Книга Şıpsevdi - читать онлайн бесплатно, автор Hüseyin Rahmi Gürpınar. Cтраница 7
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Şıpsevdi
Şıpsevdi
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Şıpsevdi

Meftun: “Şimdi lohuk macununun münasebeti var mı burada?”

Dışarıdan teyze Vesile Hanım, tık tık kapıyı vurarak:

“Meftun Bey, rica ederim. Müsaade edin de içeriye girelim. Kız macunu işitti, dışarıda durmuyor.”

Meftun: “Olmaz, içeride gürültü ediyorsunuz.”

Vesile: “Hasene, ağababasının canına yemin etti. Hiç sesini çıkarmayacak…”

Meftun: “Hiç ses çıkarmamak şartıyla geliniz. Belki birkaç söz de sizin kulağınızda kalır… Antreee!”65

Önde Hasene, arkada Vesile odaya girerler. Daha oturmadan Ha-sene, annesinin eteğinden çekerek:

“Anne, macunu kim yiyordu?”

“Kızım sus, bizi şimdi gene dışarıya kovarlar. Ortada macun, tavuk filan yok. Bugün yemeklerin sade lakırtısı oluyor.”

Meftun: “Nedir o gene? Girer girmez başladınız mı?”

Vesile: “Hayır, hayır, siz devam ediniz. Yalnız şunu rica ederim ki tatlılardan, meyvelerden koyu koyu bahsetmeyiniz… Kız yeminini bozuverir. Çocuktur, imrenir.”

Meftun: “Sofraya yapışır gibi oturmamalı. Masa ile aranızda ufak bir mesafe olmalı ki istediğiniz zaman vücudunuzun üst kısmını öne doğru hareket ettirebilesiniz.”

Vesile Hanım: “Meftun Bey, oğlum, işte pek doğru söylüyorsun. Annem daima alafranga sofraya göğsünü verir. Apışır. Nefes almasına bile artık meydan kalmaz. Yer, yer, yer, göğsüm tutuluyor der. Ya, işte gördün mü anne? Sofraya biraz uzakça oturmalı.”

“Ya sen? Çocuğunla beraber sofranın üzerine çıkar gibi yersiniz ya!”

Meftun: “Burada mücadelenin lüzumu yok. Şimdi beni dinleyiniz. Bundan sonra tarifime göre yemek yersiniz. Oturuşunuzla sofrayı güzelleştirmek isterseniz, omuzlarınız yukarıya doğru kalkık durmamalı. Şöyle tabii hâlde bulunmalı…”

Lebibe, yavaşça Rebia’nın kulağına:

“Annem daima omuzlarını çıkarır, sofraya kambur gibi oturur…”

Rebia, hafifçe gülerek:

“Gibisi ziyade. Annen âdeta kambura benzer, baksana! Entarisinin altından omuz kemikleri çifte ıskarmoz gibi çıkık, fırlak duruyor.”

Meftun: “Silans66 matmazeller… Dirsekler vücuda ne pek yapışık ne pek uzak durmalı. Efendim, biraz görgüsü, terbiyesi, hele alafrangayla alışıklığı olanlar, sofrada alacakları tabii vaziyeti bilirler. Ne pek gevşek durmalı ne pek sahte bir ağırbaşlılık takınmalı, yakışığı, münasibi neyse o hâli, o vaziyeti almalı. Şimdi gelelim, yemeği yemek cihetine. Yerken acele etmemeli. Yavaş yavaş, hususi bir tempoyla, âdeta ahenkle yemek yemeli…”

Rebia, Lebibe’ye yavaştan:

“Raci ağabeyim boğulur gibi yer…”

Meftun devam ederek:

“Ne su içerken ne lokmayı alırken ağız dolmamalı. Avurtlar şişmemeli. Şapırtı şupurtu işitilmemeli. Metrdotel tarafından bir yemek sunulurken eğer o yemekten almak istemiyorsanız ‘non’ yahut ‘merci’ kelimelerinden biriyle reddetmekte serbestsiniz. Yani bu iki sözden birini kullanmak elinizdedir. Hangisini söyleseniz olur.”

Raci kendi kendine mırıldanarak:

“İşte bu tafsilat fazla… Ağabeyim bu sözleri nereden tercüme etmişse aynen tercüme etmekten kendini alamamış.”

Meftun: “Ne o birader? Bir şeyler mırıldanıyorsun?”

Raci: “Hiç… Bizde ‘metrdotel’ yok da sözlerinizin bu kısmını fazla buluyorum.”

Meftun: “Niçin yok? Sen görürsün, birkaç zaman sonra Şaban o vazifeyi ne kadar yoluyla yerine getirecektir. Hem ben sana sofra hakkında umumi bilgiler veriyorum. Bizim evde yoksa ‘metrdotel’ bulunan bir yerde yemek yeyiverirsen ne yapacaksın? Böyle çocukça sözler istemem. (devam ederek) Soğutmak için çorbaya üflemek ayıptır. Üflemek hem terbiyesizliktir hem de tıp bakımından zararlıdır. Çorba tabağının dibine bir damla bırakmamak için tabağı eğerek kaşıklamamalı. Ekmeği bıçakla değil, elle koparmalı. Fransızlardan başka milletler bıçakla keserlerse de onların bu hareketi uyulacak şey değildir. Önünüzdeki etin hepsini birden doğramamalı. Her bir lokmayı yedikçe kesmeli.”

Hasene, anasının kulağına:

“Anne, hani ya önümüzde et?”

“Sus yavrum, şimdi bizi gene odadan kovarlar. Şimdi et yok, sonra yiyeceğiz.”

Meftun devam ederek:

“Eti kesmek için bıçağı sağ ele, çatalı sol ele almalı, Kestikten sonra bıçağı dayamaya mahsus madenî yahut billur ‘porte-couteau’nun67 üzerine dayamalı. Bu defa çatalı, dişleri aşağıya gelmek üzere sapı üstüne şehadet parmağını dayayarak sağ ele almalı. Bazı sebzeler ve balıklarda çatal ters, yani kaşık gibi çukuru yukarı gelerek kullanılır. Balıklar yalnız çatalla yenir. Bıçak kullanılmaz. Sebzeler de öyle. Fakat kuşkonmazda iş değişiyor. Bunu elle mi yoksa çatal bıçakla mı yemeli? Ha teyze, sen ne dersin?”

Teyze Vesile Hanım, böyle bir sualin lütfen kendisine sorulmuş olmasından gelen bir memnunlukla ağzını büzüştürüp sağa sola doğru kıvırarak bir iki defa burnunu çektikten sonra:

“A iki gözüm Meftun’um, düşündüğün şeye bak. Önümde yiyecek bir şey olsun yoksa… Nasıl kolayıma gelirse öyle kıvırırım. Elle, bıçakla… Maksat yemek değil mi?”

Meftun, gözlerini açarak:

“Alafranga sofrada âdet, usul dışı yemek yenmez. Her yemeğin yenilişi özel bir kaideye bağlıdır. Sen istediğin gibi yemeye karar verdikten sonra ben burada deminden beri niçin çenemi yoruyorum ya? Bu kuşkonmaz üzerine size tarihî bir vaka anlatacağım. Fakat iyi dinlemeli.”

Meftun’un annesi Lütfiye Hanım, meraklı bir sesle:

“Baksana yavrum? Süphanallah, bunun üzerine niye kuş konmuyor?”

Meftun: “O da başka bir mesele. Bunun Fransızcası ‘asperge’, Latincesi ‘asparagus’, Türkçesi neden kuşkonmaz oluyor? Bundan ürken hangi kuştur? Daha bu yoldaki tetkiklerimi tamamlayamadım. Şimdi bunları bırakalım. Fransızlar, evvelce kuşkonmazı elle yerlermiş. İngilizler bu hususta zarifliği daha ileriye götürerek kuşkonmazı çatalla yemeye başlamışlar.”

Raci: “Çatal bıçak icat olmazdan evvel Avrupalılar yemeği nasıl yerlerdi?”

Meftun: “Tabii elle yerlerdi. Çatal pek o kadar eski bir şey değildir. Çatal ismi Fransa’da 1379’da ilk defa olarak Beşinci Şarli’ye ait gümüş takımlarını gösteren bir sayım defterinde görülmüştür. Çatalın Fransa’ya İtalya’dan geldiği iddia olunuyor. Ama kullanılışı bugünkü gibi yaygın değildi. On altıncı asırda bile çatal süsten sayılıyordu. İngiltere’de bunun kullanılışına ancak on yedinci asırda başlanmıştır. (Meftun kulak kabartıp odayı dinleyerek) Bir horultu var. İçinizden biri uyuyor, kimdir uyuyan?”

Odadakiler hep birden gülerek:

“A, a, büyük hanım uyumuş…”

Meftun: (haykırarak) “Kadınnine, size ninni mi söylüyorum zannediyorsunuz?”

Kadınnine gözlerini açıp:

“Ay, aklımı aldın, Meftun! Öyle bağrılır mı? Uyku başıma sıçradı.”

Meftun: “Niçin uyuyorsun öyle hanımnine?”

Kadınnine: “Ne bileyim ben? Kuş konardı, konmazdı derken içim geçivermiş. (Eleni’ye) Kız şuradan bana biraz su ver de uykum açılsın.”

Meftun: “Hanımnine, iyi dinle rica ederim. Bahis gayet mühim. İngilizlerle Fransızlar, kuşkonmazı nasıl yerler?”

Kadınnine kendi kendine:

“Hay yiyemez olsunlar! (suyu içerek yüksek sesle) Dinliyorum. Kuş konmuyormuş, anlat bakalım? Üsküdar’da bir viran türbe varmış. Onun üzerine hiç kuş konmaz derler. Onu mu söylüyorsun?”

Meftun: “Şimdi sana hikâyenin alfabesinden mi başlamalı? Deminden beri neye dinlemedin?”

Kadınnine: “İhtiyarlık oğlum… Dinlerken dinlerken kendimden geçiveriyorum.”

Lütfiye, Vesile, Lebibe, Rebia hanımlar, hep bir ağızdan kuşkonmazın ne olduğunu hanımnineye anlatırlar. O biçare de, uyumamak için verdiği söze aykırı olarak gözleri küçüle küçüle “Ha, ha, ha… Ha, ha… Ha!” diye uyku baygınlıkları arasında dinler. Meftun gene söze başlar. Hanımnine, yanındaki Vesile’nin kulağına eğilerek:

“Sanki göz kapaklarıma birer adam oturmuş. Bir türlü gözlerimi açamıyorum. Oğlanın lakırtıları bana ninni gibi geliyor. Gene dalıverirsem horlamadan eteğimi çekiver kuzum Vesile…”

Meftun: “Fransızlar evvelce kuşkonmazı elle yerlermiş. Şimdi İngilizler çatal bıçakla yiyince bu hâl berikilerin, sofra zarifliğinde ötekilerden geriye kalmaları neticesini doğuruyor. Mesele güçleşiyor. Kuşkonmaz yemekteki bu yolsuzluk üzerine Fransızlar da artık çatalla yemiş olsalar İngilizleri taklit etmiş, yani onlarda gördükleri bir âdetin faydasını takdir ve tasdik etmiş olacaklar ki Fransızlar bunu millî gururlarına bir türlü yaraştıramıyorlar. O hâlde ne yapsınlar? Asperji68 eski âdetleri üzere gene elle mi yesinler? Hayır… Baron Staff bakınız buna ne guguk uydurmuş…”

Raci: “Affedersiniz birader, Baron Staff kim?”

Meftun: “ ‘Savoir-vivre’ye ait son defa birkaç eser yazan bir kadın.”

Raci: “Sofrada tavuk butlarının sırf kadınlara verilmesinin sebebi şimdi anlaşıldı. Eserin sahibi meğer kadınmış.”

Hasene bağırarak:

“But nerede ağabey, but?”

Raci: (gülerek) “Canım, bu çocuğun karnını iyice doyurmadan bir daha böyle yemek bahsolunan bir yerde bulundurmayınız. Yavrucuğun karnı aç işte…”

O esnada kadınnine horlamaya başlar. Vesile eteğinden çekerek:

“Anne, gözlerini aç, horluyorsun…”

Kadınnine: (gözlerini açarak) “Gene uyudum mu?”

Vesile: “Uyudun.”

Kadınnine: (yavaşça) “İçim bayılıyor. Ne vakit yemek yiyeceğiz? Kuru kuruya yemek lakırtısı ama ortada bir şey yok. Meftun kuşu daha hiçbir tarafa kondurmadı mı? Kesip de ızgara mı yapacak? Yahni mi? Ne yapacaksa yapsa da artık lakırtı uzamasa.”

Meftun: “Teyze, büyük valide sana bir şeyler söylüyor… Ne istiyor?”

Vesile Hanım: “Hiç.”

Meftun: “Nasıl hiç?”

Vesile: “Karnı acıkmış da… Ne vakit yemek yiyeceğiz, diyor.”

Meftun: “Al sana bir çocuk daha… Kadınninenin Hasene’den farkı yok… Hiç böyle mühim bir bahis esnasında adam karnının acıktığını hisseder mi?”

Kadınnine: “Kuzum Meftun, oğlum, şu kuşu bir tarafa kondur da keselim, kebap yapalım. Bittim. Aç karına uzun uzadıya yemek lakırtısı dinlemek bana âdeta işkence gibi geliyor.”

Meftun, hoşnutsuzluğunu gizleyemeyerek:

“Anne, teyze, hemşire, Rebia, size söylüyorum. Artık büyük validenin böyle ‘fines’leri anlayacak vakti geçmiş. Evet, Baron Staff, asperjin çatal bıçakla yenmesini tavsiye edecek. Ama bu tavsiyesiyle İngiliz âdetini tercih etmiş olacak. Yani onlarda görülen bir şeyin güzelliğini itirafa mecbur kalacak. Bu çukurdan kurtulmak için Staff şöyle diyor: ‘Oooh, kuzum, asperji bıçakla kesmek daha dün kabul olunmuş bir İngiliz âdeti değil, aksine, eskiden beri sürüp gelen bir Fransız usulüdür. Bunun ispatı da on sekizinci asır Fransız markizlerinden birinin, o zaman hususi memuriyetle Fransa’da bulunan meşhur filozof Franklin’in yemek yiyişi hakkındaki alaylarında ve tenkitlerinde görülüyor. Bu markiz, Amerikalı filozofun her şeyi yiyişini, bilhassa asperj yiyişini diline dolayarak Franklin, asperji, tabak içinde ucunu bıçakla keserek çatalla temizce yiyecek yerde, vahşi bir şekilde, ısırarak yiyordu, demiştir.

Markiz cenaplarının Franklin gibi memleketine şeref vermiş, insanlığa büyük hizmette bulunmuş bir kimseyi, sırf düşeslerin kucağında terbiye görmüşlere mahsus bir zarafetle a la Fransez69 asperj yemeği bilemediği için vahşilikle suçlamasını uygun göremem. Bu alay, paratoneri icat edenin büyüklüğüne, dehasına leke getiremez. Şu olayı, ebediyen unutulmuş kalması lazım gelen sayfadan bulup çıkarışım sırf, bugün asperj yemekte İngilizlere mal edilen zarifliğin onların malı olmadığını ispat içindir.

Bugün deha sahiplerinden yahut alelade bir adamın asperji parmaklarıyla ağzına götürüp çatır çutur ısırarak yediğini görsem şaşmam. Ama o kimse benden bir nasihat isterse şöyle derim: Bu sebzeyi hususi kaidelerine göre yemeyi öğrenirseniz bundan dolayı insanlık meziyetinize noksanlık gelmez. Bunu kaidesine göre yiyiş, şıklık hükmüne bağlıdır. O hâlde bu meselede Fransız âdetine uymak akla, izana daha uygundur.’ ”

Meftun, derin bir gülümsemeyle başını iki tarafına doğru sallayarak:

“Valide, teyze, Staff’ın şu son sözlerine dikkat ettiniz mi? ‘Bu meselede Fransız âdetine uymak akla ve izana uygundur.’ diyerek asperji çatal ve bıçakla yemeyi İngiliz âdeti olmaktan çıkarıp Fransızlara mal ediyor. Baron’un bu sözleri tarih vesikalarından mıdır? Bilemem. Çünkü Franklin’i kabalıkla, vahşilikle itham eden markizin ismini haber vermiyor. Hele bu fıkrayı hangi yazarın hangi eserinden aldığını da söylemiyor. Buraları karanlık… On sekizinci asır Fransız zariflerinden bir markiz böyle demiş… Bu markizden o kadar belirsiz bir şekilde bahsolunuyor ki, günahı üstünde kalsın ama insan bunun, Baron Staff’ın hayalinden başka yerde var olduğuna inanamıyor. Staff, Fransız zarafetini müdafaa için, eğer aslı yoksa, koskoca bir tarihî olay icada cesaret ettiği hâlde muaşeret usulünden, görgüden bahseden öbür güvenilir kitaplar asperjin yenmesindeki incelikte İngilizlerden önce gelmek için boşuna kulp aramıyorlar. Doğrudan doğruya söylüyorlar. Bunlar ‘İngilizler lüzumsuz bir aşırılığa kapılıp boş yere bir zariflik yoluna giderek asperji evvela bıçakla keserler, sonra çatalla yiyorlarsa da bu meseledeki eski Fransız usulü, yani asperji elle yemek usulü yemek kaidelerine daha uygun sayılmaya layıktır.’ diyorlar. Böyle diyen kitapları yazanlar zariflikte İngilizlerden önce gelmek için eski kütüphaneleri karıştırmaya lüzum görmeyerek Fransızların kuşkonmazı eskiden beri elle yediklerini açıkça, erkekçe itiraf ediyorlar. Ama öyle bir itiraf ki, çatalsız yemeyi tercih etmek iddiası elden bırakılmıyor. İngilizlerin zarifliği takdir edilmiyor. ‘Evet, Fransızlar bunu eskiden beri elle yerlerdi ve en akla yakın yol da budur.’ deniyor. Şimdi Baron Staff iddiasında yalnız kalıyor. Sade yalnız kalmıyor, zevk ve tercih hususunda öbür Fransızlardan da ayrılıyor. İşte size incelemeye değer bir mühim mesele! Şimdi İngilizler mi, Baron Staff mı yoksa eski Fransız usulü taraflıları mı haklı?”

Meftun, bu sualine cevap almak için etrafı dinlerken gene bir horultu işitir. Kızgınlıkla sorar:

“Horultu var! Gene büyükanne mi uyudu?”

Büyükanne Şekure Hanım telaşla:

“Hayır evladım. Bu sefer uyuyan ben değilim. Kıza tembih ettim. Dalarsam hafifçe çimdikleyiver dedim. Ara sıra uyur gibi oluyorum. Yanımdan çimdiği basınca gözlerim fal taşı gibi açılıyor. Ne kadar inatçı uyku bilmem ki, biraz sonra gene bastırıyor. Bereket kız çimdiği hemen yetiştiriyor. Sağ kalçam çürük içinde kaldı.”

Meftun: “İstoper…”

Kadınnine: “İstorper nedir?”

Meftun: “Yani artık sus demek istedim.”

Kadınnine: “Soruyorsun da cevap veriyorum. Deminden beri lakırtı söylediğimiz var mı? Hep seni dinliyoruz. İşte onun için uykum geliyor ya. Lakırtılarını da pek iyi seçemiyorum. Bir tarihte kütüphanenin birine kuş konmuş. Yok İngiliz böyle demiş, Fransız şöyle söylemiş… Bilmem hangisi ne halt etmiş… Neme lazım benim!”

Meftun: “Kadınnine, rica ederim artık sus!”

Kadınnine: “Susarım ama sen de dinlenecek iyi bir masal söyle…”

Meftun: (etrafa sorarak) “Kimdi o horlayan?”

Rebia: (gülerek) “Orada, pencerenin kenarında Zarafet Abla uyuyakalmış da…

Meftun: (gözlerini açarak) “Zarafet!”

Zarafet: “Afandim?”

Meftun: “Uyuyor musun?”

Zarafet: “Bir parçacık içim geçti de…”

Meftun: “İçin nereye geçti?”

Zarafet: “A, nereye geçece? Gene kendimin içine geçti! Buyuk hanimin uykusu geldiği vakit içim geçiyo demeyo mu? Benim de geldi, öyle dedi. Ama nereye geçti, ne bileyim ben? (eliyle göğsünü yoklayarak) İşte içim gene kendi içimde duruyor!”

Meftun: “Deminden beri söylediklerimi dinlemiyor musun?”

Zarafet: “Dinliyorum küçük bey, kulakları sende.”

Meftun ellerini ovuşturup gene anlatmaya başlayarak:

“Bu mühim meseleyi halletmek için asperj yemeye mahsus bir maşacık icat ettiler. Kuşkonmaz yenirken sofradakilere şimdi birer tabak içinde bu maşadan takdim ediliyor. İnsan sofrada her lokmayı hususi kaidesine göre yemek isterse bazı ufak tefek güçlüklerle karşılaşır. Ama bilmediğimiz şeyi öğrenmek ayıp değildir. Himmetleri var olsun, ‘Savoir-vivre’ yazarları, yani görgücüler bu sofra meselesinde her noktayı lüzumlu incelikleriyle izah etmişlerdir. Bunları öğrenmek için bize kalan zahmet o kitapları açıp aradığımız bahisleri sayfalarında bulmaktan ibarettir. Balık yahut et yerken ağzınızda bir kemik veya kılçık parçası kalsa ne yaparsınız?”

Herkeste ince bir fısıltı… Kimsede cevap verecek bilgi yok. Meftun, soran bakışlarını bir baştan bir başa dinleyiciler üzerinde gezdirdikten sonra: “Böyle basit meselelerde neye apışıp kalıyorsunuz? Hani ya cevap? Lebibe, sen söyle bakayım. Ağzında kalan kemiği yahut kılçığı ne yaparsın?

Lebibe, bir iki defa yutkunup gözlerini süzerek:

“Ne yapacağım? Ağzımdan çıkarır, sofraya bırakırım.”

Meftun, azarlar bir sesle:

“Aferin matmazel!.. Bu hareketini görenler senin terbiyen hakkında ne fikre kapılırlar? ‘Voilà une demoiselle mal éduquée!’70 demezler mi? Bu kadar sade bir şeyi Zarafet’e sorsam o bile senden iyi cevap verir… Zarafet sen söyle bakalım, kemikleri ne yaparsın?”

Gene hemen içi geçmek üzere bulunan Zarafet, yarı anlayabilmiş olduğu bu suale cevap verebilmek için gözlerini ovuşturarak: “Kamikleri mi soruyorsun? Ne yapacağım, kaynatır, suyunu alırım!”

Meftun: (hiddetle) “Abla! Galiba senin gene için geçmiş…”

Zarafet, uyumadığını ispat için gözlerini lüzumundan fazla açarak:

“Yoo, ban uyumuyo… Kamikleri sordun… Kaynatir suyunu alırim dedim. Ziyankârlık günah değil mi ayo? Kamiklerini sokağa atacak değil a… Elbette kaynatirim…”

Meftun, ahmak bir çocuktan aldığı münasebetsiz bir cevaba canı sıkılmış bir mektep hocası kızgınlığıyla yüzünü buruşturup Zarafet’ten Raci’ye dönerek:

“Birader, sen söyle bakalım. Kemikleri, kılçıkları ne yaparsın?”

Raci, verdiği cevabın maksada uygunluğundan emin olduğunu gösteren bir aceleyle:

“Ne yapacağım? Çıtır çıtır dişlerimle kırar, küçük küçük yutarım.”

“Hoşt oradan, obur! Hiç sofrada kemik yutulur mu? Bunun küçüğü olur, büyüğü olur. Allah korusun, söylediği lakırtıya bak!”

Raci, önceki acelesine karşılık, şimdi büyük bir hayretle:

“Ağabey, siz de pek acayip sualler soruyorsunuz. Ağızda kemik ya yutulur ya çıkarılır. Bunun şu iki ihtimalden başka türlü ağızdan defedilmesine çare var mıdır? Ne yapılır, siz söyleyiniz bakalım?”

Meftun: “Ne mi yapılır? Kemikler, kılçıklar her hâlde ağızdan çıkarılır efendi, yutulmaz.”

Raci: “Kız kardeşim şimdi ağzımdan çıkarırım dedi, bu cevabı beğenmediniz.”

Meftun: “Beğenmem ya… Öyle eme eme ağızdan çıkarılıp da sofranın ortasına kemik bırakılır mı?”

Raci: “Nasıl çıkarılır? İşte bilmiyoruz. Lütfen tarif buyurunuz efendim.”

Meftun: “Elinizi ağzınıza götürüp avcunuzu çukurlatarak kemiği yavaşça alacak, önünüzdeki tabağa kaydırıvereceksiniz. Bu böyle… Sofrada çerez olarak zeytin yediğiniz zaman çekirdeğini ağızdan nasıl çıkarırsınız bakalım? Bunu bilene bir çeyrek mecidiye mükâfat var…”

Parayı işitince hazır bulunanlardan, o ana kadar Meftun’un konuşmasındaki ağırlık tesiriyle bastıran uykuyu yenebilenlerden birkaçı birden cevaba atıldılar. O aralık acı bir haykırma işitildi. Bu ses, kadınninenindi. Şöyle bağırıyordu:

“İlahi elin kırılsın! Sana çimdikle dedimse böyle etimi kopar demedim ya? Tuttuğun yer elinde kaldı zannettim.”

Rebia: “Hem çimdikle diye insana tembih edersin hem sonra darılırsın. Azıcık gözlerini aç da dinle. Ağabeyim bilmece soruyor. Bilene beş kuruş verecek. Belki sen bilirsin de parayı kazanırsın.”

Kadınnine: “A yavrum, insan büyükanasını öyle kıyasıya çimdikler mi?”

Rebia: “Ya başka türlü uyanıyor musun ki?”

Kadınnine parmağını tükürükleyip çimdiklenen yere sürerek:

“Neymiş o bilmece bakayım?”

Rebia: “Sofrada zeytin yediğin zaman çekirdeğini ne yaparsın?”

Kadınnine: “Haydi oradan çılgın! Elinin körü yaparım! Sofrada zeytin yediğin zaman çekirdeğini ne yaparsın? Bu da bilmece mi? Bu lakırtı bile değil. Beni bunun için mi uyandırdın? Bilmecelerin âlâlarını sen benden işit… ‘Sev çiçeği, sevsen çiçeği, sen sevdin, sen bıraktın, beni bir hercai mi sandın? Hay deveciler köçeği! Has bahçenin Piryol çiçeği?’ Nedir o, bil bakayım?”

Meftun öfkelenerek:

“Nedir o hanımnine? Bizim burada konuşmaktan maksadımız masal, bilmece söylemek değildir. Kış geceleri tandır başı yetişmiyor da bize bir de burada mı Piryol çiçeğini anlatacaksın?”

Hasene söze atılarak:

“Bey dayı, bilmece ben de biliyorum. ‘Bilmece, bildirmece, dil üstünde kaydırmaca…’ Nedir o, biliniz?”

Zarafet, kestirdiği uykudan başını kaldırarak kesik kesik güle güle: “Sanki bilmece mi o ayo? Onu kim bilmez, sabun işte…”

Zarafet’in bu bilgisine hep bir ağızdan güldüler. Teyze Vesile Hanım, kızı Hasene’den önce söze atılarak:

“A, Zarafetçiğim, bilemedin işte… Sabun ‘el üstünde kaydırmaca’dır. Kız sana ‘dil üstünde kaydırmaca’ dedi.”

Zarafet düşünerek:

“Dil üstünde mi? A dur ayo, şimdi bilecem… Dil üstünde kaydırmaca, kaymak…”

Rebia biraz yüksek sesle:

“Bilemedi ama yaklaştı. Ha gayret, ha gayret… İşte sana azıcık ucunu çıtlatayım. Buz gibi soğuktur, yağ gibi kayar.”

Zarafet, daha derin düşünerek:

“A bildi, bildi… Kızak, kızak…”

Zarafet’in bu keşfine küçüğü büyüğü hep bir ağızdan birer kahkaha kopardıkları sırada bilmecenin delalet ettiği gizli kelimeyi, bu mühim sırrı Hasene daha ziyade gizlemeye dayanamayarak “Zarafet dadı, dondurma, dondurma!” diye haykırdı.

Meftun, gülmekle karışık acayip bir hiddetle başını sallayarak:

“Hanımlar, bir zeytin çekirdeğinden ne kadar münasebetsiz lakırtı bulup çıkardınız. Fakat içinizden hiç asıl suale doğru cevap veren yok…”

Lütfiye, Lebibe, Rebia, Vesile hanımların hep birden çeyrek mecidiyeyi hak etmek için zeytin çekirdeğinin ağızdan çıkarılış şekli hakkında sofra terbiyesine değil, akla izana bile pek uygun düşmeyecek acayip usuller saymaya giriştikleri sırada Raci, bir dereceye kadar münasebetli bir cevap vermek üzere dedi ki:

“Ağabey, kılçık ve kemiğin deminden tarif ettiğiniz çıkarılmış şeklini zeytin çekirdeğine de tatbik edebiliriz.”

Meftun: “Hayır, olmaz. Zeytin çekirdeği ağızdan el değmeden çıkacak.”

Raci düşünerek:

“Anlayamadım. El değdirmeden çekirdek ağızdan nasıl çıkar? Bu bilmeceye akıl erdiren varsa söylesin…”

Rebia cebinden bir fındık çıkarır. Ağzına atar. Sonra koca ağzını büzüştürüp bir delik şeklini vererek olanca nefesiyle fındığı ta karşıya, Meftun’un suratına doğru püskürür. Anlayışını ispat etmek için gösterdiği bu hünerliliğin ardından iki elini havaya kaldırarak Meftun’a:

“Dayı bey, bak elimi dokundurmadan bu fındığı ağzımdan nasıl fırlattımsa zeytin çekirdeğini de öylece çıkarırım.”

Meftun sıkıntısından terlemeye başlar. Mendiliyle yüzünü silerek:

“Şu hareketine teessüf ederim Rebia. En basit terbiye kaidelerinden yoksun sizin gibi insanlara ben de kalktım sofra terbiyesi öğretiyorum.”

Ablasının ağzından bir mermi hızıyla çıkan fındığı bulup yemek için Hasene de fırlatılışın ardından saldırmıştı. Fakat aradığını bulamayınca “Anneee, fındık nereye gitti? İsteriiim…” vızıltılarına girişti.

Meftun birkaç “lahavle” çektikten sonra:

“Büyüğüne söz anlatalım derken şimdi de küçüğü başladı. Teyze, sen bu kızları hiç terbiye etmedin mi?”

Teyze: “Nasıl etmedim. Vallahi dayaktan benim avuçlarım, onların vücutları nasır bağladı. (biraz kızgın) Fakat şimdi seni rahatsız edecek büyük bir terbiyesizlikte bulunmadılar. Rebia fındık attı, küçük de bulup yemek için fındığın arkasından koştu. Siz onun kadarken ne terbiyesizlikler yapardınız. Söyletme beni…”

Meftun: “Ağzına fındık alıp da karşısındakinin suratına fırlatmak Rebia yaşta bir kız için terbiyesizlik değil midir?”

Teyze: “Kabahat kimde? Onda mı? Sizde mi? El dokundurmadan zeytin çekirdeği ağızdan başka nasıl çıkar? Tarif ediniz de biz de işitelim… Hokkabazın yuvarlağı gibi çekirdek kayboluvermez ya…”

Meftun: “Azıcık sabrediniz efendim. Tarif edeceğim. Çatalı ağıza yaklaştırmalı. Zeytin çekirdeğini yavaşça, gizli denecek bir ustalıkla dudaklarınızın arasından nezaketle çatalın üzerine bırakmalı. Oradan da aynı ihtiyatla, yani kimseye bir şey sezdirmeksizin tabağın içine indirivermeli…”

Teyze Vesile Hanım: “Aman ne zor iş bu? Çekirdeğini çıkarmak bu kadar güç olduktan sonra ben de alafranga sofrada zeytin yemeyiveririm. Zaten evde yiye yiye bıktık da… Çoluk çocuk yeriz. Çekirdeklerini de çatır çutur önümüzdeki tabağa atıveririz. Çocuklar bazen parmaklarının arasına sıkıştırıp birbirlerinin gözüne sıkarlar. Ya babalarından ya benden birer tokat yerler.”

Meftun: “Peki, çekirdeği ağızdan güç çıkarılıyor diye sofrada zeytin yemeyiniz. Ya çekirdekli meyvelerde ne yapacaksınız? Mesela kiraz yediniz. Çekirdeğini nasıl çıkaracaksınız?”

Teyze: “Zeytin çekirdeğini nasıl çıkarırsam.”

Meftun: “Hayır, olmaz. Her çekirdeğin çıkarılış şekli başkadır.”

Teyze: “Şimdi sıkıntımdan avaz avaz haykırırım Meftun Bey! Bu Frenkler, hiç işleri güçleri yok da her çekirdek için birer usul mü koymuşlar? Çıkarırım ağzımdan vesselam…”

Meftun: “Baron Staff, ‘Yemek Nasıl Yenir?’ başlıklı bölümün iki yüz yirmi dördüncü sayfasında der ki: ‘Kiraz yahut onun gibi çekirdekli bir meyve yenildiği vakit çekirdekleri tabağa tükürür gibi çıkarmamalı. Tabağa bırakmak üzere ağızdan elle de almamalıdır. Ya ne yapmalı? Meyve yemeye mahsus olan takımın kaşığı ağıza yaklaştırılmalı. Çekirdeği oraya çıkarmalı -bu küçük iş dudaklarla kolayca yapılır- kaşıktan da tabağa bırakmalı. Ailece bu usulü öğreniniz. Bütün bu hareketleri gerçekten zarif bir şekilde yapmanın ustası olursunuz.’ diyor.”