.”
“Bana güvenir, böylelikle düşüncelerime bütün varlığınızla katılırsanız size her şeyi açık söyleyeceğim…”
“Buyurunuz.”
“Bu cadı, ev halkından birkaç kişiye, epeyce aralıklı zamanlarda gözüktü. Bu inkâr edilemez bir oluş…”
“O hâlde cadının varlığına niçin inanmıyorsunuz?”
“Kerem buyurunuz. Bu gözüken yaratık ne cin ne peri ne şeytan ne hayalet ne cadı… Fakat bu son şekilde gözükerek bizi korkutmaya uğraşan bir insan… Sizin, benim gibi bir insan… Bundan da kesinlikle eminim…”
“Öyle ise?..”
“Öyle ise siz, benimle düşüncede ve işte birleşirseniz bu cadıyı elimle yakalayıp gözünüzün önünde polise teslim ederim…”