Her ay bir çıkın parayla bir de uzun nasihat mektubu gönderen amcasını aldatmak için sahte diplomalar düzenlemeyi göze aldırmaya karar vardı. Zavallı adamı aldatmaktaki bu başarı kolaylığını görünce müesseselerde dinleyici diye bulunmak yorgunluğunu da bir yana atar gibi oldu. Gelsin kafeşantanlar,51 konserler, balolar; bu gece Folies Bergères’de, yarın Olympia’da, öbür gün Eldorado’da… Artık okumaya değil, uyumaya bile vakit bulamıyordu. Aşk ve sevda Vezüv Yanardağı gibi kaynamada…
“Les Dessous de Paris” adıyla Paris’in üstünden başka bir de altı vardır. Buraları sefillerin kuyuları, cehennemleridir… Gece yarısından sonra Paris’in bütün ahlak bayağılığının gizli tarafları, kötülükleri, rezillikleri bu çukurlarda akacak bir yer bulur. Öyle acayip, garaip, bazen iğrenç, müthiş, tehlikeli vakalara, canlı levhalara tesadüf olunur ki bu manzaralarla ilk defa karşı karşıya gelenler, nefretlerinden titrerler… Yanlarına bir rehber yahut kılık değiştirmiş bir polis almadıkça, yabancılar bu kaza bela kuyularına inemezler. Buralardaki “sous”ya52 gecelenir. Bu ücret karşılığında barınma hakkı boylu boyunca uzanıp yatmak değildir. Bir masanın önünde, baş iki ellerin arasına alınarak öyle oturmak vaziyetinde uyumaktır. Sahipleri pek misafirsever olmayan bu mağaralara bazen o kadar müşteri hücum eder ki gelenlere oturdukları hâlde sızmak için bile yer bulunmaz.
Meftun parasız kalarak Brasserie Moraud’da, Fradin’de bir iki akşam geçirmişti. Fakat bu sefil barınışlarının züğürtlükten olduğunu söylemez, “Ben oralarda par curiosité,53 daha doğrusu etüt yapmak için kaldım.” derdi. O gecelerin birinde yanı başındakilerden şöyle bir konuşma dinleyerek hatıra defterine yazmıştı:
“İşte arkadaş, iri bir pehlivan bit yakaladım. Yarışa korum. Ehli Hayvanlar Semizlik Yarışması Komisyonundan birinci mükâfatı bundan başkası kazanamaz. Bunun besililiğinden, yetiştiği tarlanın besleme gücünün yerinde olduğu anlaşılıyor. Benden yağlı kim var içinizde? Mahsullerine güveniyorsan bir tane de sen tut, dövüştürelim…”
Meftun Paris’in altını üstünü dolaştı. Her yerini öğrendi. Amcasından gelen paranın düzenli harcanmasını temin edemediğinden ay başında zengin, sonunda iki cebi tamtakır bir züğürt olurdu.
Amcası yeğenine uzun, hikmetli ve ustaca nesir yazarı cümlelerle nasihat vermekten bıkmadı. Ama Meftun, kendi gidişine uygun bulmayarak yave54 saydığı bu uzun lakırtıları okumaktan usandı. Çok defa “Yavrum, dünyada insan bilginin değerini anlamış, söz dinler ve sebatlı kimselerden olmalıdır ki…” kılıklı bir mukaddemeyle başlayan verimsiz nasihatlere rastlayınca yeğen bey pürhiddet “Oooof, gene seni mi dinleyeceğiz? Nasihati ne yapayım? Paraya bakalım!..” diye alay ederek amcasının gerek düşünce bakımından gerek el yazısı bakımından özene bezene hazırladığı o canım mektubu okumadan bir tarafa fırlatır, zarftan çıkan çeki cebine atarak bankadan paraları almaya koşardı.
Meftun Paris’in altını üstüne çevirdi, bütün edebiyat ve bilgi veren yerlerle edep dışı yerleri hep gezdi, tozdu da amcasının paraca ettiği fedakârlıklara ve hele verdiği nasihatlere rağmen hiçbir şey tahsil edemedi mi? Etti… Bu hakikat nasıl inkâr olunur? Bir insan iyiden kötüden her gün iki şey öğrense dört beş senede bu kadar malumat eder. Kendini üzmeden, zihnini yormadan, kolaylık rüzgârı beynine lüzumlu, lüzumsuz, faydalı, zararlı neler getirip tıktıysa onları öğrendi. Az bilmek ve bildiğini insan ilminin son noktası, kendini de “âlim-i küll”55 zannetmek, böyle öğrencileri gerçekten ziyade hayale, ciddilikten ziyade bilgiçlik taslamaya götürür. Şarlatanlık bu gibi noksan bilgilerden çıkar, şarlatanlar işte böyle yetişir. Şarlatanlık da bir çeşit tekniktir. Bu teknik, öğrenmekten ziyade istidatla gelişir. Bu mesleğin az çok, bazı bilgi dallarına mensup olanlarla kızıl cahillere kadar dereceleri vardır. Evet, şarlatanın da yükseği, alçağı olur. Şarlatanın en açık alameti, hiçbir hakikat karşısında susturulmuş olmaya dayanamayarak seksen dereden su getirmeye uğraşmak; sözle, kalemle her bahse katılmak; bilmediği şeylerden bilir gibi bahsetmek; bilgisizliğini örtmekte büyük başarı göstermek; bazı bahislerini ömründe bir defa okuduğu veya Allah saklasın hiç okumadığı ilimlerde, bilgilerde ihtisas iddia etmek; iki kere iki dört eder kesinliğiyle iddialarının saçmalığı ispat edildiği hâlde asla kanaat getirmeyerek “Düşmanıma derdimi anlatamadım ki!” sözünden ayrılmamak; hasılı, Nuh deyip durmak; kaleminden çıkan saçmaların sırf gerçek olduğuna herkesi inandırmak için sıkılmayı bir yana atarak her yolu mübah saymak; karşısındakinin ileri sürdüğü fikirler ne kadar açık, düzgün, ispat edilmiş hakikatlerden olsa gene anlamaz görünerek meseleyi safsataya, palavraya boğmak; nihayet hasmını usandırarak, nefret ettirerek, iğrendirerek münakaşa meydanından püskürtmek… Sonra dönüp okuyuculara başarmış bir tavırla “Gördünüz mü? Şiddetli bir kesinlikle nasıl hasmımın ağzına ot tıkadım? Münakaşaya gücü yetmedi, işte kaçtı…” demek… Bununla da kanaat etmeyerek sözde, yazıda sırasını kollayıp “Bu bahiste zaten geçenlerde filan efendiyi susturmuş olduğumuz cihetle…” cümle parçasını sıkıştırarak o safsata meydanının terlemez, kızarmaz bir kahramanı olduğunu ilandan geri durmayıp ahmakları kudretine hayran, gerçek severleri alaylı gülüşlere, daha doğrusu tiksintiye mecbur etmek…
Meftun bu şarlatanlık meziyetlerinin hepsine sahipti. Edebiyatçılardan, şairlerden, tarihçilerden, bilginlerden, teknik erbabından en ileri gelenlerle bunların en meşhur eserlerinin isimlerini ezberlemişti. Her neden bahis açılsa bir fihrist cetvelinden ileri varamayan bilgisiyle hemen söze atılır; yaş, kuru, lakırtı karıştırırdı. Hakikat öyle değildir diyenlere karşı bin maval okur, “Sizin aklınızda iyi kalmamış. Ben gayet iyi biliyorum ki mesele dediğim gibidir.” cevabını korunmak için kendine siper edinir. Saçmalarını reddetmek için o bahisteki sözleri tek delil sayılmış itibarlı kitaplardan birinin sayfaları şahitlik için açılıp gözüne sokulsa “Hakikat gene benim dediğim gibidir. Burada yazar nasılsa yanılmış…” demeye kadar vararak insanı çatlatır. Meftun’un Paris’teki tahsil bölümlerinde derinleştirmediği cihetler hiç yoktur dersek yalan söylemiş, hakkını inkâr etmiş oluruz.
Kahramanımız ilk hevesle Paris’te bazı müesseselere devam zahmetine katlandığı esnalarda dinlediği derslerden, ilim bahislerinden defterlere öteberi notları yazardı. Ama bu defter sayfalarının büyük kısmını ciddi notlardan ziyade argo dili terimleri çeşidinden manasızlıklarla doldururdu.
Mesela ciddi bir ilmin notlarına ayrılmış sayfaların kenarında Paris külhanileri dilinin adi kelimeleri görülür; tarihe, edebiyata ait faydalı, mühim bahislerin sayfa çevrelerinde aşağıki garip terimlere tesadüf olunur:
Yüksek şapka Edebiyat kitap ve defterlerinin sayfa kenarlarında bu kelimelerle yapılmış öyle edepsiz cümleler vardı ki onlardan buradan bir örnek vermeye bile kalem utanır.
Meftun’un Paris’te, teorisini tahsil defterlerine böylece yazdığı bilgilerinin tatbiki sırasında başı dönüp gözleri karararak pek ziyade taşkınlık gösterdiği bir sırada amcası vefat ediverdi. Meftun da öğrenimini ilerletebildiği derecede bırakarak İstanbul’a dönmek zorunda kaldı. Amcası, Meftun’un ve kendinden küçük kardeşi Raci ile kız kardeşi Lebibe’nin işlerini de üzerine almıştı. Amca efendinin ölümüyle bu işler Meftun’a geçti. Meftun Paris’te çeşitli bilgiler öğrenirken güya hukuk ilmini tahsilden de geri durmamıştı. İstanbul’a gelince ailesinin veraset meselelerine ait, görülmesi icap eden hukuki işlerini düzeltmek için koltuğunun altına bir avukat çantası sıkıştırarak mahkeme mahkeme dolaştı. Kendi sözüne göre her işi yoluna koydu. Ailesine ayda yirmi yirmi beş lira kadar bir gelir sağladı.
Kadınnine Şekure Hanım:
Yaş yetmişken seksene doğru adım adım ilerlemekte…
Hanımninenin kendine sorarsanız onun fikri elli beşte demir atıp hiç ilerlememek… Söz bir Allah bir, her sene rakam değiştirmeye ne lüzum var… Fakat Şekure Hanım’ın bu hesabı birçok cihetten pot gelir. Sırıtır. Kadınninenin bu sözüne güvenmek lazım gelirse ellisini aşmış bulunan büyük kızı, yani Meftun’un annesi Lütfiye Hanım’ın yaşı otuz sularında bulunmak, otuza yaklaşan Meftun’u on yaşına indirmek ve ağabeylerinden biri altı, öbürü on bir yaş küçük olan Raci ile Lebibe’nin yaşlarını sıfıra indirip ikisini de henüz analarından doğmamış, yani mevcut olmayan kimseler saymak gerekiyor.
Şekure Hanım’ın hesabındaki bu garabet bazen alay olmak için kendisinden sorulur. Kendisi elli beşinde olunca Meftun’un yaşı on ve öteki iki torunun da henüz dünyaya gelmemiş olması icap ettiği anlatılır… Kadınnine kaşlarını çatarak:
“Meftun’u mu söylüyorsunuz? O daha dünkü çocuk ayol… Daha yaşı ne başı ne? Benim gözümde o hâlâ on yaşında bile değil…”
“Ya Raci ile Lebibe? Bunlara bir yaş tayin etmek istesek nasıl olacak? Altışar aylık demiş olsak ikisini de insafsızca büyütmüş olacağız…”
“A, Raci, Lebibe… Onlar mı? İlahi, ben onları adamdan sayar mıyım hiç?”
Şekure Hanım’ın karşısındaki bu sıkıcı suallerinde biraz daha ısrar edip “A büyük hanım, tuhaf söylüyorsunuz… Kızınız Lütfiye Hanım ilk çocuğu Meftun Bey’i sekiz yaşında mı doğurdu?” demiş olsa şu cevabı alır:
“Hemen de öyle ya! Evvelden kızları şimdiki gibi yirmi beşine kadar bekletmezlerdi. Pek erken kocaya verirlerdi. Ben, merhuma tamam on iki yaşımda vardım.”
Sözün ucu bir kere bu yola dökülünce lakırtı büyür. Şekure Hanım ta gelinliğinden başlar, merhumla geçirdiği hayatın bütün safhalarını tatlı yerlerinde sırıtıp göz süzerek, acı noktalarında geğirip ah ederek anlatır. Lakırtıdan boğazı kurur, bir iki yudum su içer, gene anlatır… Kadınninenin hikâyesini tamamlaması, karşısındakinin dayanma gücüne göredir. Dinleyende ne kadar sabır görürse o kadar anlatır… Bazen sözden pek yorgun düşerse beş on dakika kadar uyku kestirir. İşte bu uyku sırasındaki ara, dinleyici için güzel bir fırsattır. O gözlerini yumar yummaz hemen büyük hanımın sohbetine karşı bulunmaktan kaçmalıdır. Eğer dinleyici yerini bırakmakta ihmal edilir, ağır davranılırsa kadınnine gözlerini açar açmaz sorar:
“Ne anlatıyordum?”
“Gelinliğinizi…”
“Sözün neresine geldikti?”
İşte bu suale cevap bulmak acayiptir. Büyük hanımın sözlerinde bir başlangıç, bir orta, bir son yoktur ki… Bazen başı sona, ortayı başa getirir. Anlatılan hikâye baştan aşağı bir mantık örgüsünden mahrumdur. Sözün neresinde kalındıydı? O noktayı tayin için büyük hanıma yardım etmeli, bunu düşünmeli. Filan yerde kaldıktı diye bir söz atınız da ne olursa olsun. O noktanın eski noktaya tam tamına uyması pek beklenmez. Büyük hanım bu meselede güç beğenir değildir; “Ha, evet.” der, gene başlar. Gene o eski sözler. Fakat o kadar ucu bucağı gelmez vadilere dallandırılıp budaklandırılır ki dinleyene göz kararması, âdeta baygınlık gelir. Bu lakırtı tufanından kurtulmak için kadınninenin bir ikinci uyku nöbetini beklemekten başka çare yoktur. Çünkü ondan evvel kalkmak isterseniz “Ayol otur. Allah’ını seversen dinle… İşte bitiyor…” antlarıyla eteğinizden çeker.
Böyle çok söylemek büyük hanım için bir hastalık, bir illet, tabii bir ihtiyaçtır. Ne kadar çok söylerse o kadar derdini dökmüş, hafiflemiş, âdeta ferahlamış olur. Bu hastalığın aslı, sebebi vardır. Ama onu kimseden değil, büyük hanımın kendisinden dinlemelidir. Şöyle başlar:
“Ben gençliğimde bir içim su idim. O kadar güzeldim, o kadar güzeldim ki, afet yanımda halt etsin. Evet, bir içim su idim. Şimdi ne suyum kaldı ne selim. Kupkurudum, o da başka bir hikâye… Sen de kocar, inşallah benim gibi olursun da anlarsın yavrum. Gelin olduğum gün sokaklar seyirci almadı. Görenler cemalime parmak ısırdılar. Merhum kocam beni koltuklayıp da odaya çıkardığı zaman kapı kapandıktan sonra şöyle bir yüzüme baktı. Vallah hayatı gitti de bayatı kaldı. Bayılacaktı da su yetiştirdim. Ama sonradan pek kıymetimi bilmedi. Böyle vakitsiz kocadım işte. O zaman gelinliğimi bilemedim. Çocuktum. Koca nedir? Ev bark nedir? Farkında bile değildim. Hey kuzum hey… Başımda kavak yeli eserdi… Rahmetliyi sorarsan yanaklarından kan damlar, gürbüz, on dokuz yaşında bir delikanlıydı. Bastığı yeri bilmezdi. Bir ateş parçası afacandı. O bir zirzop, ben bir zirzop. İkimiz de ana baba kıymetlisiydik. Üzerimize titrerlerdi. Mürüvvet görmek olursa da öyle olsun… Bizim karı koca, bir dediğimiz iki olmazdı. O zaman, doğurmaktan başka işim yoktu ki, senede bir tane… Vasfiye’m, Hüsnü’m, ah kara kaşlı Bedri’m… İki aylıkken kara toprağa girdi. Hep bu yavrucuklarımı birbiri arkasına gömdüm. (Bir iki geğirip yaşarmış gözlerini mendiline siler, elini hırkasının cebine sokar. İki üç diş kakule çıkarır, ağzına atar. Üst çenesinde biraz sağda, alt çenesinde biraz solda bulunan iki dişi arasında kakule tanelerini çiğnemek için üst ve alt çene kemiğini iki aykırı cihete çarptırır. Geviş getirir gibi bir şeyler yaptıktan sonra) Ah, o zamanları ne kadar gözyaşı döktüm. Nasihat verenlerin sözleri hiç kulaklarıma girmediydi. Sonra efendim, ne geldiyse başıma gene doğurmaktan geldi. İkinci çocuğumda, işte bu Meftun’un anası Lütfiye’mde lohusa döşeğindeyken bana al basmış, daha kırkımı çıkarmadan beni odamda yalnız bırakmışlar. Yanı başıma bir süpürge olsun koymamışlar. Al basmış da nasıl basmış? Bilemiyorum. Kendimden haberim yok. Beni göstermedikleri hekim, okutmadıkları hoca kalmadı. Mümkün değil, eskisi gibi zihnimi toplayamadım. Lakırtıyı, çok şükür, söylemesine söylüyorum. Fakat söylenilen şeyi pek anlayamıyorum.”
Ev halkı, büyük hanımın çalçeneliğine uğramamak için pek yanına yanaşmazlar. “Acık beni dinleyiniz.” davetiyle ettiği ricalara, verdiği antlara pek kulak asmazlar. Zavallının sohbet canlılığını, lakırtıcılığını tecrübe eden misafirler de yanına yaklaşmakta ihtiyatlı davranırlar. Zavallı kadın, konuşmak için âdeta ağaçtan adam arar. Bazen sohbet hasretiyle günlerce yanıp yanıp da konuşacak kimse bulamayınca torunu dört yaşındaki Hasene’yi ciddi bir dinleyici gibi karşısına oturtur, kocakarılara mahsus dedikoduculuğun bütün mantıki münakaşalarını o kadarcık çocuğun reddine veya tasdik etmesine bırakarak söylenir durur.
Alışkanlıkları: Kışın tandırda oturmak. Üstüne yorgan örtülmüş o sıcak kümbetin çekme gözüne kuru üzüm, leblebi doldurarak ağzı lakırtıdan boş kaldıkça yemişle uğraşmak. Şekure Hanım’ın sözüne göre ağız denilen organı tembel, kapalı bırakmak âdeta günah sayılır. Ya lakırtı ya da yemişle o iki çene işlemeli… Ağzı biraz dinlenecek olursa senelerden beri devam ettiği çene jimnastiğine güya gevşeklik gelir, lakırtı idmanı bozulur.
Yemek sırasında bir eliyle kendi yemek, öbürüyle ekmek için yemeklerin suyuna batırıp batırıp sofra altındaki kedisi Pamuk’un karnını doyurmak. Hastalığı zamanında hekim ilacına değer vermemek, iyileşmeyi kendi ilaçlarından beklemek, daha olmazsa kurşun döktürmek…
Sevdiği yemekler: Turşu lapası, çılbır, tirit, nazlaç… Tatar böreği, piruhi!
Meftun’un zorlamasıyla evin yaşayışı alafrangaya döküleli tandır ortadan kaldırılmış, ona karşılık soba kurulmuş olduğundan zavallı kadınnine, artık yoluyla ne leblebilerini ısıtabiliyordu ne de dizlerini… Turşu lapasını sorarsanız, işte ona büsbütün hasret kalmıştı. Meftun bu lapayı evde pişirtmek değil, ismini bile ağzına aldırmıyordu. Kadınnine turşu lapasına hasretinin şiddetini anlatmak için ne zaman iştahla ağzını açsa torunu hemen:
“Sus, ayıp! Lapa ne demektir? O bir çeşit koyu çorbadır ki alafrangada ismi, hele hiçbir sofrada yeri yoktur. Fransızcada ‘cataplasme’ derler bir lapa vardır. Ama yenmez. Dışarıdan kullanılır. İsmi de söylüyor ki bu, yenmez. Kadınnine, eski Rumca bileydin ‘cataplasme’ denilince anlardın ki ‘kata’ üzerinde ve ‘plasma’ yapıştırma demektir. Binaenaleyh lapaların hepsi yapıştırılır, yenmez. Belki Fransa’da on beşinci, on altıncı yüzyılda böyle bir yemek vardı. Şimdi bunun yenilmesi büsbütün demode olmuştur. ‘La cuisine dans les siècles passés’ yani ‘Geçmiş Asırlarda Mutfak’, sen bu kitabı okumadın.”
Kadınninenin, yarı anladığı bu cevaba pek canı sıkılır. Fransız listesinde mevcut olmayan yemeklerin o evde yenmesi yasak… Bir lapa yemek için sekiz kitap mı okumalı? Lapa yenmez, yapıştırılırmış. Süphanallah!.. Onun yapıştırılanı keten tohumundan yapılır… Ağrıya, sızıya turşu lapası yapıştırıldığı hangi kitapta, hangi memlekette görülmüş?
Artık büyük hanım dayanmaz, ağzını açar:
“Bunları keşke sağlıkla, selametle öğrenmez olaydın! Her lakırtıya bir kulp takıyorsun… Turşu lapası yapıştırılırmış. Haydi buna öyle dedin… Ya o canım yoğurtlu tatar böreği, o da mı yapıştırılır? Dereotlu, peynirli piruhi diye kaç zamandır içim titriyor… Bıktım artık Zarafet’e pişirttiğin öküz etlerinden. Yumruk kadar kaskatı bir parça, bıçak kesmez, diş kesmez, elle parçalanmaz… Boğazım yırtılıyor yutuncaya kadar. Bu nedir ettiğin ayol? Alafranga diye kâseleri ortadan kaldırdık. Tabakla çorba içmeye başladık. Geçen günü biz yemek yerken komşu Hürmüz Hanım geldi: ‘A, ayol tabakla mı çorba içiyorsunuz?’ dedi, bize güldü, gitti.”
Meftun’un ev içinde alafrangada adına çıkardığı bidatlere Şekure Hanım sekiz on gün dişini sıkarak tahammüle uğraşıyor, yalnız torununun arkasından söylenmek, atıp tutmakla yetiniyor; ama iş turşu lapasından, yoğurtlu tatar böreğinden tamamıyla mahrum kalmaya gelip dayanınca yüzüne karşı çekişmekten de kendini alamıyordu. Aile fertlerinden kim hastalansa Meftun Bey, hastanın nabzını tutar, saati çıkarır, vuruşları sayar, diline bakar, karnını fiskeler, göğsünü, arkasını dinler. Çünkü beyefendi Paris’te bulunduğu sırada, tıp fakültelerinin de önünden geçmiş, belki kapılarından içeriye bir iki adım atmış, belki kapıcılarıyla konuşmuş, belki o yapıların duvarlarına sürtünmüş olduğundan, o çeşitli tahsili arasına hekimliği de dâhil etmeden, bu bilgiden bir kara cahil denecek kadar nasipsizlikle İstanbul’a dönmeyi bir türlü uygun bulamamıştı. Yani ondan da (tabire müsaade buyrulursa) çaktığını göstermek isterdi.
İlk tedbirler adına tutturduğu usuller şunlardır:
Büyüklere, bünyelerine göre birer müshil, nöbet varsa sülfato, çocuklara tenkiye, üç gün sıkı diyet… Sütten başka bir şey yok. Hele ekmek katiyen yasak… Müshil neyse ama üç günlük perhizden kimse memnun değildi. Evde hastalananlar Meftun’un ilk tedavilerinin rahatsız ediciliğinden kurtulmak için hastalıklarını saklarlardı, hele Şekure Hanım’ın o uzun perhize hiç tahammülü yoktu. Bazen “Huuu, çocuklar, biraz başım ağrıyor ama sakın Meftun duymasın. Beni üç gün aç bırakır. Bütün bütün dermandan düşerim. Geçen günü azıcık keyifsizlendimdi. Midem bozulmuştu. Bana beyaz bir toz yutturdu. Yarısını bardağa suyun içine, yarısını ağzıma attırdı. Rabb’im esirgeye, saraya tutulmuş gibi ağzım köpürüverdi. Dikiş kaldı56 boğuluyordum. Sözümü yel alsın, az kaldı gidiyordum.” şikâyetleriyle hastalığını gizler; çıkın çıkın, sepet sepet sakladığı köklerden, saplardan, yapraklardan, tozlardan yapılma özel ilaçlarını kullanarak Tanrı’nın izniyle iyileşir, bir şeyciği kalmazdı. Büyük hanımın müshil olarak kullanmaya alıştığı sinamekiyle sarısabırın zararlı tesirleri hakkında Meftun, kadınninesine etraflı üç nutuk verdiği hâlde söz geçiremedi.
Meftun’un annesi Lütfiye Hanım:
Çukurca gözler, uzunca çene, esmer yüzüyle hep annesi Şekure Hanım’ı andırır. Biraz basıkça, peltek söyleyişi de tıpkı anası. Çalçenelikte de ondan aşağı kalmaz. Lakin lakırtıda Şekure’ye yetişmek imkânsız. İkisi de çabuk ve manasız söz söylemekte imtihana çekilseler Lütfiye hayli kırık numara alır. Yaşça aralarında yirmi senelik bir fark var. Söz ebeliğinde kızının anasına yetişebilmesi için bu yaş farkı kadar lakırtı idmanına devam etmesi lazım gelir. Kocakarıda egzersiz kuvvetli… Kız da anasının az çok her hâline sahip ama beriki artık olgunluk derecesini bulmuş, çaçaronlukta en yüksek noktaya varmış…
Lütfiye Hanım biraz iyiden kötüden anlar. Sırasına göre hatır sayar, icabında lafa biraz yekûn tutabilecek57 kadar çenesine buyurabilir. Hele Meftun’u çok sever. Oğlunun bütün kusurlarını birer meziyet sayar. Alafrangalık tutkunluğuyla kalkıştığı aşırılığı hoş görür. Hele alafranganın Lütfiye Hanım gibi seçkin kadınlara pudra ve sair yüz boyaları konusunda gösterdiği müsaadeyi aşırı dereceye vardırır. Tuvaletine hız verdiği saatlerde, bazen Meftun’a hüzünlü hüzünlü bakarak “Ah, baban sağ olaydı da beni böyle süslü göreydi…” demekten kendini alamaz.
Teyze Vesile Hanım:
Bu da annesiyle kız kardeşinin yaratılıştan bir örneği denecek bünyede bir kadın, anası gibi bu da çalçene, bu da dedikoducu ama o evdeki yeri sığıntılıktan başka bir şey değil. Kocası Uzunçarşı esnafından fakir bir adam. Geçinmeleri ölmeyecek kadar… Kumkapı taraflarında iki odalı bir evleri var. Fakat Vesile Hanım evde oturmaz ki… Rebia ve Hasene isminde biri büyük, öteki küçük iki kızını alır, ablası Lütfiye Hanım’ın evine gider. Çünkü ablası zengin… Allah versin, ablasının her dilden söyler, her fenden dem vurur, her sanattan anlar alafranga bir oğlu var. Merhum kocasından birkaç irat kalmış, Meftun da kazanıyor, evi çeviriyor. Aşçılar, uşaklar, hizmetçiler kullanıyor. Kışın İstanbul’da, yazın yazlıkta yaşıyorlar. Kız kardeşinin şu yaşayışına nispetle Vesile Hanım âdeta fakirlerden de fakir kalıyor. Lütfiye’nin bu refahını pek büyük bir saadet sayarak kıskanıyor. Yaz, kış, kız kardeşinin evinden çıkmadığı, kendini de çocuklarını da hemen hep ona beslettiği hâlde gene sebebini pek izah edemediği bir kıskançlık gizli gizli içini yiyor, kemiriyordu. O derecede ki, bazı konularda bu kıskançlığın âdeta nefret derecesine vardığını hisseder ama nefretini göstermeye pek cesaret edemez. Yalnız ara sıra imalı sözler, kapalı alaylarla ablasının aleyhinde ona buna ufak tefek dil uzatmalarda bulunmaktan da kendini büsbütün alamazdı. Lütfiye’nin Vesile nazarındaki en büyük kabahati, en affolunmaz kusuru, ayıbı, pudra sürmesi, kırmalı esvap, boncuklu hırkalar giymesiydi. Ablasını öyle süslü görünce ağızlarını sıkı saydığı bazı dost kadınların kulaklarına eğilerek “Hemşirenin hâlini görüyor musunuz? Kuklaya dönüyor. Bu yaştan sonra yaraşmıyor. Dilimin ucuna geliyor. Söyleyeceğim. Hemşire, bir kere kulağını arkaya at da dinle, senin bu süsün için neler söylüyorlar, diyeceğim. Bu sözümü kıskançlığıma verecek… Rabb’im göstermesin, niçin kıskanayım? Kız kardeşim değil mi? Dibalar giyse, pırlantalara boğulsa iftihar ederim. Fakat yaptığını yakıştırmalı. Kimseyi kendisine güldürmemeli. Oğlunun sözüne uyuyor da alafranga olacağım diye bambaşka bir şekle, kılığa giriyor.”dan tutturduğu tenkitlerini hayli uzatır, karşısındakinin yakınlığına, sır tutacağına emniyet ettiği nispette açılır, söylenir.
Vesile Hanım’ın içini yiyip bitiren bir emeli, ideali vardır. Büyük kızı Rebia’yı kız kardeşinin oğlu Meftun’a vermek. Ablası bu evlenmeyi uygun görse de gerçekleşmesine çalışsa onun bütün ayıplarını, kusurlarını affetmeye hazırdı. Saygısız Lütfiye Hanım, kendine yaptırdığı ipekli elbiselerden, boncuklu hırkalardan arada sırada bir tanecik olsun kız kardeşine yaptırsa, hiç olmazsa kendinin şöyle çala kullanılmış esvaplarından bazılarını ona verse o zaman büyük kız kardeşinin süsü, düzeni küçüğüne pek o kadar çirkin, gülünç, yaraşıksız görünmeyecekti.
Raci Bey… Meftun’un küçük kardeşi, yirmi üç yirmi dört yaşlarında bir delikanlı. Yüzce, vücutça ne anasına benzer ne kardeşine… Bu, onlar gibi zayıf değil, gürbüzdür, tombalaktır. Ahlakça da aralarında çok fark vardır. Raci öyle alafrangalık budalası değildir. O cihete pek merakı yoktur.
Her güzelin bir kusuru bulunmak zaruri bir şeymiş. Atasözü öyle diyor. Bunun da en zayıf, yufka tarafı “habazanlık”tır.58 Kendisi güzelce karnını doyursun da sofra isterse alaturka, isterse alafranga tertiplenmiş olsun. Raci, midesine düşkünlük bakımından her iki usulde de yemek yemeyi uzun uzadıya incelemiş, ikisinde de birbirlerine karşı tercih sebebi bulmuştu. Çatal bıçak kullanmak, sofrada kolay yemeyi âdeta güçleştirdiğinden ve geciktirdiğinden kolay ve çabuk yemek bakımından alaturkayı tercih ederdi. Çünkü çatalın tembel dişlerine geçirilmiş bir parçayı bıçağın altında saniyeler, belki dakikalarla evirip çevirmedense onu öyle hep birden lüpedek yutuvermekteki çabukluğu inkâr kabil değildir. Alaturka yemek yiyişin merasimden uzak oluşu, çabuk yemeye elverişliliği bakımından alafrangaya üstünlüğünü ispat için Raci, ağabeyine karşı çene sallamaya uğraştığı zaman şu cevabı alırdı:
“Boğulur gibi tıkınmakta ne mana var? Arkandan atlı kovalamıyor ya? Önünde, tabağındaki parça senin… Oraya başkasının eli uzanacak değil… Lokmanı ağır ağır kes, ağır ağır çiğne, ağır ağır yut. Böyle yenilen yemek kolay hazmolunur. Çiğnemeden yutulan yemeği mide nasıl hazmedebilir? Sen ağzının dişlerinin hazım için ilk vazifelerini de zavallı midene yüklüyorsun… Çok sürmeyecek, sende mide sancıları başlayacaktır.”
Ağabeyinin bu sözlerine karşı Raci, çoğu bir cevap bulamaz, öyle yutkunur dururdu. Sahanların, lengerlerin büyüklüğü ve içindekiler sofradakilerin sayısına göre hazırlanan alaturka sofralar müstesna… Fakat orta yerde göçürek, yani alelade piyata tabağı büyüklüğünde bir sahan, içinde irili ufaklı üç kemik, bunun etrafında sekiz dokuz kişi… Bulunduğunuz yerden öyle bir mide zevki aceleciliğiyle sahana atılmaya elverişli değil… Şöyle ağır, kırıla döküle yemek icap ediyor. Elinizi sahanda önünüze rastlayan et parçasına sundunuz. Et güzel pişmiş ve kemik üzeri de dolgunca ise bir parça şey koparabilirsiniz. Ya yemek pişkin değilse? Oradan gıdayı koparıp almak her parmağın harcı değildir. Elinizi uzun müddet sahanda tutmak da ayıp… Bir şey koparamadığınızı, yani o beceriksizliğinizi yanınızdakilere hissettirmek de pek uygun düşmez… O hâlde, güya sahandan kısmetinizi almışsınız gibi bir hokkabazlıkla elinizi ağzınıza götürüp o vehimden ibaret lokmayı afiyetle yutuyor gibi yaparak parmaklarınızın uçlarını yalamaktan başka çare yok… Etler pişkin, kemikler dolgunca da olsa sahanın büyüklüğü etrafındakilerin sayısına uygun değilse üçüncü lokmada parmaklarınızı çıplak bir kemiğe sürtüp ağzınıza bomboş götürmek gene zaruri olur. Aç kaldığınız neyse ne… Ev sahibinin aşırı nezaketi de sizi bir taraftan sıkar.