banner banner banner
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Bir Aydın Şeyh Safvet (Yetkin) Efendi
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Bir Aydın Şeyh Safvet (Yetkin) Efendi
Оценить:
 Рейтинг: 0

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Bir Aydın Şeyh Safvet (Yetkin) Efendi


Tasavvuf dergisini konu alan bir diğer çalışma ise Zekiye Berrin Hacıismailoğlu’nun yüksek lisans tezidir.[4 - Zekiye Berrin Hacıismailoğlu, Şeyh Safvet’in Tasavvuf Dergisi’ndeki Yazılarında Tasavvufi Kavramlara Bakışı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Çorum, 2012.] Bu çalışmada, Safvet Yetkin’in tasavvufi kavramlara bakış açısı ile ilgili bilgiler yer almaktadır. Otuz altı başlık altında, kırktan fazla tasavvufi terimin incelendiği çalışmada, Yetkin’in Tasavvuf dergisindeki yazılarından yola çıkılarak bu terimlere nasıl baktığı hususunda bilgiler verilmiştir.

Tasavvuf dergisi ile ilgili olarak hazırlanan tezlerin yanı sıra Müteferrika dergisinde yayımlanan Mustafa Birol Ülker ve Ömer Faruk Bahadır’ın Şeyh Mustafa Safvet (Yetkin) ve Tasavvuf dergisi[5 - Mustafa Birol Ülker ve Ömer Faruk Bahadır, Şeyh Mustafa Safvet (Yetkin) ve Tasavvuf Dergisi, Müteferrika Dergisi, S. 26, İstanbul, 2003, s. 145-157.] isimli bir makale mevcuttur. Bu makalede Yetkin ile alakalı kısa bilgiler verilmiş ve Tasavvuf dergisinde yer alan makalelerin isimleri, yazarları ve hangi sayının hangi sayfasında yayımlandığı yer almaktadır.

Bunların yanı sıra, Safvet Yetkin’in memleketi olan Şanlıurfa ile ilgili yapılmış olan bazı yerel çalışmalarda konu ile alakalı birtakım açıklamalara ve bilgilere yer verilmiştir. Fakat bu çalışmalar, arşivlere inilerek yapılan detaylı incelemeler olmadığı için konumuza kaynaklık teşkil etmemiştir.

Safvet Yetkin’in Yaşadığı Dönemdeki Siyasi ve Sosyal Durum

Safvet Yetkin; yaşadığı dönem itibarıyla, Osmanlı Devleti’nin yıkılışına ve yeni bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna şahitlik etmiştir. Yetkin ayrıca hem Osmanlı Devleti’nin hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumlarında ve meclislerinde üst düzey görevler yapmış ve yaptığı çalışmalarla adından söz ettirmeyi başarmıştır. Bu yüzden Safvet Yetkin’in yaşadığı dönemin genel koşullarının kısa bir özetini verirken, Osmanlı Devleti’ni yıkılış sürecine götüren olaylar, devletin yıkılmasını engellemek için yapılan çalışmalar, devletin yıkılışı ve yeni Türk devletinin kuruluş döneminde yaşananlar gibi majör gelişmelerden de bahsetmenin uygun olacağı kanaatindeyiz.

1866 doğumlu olan Safvet Yetkin’in çocukluğu ve gençliği Osmanlı Devleti’nin çok büyük siyasi ve ekonomik sıkıntılar çektiği bir döneme rastlamaktadır. Osmanlı-Rus Harbi’nde Ruslar Yeşilköy’e kadar ilerlemiş ve savaş ağır bir şekilde kaybedilmiştir. Savaşın ardından 3 Mart 1878 tarihinde imzalanan Ayestefanos Antlaşması ile Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarda fethettiği ve yüzlerce yıldır kendisine yurt edindiği topraklar elden çıkmıştır. II. Abdülhamit Dönemi’nde (1876-1909) Osmanlı Devleti; Balkanların yanı sıra Ege’de, Doğu Anadolu’da, Arapların yoğunlukla yaşadığı vilayetlerde ve Kuzey Afrika’da önemli toprak kayıpları yaşamıştır. Savaş ve işgaller karşısında pek fazla bir şey yapamayan II. Abdülhamit, halkı bir arada tutmak ve o dönemde yaygınlaşan milliyetçilik akımını engellemek için çaba göstermiştir. I. Meşrutiyet (1876) sonrası kurulmuş olan Osmanlı Mebusan Meclisi, Osmanlı-Rus Harbi gerekçe gösterilerek II. Abdülhamit tarafından kapatılmıştır. Padişahın bu dönemdeki ülke yönetim anlayışı bazı çevreler tarafından “İstibdat Dönemi” olarak adlandırılmıştır. II. Abdülhamit’in bu hareketinin ardından, meşruti yönetim taraftarları ise II. Abdülhamit’e muhalefet etmişlerdir.[6 - M. Şükrü Hanioğlu, Meşrutiyet, TDV İslam Ansiklopedisi, Ankara, 2004, s. 391; Stanford Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, Trc. Ezel Kural, c. II, İstanbul, 1983, s. 234–235; Kemal Beydilli, Osmanlı Siyasi Tarihi (Küçük Kaynarca’dan Yıkılışa), Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, Ed. Ekmeleddin İhsanoğlu, c. I, İstanbul, 1994, s. 110–117.] Padişahın sıkı politikalarına rağmen, savaş ve toprak kayıplarının sürmesi ise siyasi ve fikrî çevrelerin yeni arayışlar içerisine girmesini hızlandırmıştır.

Bu dönemde öne çıkan fikrî akımların en önemlisi “Genç Türk” hareketidir. Nitekim bu hareketin en önde gelen ekolü İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1908’de II. Abdülhamit’i parlamentoyu açmaya zorlamış ve daha sonra da kendisinin tahttan çekilmesine neden olmuştur.[7 - Stanford Shaw, A.g.e., c. II, s. 310.] II. Abdülhamit Dönemi’nde Osmanlı Devleti’nde öne çıkan diğer akımlar ise İslamcılık ve Türkçülüktür. Fakat bu dönemde, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin çalışmaları daha etkili olmuş, cemiyetin anayasal ve meşruti rejime geçilmesi yönündeki mücadeleleri sonuç vermiştir. Padişah ise yapılan bu baskıların neticesinde 23 Mayıs 1908 tarihinde anayasal rejime geçmek ve meşrutiyeti yeniden ilan etmek zorunda kalmıştır.[8 - Kemal Beydilli, A.g.m., c. I, İstanbul, 1994, s. 118–119.] Osmanlı Mebusan Meclisi için yapılan milletvekilliği seçimlerini İttihat ve Terakki Partisi kazanmıştır.

Safvet Yetkin’in de üyesi olduğu ve güçlü bir şekilde desteklediği İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1908–1918 yılları arasında Osmanlı Devleti’nin yönetimine etki eden en önemli siyasi hareket olmuştur. 1889 yılında, birkaç askerî öğrencinin zihninde şekillenen ve ilk başlarda gizlilik içerisinde faaliyetini sürdürmüş olan bu hareket, 19. yüzyılın ikinci yarısında, yoğunlaşan muhalefet teşkilatlarının en güçlüsü olmuştur. II. Meşrutiyet’in ilanında büyük etkisi olan bu teşkilat, daha sonra cemiyet ve fırka olarak ikili bir yapı içerisinde, ülkenin karar verici gücü olmuştur. Bu cemiyetin 1908’de başlayan iktidardaki gücü, 1918 yılında I. Dünya Savaşı’nın bitişine kadar sürmüştür. Cemiyetin ileri sürdüğü fikirler, modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinde de etkili olmuştur.[9 - Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Trc. Metin Kıratlı, Ankara, 1970, s. 210–219; Bayram Kodaman, 1876–1920 Arası Osmanlı Siyasi Tarihi, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, Ed. Hakkı Dursun Yıldız, c. XII, İstanbul, 1989, s. 70–71]

Meşrutiyet’in ilanı ilk başta Müslüman ve gayrimüslim ahali arasında büyük memnuniyet ile karşılanmıştır. Fakat bu dönem uzun sürmemiş, ülkenin genel durumunda yaşanan olumsuzluklara bağlı olarak, huzursuzluklar artarak devam etmiştir. Bu devirde, İstanbul’da “Şeriat isteriz!” sloganıyla ortaya çıkan ve tarihe “31 Mart Vakası” olarak geçen ayaklanma ise Mustafa Kemal Paşa önderliğinde Selanik’ten yola çıkan Hareket Ordusu tarafından bastırılmıştır.[10 - Mim Kemal Öke, Son Dönem Osmanlı İmparatorluğu, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, Ed. Hakkı Dursun Yıldız c. XII, İstanbul, 1989, s. 251–253.]

Daha sonra Mebusan ve Âyan Meclisi üyeleri, “Meclis-i Umumî-i Millî” adıyla toplanarak, 27 Nisan 1909’da II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesine karar vermişlerdir. Kararın kendisine bildirilmesinin ardından Sultan, Selanik’e sürgüne gönderilmiştir. Yaşanan gelişmelerin ardından Mehmet Reşat, yeni padişah olarak 27 Nisan 1909 tarihinde tahta çıkmıştır.[11 - Stanford Shaw, A.g.e., c. II, s. 339–340; Kemal Beydilli, A.g.m., s. 120–121.] Ancak, padişahın değişmesi ve II. Meşrutiyet’in ilanı, iç ve dış huzurun sağlanması için yeterli olamamış, Osmanlı Devleti toprak kaybetmeye ve giderek fakirleşmeye devam etmiştir.

Özellikle Balkanlarda huzursuzluklar sürmüş, Bulgaristan 5 Ekim 1908 tarihinde bağımsızlığını ilan etmiştir. 6 Ekim 1908 tarihinde Yunanistan, Girit’i ilhak etmiş, Avusturya-Macaristan ise Bosna-Hersek’i 5 Ekim 1908 tarihinde topraklarına katmıştır. 1910 yılında Arnavutluk’ta ayaklanmalar yaşanmış ve 1912’de I. Balkan Harbi başlamıştır. Bu savaş neticesinde Osmanlı Devleti, Balkanlardaki topraklarının büyük bir kısmını kaybetmiştir. Daha sonra yapılan II. Balkan Harbi neticesinde, bunların bir kısmı geri alınabilmiştir. Bu dönemde savaşlar sadece Balkanlar ile sınırlı kalmamış, İtalya, Kuzey Afrika’daki son Osmanlı toprakları olan Trablusgarp ve Bingazi’yi işgal etmiştir.[12 - Bayram Kodaman, A.g.m., s. 65; Stanford Shaw, A.g.e., s. 348–354.]

Tüm bu dış gelişmelerin yanı sıra içeride de ekonomik ve siyasi durum oldukça kötüye gitmiştir. Ülkenin çeşitli bölgelerinde, ekonomik ve siyasi sebepli birçok ayaklanma baş göstermiş ve devleti oluşturan çeşitli ırklar arasındaki ilişkiler de gittikçe kötüleşmiştir. Ermeniler, Doğu Anadolu’da yeni bir terörizm dalgası başlatmıştır.[13 - Stanford Shaw, A.g.e., s. 346.] Osmanlı Devleti, içerde ve dışarıda çok sayıda sorun ile mücadele ederken, I. Dünya Savaşı patlak vermiş ve dönemin yöneticileri, kaybedilen toprakları geri almak düşüncesiyle savaşı kazanacağını tahmin ettikleri Almanya’nın safında yer almışlardır.

29 Ekim 1914 tarihinde, daha önce Osmanlı Devleti’ne sığınmış olan, Yavuz ve Midilli ismi verilmiş iki Alman gemisi, Enver Paşa ve Cemal Paşa’nın emri ile Karadeniz’de Rusya’ya saldırmıştır. Çoğu kabine üyesinin haberdar olmadığı bu olay, devletin I. Dünya Harbi’ne katılmasına sebep olmuştur.[14 - Stanford Shaw, A.g.e., s. 375; Mim Kemal Öke, A.g.m., s. 273.] Bu olay üzerine Osmanlı Devleti’ne savaş ilan eden müttefiklere karşı, 14 Kasım 1914 tarihinde “Cihad-ı Ekber” ilan edilmiştir.[15 - Kemal Beydilli, A.g.m., s. 127.] I. Dünya Savaşı’nda, Osmanlı orduları Rusya, Irak, Filistin, Suriye, Arabistan, Çanakkale ve Galiçya gibi cephelerde savaşmak zorunda kalmıştır. Osmanlı orduları bu savaşta, Çanakkale gibi bazı cephelerde kahramanca mücadele etmiştir. Savaş, Almanya’nın yenilgisiyle sonuçlanmış, Osmanlı Devleti de topraklarının büyük bir kısmını kaybetmiştir. 3 Temmuz 1918 tarihinde Sultan Reşat’ın ölümü üzerine son padişah olacak olan, VI. Mehmet Vahdettin (1918–1922) tahta çıkmıştır. Savaş sonucunda, Sadrazam Talat Paşa başkanlığındaki İttihat ve Terakki yönetimi istifa etmiş, yerine I. Dünya Savaşı’na girmeye taraftar olmayan, Ahmet İzzet Paşa, hükûmeti kurmuştur. Osmanlı Devleti, galip devletler ile 30 Ekim 1918 tarihinde çok ağır şartlar içeren Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalamıştır. Bu antlaşma âdeta Osmanlı Devleti’nin yıkılışını hazırlamış, Anadolu’nun birçok bölgesi, Fransız, İngiliz, İtalyan ve Yunanlılar tarafından işgal edilmiştir.[16 - Kemal Beydilli, A.g.m., s. 127–131; Mim Kemal Öke, A.g.m., s. 278–281.]

Bu dönemde Osmanlı Devleti’nde öne çıkmış olan bazı siyasi ve fikrî akımları şu şekilde sıralamak mümkündür:

Parlamentarizm: Bu fikri savunan müstakil bir hareket her ne kadar yok ise de bazı kesimler tarafından Tanzimat Dönemi’nden itibaren ülkenin korunması ve birlik beraberliğinin sağlanmasının, anayasal ve meşruti rejim ile mümkün olacağı savunulmuştur. Türk aydınının hürriyet, eşitlik, adalet ve ilerleme taleplerini karşılayacak içeriğe sahip olan bu fikir; Ziya Paşa, Namık Kemal ve Şinasi kuşağından başlayarak Jön Türkler ve İttihat ve Terakki ile devam etmiştir. Bu anlayışa göre, Osmanlı Devleti’nin mutlakiyetçi yönetim tarzı, ilerlemeye engel teşkil etmektedir. Çağdaş bir demokrasiyi öngörmeyen parlamentarizm düşüncesi, mevcut bunalımın aşılması için, Meşrutiyet’i bir çıkış yolu olarak görmekteydi. Nitekim bu düşünce Osmanlı idaresinde etkili olmuş, 1876’da I. Meşrutiyet’in ilanı ve Kanun-i Esasi’nin kabulü, daha sonra da II. Meşrutiyet’in ilanı ile etkisini göstermiştir.[17 - Bayram Kodaman, A.g.m., s. 55–57.]

Osmanlıcılık: “Özellikle Fransız İhtilali’nden sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun sorunlarının en önceliklisi hâline gelen çeşitli unsurların bağımsızlık hareketlerini ve imparatorluktan kopma çabalarını, her türlü etnik milliyetin üzerinde Osmanlılık kavramı yaratarak önlemeye çalışan siyasal düşünce hareketine Osmanlıcılık denilmiştir.”[18 - Şükrü Hanioğlu, Osmanlıcılık, TCTA, c. V, İstanbul, 1985, s. 1389.] Bu fikir, devleti oluşturan bütün kavimler ve milletlerin, din, milliyet, ırk ve mezhep farkı gözetilmeden adalet, hürriyet ve eşitlik havası içerisinde bir arada tutulmalarını öngörmektedir. Bu düşünce, Tanzimat Dönemi’nden itibaren bütün fertleri, Osmanlı şemsiyesi altında toplayarak, siyasi manada yeni bir millet oluşturma çabasının adı olmuştur.

Bu fikir, temelde Osmanlı hanedanı, Osmanlı vatanı ve müşterek menfaat esaslarına dayanmakta idi. Osmanlı Devleti’nde, özellikle Türklerin yoğun olmadığı bölgelerde, Osmanlıcılık fikri üzerinde durulmuş ve böylece farklı milletlerin bir arada yaşamasına gayret gösterilmiştir. Fakat 1877–1878 Osmanlı-Rus Harbi, Osmanlıcılık fikrine büyük darbe vurmuştur. Savaş esnasında, Balkanlarda ve Doğu Anadolu’daki, gayrimüslim halkın Müslümanlara karşı isyanı, bu düşünceyi savunanları hayal kırıklığına uğratmıştır. Bu tecrübelere rağmen, Osmanlıcılık fikri tamamıyla etkisini kaybetmemiş, Balkan Savaşları’ndan sonra Türkçüler, İslamcılar ve gayrimüslimler bu kavrama farklı manalar yükleyerek savunmuşlardır. Osmanlıcılık kavramı, I. Dünya Savaşı’nın sonlarına kadar, Osmanlı aydınlarının birleştikleri ortak bir ideal olmuştur. Bu düşünce, siyasi bir hareket veya program olarak başarıya ulaşamamış, Tanzimat Dönemi’nde cazip bir fikir hareketi iken, II. Abdülhamit Dönemi’nde yaşanan acı olaylar sonrasında yerini İslamcılık ve Türkçülük akımlarına bırakmıştır.[19 - Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri, İstanbul, 1983, s. 191–193; Bayram Kodaman, A.g.m., s. 58–59.] 1913’ten sonra zayıflayan Osmanlıcılık fikri, I. Dünya Savaşı döneminde tamamen sona ermiştir.[20 - Şükrü Hanioğlu, A.g.md., s. 1393.]

İslamcılık: İslamcılık fikri, XIX. yüzyılın ortalarında Hindistan’da şekillenmiş ve daha sonra Osmanlı Devleti’nin dâhiline sirayet etmiştir.[21 - Şerif Mardin, İslâmcılık, TCTA, c. V, İstanbul, 1985, s. 1400.] XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan İslamcılık fikri, dinî bir akım olmaktan ziyade, siyasi bir nitelik taşımakta idi. İslamcılık fikri, özellikle II. Abdülhamit Dönemi’nde, bir politika hâline getirilmiş, Müslümanların İslam’a sarılmalarını, birlik ve beraberlik içinde hareket etmelerini öne çıkardığı için, Pan-İslamizm olarak adlandırılmıştır. II. Abdülhamit Dönemi’nde, Osmanlıcılık ve Türkçülükten daha ziyade, birlik ve beraberliğin İslamcılık fikri ile sağlanacağına inanılmış ve hilafet kurumu ön plana çıkarılmıştır. Osmanlı aydınları arasında zaten var olan, işlerin düzelmesinin İslami değerlere daha sıkı sarılmak ile sağlanabileceği görüşü, II. Abdülhamit Dönemi’nde İslamcılık fikrine dönüşmüştür. Bu fikrin ön plana çıkmasında Cemaladdin Efganî ve Muhammed Abduh’un önemli etkileri olmuştur. 1870 yılında İstanbul’a gelerek II. Abdülhamit ile görüşen Efganî’nin, İslamcılık cereyanının ön plana çıkmasında büyük katkısı ve etkisi olduğu düşünülmektedir.

İslamcılık cereyanının yayın organı olarak kabul edilen Sırat-ı Müstakim ve Sebîlürreşâd mecmualarının etrafında toplanan aydınlar, bu fikrin ön plana çıkmasına katkıda bulunmuşlardır. Bu politika, sadece fikrî aşamada kalmamış, özellikle II. Abdülhamit Dönemi’nde, Arap unsurlarına ilgi gösterilmesine, bunların sarayda ve bürokraside görevlendirilmelerine, tarikat şeyhleri ile sıcak münasebetler kurulmasına neden olmuştur.[22 - Gotthard Jaschke, Yeni Türkiye’de İslâmlık, Trc. Hayrullah Örs, Ankara, 1972, s. 12; Ercüment Kuran, Türkiye’nin Batılılaşması ve Milli Meseleler, Ankara, 1994, s. 103-105; Bayram Kodaman, A.g.m., s. 60–61.] İslamcılık, İttihâd-ı İslâm adı altında 1870’den itibaren Osmanlı Devleti’nin hâkim siyasi düşüncesi olmakla beraber, bir fikir hareketi olarak ortaya çıkışı yaklaşık 40 sene sonra II. Meşrutiyet sonrasında, Sırat-ı Müstakim’in 14 Ağustos 1908 tarihinde yayın dünyasına girişi ile başlatılmaktadır.[23 - İsmail Kara, Tanzimattan Cumhuriyete İslâmcılık Tartışmaları, TCTA, c. V, İstanbul, 1985, s. 1409.]

II. Abdülhamit Dönemi’nde büyük etkisi görülen bu fikir doğrultusunda, İslam topluluklarıyla diplomatik temaslar kurulmuş, Hicaz Demir Yolu Projesi[24 - Bu konuda geniş bilgi için Bkz. Ufuk Gülsoy, Hicaz Demiryolu, İstanbul, 1994.] faaliyete geçirilmiştir.[25 - Bayram Kodaman, A.g.m., s. 61–62.] Bu dönemde, İslamcılık fikrini savunan bazı partiler kurulmuştur. Bunlar; İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti, Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye ve bütünüyle İslamcı bir kimliğe sahip olmayan, Hürriyet ve İtilâf Fırkası’dır.[26 - İsmail Kara, İslâmcıların Siyasi Görüşleri, İstanbul, 1994, s. 218-221; Stanford Shaw, A.g.e., c. II, s. 365–366.] II. Abdülhamit, hilafet kurumuna yeni bir görünüm vermek ve bütün Müslümanların lideri olarak sahip olduğu imajı güçlendirmek için, tarikat şeyhleri ile diyaloğa geçmiştir.[27 - Şerif Mardin, Bediuzzaman Said Nursi Olayı, Trc. Metin Çulhaoğlu, İstanbul, 1992, s. 200–201] İslami değerlerin korunmasını savunan Mehmet Akif, Süleyman Nazif ve Babanzade Naim gibi isimler, İslamcıların önde gelen yazarları olmuştur.[28 - Ercüment Kuran, A.g.e., s. 95.]

Türkçülük: “Osmanlı İmparatorluğu’nda, özellikle II. Meşrutiyet sonrasında gelişen Türk milliyetçiliği konusundaki düşünce akımına Türkçülük denilmektedir.”[29 - Şükrü Hanioğlu, A.g.md., s. 1394.] Osmanlı Devleti içinde yaşayan etnik gruplar, dinî cemiyetleri esas alan bir yapı şeklinde değerlendirmeye tabi tutuluyordu. Bu yapıya göre, milletler ırka göre değil inançlarına göre değerlendiriliyordu. Buna göre, bir Yunan milleti değil de Ortodoks milleti vardı. Fakat 1789 Fransız İhtilali ile başlayan milliyetçilik akımı, Avrupa ve Balkanlardaki toplumları etkilemiş ve Hristiyan toplumda milliyetçilik hareketleri yaygınlaşmıştır. Bu hareket bir süre sonra, Osmanlı toplumunu oluşturan bütün ırklar arasında hızla gelişmiştir. Yaygınlaşan milliyetçilik akımı, ilk başlarda Türk toplumu arasında görülmemiştir. Fakat özellikle gayrimüslim halkın ayrılıkçı davranışları ve savaş dönemindeki ihanetleri, milliyetçiliği, Türkler arasında da kabul edilir bir hareket hâline getirmiştir.[30 - Şükrü Hanioğlu, A.g.md., s. 1394-1395; Bayram Kodaman, A.g.m., s. 62–63.]

Türkçülük fikri, ilk önceleri Osmanlı toprakları dışında yaşayan Türkler arasında gelişmiştir. Özellikle Rusya, Azerbaycan, Kırım ve Orta Asya’da yaşayan Türkler arasında yaygınlaşan milliyetçilik, zamanla devletin dâhilindeki halka da yansımıştır. İlk başlarda Türk tarihine ve Türk diline eğilme isteği, daha sonra devlette Türk unsuruna ağırlık verme şekline dönüşmüştür.[31 - Şükrü Hanioğlu, A.g.md., s. 1395.] 1908’de, II. Abdülhamit’i Meşrutiyet’in yeniden ilanına zorlayan, İttihat ve Terakki Cemiyeti mensubu çoğu subay, başlangıçta Osmanlıcılık siyaseti gütmüşler, Balkan Savaşları’nda gayrimüslimlerin ihanetini görünce, Türkçü olmuşlardır. “Türkleşmek, Muasırlaşmak ve İslamlaşmak” ilkeleri etrafında Türkçülüğü sistemleştiren Ziya Gökalp’in görüşleri, 1912 sonrası iktidar devresinde, devletin kültür siyasetine temel teşkil etmiştir.[32 - Ercüment Kuran, A.g.e., s. 94–95.] I. Dünya Savaşı yıllarında, Türkçülük akımı tamamen siyasi bir çehre kazanmış, Almanlar tarafından da Orta Doğu politikalarına uygun bulunarak desteklenmiştir. I. Dünya Savaşı’nın son yıllarında, ittihatçılar tarafından âdeta bir devlet politikası hâline getirilen Türkçülük fikri, Osmanlı Devleti’nin son döneminde ve hatta yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde de büyük etkiler yaratan bir fikir olmuştur.[33 - Bayram Kodaman, A.g.m., s. 64.]

Batıcılık: Batılılaşma fikri Tanzimat Dönemi’nden itibaren doğmaya başlamış, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde, özellikle II. Meşrutiyet sonrasında ortaya çıkan yenileşme çabalarıyla ilgi uyandırmış olan bir harekettir. Osmanlı Devleti’nin, Avrupa devletleriyle temasa geçmesi, bu ülkelerde elçiliklerin açılması sonucunda,[34 - Bu konuda Bkz. Ercümend Kuran, Avrupa’da Osmanlı İkamet Elçiliklerinin Kuruluşu ve İlk Elçilerin Siyasi Faaliyetleri, Ankara, 1988.] bazı seçkin kişiler Batı’daki ilerlemeleri, teknoloji alanındaki gelişmeleri görmüş ve bunların alınması isteğini ön plana çıkartmışlardır. Batı’nın üstünlüklerini tartışılmaz bulan bu kesim, yeniliklerin alınmaması hâlinde, çağın gerisinde kalınacağını ve geleneksel değerlerin ülkeyi kurtaramayacağını savunmuşlardır. Batı’nın her yönüyle örnek alınmasını savunan ve “Garpçılar” diye adlandırılan bu kesim, Osmanlı idarecilerinin savunduğu teknoloji ithalini yeterli bulmayıp, düşünce sistemi dâhil birçok konuda Avrupa’nın örnek alınmasını istemişlerdir. Osmanlı Devleti’nde de etkili olan bu değişim süreci, sadece teknoloji alanında olmayıp edebiyat, mimari, sosyal ve siyasi alanlarda Avrupa değerlerinin rağbet görmesine yol açmıştır. Batıcılık düşüncesinde olanlara göre, geleneksel değerler, geri kalmışlığın yegâne nedeni olarak görülmüş, çağı yakalamanın ve ilerlemenin bunlardan kurtulmak ile mümkün olacağı savunulmuştur. Modernleşme taraftarlarının bu görüşleri, toplumun hassas dengesini bozduğu gerekçesiyle, bazı kesimler tarafından tepki ile karşılanmıştır. İlk başlarda modernleşme taraftarlarının, eskinin yanında yeniyi kurma ve bu şekilde ilerleme düşünceleri, daha sonraları dinî ve geleneksel değerlerin terk edilip bunun yerine Avrupai değerlerin ikame edilmesi şekline dönüşmüştür. Bu durum, özellikle Meşihat Kurumu gibi dinî çevrelerin tepkisine yol açmıştır. İkinci Meşrutiyet döneminde yaygınlaşan Batıcılık akımının öncüleri, Dr. Abdullah Cevdet, Celal Nuri ve Kılıçzade Hakkı, basın yolu ile görüşlerine taraftar bulmaya çalışmışlardır. İlk başlarda çıkartılan Mehtap ve Şehtap dergileri ile çalışmalar yapan Garpçılar, daha sonra çıkarttıkları İctihâd dergisi ile yayın faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Batıcıların bu çalışmaları, idari makamlarca takibe uğramış, dergileri kapatılmış ve yayınlarına ara vermek zorunda kaldıkları dönemler olmuştur.[35 - Şükrü Hanioğlu, Batıcılık, TCTA, c. V, İstanbul, 1985, s. 1382–1385; Niyazi Berkes, Batıcılık Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler, İstanbul, 1965, s. 29–46.]

Ancak tüm bu fikirler Osmanlı Devleti’nin yıkılışını engelleyememiş, ülke Sevr Antlaşması’nın ağır şartları ve İtilaf Devletleri’nin işgaliyle birlikte büsbütün bir çöküş sürecine girmiştir. Yaşanan çöküşün ardından, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde işgale karşı direniş hareketleri başlamış, daha sonra düzenli bir ordunun oluşturulmasıyla Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlanarak, Lozan Barış Konferansı’nda Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri atılmıştır.

Yeni kurulan Türk devletinde ise, oldukça güçlü bir değişim rüzgârı görülmüştür. Ekonomide hızlı bir kalkınma ile teknoloji ve pozitif bilimlerin hızlı bir şekilde ithali sayesinde Batı’yı yakalamak en önemli hedeflerden biri olmuştur. Hızlı bir değişim ve dönüşüm anlayışı çerçevesinde, saltanatın ve hilafetin kaldırılması gibi siyasi inkılapların yanı sıra, ekonomik, kültürel ve sosyal alanlarda da bir dizi inkılaplar yapılmıştır. Atatürk Dönemi olarak tarihe geçen bu dönemde, köklü değişikliklerin, yönetimde yer alan devrimci kişiler tarafından yapıldığını ve henüz halkta tam bir karşılığının olmadığını söylemek yanlış olmaz. Devrimlerin halka anlatılmasının da önemli devlet politikalarından biri hâline geldiği bu dönemde, toplumun fikrî yapısının da dönemin gelişmelerine paralel olarak değiştiği söylenebilir.[36 - Evren Altıntaş, Cumhuriyetin İlk Yıllarında Aydınlar: Kurucu İdeolojinin Seçkinleri, Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi, s. 14, 2011, s. 114-115.; Yasemin Doğaner, Atatürk Dönemi Türkiye’sinde Sosyo-kültürel Değişim, Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları Kongresi ICANAS, s. 38, 2007, s. 235-237.] Safvet Yetkin ise Atatürk Dönemi’nde, II. TBMM’de milletvekilliği yaparak, başta Hilafetin Kaldırılması olmak üzere, birçok yeniliğin meydana getirilmesinde katkıda bulunmuştur.

II. TBMM’deki görevinin ardından ülke işleriyle ilgilenmeyi bırakıp, kendini daha çok ilmî eserler yazmaya veren Safvet Yetkin; çocukluk yıllarından beri devletin kötüye gidişine tanıklık etmiş, ülkenin en zor dönemlerinde dahi devletin çeşitli kurumlarında faaliyetlerde bulunmuştur. Yetkin’in, yaşadığı dönemin koşullarının değişmesinin bir sonucu olarak, bazı siyasi ve dinî düşüncelerinde değişimler olduğu söylenebilir.

I. BÖLÜM

SAFVET YETKİN’İN HAYATI

Safvet Yetkin’in doğum tarihi, kendisinin yazdığı tercüme-i hâl dosyasında 24 Receb 1283 / 20 Teşrinisani 1282 olarak yer almaktadır.[37 - Meşihat-ı İslâmiye Sicill-i Ahval Arşivi, Dosya No: 1373.] Miladi olarak 2 Aralık 1866’ya tekabül eden bu tarihte Urfa’nın Hacı Gazi Mahallesi’nde dünyaya gelen Yetkin, Soyadı Kanunu’nun kabulünden sonra “Kemal” isminin Türkçe karşılığı olan “Yetkin” kelimesini soyadı olarak almıştır.[38 - Zekiye Berrin Hacıismailoğlu, A.g.tz., s. 4.] Bununla birlikte, Safvet Yetkin’in eserlerinde ve diğer eserlerden yapılan atıflarda Şeyh Safvet Efendi, Mustafa Safvet Kemal, Safvet Kemalüddin Yetkin, Şeyh Safvetî ve Mustafa Safvet Yetkin gibi isimlerin kullanıldığı görülmektedir. Biz bu çalışmada, günümüz Türkçesine daha uygun bir kullanım olduğunu düşündüğümüz için Şeyh Mustafa Safvet Kemalüddin Yetkin Efendi’den Safvet Yetkin olarak bahsedeceğiz.

Safvet Yetkin, dinî bilgilerini ilk önce babası Abdülkadir Efendi’den ve tekkedeki diğer âlimlerden öğrenmiştir. Kendisi gibi şeyh olan babasını tanımanın Safvet Yetkin’in hayatını ve kişiliğini anlama noktasında yararlı olacağını düşündüğümüz için öncelikle, Şeyh Abdülkadir Efendi’nin hayatı hakkında kısaca bilgi vermenin faydalı olacağı kanaatindeyiz.[39 - Meşihat-ı İslâmiye Sicill-i Ahval Arşivi, Dosya No: 1373.]

Safvet Yetkin’in, annesi Zehra Hanım, babası ise Musul’un Erbil kasabasından gelmiş olan Şeyh Abdülkadir Efendi’dir. Abdülkadir Efendi, Osmanlı Devleti’nin son döneminde yaşamış âlim ve mutasavvıf kişilerden biridir. 19. asrın başlarında Kerkük Sancağı’na bağlı bulunan Erbil kasabasında dünyaya gelmiştir. 90 yılı aşkın bir ömür süren Abdülkadir Efendi’nin ismi, kaynaklarda Abdülkadir Sıddıkî, Abdülkadir Kemaleddin ve Abdülkadir Erbilî şeklinde yer almaktadır. Abdülkadir Efendi, Kerküklü Şeyh Ahmed et-Talebanî’nin oğlu olup bugün Kuzey Irak olarak adlandırılan bölgedeki Kadirî Tarikatı’nın Halisîlik kolunu kurmuş ve yaymıştır. 1842-1849 yılları arasında dönemin Bağdat Valisi Necip Paşa ile yakın ilişkiler kurmuş ve kendisinden aldığı destek ve yardımlar sayesinde, Kerkük’teki Kadirî Tekkesi’ne bir medrese, bir cami, derviş odaları ve çeşitli birimler ilave ederek 200 kişinin konakladığı geniş bir külliye meydana getirmiştir.[40 - Yasin Taş, 19. Yüzyılda Urfa’da Bir Tarikat Şeyhi: Erbilli El-Hâc Abdülkâdir Efendi (Ö. 1898), Electronic Turkish Studies, s. 11, 2013, s.318.] Oldukça uzun bir süre bu tekkedeki kişilerden ve Şeyh Abdurrahman Efendi’den eğitim alan Abdülkadir Efendi, 50 yaşında, Urfa’ya geldiği döneme kadar burada ikamet etmiştir. Kendisinin yazdığı eserlerden ve üç tarikattan aldığı icazetlerden yola çıkarak Abdülkadir Efendi’nin önemli bir ilmî şahsiyet olduğu söylenebilir.

Urfa’yı ikinci vatanı olarak gören Abdülkadir Efendi, 1275 (1858/1859) senesinde, şeyhi Abdurrahman Halisî’nin intihabı üzerine Urfa’daki Sakıbiye Tekkesi’nin postnişinliğini üstlenmiştir. Büyük oğlu Muhammed Muhyiddin’in 1289 (1872-1873) senesinde İstanbul’da vefat etmesi üzerine Abdülkadir Efendi, Sakıbiye Tekkesi’ndeki görevini bırakmış ve çeşitli yolculuklar yapmaya başlamıştır. Yolculuklarının ardından, 1300 senesinde tekrar Urfa’ya dönmüş ve 13 Şaban 1300 (19 Haziran 1883) tarihinde, kadılık kararıyla Halvetiye Tekkesi’nin meşihatına tayin edilmiştir. Kendisi ayrıca, tekkenin imamlık ve müezzinlik görevlerini de yerine getirmekte ve buna karşılık vakıftan aylık 300 kuruş maaş almaktaydı.[41 - Yasin Taş, A.g.m., s. 320.]

Halvetiye Tekkesi’nin bugün mevcut olan kitabesine göre yapı, Abdülkadir Efendi döneminde tamir edilmiştir. Söz konusu tamirata tam olarak ne zaman başlandığı bilinmemekle birlikte, Abdülkadir Efendi’ye heyet marifetiyle maaş belirleyen 19 Zilhicce 1301 tarihli belgenin sonunda, tekkenin tamirine ilişkin bir kayıt da bulunmaktadır. Bu kayıtta ona, tekkedeki hizmetleri için aylık 300 kuruş tahsisat ayrılmasının uygun olacağı belirtilmiştir. Ancak tekkenin tamire muhtaç olmasından dolayı, şeyhe tahsisat verilmeyip, öncelikle bütün gelirin tekke tamirine harcanmasının uygun olacağı düşünülmüştür.

Bu kayıtlar tekkenin, muhtemelen sadece vakıf geliriyle tamir edildiğini ve söz konusu tamirata bu senelerde başlandığını göstermektedir. Tekkenin kapısı üzerindeki kitabeye göre bu tamir 1308 senesinde tamamlanmıştır. Dolayısıyla söz konusu tamirat beş yıl civarı sürmüş olmalıdır. Abdülkadir Efendi’nin oğlu ve tekkenin hatibi Mustafa Safvet Efendi (Safvet Yetkin) tarafından bu tamirden sonra kaleme alınan inşa kitabesinin kaydı şu şekildedir:

“Zuhûr etti Hüdâvendi kerîmin lütf-i ihsânı
Göründü nagâh halvetime feth-i rabbânî
Bu câ-yi dilküşâ-yı Şeyh Abdülkadir’in feyzi
Serâser eyledi reşk ol firdevs-i rızvânî
Yapıldı himmetiyle minâr-i enfas-i pâkinde
Mücedded bir minâre hücrelerle bâb-ı zî-şânî
Bu asariyle mesrûr oldu rûh-i bani-i vakıf
Mukîm-i ravza-i cennet-i cenâbı hazreti Şânî
Hitâmında safâ-yı fikre safvet gelüb der târihi
Serâpa revnak efzâ oldu bu dergâh-ı rahmânî

    Sene 1308”[42 - Mahmut Karakaş, Şanlıurfa ve İlçelerinde Kitabeler, Şanlıurfa, 2001, s. 271.]
Tekkenin tamir edilmesinden sonra, iyice yaşlanmış olan Abdülkadir Efendi, tekkenin işlerini idare etmesi amacıyla oğlu Safvet Yetkin’i kendisine vekil tayin etmiştir. Safvet Yetkin, bu dönemde çeşitli vesilelerle tekkenin müdahil olduğu davalarda, babasının vekili sıfatıyla şeri mahkemede hazır bulunmuştur. Mevcut kayıtlara göre, Abdülkadir Efendi, 1315 senesinin Ramazan ayında, yani 1898 yılının başlarında vefat etmiş, cenazesi yıkanıp kefenlendikten sonra, yıllarca hizmet ettiği Halvetî Tekkesi’nin kenarına defnedilmiştir. Vefatından sonra tekkenin başına oğlu Mustafa Safvet Efendi tayin edilmiştir. 19 Şevval 1315 tarihli bir mahkeme kaydında, Abdülkadir Efendi’nin “yalnız sulbi sahih oğlu Mustafa Efendi’yi terk ederek” vefat ettiği ve tekkenin “yevmi 10 akçe vazife ile meşihat ve meşihate meşrût olan tevliyet ve yevmî 5 akçe ile dahi imamet cihetlerine” bu hususlara ehliyet ve iktidarı bulunan Mustafa Efendi’nin getirildiği belirtilmiştir. Aynı belgede Urfa Evkaf Müdürü Süleyman Efendi’nin başkanlığında toplanan komisyon heyetinin, 1282 doğumlu Mustafa Safvet Efendi’yi imtihan ettiği, Mustafa’nın Kadirî ve Halvetî tarikatlarında icazet sahibi olmasının yanı sıra âlim, zahit ve muttaki bir zat olduğu, Urfa’daki Kadirî ulemasının imzalı şahadetnamesiyle beyan edilmiştir.[43 - Yasin Taş, A.g.m., s. 325.]

Abdülkadir Efendi’nin mezar kitabesindeki kayda göre tam künyesi Ebu Muhammed Muhyiddin es-Seyyid eş-Şeyh Abdülkadir bin eş-Şerif Muhammed Muhyiddin es-Sıddıkî el-Hüseynî’dir.[44 - Mahmut Karakaş, A.g.e., s. 273.] Bu kitabe kaydına göre Abdülkadir Efendi’nin soyunun Hz. Ebubekir ve Hz. Ali’ye dayandığı anlaşılmaktadır. Meşihat-ı İslâmiye Sicill-i Ahval Arşivi kayıtlarında ise, Abdülkadir Efendi’nin oğlu Safvet Yetkin’in soyunun Hz. Ebubekir’e dayandığını şu ifadelerle gösterilir:

“Şeyh Safvet Efendi’nin nesebi baba tarafından Hz. Ebubekir’e, anne yedinci dedesinin annesi tarafından Hz. Muhammed’e dayanmaktadır. Şöyle ki: Muhammed Muhyiddin el-Mahevî ve Ğulam Muhammed Ali ve Muhammed Mustafa benu Abdülkadir bin Muhiddin el-Erbilî bin Abdullah bin Muhyiddin bin İbrahim bin Ebubekir bin Ebi’s-Safa Hazreti Şeyh Mustafa bin Kemaleddin bin Ali bin Kemaleddin bin Muhyiddin Abdülkadir bin Bedrettin bin Muhammed bin Nasıruddin bin Muhammed bin Şehabeddin Ahmed bin Nasruddin Muhammed bin Bahaaddin İvaz bin Abdulhalik bin Abdudülmunim bin Yahya bin el-Hasan bin Musa bin Yahya bin Yakub bin Necmeddin bin Ebi’r-Ruh İsa bin Şaban bin İsa bin Davud bin eş-Şerif Muhammed bin Takiyyuddin Nuh bin eş-Şeyh Talha bin es-Seyyid el-İmam Ebu Muhammed Abdullah bin el-İmam el-Müctehid el-Sahabi Ebulfazl Abdurrahman bin el-İmamu’lAzam ve’l-Halifetü’l-Ekrem Ebubekir es-Sıddık el-Mükerrem.”[45 - Meşihat-ı İslâmiye Sicill-i Ahval Arşivi, Dosya No: 1373.]

Doğum tarihi ile ilgili kesin bir bilgi yer almayan Abdülkadir Efendi’nin yaşıyla ilgili olarak çeşitli kaynaklarda yer alan bilgilerin ışığında aşağıdaki çıkarımlar yapılabilir. Bugün Halvetî Tekkesi’nin hemen yanında bulunan mezar kitabesinde Abdülkadir Efendi’nin 1315 yılının Ramazan ayında, 91 yaşındayken vefat ettiği yazmaktadır. Bu kayıttan yola çıkarak kendisinin doğum yılının 1224 yılı olduğu tahmini yapılabilir. Ancak Urfa Şer’iyye Sicilleri’nde yer alan ve kendisinin Halvetiye Tekkesi meşihatına tayin edilişini konu alan belgeye göre 13 Şaban 1300 tarihinde 79 yaşındayken bu makama getirilmiştir.[46 - Yasin Taş, A.g.m., s. 326.] Bu belgeye göre ise doğum yılı 1221 senesi olarak saptanabilir. Ayrıca bu belgeye göre Abdülkadir Efendi 94 yaşında iken vefat etmiştir. Abdülkadir Efendi henüz hayattayken hazırlanmış resmî bir belgeyi, kaynak olarak almak daha doğru bir yöntem olacaktır. Bu yüzden, kendisinin 1221 senesinde doğup 94 yaşındayken 1315 senesinde vefat ettiğini söylemek daha doğru olacaktır.

Abdülkadir Efendi’nin Kadirî, Halvetî ve Nakşibendî tarikatlarından şeyhlik icazeti alması ve bu tarikatların inceliklerine vakıf olması bir yana, kendisi aynı zamanda bu alanda yaklaşık on beş eser de telif etmiştir. Kaleme almış olduğu bu eserler, yaşadığı dönemde ilmî çevreler tarafından büyük takdirle karşılanmıştır. Nitekim yukarıda arz ettiğimiz belgelerde de görüldüğü üzere, Abdülkadir Efendi’ye Halvetî Tekkesi meşihatı tevcihinde, İstanbul Uşşakî Tekkesi Postnişini Hasan Hilmi Efendi, onun eserlerine dikkat çekmiş ve yazdığı risalelerin fazlalığından hareketle onun “erbâb-ı te’lîf ve tesânîf” bir zat olduğunu belirtmiştir. Bu durum, İstanbul’daki kimi tarikat çevrelerinin, onun eserlerinden haberdar olduğunu ve bu eserlerinden istifade ettiğini göstermektedir. Aynı şekilde, henüz hayatta iken bazı kitaplarının İskenderiye’de basılmış olması, Mısır’daki ilmî çevrelerin kendisine ve eserlerine rağbet ettiğinin birer işaretidir. Bunun yanı sıra, Abdülkadir Efendi, zamanında Urfa’daki tarikat çevreleri arasında eser telif etmiş olan tek sufidir.[47 - Yasin Taş, A.g.m., s. 326.]

Kaleme aldığı eserlerinde Abdülkadir Efendi, İslam tasavvufunun ana konuları olan iman, marifet, hakikat, şeriat gibi kavramları, şeyh mürit ilişkisini, nefis terbiyesini, tarikat büyüklerinin kerametlerini ve daha birçok hususu ele almıştır. 1299 senesinde basılan “Muhabbetü’z-Zâkirîn fî Reddi ale’l-Münkirîn” isimli ilk eserinde, tasavvufu savunarak sufiliğe yöneltilen eleştirilere güçlü delillerle cevaplar vermiştir. Bir sonraki sene yani 1300 senesinde basılan diğer eseri “Tefrîhu’l-Hâtır fî Menâkıbı‟ş-Şeyh Abdülkadir”de ise, kendisinin de mensubu olduğu Kadirî Tarikatı’nın kurucusu Abdülkadir Geylani’nin çeşitli menkıbelerine ve kerametlerine yer vermiştir.

Abdülkadir Efendi’nin oğlu olmanın da etkisiyle Safvet Yetkin, ilköğrenimini Urfa’da babasının belirlediği hocalardan ders alarak tamamladıktan sonra İstanbul ve İskenderiye’ye gitmiş ve ardından eğitimine Mısır’daki Ezher Medresesi’nde (Câmiu’l-Ezher) devam etmiştir.[48 - Zekiye Berrin Hacıismailoğlu, A.g.tz., s. 4.] Medresede aldığı dört yıllık Arapça ve İslami eğitimin ardından Urfa’ya dönen Safvet Yetkin, Urfa Müftüsü Hacı Abdüllatif Efendi’nin ders halkasına katılarak istenilen kitapları okumuş ve kendisinden icazet almıştır.[49 - Meşihat-ı İslâmiye Sicill-i Ahval Arşivi, Dosya No: 1373.; Mustafa Birol Ülker, Yetkin, Mustafa Safvet, Ankara, 2013, s. 506.] Eğitim aldığı çeşitli kişi ve kurumlar sayesinde ileri seviyede Arapça ve Farsça öğrenen Safvet Yetkin, babasının yanında tasavvuf eğitimini sürdürmüş ve daha sonra 1871 yılında yeniden inşa ettirilen Aksaray Oğlanlar Tekkesi’nin şeyhliğini daha sonraki yıllarda üstlenmiştir.[50 - Mehmet Baha Tanman, Oğlanlar Tekesi, Ankara, 2007, s. 319.]

Safvet Yetkin’in Osmanlı Devleti döneminde almış olduğu nüfus kimliğinde yazan bilgilere göre; orta boylu, kara gözlü ve ela simalıdır. Askerlik sınıfı bölümünde ise Yetkin’in redif olduğu yazmaktadır.[51 - Meşihat-ı İslâmiye Sicill-i Ahval Arşivi, Dosya No: 1373.] Yetkin’in aldığı eğitim ve içinde bulunduğu ilmî faaliyetler, kendisinin Meşihat-ı İslâmiye Sicill-i Ahval Arşivi dosyasında şu şekilde ifade edilmiştir:

“Mebadi-i ulûmu Urfa’da gördükten sonra Mısıra azimetle Câmiu’l-Ezher’de dört sene kadar ulûm-ı Arabiyye ve bedahu yine Urfa’ya avdetle Eski Müftü Merhum Hacı Abdüllatif Efendi’nin ders halkasında ulûm-u âliye ve âliye-i Arabiyye tahsilini tamamlayarak icazetname almıştır. Türkçe, Arapça ve Farsça okuryazar olup, dosyasında saklanılan ve İstanbul’da haftada bir defa olmak üzere Tasavvuf namıyla yayınladığı gazetenin sahibi ve başyazarı olduğu 4 Ağustos 1327 tarihli nüshasından anlaşılmıştır.”[52 - Meşihat-ı İslâmiye Sicill-i Ahval Arşivi, Dosya No: 1373.]

Abdüllatif Efendi’nin Yetkin’e verdiği icazetname ise şu şekildedir: