Rebia söze atılarak:
“O Baron Pistan iyi söylüyor. Kiraz yemesini kim istemez? Ama o böyle kuru kuruya olmaz. Meydanda hiç olmazsa bir tepsi kiraz bulunmalı ki nasıl olacağını öğrenelim. Ben ufakken Tosun Beylerin bahçesinden kiraz çaldığımız zaman çekirdek cilalamanın egzersizini yapardık.”
Meftun yarı kızgın, yarı alaycı bir tavırla:
“Şecaat arz ederken merd-i Kıpti sirkatin söyler diye işte buna derler. Değil mi Rebia? Acele etmeyiniz. Bu teorileri sofra başında tatbikatla tecrübe edeceğiz. Amerikalılar üzümün çekirdeğini ayıklamak için bir alet icat etmişler deniyor.”
Rebia: “Neme lazım, kiraz çekirdeği için bir alet icat edilinceye kadar biz cahil mi kalalım?”
Meftun: “Münasebetsiz suallerle bahsi kesmeyiniz. Şeftali, kayısı gibi büyük çekirdekli meyvelerde ne yapacaksınız?”
Bu suale karşı her kafadan bir ses geldi. Kimi şeftalinin zeytin gibi kimi de kiraz gibi yeneceğini söylüyordu. Meftun hepsine birden itirazla:
“Şeftali, kiraz gibi yenmez.”
Rebia, ağzında beliren salyaları yutarak:
“Ağabey, şeftaliyi yemek ötekilerden daha zor gibi görünüyor. Yetişince inşallah her gün birkaç okka almalı da buna çok vakit çalışmalı.”
Şeftaliyi işitince Hasene’nin yüzü birkaç türlü renge girdi. Annesinin eteğinden çekerek şeftalinin hasretiyle dolu olan gözlerini ona çevirip bu meyveden pek istediğini anlattı. Vesile Hanım da daha şeftali çıkmadığı, çıktığı zaman okkalarla alınıp yemesini öğrenecekleri çeşidinden büyük vaatlerle çocuğu yatıştırmaya uğraştı. Beri yandan Meftun devam ediyordu:
“Şeftali, kayısı, elma, armut bahislerine güzel dikkat ediniz.”
Konuşmacı, şu dört meyveyi sayarken her birinin söylenişinde Hasene ayrı ayrı annesinin eteğinden çekerek bu meyvelerin yemesini öğrenmeye çalışıp çalışmayacaklarını soruyor ve her sorduğuna tasdik cevabı almakla biraz çarpıntısını yatıştırıyordu. Meftun devamla:
“Hep meyveler, kendilerine mahsus çatal ve bıçakla soyulup yenir. Bunlar bütün yahut yarım olarak herkesin önüne getirilmişse yeniden parçalara ayrılır…”
Rebia dilini tutamayarak:
“Ağabey, sofrada hiç insana yarım armut, yarım şeftali verilir mi?”
Meftun: “Evet, yarım olarak da verilebilir. Çünkü Frenklerin armutları, şeftalileri gayet iridir. Şeftalileri âdeta portakal büyüklüğündedir.”
Büyük hanım gözlerini biraz açıp çimdiklenen tarafına eliyle bir parça salya daha sürdükten sonra:
“Aman oğlum, Meftun, insanı imrendirme öyle. Mademki oranın şeftalileri, armutları böyle meşhurmuş, insan gelirken, büyükanneme hediye diye birkaç tane getirmez mi?”
Rebia: “Ağabey, orada beşbıyık var mı? Muşmulayı sofrada nasıl yerler?”
Büyük hanım hiddetle:
“Aman, hiç böyle kız görmedim. Yemişin bile bıyıklısını sorar.”
Meftun: “Rica ederim. Şimdi münasebetsiz sözler karıştırmayınız.”
Rebia kızgın bir tavırla kaşlarını kaldırarak büyükannesine:
“Bıyıklısı için değil, muşmula haminnemin kendine dokundu da onun için…”
Hanımnine: “Muşmula bana ne dokunsun? Artık ben üç otuzunda mıyım? Hele postalın71 sözüne bak… Sen benden çıkmadın mı? Ben muşmula olunca acaba sen ne olursun. Haydi oradan, muşmulanın torunu kocayemiş!..”
Meftun: “Lahavle… Artık bitirin canım. Şimdi Rebia da öfkelenecek, böğürtlen diyecek, sen de ona dam koruğu cevabını vereceksin, iş uzayacak…”
Kadınnine: “Öyle diyeceğine oğlum, kalk da kızın ağzına bir tokat vur. Baksana yelloza, muşmula deyince ben üzerime alınırmışım. Haydi oradan, mezarlık kozalağı, kara kız!”
Meftun: “Mezarlık kozalağı mı? Bak işte bu aklıma gelmediydi. Hanımnine, sen bitkilere ve ağaçlara ait epey hakaret lakırtısı da biliyormuşsun.”
Hanımnine: “Bilirim zahir, bayır turpu…”
Lütfiye Hanım: “Anne, nedir o artık… Sen de vakit vakit çocuklardan daha çocuk oluyorsun.”
Kadınnine: “Aman sus sen de oradan bal kabağı!”
Vesile Hanım: “İşte artık çenesi açıldı. Çocuk değil ki ağzına bir tokat indir de sussun.”
Kadınnine: “Oradan lafa sen de mi karıştın, viranelik ısırganı?”
Meftun: “Hanımninem uyuduğu zaman uyandırmak için rica ederim artık çimdiklemeyiniz. Çünkü ısırganlarla, baldıranlarla bahsi karıştırıyor.”
Kadınnine: “Dokunmayınız da uyuyayım besbelli… Söylediğin dinlenir şeyler değil ki… Zeytin çekirdeği, kabak çekirdeği, hepsini bir araya toplasan bir incir çekirdeği doldurmaz. Sofrada şeftali nasıl yenirmiş? Lakırtıya bak! Senede bir defa bu evde şeftali ya alınır ya alınmaz. Şimdiden sonra onu nasıl yiyeceğimizi mi talim edeceğiz?”
Meftun: “Hanımnine, rica ederim, istirham ederim, yalvarırım…”
Kadınnine: “Sustum, sustum işte…”
Meftun: “Ne diyorduk? Şeftaliyi parçalara ayırıyorduk. Mesela önümüzde bir şeftali var. Onu çatal bıçakla evvela ikiye, sonra dörde bölersiniz. Sonra çatalı sol elinize alıp şeftalinin dörtte birinin üzerine batırır, bıçağı da sağ elinizle kullanarak…”
Vesile Hanım: “Sözünü kestim. Affedersin oğlum. Anlayamadım…”
Meftun: “Bıçağı sağ elinizle kullanarak, dedim. Evet. Sol eldeki çatalı, şeftalinin dörtte birine saplar, sağ eldeki bıçakla meyveyi elbisesinden ustalıkla ayırırsınız. Ama siz diyeceksiniz ki meyvenin elbisesi olur mu? Burada mecaz kullandım. Yani açıkçası sembolik olmak istedim. Fransızcada şeftali, armut vesaire gibi meyvelerin kabuklarına, yani derilerine ‘pelüre’ derler. Halk dilinde bu kelime pardösü, redingot gibi elbise üstleri için kullanılır. Evet, çatal bıçakla şeftali cinsinden meyvelerin derisini soyup çekirdeklerini çıkarmak hususi bir ustalığa bağlıdır. Talim etmeli, alışmalı. Şimdi size anlatacağım bir de turp bahsi kaldı. Bazı kimseler ufak, kırmızı turpa çatal batırıp dibindeki yeşil yaprakları bıçakla keserler, yine çatalla ağızlarına götürerek yerler. Yani turpa, âdeta şeftali muamelesi ederler. Her hususta güçbeğenir görünen Baron Staff, turp yemekte biraz geniş, biraz teklifsiz ve laubali davranıyor. Yeşilliğini bıçakla keserek çatalla yemek artık zariflikte pek ileriye varmak, mübalağaya dökmektir diyor. Niçin? Çünkü turpun yapraklarına dokunmakla insanın eli ne yağlanır ne ballanır. Onun için turpu yeşil yapraklarından tutup hiçbir şey kullanmadan ağza götürmek, etikete aykırı değildir hükmünü veriyor. Kuşkonmaz yemekteki güçlüğü anlattımdı ya, turp, işte o külfetlerin hepsinden uzak sayılıyor. Evet, sözlerime dikkat edin, turpun alafranga sofradaki ihtişamlı yeri bundan sonra ölünceye kadar aklınızda kalsın. Rebia, sofrada nasıl su içilir?”
Rebia: (gülerek) “Ağabey, artık onu da bilmeyecek değiliz ya?”
Meftun: “Orada, konsolun üzerinde sürahiyle su var. Bardağa doldur da içelim.”
Rebia, bardağı beş parmağıyla yakalar. Suyu doldurur. Lakır lakır içerken annesinin usulca yanındakine “İş su üzerine olunca hemen tecrübe ediliyor. Şeftalilerin, armutların yalnız sözleriyle vakit geçiriliyor.” dediğini işitince Rebia gülmekten kendini alamayarak suyun bir kısmını genzine kaçırır. Kalan kısmını da yanındakilerin yüzüne püskürtüverir.
Meftun: (tiksintiyle) “Kız, sana yazıklar olsun! Alafranga sofrada böyle mi su içeceksin? Yanına rastlayan talihsiz sofra komşularının suratları, üstleri başları ne olur sonra? Evvela şunu haber vereyim ki, Frenkler sofrada su değil, başka şeyler içerler. Bunların içilişi hep birbirinin aynı olacağından biz şimdi şu denemede suyu bira, likör, şampanya, Bordeaux, Bourgogne niyetine içebiliriz. Bakınız Baron Staff, sofrada içmeyi nasıl tarif ediyor:
‘İçmek istenildiği zaman öyle beş parmağınızı açarak bardağı kavrayıvermemeli. Parmaklar, şöyle hafifçe, nezaketle ayağından tutmalı, bardağı sükûnetle ağır ağır kaldırmalı. New York’taki güzellik mektebinin tariflerine göre dudaklara, -leb-i şerab kenar-ı sagardan püse-çin oluyormuş gibi-72 hafifçe dokundurmalı…’ Anlayabildiniz mi?”
Vesile Hanım: “Hayır, anlayamadık. Böyle bir ziyafette sağır postacının ne işi var?”
Meftun üzüntüsünden iki eliyle yüzünü kapayarak:
“Ah, varlıklarıyla gerçekten utanacak bir soyum varmış…”
Vesile Hanım: (ağlayarak) “A evladım, seni utandıracak ne yaptık? Hamamdan bohça kaldırmadık, bedestenden takım çalarken tutulmadık…”
Meftun: “Sağır postacıyı şimdi söze katmakta münasebet var mı?”
Vesile Hanım: “Sen kendin söyledin a yavrum.”
Meftun: “Ben öyle demedim. ‘Leb-i şerab kenar-ı sagardan püseçin oluyormuş gibi’, yani içilecek şeyi sanki bardağın kenarını öpüyormuşsunuz gibi zarafetle içmeli demek istedim.”
Vesile Hanım: “Hah bize bunu böyle anlat! ‘Bardağın içindeki suyu içmeyiniz, kenarını öperek yine sofraya koyunuz.’ de. Büyükannen, küçükannen, ben hiç öyle ince lakırtıları anlayabilir miyiz? Karşıdakilere bir kere bak da ona göre lakırtı söyle… Ona göre ağız kullan… Postacıdan buse, sağırdan bardak çıktığını biz ne bilelim oğlum.”
Meftun: “Yine lakırtıyı dallandırıp budaklandırmayınız. Söz söylemekte bana meydan veriniz. İnşallah öteki konuşmamızda size dinleme terbiyesini öğretirim.”
Rebia anasının kulağına eğilerek:
“Ne öğretirim dedi?”
Vesile: (yavaşça) “Bilmem. Anlayamadım ki. Sorsam kızıyor. Ne öğretirse öğretecek işte! Şimdi biz sade dinleyelim.”
Meftun: “Bardağın içindekileri bir hamlede sömürmek pek ayıptır. Bir iki yudum içmeli, bardağı yine aynı zarif yavaşlıkla yerine koymalı. Bardağın içindeki şey bitmemeli. Yalnız, hafif hafif azalmalı.”
Vesile Hanım: “Affedersin oğlum. İnsanın ne kadar harareti olsa yine sofrada kana kana su içemeyecek mi?”
Meftun: “Hayır, içemeyecek. Sofrada ‘savoir-vivre’ dışında bir şey olmayacak.”
Vesile: “Biz evimizde, yemekte yanı başımıza su koruz. Çoluk çocuk maşrapayı doldurur doldurur kana kana içeriz. Karnımız lıngır lıngır kırbaya dönmedikçe doyduğumuzu anlayamayız ki…”
Meftun: “Ben şimdi size evinizde ne yaptığınızı sormuyorum. Sizi, benim söylediklerimi öğrenmeye çağırıyorum. Hanımlar, affedersiniz, kadın huzurunda söylenmesi kadınlara karşı saygı duygusuna aykırı bir şeyden bahsedeceğim. Ama ne yapalım? Bu derste ondan bahsetmeye lüzum var… Mesela sofrada sümkürmek icap etti. Ne yaparsınız?”
Vesile Hanım: “Vayyy… Rahat rahat su içmek ayıp olan bir sofrada insan burnunu nasıl siler? Şöyle bir hokkabazlığa getirip de entarimin yenine silebilirsem ne âlâ! Silemezsem bırakmalı, aksın… Başka çare var mı?”
Meftun: “Teyze, bugün beni üzüntüden öldüreceksin. Hiç alafranga sofrada elbise yenine burun silinir mi? Bu terbiyesizlik ne alafranga ne ‘a la persan’73 ne ‘a la chnois’74 hiçbir sofrada olmaz.”
Vesile: “Ne yapalım iki gözüm? Tarif et de öyle yapalım.”
Meftun: (hiddetle) “Bunu ben söyleyecek değilim. Avrupa ‘savoir-vivre’ yazarlarının bu sümkürmek faslındaki fikirlerini size açıklayacağım. Şimdi biraz manasız ve bönce sayılan eski Fransız medeniyeti, sofrada havluya sümkürmeyi meneder. Fakat burundan akan malum suyun akıntısını kesmek için de bir çare göstermezdi. Lakin şimdiki nezaket ve zariflik, sofrada havluya değilse de mendile sümkürmenin yollarını gösterecektir. Bu yoldaki tavsiyeleri size açıklayayım. Evvela sofrada sümkürmeye yol açmamalı. Mesela nezle zamanınızda çağrıldığınız davetlere gitmemeli. Sofraya oturmazdan önce güzelce temizlenmeli. Böyle temizleniş de güçtür. Çünkü tuvaletiniz bozulur. Kısacası, hanımlar, ne lazımsa yapmalı. Bütün bu ihtiyat tedbirlerinize rağmen yine sofrada buna lüzum görülürse çaresiz kaldığınız bir anda Baron Staff mendilinizi kullanmaya müsaade veriyor. Ama nasıl? El çabukluğu bir marifetle mendilinizi yavaşça çıkarıp yanınızdakileri iğrendirmeye sebep olacak gürültülerden kaçınarak silivermeli. O esnada kimsenin dikkatini çekmemek için başınızı sofradan arka tarafa çevirmemelisiniz. Sofradan başlarını çevirip de burunlarını silenler görgü bilgisine yabancı olanlardır. Lüzumundan fazla ihtiyatlar insanların o âlemlere alışık olmadığını gösterir. Böyle gülünç hareketleri terbiye sananlar kabalıklarını göstermiş olurlar. Yine horultular geliyor. Uyuyanlar kimdir?”
Rebia: “Kadınnineyle Zarafet.”
Meftun: “Uyandırmayınız, uyusunlar. Bu bahisten kendileri bir şey anlamadıktan başka anlayanlara da engel oluyorlar, değil mi Raci Bey?”
Raci, göz kapaklarını açmaya uğraşarak:
“Evet efendim.”
Meftun: “Hepinizin yüzünde can sıkıntısı eserleri görülüyor. Ben de bir iki söz söyleyerek bugünlük bahse son veriyorum. La Baronne der ki: ‘Yemek sonunda el, ağız yıkaması yok… Sofrada ağız yıkamak, bu ne iğrenç, ne tiksindirici şey? Parmakları yıkamak da manasız. Çünkü yemek sırasında ekmekten başka bir şeye dokunulmadı ki… Ekmek ise eli kirletmez…’ ”
Vesile Hanım: “A, işte bu tuhaf. Sofrada o kadar nizam, o kadar gırgırlıktan sonra yemekten el kirli, ağız bulaşık kalkmak. Doğrusu bunu beğenmedim.”
Meftun: “El bir şey tutup kirlenmedi ki…”
Vesile Hanım: “Canım, ne kadar çatal bıçakla yense yemektir bu, iki gözüm, insanın eline yine kokusu siner vesselam…”
Meftun: “Acele etmeyiniz efendim. La Baronne, yemekten sonra sofra başında el ağız silmenin aleyhinde bulunuyor. Ama başka kitaplar (önündeki defterin yapraklarını çevirerek), evet, onlar da sofra başında ağız silme âdetinin bırakılmış olmasına teşekkür ediyorlar. Fakat sofrada el temizleme âdeti henüz kalkmamıştır. Yemek sonunda önünüze güzel, kristal bir kap gelir. Bunun içinde güzel kokulu, ılık su vardır. İçine yuvarlak kesilmiş bir dilim de limon atılmıştır. Sakın ha bunu içecek bir şey zannedip de ağza götürerek dikivermemelidir. İşte insanın rezil olduğu saat o saattir.”
Vesile Hanım: “Bu güzel kokulu su içilmeyecek de ne olacak? Burna mı çekilecek?”
Meftun: “Hayır efendim, parmakların ucu bu suya batırılıp da yıkanacak, sonra havluya silinecek.”
Vesile Hanım: “Hepsi iyi ama Frenklerin böyle birkaç konuda yıkanmamak âdetleri doğrusu hoşuma gitmiyor…”
VI
Ders esnasında büyükannenin horultularına, Rebia ve Hasene’nin arsızlıklarına, ötekilerin dikkatsizliklerine rağmen Meftun bu pratik hayat bilgisi bahsini aile fertlerine anlatmaktan çekinmedi. Bu işten bıkmadı, usanmadı, her güçlüğe katlanmayı kendince bir nevi hoşlanacak şey sayıyordu. Ötekilerin alafrangadan nefreti, beyin bu ısrarı arada öyle tuhaflıklar doğmasına sebep oluyordu ki bu hâllerine, dışarıdan öğrenenler kadar kendileri de gülüyorlardı.
Meftun yavaş yavaş bir taraftan alafranga sofra takımlarını tamamlıyor, öte yandan ev halkını öyle yemek yemeye alıştırıyordu. Tavuk, hindi, kaz, balık vesaire üzerine bir hafta on gün kadar süren teorik bilgilerden sonra nihayet sofrada bu hayvanların buduyla, kanadıyla, gövdesiyle ciddi operasyonlara girişiliyor; alafranga usulünü almaya istidatlı olmayanlar, eli kolay yatmayanlar, boyuna tekrar yaptıkları için en çok yemek yiyorlardı. Kadınnine Şekure Hanım, teyze Vesile Hanım, yedikleri butların hiçbirini hususi kaidelere tam bir uygunlukla yiyemediklerinden Meftun “Olmadı, but ziyan oldu!” şikâyetiyle haykırdıkça hanımlar “Niçin olmasın? Pekâlâ karnımız doydu. Lazım olan da o değil mi? Bu sefer beğendiremedikse gelecek butta sizi memnun etmeye uğraşırız.” cevabını veriyorlar ama iş gelecek butta da yoluna giremiyordu, daha öteki butta da… Sofrada güzel parçalar çıktıkça nezaket icabı haydi büyükanneye, haydi teyzeye, haydi kız kardeşe, evet hep hanımlara takdim oluyor, zavallı Raci, yemeklerin kemik, deri gibi en sıska tarafıyla karın doyuruyordu. Zavallı delikanlı bu yoldaki şikâyetlerini bir türlü ağabeyine duyuramadı. Nihayet bir akşam tavuk, hindi gibi hayvanlar üzerinde alafranga operasyon yapılacağı bir sırada sofranın en güzel keten örtüsü yayıldı. Önceden ayrılmış yerlere çiçek saksıları konuldu. Beşli şamdanlar yandı. En parlak “couvere”ler75 dizildi. Eleni, yemek kampanasını büyük otellerde işitilen şekilde, ritmik vuruşlarla çaldı. Yemek salonuna Meftun, kız kardeşi Lebibe’yle kol kola girdi. Arkadan kadınnine değneğini kakarak geldi. Daha sonra Lütfiye Hanım’la Rebia, onların ardından Vesile Hanım’la Hasene sökün ettiler. Meftun yarı reverans hâlini alıp zarif bir tavırla elini uzatarak: “Mesdames… Mesdemoiselles!..” sözleriyle herkese ayrılan yeri gösterdi. Sofraya dizildiler. Aile fertlerinden biri eksikti. Ama bu eksik olan kimdi? Herkes sofranın süslerine bakmaktan gelmeyeni düşünmeye vakit bulamıyordu. Yalnız Meftun, boş kalan iskemleye bir göz attı, “Raci sofrada yok.” dedi. Delikanlının bu hatırlatmasından sonra ötekilerin de gözleri boş iskemleye dikildi. Vesile Hanım sordu ki:
“Alafrangada böyle sofraya geciken olursa ne yapılır?”
Meftun: “Bu konuda size bilgi vermedim mi?”
Vesile: “Hayır.”
O esnada oda kapısından içeriye biri girdi. Ama bu giren Raci değildi. Tombalakça bir kadındı. Teklifsizce gitti, boş iskemleye, Raci’ye ayrılan yere oturdu. Herkeste bir hayret… Bu yeni gelen, birkaç saniye kadar herkesin garipseyen bakışlarına uğradıktan sonra en önce Rebia, “Raci ağabeyime bakın a dostlar, kadın kıyafetine girmiş!..” feryadıyla haykırdı. Küçüğü, büyüğü bir kahkaha tutturdular. Hakikaten Raci, al bir korsaj, onun altına tirşe bir jüpon giymiş, boynuna da Eleni’nin bir “fichu”sünü76 bulmuş atmış, başına tüylü bir kapela77 uydurmuş, bıyıkları olmadığı için kıza benzemiş… Ama nasıl kıza? Âdeta Bakkalköyü’nde, Darıca’da pazar günleri en parlak tuvaletlerini yaparak gezmeye çıkan köylü Rum kızlarına dönmüş.
Bu garipliğe herkes gülüyor, yalnız Meftun ciddi durmaya uğraşıyordu. Sert bir yüzle sordu ki:
“Birader, bu kıyafet ne?”
Raci ayağa kalktı. Derin bir reveransla dedi ki:
“Bu hareketimi mazur görünüz efendim. Üstümdeki fistan, başımdaki kapela, kısacası şu kıyafetim, sanırım bugün bana sofrada tavuk budu yemek hakkını verecektir. Erkek elbisesiyle oturdukça daima aç kalkıyorum…”
Kahkahalar arttı. Bu cevaba karşı Meftun da ciddi duramadı. Gülerek “Cette fois vous êtes ingénieux.”78 dedi. Çorba kâsesini kaldıran Eleni de dayanamayarak “Monsieur, dites plutôt ingénieuse!” ihtarında bulundu. Yani Raci’ye mal edilen “ingénieux” kelimesinin kadınlar için kullanılan şeklini kullanmak daha uygun düşeceğini anlattı. Meftun buna daha ziyade güldü.
Raci, bu zarifliğiyle o akşam sofrada en iyi parçaları yiyerek acı çıkardı. Yemek sonunda kadınnine Şekure Hanım sandalyesinden kalkarak “Çocuklar, böyle tavuk yemeyi talim ettiğimiz akşamlar ben yerimden kımıldayamazdım. Eleni’yle Zarafet koltuklarımdan tutarlar da beni güçlükle kaldırırlardı. Bakınız bu akşam sandalyeden kendi kendime kuş gibi kalkıyorum. Bunun sebebini anladınız mı? Bu gece benim hakkımı bütün Raci yedi. O çapkın oğlan bir daha sofraya karı kıyafetiyle gelirse kabul etmeyelim. Mademki alafrangaya çalışıyoruz, onun yolu neyse öyle gitmeli. Eleni’nin kapelasını, Lebibe’nin bilmem nesini giy. Gel buraya butları kıvır, yağma yok. Alafranga olacaksa tamam olsun. Herkes hakkına razı olmalı. Butlar hanımlara, kanatlar, boyun tarafları filan, beylere…” itirazıyla Raci’nin bu hareketini ayıpladı durdu.
***Meftun, zengin bir enişte elde edebilmek için Lebibe’nin eğitim ve öğretimine son derece hız verdiğinden ailede herkese mahsus olan pratik görgü dersinden başka kız kardeşine özel şekilde, faydalı bilgiler öğretiyordu. Bir gün Lebibe’yi karşısına almış, genç kadınların ava çıkıp çıkmamaları hakkında acayip tafsilat verirken bazı eşyaları almak için Eleni odaya birkaç defa girdi. Kızın her giriş ve çıkışında yüzünde gezinen alaylı gülümseme Meftun’un gözünden kaçmadı. Evet, Eleni gülüyor, hem de alay edercesine gülüyordu. Ama kiminle eğleniyor, niçin gülüyordu? Genç kadınların ava çıkmaları bahsinde gülecek ne vardı? Meftun bunu merak etti. Ama Lebibe’nin yanında kızdan sormayı uygun bulmadı. Bir iki saat sonra Eleni’yi tenha bir tarafa çekerek sordu:
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
İsyan etmek. (e.n.)
2
Bizim “fuzul” yahut “fodul” tabirini Frenklerin “pédant” kelimesine mukabil buluyorum. (y.n.)
3
Mahrec-i Aklam: Memur yetiştirme amaçlı bir meslek okulu. (e.n.)
4
Anadan doğma şair. (e.n.)
5
Anadan doğma edebiyatçı. (e.n.)
6
Vali muavinliği. (e.n.)
7
Seçme, seçilim. (e.n.)
8
“Değersiz Türk!” (e.n.)
9
“Boş kafalı Türk!” (e.n.)
10
Alt tarafı çan biçiminde genişleyen etek; kloş. (e.n.)
11
“Alafranga” romanının ilk yayımlanmasında, sansür, buradaki “haşerat” ve “mikrop” sözlerinden hafiyeler hakkında bir ima kokusu alarak bu ilk kısmı tamamıyla çıkarmıştı.
12
İspir: At veya araba uşağı. (e.n.)
13
İçeriye giren her şey faydalıdır. (e.n.)
14
Kehlelizade: Bitlioğlu. (e.n.)
15
Taş ölçerim: “Benden uzak olsun!”, “Allah başa vermesin!” anlamında kullanılan deyim. (e.n.)
16
Marya: Dişi koyun. (e.n.)
17
Çakar almazlıktan gelmek: Anlamıyormuş, duymuyormuş gibi davranmak, oralı olmamak. (e.n.)
18
Aftos: Oynaş. (e.n.)
19
Hampa: Dost. (e.n.)
20
Şirket demek istiyor. Tam adı Şirket-i Hayriye. (e.n.)
21
O dönemde bisiklete “velosipet” denirdi. (e.n.)
22
Amur: Aşk, sevda. (e.n.)
23
Kuşkonmazlı sebze. (e.n.)
24
Bordo usulü ıstakoz. (e.n.)
25
Mantar garnitürlü bir yemek. (e.n.)
26
Jöleli soğuk sığır eti (e.n.)
27
Alışveriş işlerinden sorumlu. (e.n.)
28
Teşrifatçı, karşılayıcı. (e.n.)
29
Görgü kuralı. (e.n.)
30
İstiskal etmek: Hoşnutsuzluğunu belli ederek soğuk davranmak, yüz vermemek. (e.n.)
31
Görgü kuralları. (e.n.)
32
Zarif, şık. (e.n.)
33
Forme etmek: Şekillendirmek, biçimlendirmek. (e.n.)
34
Hamama. (e.n.)
35
Uygulamalı Yaşam Bilgileri. (e.n.)
36
Karşılaştırmalı Yaşam Bilgileri. (e.n.)
37
Karşılaştırılmış. (e.n.)
38
Karşılaştırmalı. (e.n.)
39
Pratik Yaşam Bilgileri. (e.n.)
40
İyi huylar. (e.n.)
41
Yüce. (e.n.)
42
Gerçek. (e.n.)
43
Apaçık. (e.n.)
44
“Ahmak, kendini bir yazar sanıyor!” (e.n.)
45
“Acele suale ağır cevap vermelidir!” (e.n.)
46
“Azizim söz aramızda.” (e.n.)
47
Kendini beğenmişlik. (e.n.)
48
Alçak gönüllü. (e.n.)
49
Kırmızı kitaplıklar. (e.n.)
50
Tecavüz: Saldırı. (e.n.)
51
Kafeşantan: İçkili, çalgılı kahvehane. (e.n.)
52
Dönemin takriben yirmi parası. (e.n.)
53
Merak yüzünden. (e.n.)
54
Yave: Anlamsız, saçma sapan söz. (e.n.)
55
Âlim-i küll: Her şeyi bilen. (e.n.)
56
Nerede ise, az kaldı. (e.n.)
57
Yekûn tutmak: Konuşmaya son vermek. (e.n.)
58
Habazan: Pisboğaz, obur. (e.n.)
59
İnceliklerle. (e.n.)
60
“Zengin bir enişteye yutturmak için hapı yaldızlamalı.” (e.n.)
61
Akşam yemeği. (e.n.)
62
Argoda, “yalandan”. (e.n.)
63
Kantin atmak: Uydurmak, yalan söylemek. (e.n.)
64
Peçeteyi. (e.n.)
65
Girin. (e.n.)
66
Susun. (e.n.)
67
Bıçak altlığının. (e.n.)
68
Kuşkonmazı. (e.n.)
69
Fransız usulü. (e.n.)
70
“İşte fena terbiye edilmiş bir kız!” (e.n.)
71