Книга Şıpsevdi - читать онлайн бесплатно, автор Hüseyin Rahmi Gürpınar. Cтраница 6
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Şıpsevdi
Şıpsevdi
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Şıpsevdi

“Aman efendim, hiç buyurmuyorsunuz!” iltifatlarına karşılık “Allah ziyade etsin, çok yedim.” kabilinden cevap yetiştirmelidir. Ev sahibi ikramcılığını çok ileriye vardırırsa çok doymuşlara mahsus süzük göz ve tembel bir davranışla elinizi göğsünüze götürüp boş midenizin şişkinliğini göstererek “Merhamet buyurun efendim. Artık kulunuzda hâl kalmadı. Şerefinize bugün gene fazla kaçırdık…” sözleriyle aç karnına şu yolda teşekkür mukabelesinde bulunmak âdeta terbiyede farz hükmündedir.

Alaturkada yemekler pek pişkin ve bol da olsa gene aynı kapta herkesin parmaklarıyla didikleyip durduğu bir kemiği sizin de didiklemek, sofradakilerden birinin iltifat olsun diye eliyle koparıp size ikram ettiği bir parçayı alıp yemek, bu yeme usulüne alışkın olmayanlar için uyulması pek güç bir iştir. Ellerin temiz olduğu iddia edilse de ağza girip çıkışta parmaklar hep salyaya dokunacağından bu temizlik bir iddiadan ibaret kalır. Meselenin ehemmiyeti yalnız temizlikten ibaret değildir. Bu yemek usulü hijyen ve hastalıkların sirayeti bakımlarından cidden kaçınılacak şeydir.

Alaturkayla alafranga arasında ortalama bir sofra tertibi vardır ki şimdilerde bu usul gitgide yaygınlaşıyor… Yuvarlak bir yemek masası, etrafında iskemleler, herkesin önünde birer tabak, birer çatal, kaşık. Ama bıçak yok. Hâlbuki bıçaksız çatal hiçbir iş göremez. Koparılması icap eden et parçalarının üzerine saplanıp kalır. Farz ediniz ki önünüzde bir pirzola parçası var. Bir elde de bıçak olmayınca çatal, bu parçanın yenilmesini nasıl kolaylaştırabilir? Pirzolayı yemek için ya çatalı bir tarafa bırakıp eti elle parçalamalı yahut külbastının kemiğinden tutarak yemeye başlamalı… Külbastı böyle olunca yumruk gibi kalın ve kabaca olan biftek, fileto parçalarını yemek için yalnız çatalın o koca et parçalarını ağza kadar götürmekten başka kolaylaştırıcı bir aracılığı olamaz. Tam porsiyon bir filetoyu ağza götürmek bir şey değil. Ama onu takımıyla yutmak marifettir ki, mide zevkiyle en ziyade nam salmış olanlarda bile öylesine geniş bir ağız, öyle su borusu kadar bir mide borusu tasavvur edilemez.

Lakin denecek ki, öyle yarım alafranga sofralarda o gibi koca parça biftekler, filetolar arama… Pekâlâ ama beraber bıçak olmayınca çatal her hâlde yardımcısız kalmış demektir. Bu ortalama sofralarda herkesin önündeki tabaklar ekmek koymaya mahsus gibi öyle süs için duruyor, gene herkes ortadaki aynı kaba çatal uzatıyor, farz olunsun ki sofranın orta yerindeki sahanın içinde bulunan biftek değildir de yahnidir. Yalnız çatalla yahniyi koparmak, bıçaksız biftek yemekten daha kolay mıdır zannedersiniz? Çatalı yahni parçasına saplar, sağa sola birer defa burarsınız. Ne koparsa bahtınıza… Ya lokma denebilecek bir şey koparmayı başaramazsanız? Birkaç dakika sahanın içinde oynamak da olamaz… Siz oradan kolunuzu çekeceksiniz ki yanınızdaki uzansın… Çatalı bir, iki defa burup geriye çektiniz. Bir de baktınız ki üzerine birkaç tel adale ipliğinden başka bir şey takılmamış. Çaresiz, onu ağzınıza götürüp yaladıktan sonra tekrar sahana uzanmalı, bu başarısızlığınız sekiz on lokmada tekrarlanırsa ev sahibinin “Rica ederim efendim, hiç buyurulmuyor…” yollu iltifatlarını yalanlamak için midenizin boşluğuna rağmen “Yiyorum efendim, üzülmeyin…” cevaplarıyla doyduğunuza kendinizi de inandırmaya uğraşarak “Ya Rabbi şükür!” der, sofradan kalkarsınız…

Meftun, küçük kardeşine alafranganın zarifliğinden, inceliğinden bahse uğraşır. Onun birtakım incelikler, “finesse”lerle59 yontulmasına çalışırken Raci ne yapar yapar, bahsi “gastronomi”ye, yani mide zevki üzerine çevirir, sofraların çeşidinden ve bunların her birinde görülen fayda ve hususi mahzurlardan uzun uzadıya söz açmak yolunu bulurdu.

Alafranga sofranın birtakım rahatsız edici külfetlerinden dolayı obur Raci, sahanlar büyük, etler pişkin, yemekler bol olmak şartıyla alaturkayı yahut orta usulü alafranga sofralara büsbütün tercih ederek ağabeyini kızdırır, o zavallı alafranga budalasına bu üç türlü sofranın birbirleriyle mukayesesi hakkında böyle saatlerce çene yorar dururdu.

Raci, İstanbul’da bir öğrencinin yapabileceği kadar tahsil görmüştü. Büyük kardeşine nispetle ahlakı sağlam, özü doğru, sözü toktu. Kardeşinin aşırı alafranga zevzekliklerine bazen pek canı sıkılır; aile fertlerini kardeşindeki bu tutkunluğun birçok rahatsız edici şekillerinden kurtarmak için elinden geldiği kadar uğraşır; üstün geleceğine aklının kestiği noktalarda doğruyu söylemekten sıkılmaz; uzun uzadıya mücadelelerden geri durmazdı. Ağabeyinin aile servetinin üstüne çıkarak alafrangaya gösterdiği merak ve tutkunluk yüzünden gülünç olduğu, herkesin alaylarına uğradığı tarafları bile, bazen açıklamaktan çekinmezdi. Meftun’un ismini Koca Deli koymuştu. O yokken adını anarsa hep bu alaycı isimle anardı.

Meftun’un kız kardeşi Lebibe Hanım:

Bu da on sekiz on dokuzunda var. Şişmanlık hastalığına tutulmuş bir kız. Zayıflamak için gazetelerde şarlatanca ilanlarda gördüğü yalancı ilaçların hepsini birer birer kullanmış ama evvelkinden çok semirmekten başka bir netice elde etmeye muvaffak olamamıştı. Evdeki çapaçul hâli pek o kadar hoş, o kadar alımlı değildi. Sokağa çıkmak için kat kat pudra, allık süründüğü, kaşlarını islediği, gözlerini kuyruklu sürmelerle tahrillediği zaman kendini dev anasına benzeten kadınlara biraz hak verdirecek bir hâle gelmekle o “tip”lere mahsus bir güzellik, bir çekicilik peyda olurdu. Lebibe Hanım’ın tuvaletindeki en büyük başarısı, yanak çevresine kondurduğu yapma benin yerini tayin etmekte gösterdiği ustalıktı. Yeldirme yahut çarşafın içinde bıngıl bıngıl, püfür püfür yürüdüğü zaman kendisini karaman koyununa benzetmelerine pek canı sıkılır, hemen işitilir işitilmez bir mırıltıyla “Dilin tutulsun!” demekten kendini alamazdı.

Lebibe’nin bu noksanını, daha doğrusu bu yaratılış fazlasını örtebilmek için tahsiline özen göstermek, zekâsını, bilgisini geliştirmek lüzumunu Meftun, şiddetle hissederek kendi kendine:

“Il fau dorer la pilule pour la faire avaler à un beau frère riche!”60 demişti.

Bir genç kızın sabah tuvaleti, bir genç kızın öğle tuvaleti, bir genç kızın akşam tuvaleti, bir genç kızın sofra tuvaleti, bir genç kızın misafirlik tuvaleti isimleriyle Lebibe’ye beş on kat elbise yaptırttı. Ve bunların “savoir-vivre”ye tatbik edilerek giyilmek ve çıkarılmak zamanlarını tayin etti, öğretti. Zavallı Lebibe böyle, günde sekiz defa esvap değiştirmeye ne kadar üşenirdi.

Lebibe Fransızcaya başladı. Bu başlamadan beş altı sene sonra kızda pek sığ, pek acayip bir bilgi çeşitliliği hasıl oldu. Zavallı Lebibe, zihnine tıkıştırılan bu garip malumat içinde dönüp dolaşıyor, bilgisini saldırmak için bir türlü uygun bir mecra bulamayarak şaşırıyordu.

Bugün, Paul ile Virginie hikâyesindeki o masum sevginin uğradığı üzücü ayrılığa ağlarken yarın eline tutuşturulan pek maddi, pek hayvanca tasvirleri, ifade kabalığıyla zihnini altüst eden bir eserin zıt tesirleri altında bunalıyordu. Bu çeşitli ama sığ bilgisiyle Lebibe, Fransızların “bas bleu” yani mavi çorap dedikleri bilgiçlik taslayan edebiyatçılarına döndü. Edebî değerini Meftun’dan başka kimsenin takdir edemeyeceği bazı edebî parçalar karalamak istidadını bile gösterdi. Meftun Bey, kız kardeşindeki bu derin edebiyat istidadını bazen o derece takdir ediyordu ki “Böyle giderse bizim Lebibe ‘dekadan şairler’den meşhur Verlaine’in kadını olacak, yani o kudrette bir harika kesilecek…” demeye kadar varıyordu.

Ailenin geliri bir zenci aşçı kadından, biri erkek, öbürü kadın iki hizmetçiden sonra bir de küçük hanıma mürebbiye tutmaya müsait olmadığından Meftun, kız kardeşinin tahsili cihetini kendi üstüne almış, pratik tarafını da Matmazel Eleni’ye yüklemişti.

Teyze Vesile Hanım’ın kızı Rebia, on altısında kadar, esmerce, kuruca, ufacık siyah gözlü bir kız. Eğitim ve öğretim namına birkaç yıl ilkokuldan başka bir şey görmemiş. Mahalleleri olan Kumkapı semtinde büyütülmüş, yarı evde, yarı sokakta alıştırılmış… Erkek çocuklara mahsus kaydırak, birdirbir, ceviz, top oyunlarına alışkanlık kazanmış. Mızıkçılıkta, çocuklar arasında adı kötüye çıkmış, “kıs kıs” diye kışkırtarak köpekleri azıştırmak, eskici Yahudi’yi taşlamak, yoğurtçunun tablasına taş atmak, kâğıt helvacının camlı mahfazasını kırmak, el çabukluğuyla tabladan, küfeden kebap kestane, elma, fındık aşırmak, viranelerde ballıbaba, ısırganlar arasında uçurtma havalandırmak gibi işlerde oğlanlardan hiç aşağı kalmaz. Herhangi bir tarafa hamle ederek koşmak lazım gelse takunyalarını iki koltuğunun altına sıkıştırır, çıplak ayak hemen seğirtir, hafiflemek icap ederse ayakkabılarını mahalle bakkalının peykesi altına bırakır. Pek acele zamanlarda sokağa rastgele bir yere fırlatıverir, sonra bulamaz, akşam evine yalın ayak döner, evvela bir fasıl anasından, sonra bir fasıl da babasından dayak yer. Sabah olunca dayağın acısını unutur. Çömlekten biraz ekmek, dolaptan bir dilim peynir keser, mutfak nalınlarını ayaklarına geçirince gene sokağa fırlar, cami avlusundaki oyunun birinci faslına yetişir…

Annesi bakar ki evde kız yok… Yok olan yalnız ondan da ibaret değil, mutfak nalınları da görünmez olmuş… Hatuncağız bu işte tecrübelidir, işi hemen anlayarak “A dostlar, on günün içinde bir çift kundura, iki çift takunya… En sonunda mutfak nalınları da mı gitti?” feryadıyla başını örter, soluğu doğru cami içinde alır. Bir de bakar ki kızı çocuklarla oyuna dalmış, “A, kardeşim Hüseyin iki defa ‘bokso’ oldu. Ben bunu saymam!” diye haykırıyor.

“Seni gidi çingene kızı seni. Hani ya nalınlar?” feryadıyla anası bir vaveyla koparır. Nalınlar mı? Kızın ayağında öyle şey yok. Gene bir tarafa fırlatmış. Sağa bakarlar, sola bakarlar, nalınları koydunsa bul…

Vesile Hanım, Rebia’yı eve getirir. Bu yaramaz kızı o günü mektebe gönderebilmek için ayağına bir şey bulup giydirmek lazım. Vesile artık dolapları, merdiven altlarını karıştırır. Ya kendi eski kunduralarından, iskarpinlerinden yahut kocasının eski terliklerinden bir şey bulur. Bulunan şey kızın ayağına pek büyük, pek şapşal gelir ama ne çare! Ne olursa olsun, çocuk ayağına bir şey giysin de mektebinden kalmasın…

Rebia koca ayakkabılarını sürükleye sürükleye mektebe gider. Okurkenki haykırışlarıyla mektebi dolduran arkadaşlarının arasına katılır.

Kız büyür, evvela baş örtüsüne, sonra çarşafa girer. Mektepten okuma alışkanlığı olarak alabildiği “bekisi benni” sınırını pek aşamaz. O derecede ki, mektebe dört beş yıldır gitmiş olmasının hiç hükmü kalmaz. İki satırlık bir yazı okuma yetkisini kazanamaz. Mektepteki okuma yadigârı olarak kızın hatırında yalnız bazı ilahiler kalmıştır.

Evet, Rebia’nın okuma yadigârları işte bunlardı. Erkek çocuklarla ziyade oynaması, düşüp kalkması kızın tabiat, ahlak ve davranışlarınca onlara benzemesine sebep olmuştu ki birine kızdığı zaman terbiyeden mahrum mahalle çocuklarından işitildiği gibi kaba küfürler kullanırdı.

Teyzesi Vesile Hanım’ın, yeğeni Meftun Bey’e vermek istediği Rebia, işte böyle bir kızdı.

Rebia’nın küçük kardeşi Hasene… Yaş dört dört buçuk. Fakat bazen kullandığı tabirleri büyük insanlar bilmez. Bu da terbiyece, ablasının ikinci kopyası. Daha okula gitmek yok. O yaşta bu kadar laf bilmek, konuşkan olmak o aileye mahsus bir Tanrı vergisi. Annesi Vesile Hanım’a “Maşallah, kızınız ne kadar dilli? Rabb’im nazardan esirgesin…” deseniz “Çabuk söylesin diye daha kundaktayken ben ona kanaryanın artık suyunu içirdim, onun için işte böyle bülbül gibi oldu.” cevabını alırsınız. Çocuğun, suyundan huyuna çektiği o hangi kanarya ise doğrusu ağzı bozuk bir kuşmuş.

Vesile Hanım’ın çocuklarının ilkokul terbiyeleri sokak kapısının önüdür. Uzunçarşı’da satılan o henüz yürümemiş çocuklara mahsus altları delikli, önleri sürgülü küçük iskemleler vardır. İşte Vesile Hanım, onun içine çocuklarını oturtur. Ellerine de ya bir dilim ekmek yahut mevsime göre elma, portakal nevinden bir yemiş tutuşturur. Sokak kapısının tek kanadını açar, “Bak yavrum, şimdi buradan dahdahlar geçecek!” okşayışıyla iskemleyi oraya yerleştirir. Kendi gider, ev işiyle uğraşır.

Çocuğun altında lazımlığı, elinde yiyeceği, önünde mükemmel bir sokak panoraması. Gelen geçen kıyamet… Yavrucak artık her bir ihtiyaçtan kurtulmuş demek. Çocuk saatlerce orada oturur, eğlenir. Bazen köpekler elinden ekmeğini, çöreğini kaparlar. Yüzüne, ağzına yağlıca, sütlüce bir şeyler bulaşmışsa onu da yalarlar… Kız haykırır:

“Anneeee! Kuçukuçu benim ekmeğimi hap…”

Annesi cevap verir:

“Gidi yaramazlar gidi! Ben şimdi gelirsem o kuçukuçuları hep döver gebertirim!”

Fakat Vesile Hanım’ın kuçukuçular aleyhindeki bu tehditleri çocuğu avutmak için kuru laftan ibarettir. İşini bırakıp Hasene’nin yanına çıkmaz. Kız haykırdıkça annesi onun bu feryatlarına karşı teselli edici cevaplar verir. Kız da öyle avunur gider.

Erkek çocukların kaydırak, birdirbir, uzuneşek, ceviz, hamam kızdı oyunları hep Hasene’nin önünde oynanır. Bu oyunlar esnasında çocukların kızıp da birbirlerine karşı dil uzatmalarını, kaba sözleri hep işitir. Yalnız işitmekle kalmaz. Bir fonograf gibi zapt eder. Akşam sofra başında babasına öyle sözler söyler ki adamcağız bazen karısına:

“Şu yumurcağı yanımdan kaldır. Şimdi bir yumruk vurup çenesini dağıtacağım! Baksana sövüyor. Kimden öğreniyor bu pislikleri?”

Karısı: “Kimden öğrenecek a kocacığım? Ya senden ya benden… Daha okula gitmedi ki… O kadarcık çocuğun lakırtısına kızılır mı? O sövmeyi ne bilecek?”

“Nasıl ne bilecek? Sövüyor. Hem de bir tulumbacı gibi koyu koyu… İşitmiyor musun?”

“O kadarcık çocuk söylediği sözlerin manasını bile bilmez.”

Hasene arsız arsız sırıtarak:

“Niçin bilmeyeceğim?.. Pekâlâ bilirim… Seni gidi anasını, avradını…”

Babası hemen elini uzatıp Hasene’nin dudaklarını tutarak koparacakmış gibi sağa sola sıkıca burar. Kız boğuk boğuk haykırmaya başlar.

Vesile Hanım telaşla:

“Bırak ayol, kızın nefesi kesilecek!”

“Kesilsin. Duymuyor musun? Ölmüş anama sövüyor. Avradıma, yani sana, anasına karşı ağzını bozuyor.”

“Efendi, söylüyor ama manasını bilmeden söylüyor. Yetişmiyesice piç kurusu.”

Hasene iki elini gözlerine götürüp ovuşturarak:

“Neye piç kurusu olayım? Benim babam işte!..”

Babası: “Görüyor musun? Sen bilmez diyorsun ama piçin ne demek olduğunu senden benden iyi biliyor!”

Vesile Hanım: (garipseyerek) “Kız, piç ne demek?”

Hasene: “Babası yabancı olursa…”

Vesile Hanım: (parmağını ağzına götürerek) “Aman zamane yumurcakları… Kız nereden öğreniyorsun bunları?”

Hasene: “Geçen gün sokakta Ömer, Sadık’a piç dedi. O da benim babam yabancı değil, ben babamın oğluyum dedi.”

Anası, babası Hasene’yi daha inceden inceye imtihana kalkışırlar. Sefil çocuklar için bir ilkokul olan sokakta edindiği geniş ama edep ve terbiye dışı bilgiye şaşıp cidden parmak ısırırlardı.

V

Meftun Bey, bir gün büyükannesi Şekure Hanım’dan itibaren bütün ailesi fertlerini, kendi evlerinde misafir bulunan teyzesi Vesile Hanım’ı, kızlarını, Zarafet’e, Eleni’ye varıncaya kadar hepsini bir odaya toplayarak “pratik görgü bilgisi”nin mühim bir bahsinden öğretime başladı. En önce kardeşi Raci’yi imtihana çekerek sordu:

“Farz et ki mükellef bir alafranga sofrada bulunuyoruz. Kibar madamlar, mösyöler de var. Ortaya bütün bir tavuk geldi. Bu tavuğun yemekte hazır olanlara taksimi gibi önemli bir iş de sana havale edildi. Böyle bir durumda bulunduğun zaman ne yapacağını bana tarif et…”

Raci başını kaşıyıp biraz düşünerek:

“Çatalı bıçağı elime alır, tavuğun karnına saplarım. Göğüs etlerini çıkarırım. Sağ tarafımdakinden başlayarak birer birer hepsine dağıtırım.”

“Verdiğin şu cevap pek şahsi. Bilgiye dayanan bir söz değil. Niçin göğüs etinden başlıyorsun? Neden önce yanındaki kimseye veriyorsun?”

“Çünkü ben göğüs eti sevmem. İlk kesilen parçalar, nezaket icabı, ötekilere verilmek gerektiği için göğüs etinden başlıyorum.”

“Sofrada hüküm süren şey egoizm değil, terbiyedir yavrum. Sen tavuğun ne tarafını seversen sev. Orada kendi iştahına hizmet edecek değilsin. Âdet neyse onu yerine getireceksin. Ya bizim evde alafranga bir ‘diner’61 verilip de tavuğun parçalanması işini sana havale etmiş olsaydık, demek beni kepaze edecektin? Bir tavuğun nasıl kesileceğini teyzeme sorsam o bile sözü senden daha bilgiyle idare edebilir zannederim… Teyze sen söyle bakayım, sofrada bir tavuğu nasıl ayırırsın?”

Teyze Vesile Hanım iki üç defa tatlı tatlı yutkunduktan sonra:

“Nasıl mı ayırırım? A, ondan kolay ne var? Tavuğun bir budundan ben tutarım. Bir budunu da karşımdaki kimseye ‘Şunu tutuver kardeş.’ teklifiyle tuttururum. O kendi tarafına, ben kendi tarafıma, ikimiz de butları cayır cayır çekeriz.”

Meftun iki avucuyla yüzünü kapayarak:

“Ey, sonra nasıl dağıtırsınız?”

Vesile Hanım diliyle dudaklarını yalayarak:

“Kanatlarını, göğsünü de böyle güzelce parçaladıktan sonra dağıtırım.”

“Nasıl dağıtırsın?”

“Sofrada en hatırlı kimlerse onlara butlarını veririm…”

“Ey sonra?”

Hasene bir ağlama tutturup annesinin eteğinden çekerek:

“Anne, budunu bana ver! Anneee, budunu ben isterim!”

Vesile Hanım, Hasene’nin kulağına eğilerek yavaşça:

“Kızım sus. Budunu sana veririm…”

Hasene gene ağlayarak:

“Ya niçin başkasına veririm diyorsun?”

Vesile: “Ben öyle ankastin62 söylüyorum, yavrum. Kızım, sen dururken budunu başka kime veririm?”

Hasene: “Kendin yersin de bana vermezsin!”

Vesile: “Sana veririm diyorum. Sesin kesilsin, yoksa but yerine şimdi yumruğu yersin!”

Hasene: “Anne bana vereceğine yemin et.”

Vesile: “Eğer sana vermezsem bütün hoşhoşlar beni ısırsın.”

Hasene: “ ‘Bütün keçilerin boynuzları gözlerimi delsin!’ de.”

Vesile: (hiddetle) “Yumurcak, neye gözlerime yemin ettiriyorsun?”

Meftun: “Nedir o gürültü canım?..”

Şekure Hanım: “Bu arsız kızın yanında tavuk lakırtısı, yemiş sözü olur mu? Tavuk budu isterim diye anasının iki ayağını bir pabuca koyuyor. Zavallı Vesile veririm diyor, büyük büyük yeminler ediyor, gene kandıramıyor.”

Hasene ağlayarak: “Veririm diye kantin atıyor…63 Aval mıyım ben?”

Meftun: “Küçük hanımın kullandığı lisana bakıyor musunuz? Babası bunu tulumbacı kahvesine mi götürürdü?”

Vesile Hanım: “Hiçbir yere götürmezdi. Akıllı ayol, hepsini kendi kendine öğrendi. Sokaktan, kapının önünden işittiğini hiç unutmaz. Çadırcının oğlu Şahap, o utanmaz oğlan ne söylerse tekmil bunun ezberinde… Daha neler neler, dilim varmaz ki anlatayım…”

Hasene tepinerek:

“But isteriiim!..”

Vesile Hanım, Meftun’a göz kırparak:

“Bir tavuk kesersek budunu Hasene’ye veririz, değil mi?”

Meftun hiddetini yenmeye uğraşarak:

“Lanet olsun, veririz!”

Şekure Hanım, Meftun’a hitap ederek:

“Oğlum, bana bak. Tavuktan sonra başka yemek, yemiş lakırtısı açacaksan anası bu Hasene kızı şimdiden dışarıya çıkarsın! Vızıltısından başım kazana döndü. İnsana hiç ağız açtırmıyor. Lakırtı söyletmiyor ki… Sus yavrum dedin mi adamın geçmişine sövüveriyor.”

Vesile Hanım, dargın dargın annesine:

“Anne, senin de gözüne bu kız diken olmuş… Sana gezindiği pat pat, dokunduğu çat çat geliyor. Sövüp de kimin ırzını lekeledi? A çocuktur bu. Tavuk lakırtısı olur da imrenmez mi? Hepinizin ağzı sulanıyor ama ses çıkaramıyorsunuz… Tavuğu nasıl parçalarsın? Budunu kime verirsin? (yutkunarak) A, bu suallere dayanılır mı? Hacivat’ın dediği gibi, ben de tavuğun derisiyle gerisini severim…”

Meftun, artık kızgınlığını zapt edemeyerek:

“Ohhha… Teyze, şimdi tavuğun neresini seversin diye soran oldu mu?”

“Soran olmadı ama hani şu lakırtının temsilini söylüyorum.”

Hasene ince sesiyle bağırarak:

“Anneeee, ben de derisini severim. Cücüğünü de severim.”

Vesile Hanım artık bu sefer hiddetini yenemeyerek Hasene’nin iki omuzundan yakalar. Kızı kaldırıp kaldırıp yere vurarak:

“Al sana budu! Al sana derisi! Al sana cücüğü…”

Hasene kopardığı çirkin çığlıklar arasında öyle ağır küfürler salıvermeye başlar ki büyükanası işitmemek için kulaklarını tıkayarak:

“Kızım Vesile, şu yumurcağı götür, dışarıya at! Söylediği küfürlerden şimdi abdestim bozulacak…”

Vesile Hanım kızını, pençesinin olanca hiddetiyle kavrar, bağırta bağırta odadan çıkar… Onlar uzaklaştıkça ağlama yaygarası da derece derece sönerek nihayet odadan işitilmez olur. Meftun alnının terlerini silerek:

“Oooohhh, kulaklarımız dinlendi. O çocuk değil, maazallah, afacanın büyüğü! Teyzem burada misafir olarak bulunuyor. Bir şey söyleyeceğim, hatırı kalacak. Fakat insan tahammül edemiyor. (sözü Raci’ye çevirerek) Tavuğu güzel ayıramadın birader. Ben tarif edeyim de dinle. Hatırından çıkmayacak özel bir dikkatle dinle. Efendim, sol eline çatalı, sağ eline de bıçağı alırsın. Tavuğun sana en yakın olan kanadından işe başlarsın. Evvela çatalı kanada saplar, sonra kanadın gövdeye bağlı bulunduğu çizgi üzerinden ameliyata girişirsin. Alışkın bir el onu kolayca ayırıverir. Kanadın kesilmesinden sonra tavuğun aynı taraftaki budunu, yani kesilmiş kanat tarafındaki budunu aynı yolda kesersin. Sonra hayvanın kesilmemiş tarafını önüne çevirir, öbür buduyla kanadı üzerinde de aynı işi tekrarlarsın. Sonra tavuğun göğsü ile gerisi, bir de gövdesi, yani Nuh Aleyhisselam’ın gemi yapmak için model tuttuğu teknesi kalır. Bunların her birini ikişer kısma ayırırsın. Sofradakilere dağıtırken en iyi parçaları kadınlara vermek nezaket icabıdır. Pratik görgü kitabı yazarlarından bazılarının sözlerine göre de tabağı herkesin önüne götürerek seçimi onların oylarına bırakmak daha uygun düşer. Bu evde senden, Hasene’den rahat olmadığı için sofrada tavuk bulunduğu zaman iyi parçaları hanımlara ben taksim edeceğim…”

Kadınnine Şekure Hanım, iki defa esneyerek:

“Hay ömrüne bereket evladım. Elbette tavuğun iyi taraflarını büyükannelere vermelidir.”

Raci, yemek meselesindeki araştırmalarının derinliğini gösteren bir sesle dedi ki:

“Ağabey, bazen ben tekmil bir tavuk yerim de gene doymam. Siz o hayvanı kaç parçaya ayırdınız? İki kanat, iki but, dört parça. Göğsü, gerisi, teknesi de ikişere ayrılırsa eder altı parça… Hepsi on parça… Vay efendim vay! Sofradakiler bu parçaları yalayacaklar mı? Bir tavuğu on kişi nasıl yer? Buna yemek değil, koklamak demeli… Hele hissesine tavuğun kafes tarafı düşenler çatal kullanmak zorunda kalırlarsa bu zavallılara koklamak bile düşmez.”

Meftun kaşlarını çatarak ciddi ciddi:

“Hep bu dediklerine özel bahislerde cevap vereceğim. Sen şimdiden lakırtı karıştırma. (önündeki kitaba bakarak) Hanımlar, efendiler, dikkat ediniz. Derse başlıyorum… Sofraya nasıl oturulur? İşte bu, bir meseledir. ‘Savoir-vivre’ye ait mühim bir mesele… Sofraya oturmasını bilmeyen yalnız hazır bulunanları kendine güldürmekle kalmaz, âleme terbiye noksanını da göstermiş olur.”

Şekure Hanım: “A, öyle ya civan oğlum… Ben Rebia’ya bin defa söylerim. Sofraya yavaş otur derim. Gelir ya ayağıma basar ya kedinin kuyruğunu ezer ya bardağı devirir. Hiçbir gün de yavaşça usturuplu oturduğunu görmedim. Nerede o kız? Kulaklarını açsın da bu sözleri dinlesin.”

Rebia, karşıdan bir elini kalçasının üstüne koyup ötekini Çingene gibi sallayarak:

“Kuzum, kuzum… Hasene’yi odadan kovdunuz da şimdi gözünüze ben mi diken oldum? Kadınnine, bana söyleyeceğine kendini düşün. Sofadaki su testisine çarpmadan, elinden değneğini düşürmeden, iskemleyi devirmeden sofraya oturabildiğin var mı? Bir defa Pamuk’un kuyruğuna kaza ile bastımsa ne oldu? Söyler söyler hep onu söylersin. Geçen günü o pis kedi aşağıda büyük süt kâsesinin içinde tekmil vücuduyla banyo etti… Daha söyleyeyim mi?”

Meftun: “Sütün içinde banyo mu etti? Süt banyosu… Banyolardan bahsettiğim zaman onu da anlatacağım. Fakat şimdi susalım. Ağız açmaya bana meydan vermiyorsunuz ki. Rebia, sesini kes, yoksa şimdi seni de… Evet, alafranga bir yerde misafir bulunduğunuz zaman sofraya oturuşunuzdan nasıl terbiye görmüş olduğunuzu ilk bakışta anlayıverirler. Sofraya oturmadan oturmaya fark vardır, anlıyor musun kadınnine? İşitiyor musun valide? Sözlerim kafana giriyor mu Rebia? Gayet nezaketle oturmalı. Öyle iskemleye gömülür gibi yayılıp oturmamalı. Havluyu64 açmalı, dizlerinin üstüne örtmeli. Havlunun ucunu yeleğinin, korsajının arasına sokmak, hele yakalığın içine geçirmek terbiyesizliktir. Boyunun etrafına halka gibi bağlamak bütün bütün ayıptır. Ha, bak valide, burada sizin için dikkat edilecek bir şey var. Kadınlar eldivenlerini bardaklarının içine koymamalı, yelpazeleriyle beraber sofranın üzerine, sağ tarafa koymalıdırlar. Baron Staff’ın ihtarına bakılırsa eldivenleri çıkardıktan sonra cebe koymak lazım geliyor.”

Rebia, yavaşça Lebibe’nin kulağına:

“Leblebi koydum tabağa, laf söyledi bal kabağı… Bizim eldivenle, yelpazeyle sofraya oturduğumuz var mı?”

Meftun, hatiplik makamından elini kaldırarak:

“Gene ne o? Rebia, yanındakinin kulağına ne fısıldıyorsun?”

Rebia, biraz bozularak:

“Hiçbir şey… Alafranga sofraya lohuk macunu korlarsa parmakla mı yenir, çatalla mı? Onu soruyorum.”