Kantinci kadın neşeyle zıpladı.
“Bir berede4 üç baş!” diye bağırdı.
Daha sonra hıçkırarak ağlamaya başladı ve dul kadına heyecanla sarıldı:
“Senin küçük kızın yanakları şimdiden kırmızı!” dedi.
“Yaşasın cumhuriyet!” diye tekrarladı askerler.
“Gel buraya yurttaş.” diye seslendi çavuş anneye.
İKİNCİ KİTAP
“CLAYMORE” KORVETİ
I
İNGİLTERE VE FRANSA TARAFI
1793 baharında Fransa çepeçevre kuşatılmışken, Jirondenler5 içler acısı bir düşüş yaşıyordu. Manş Adaları’nda da bazı durumlar söz konusuydu. Jersey’de hoş ve küçük Bonnenuit Körfezi’nde haziranın ilk akşamıydı ve güneş batmak üzereydi. Yön bulmayı engelleyen sisli ve karanlık havada bir korvet yelken açıyordu. Aslında bu havada açılmak yerine kaçmak gerekirdi. Bu gemi Fransız bir tayfadan oluşuyordu fakat adanın doğu noktasını gözetlemek için İngiliz filosu tarafından yerleştirilmişti. İngiliz filosu, Bouillon hanedanından Tour d’Auvergne Prensi komutasındaydı. İngiliz filosu acil ve özel bir görev için Prens’in emriyle korvetten ayrılmıştı.
Korvet, Claymore adı altındaki Trinity-House’a girmişti. Görünüşte nakliye gemisi olarak görünmesine rağmen aslında bu bir savaş gemisiydi. Ağır ve sakin bir yük gemisi gibi görünüşüne aldanmamalı çünkü bu gemi iki amaca hizmet ediyordu; kurnazlık ve güce. Mümkün mertebede kandırır, gerekirse de savaşır. Görev için geceleyin güverte altındaki nakliyeler otuz adet geniş kalibreli topla değiştirilmişti. Bu toplar olası bir fırtına durumu için yerleştirilmiş olsa da geminin sakin havasını koruma amacı da güdüyordu. Bu yüzden toplar üç katlı zincirle bağlanmış, üzeri örtülerek gemi penceresine dayandırılmıştı. Dışarıdan bakan birisi hiçbir şey göremezdi. Geminin pencereleri kapalıydı. Sanki gemi bir maske takmış gibi. Bu toplar eski model tunç tekerleklerin üzerindeydi. Savaş gemileri normalde silahlarını üst güvertede taşır. Fakat pusuda bekleyen bu geminin üst güvertesi tertemizdi. Çünkü güvertenin altı gizli bir top bataryası taşıyabilecek şekilde tasarlanmıştı. Claymore ağır ve biçimsiz şekilde inşa edilmişti. Buna rağmen şüphesiz iyi bir yelkenliydi. Gövdesi İngiliz donanmasındaki en güçlü gemi gövdelerinden biriydi. Her ne kadar arka direği kısa olsa da geminin ön kısmı ve kıçı neredeyse bir fırkateyn kadardı. Biçimli ve dikkatle yapılmış dümeni benzersiz bir yapıya sahipti ve Southampton tersanelerinde sadece elli paunta yapılmıştı. Fransız tayfa, mülteci subaylardan ve firari denizcilerden oluşuyordu. Usta adamlardı, aralarında iyi denizci ve iyi asker olmayan tek bir kişi bile yoktu. Ve hepsi Kral’a sadıktı. Üç şeye aşırı düşkünlerdi; gemiye, kılıca ve Kral’a.
Gerektiğinde çıkartma yapmak için yarım tabur kadar denizci de tayfaya eklenmişti.
Claymore’un kaptanı, Saint-Louis şövalyesi Count Boisberthelot idi. Eski Kraliyet donanmasının en iyi subaylarından biriydi. İlk kaptan Şövalye La Vieuville ise o zamanlar çavuş olan Hoche ile Fransız Muhafız Birliğini komuta ediyordu. Ve Philip Gacquoil de Jersey’deki en deneyimli rehber idi.
Gemide olağan dışı bir şeylerin olduğu kolayca fark ediliyordu. Her hâlinden bir maceraya çıkacağı anlaşılan bir adam güverteye adım atmıştı. Uzun boylu, dik duruşlu ve güçlü bir adamdı. Keskin bir yüz ifadesine sahipti. Hem yaşlı hem genç görünüyordu, bu yüzden yaşını tahmin etmek zordu. Yılları arşınlamasına rağmen dinçliğinden bir şey kaybetmeyen adamlar vardır, beyaz saçlarına rağmen feri sönmemiş gözleriyle onlardan biriydi. Dinçliğine bakılırsa kırk; otoriter havasına bakılırsa seksen yaşındaydı.
Korvete bindiğinde üzerindeki denizci montu yarı açıktı, keçi derisinden de bir yelek giyiyordu. Yeleğin dış tarafı ipekle işlenmiş, iç yüzü ise tüylü ve sert bir kürkten yapılmıştı. Altında ise bragoubra denilen geniş pantolonu ve uzun botları vardı. Tam bir Breton köylüsü tarzındaydı. Bu demode Breton yelekleri iki amaca hizmet eder. Hem günlük hem de bayramlarda giyilmek üzere dikilmiştir ve ters yüz edilebilmesiyle çift yönlü giyilebilir: Kürk tarafı günlük ve diğer tarafı özel günler için. Ve sanki dikkatle incelendiğinde, yaşlı adam tarafından giyilen köylü elbisesinin dizleri ve dirsekleri uzun süredir kullanıldığı izlenimini veriyordu. Kaba kumaştan yapılmış montu bir balıkçı kıyafetine benziyordu. Dönemi yansıtan yuvarlak, uzun ve geniş kenarlı şapkasını takmıştı. Bu şapka kıvrıldığında köylümsü bir görüntü veriyor, bir kenarına arma ve ilmek iliştirildiğindeyse oldukça askerî bir görünümde oluyordu. Ama yaşlı adam şapkayı köylüler gibi kıvırarak takmıştı.
Adanın valisi Lord Balcarras ve Prens de La Tour d’Auvergne ona gemide şahsen eşlik etmişlerdi. Prens Gélambre’nin gizli ajanı, ki ayrıca asil Kont d’Artois’nın eski bir muhafızlığını yapmıştır, yaşlı adamın kamarasının düzenini bizatihi denetlemişti. Yaşlı adamın valizini taşıyacak kadar özenli ve saygılıydı. Gélambre, karaya dönmek üzere gemiyi terk ederken bu köylüyü derin bir reverans ile selamladı. Lord Balcarras, “Size iyi şanslar, general.” diye bağırdı ve Prens de La Tour d’Auvergne, “Görüşmek üzere, kuzen.” dedi.
Denizciler kendi aralarında kurdukları kısa diyaloglarda bu yaşlı adamdan “köylü” diye bahsediyordu. Fakat bu köylünün artık has bir köylü olmadığını anlamak için daha fazla bilgiye ihtiyaç yoktu. Tıpkı görünürde ticaret gemisi sanılan bu geminin esasen savaş gemisi olması gibi.
Neredeyse hiç rüzgâr yoktu. Claymore, Bonnenuit’ten ayrılarak Boulay Körfezi’ni geçti. Bir süre görüş mesafesindeydi, daha sonra zamanla karanlığa karıştı ve gözden kayboldu.
Bir saat sonra, Saint-Hélier’deki evine dönen Gélambre, York Dükü’nün karargâhındaki Kont d’Artois’ya Southampton ekspresiyle şu satırları gönderdi:
Sevgili Lord,
Kalkış gerçekleşti. Kesin bir başarı söz konusu. Sekiz gün içinde Granville’den St. Malo’ya kadar olan tüm kıyı alevler içinde kalacak.
Dört gün önce Marne Temsilcisi Prieur, Cherbourg kıyısında askerî bir görevdeydi. Hemen ardından Granville’de iken gizli bir elçi tarafından üstteki mesajla aynı el yazısına sahip şu mesajı aldı:
Vekil yurttaş,1 Haziran günü, gelgitler yükseldiğinde, silah deposunu gizlemiş savaş korveti Claymore, Fransa sahiline doğru yelken açacak ve aşağıda tarif edilen adamı kıyıda indirecektir: Uzun boylu, yaşlı ve gri saçlı. Bir köylü gibi giyinmiş ve elleri bir aristokrat ellerine benziyor. Yarın size daha fazla ayrıntı göndereceğim. İkinci günün sabahı iniş yapacak. Kruvazörü bu durumdan haberdar edin. Korveti durdurun ve adamı giyotine yollayın.
II
GEMİDE BİR GECE VE YOLCU
Korvet güneye, St. Catherine yönüne gideceği yerde kuzeye yönelmiş, sonra da batı tarafına sapmıştı. Cesurca Sark ve Jersey arasındaki Déroute Geçidi olarak adlandırılan körfeze girmişti. O zamanlar kıyının her iki kısmında da deniz feneri bulunmuyordu. Güneş batmıştı, gece normal bir yaz gecesinden daha karanlıktı. Gökyüzünü kaplayan geniş bulutlar ay ışığını engelliyordu. Ekinoks değil de gün dönümü vardı sanki. Görünüşe bakılırsa gemi ufka varmadan ayı görmek olanaksızdı. Bazı bulutlar denizin yüzeyinde asılı kalmıştı ve her yeri sis kaplamıştı.
Tüm bu karanlık onların lehineydi. Rehber Gacquoil, Jersey’i soluna Guernsey’i sağına almış, St. Malo kıyısı yakınlarında herhangi bir koya girme niyetiyle Hanois ve Dover arasında cesurca ilerliyordu. Minquiers tarafındaki yoldan daha uzundu. Ama daha güvenli bir rotaydı çünkü St. Hélier ve Granville arasındaki Fransız sahil gemisi sürekli olarak keskin bir gözlem hâlindeydi.
Rüzgâr elverişli olur da bir şey yaşanmazsa Gacquoil tüm bu ayarlamalar sayesinde şafak sökerken Fransa kıyılarına varmayı umuyordu.
Her şey yolundaydı. Korvet, Gros Nez’i yeni geçmişti. Saat dokuza doğru hava, denizcilerin ifadesi ile, “suratsız” görünüyordu. Hem rüzgâr artmış hem de deniz yükselmişti. Ama rüzgâr onlar için iyiydi, deniz de daha fazla hoyratlaşmazsa iyi olacaktı. Dalgalar da ara sıra uğrayıp korveti selamlıyordu. Lord Balcarras’ın “general” diye seslendiği, Prens de La Tour d’Auvergne’nin “kuzen” dediği “köylü” iyi bir denizciydi. Geminin güvertesinde ağırbaşlılıkla volta atıyordu. Geminin dalgalar yüzünden bir hayli sallandığını fark etmiyordu sanki. Arada bir yeleğinin cebinden bir kalıp çikolata çıkarıyor, bir parça kırıp sesli bir şekilde yiyordu. Saçları beyazlamıştı ama dişleri sapasağlamdı.
Zaman zaman kaptana kısık bir sesle yaptığı yorumlar dışında kimseyle konuşmuyordu. Kaptan sanki asıl komutan kendi değil de oymuş gibi yolcuyu saygıyla dinliyordu. Ustaca yönetilen Claymore, bulutların arasında kaybolmuş bir şekilde dik sahil boyunca Jersey’nin güneyine doğru yol alıyordu. Pierres-de-Leeq denilen sert kayalığa çarpmamak için kıyıdan gidiyordu. Bu kayalıklar Jersey ve Sark arasında kalan boğazın ortasındaydı. Dümendeki Gacquoil Gréve de Leeq’i Gros Nez’i ve Plémont’u sırasıyla işaret ediyor ve kayalıklarla kaplı denizin üstünde gemiyi âdeta kaydırıyordu. Bunu kesin bir suretle yaptığını hissetse de yine de deniz yollarına hâkim birinin öz güvenine sahipti.
Bu tedbirli sularda yakayı ele vermemek için geminin önünde hiç ışık yoktu. Sis olduğu için kendilerini şanslı hissediyorlardı. Grande Étape’a ulaştılar. Sis o kadar yoğundu ki Pinnacle’ın ulvi hatları zar zor belli oluyordu. Saint-Ouen çan kulesinin saat onu vuran sesini duydular. Buna göre rüzgâr da hâlâ arka taraftan esiyordu. Her şey yolundaydı; deniz sertçe yükseliyordu çünkü Corbiére taraflarına yaklaşmak üzereydiler.
Saat onu biraz geçmişken, Kont Boisberthelot ve Şövalye Vieuville köylü kılıklı adama odasına (ki bu oda aslında kaptana aitti) kadar eşlik etti. Odaya girmek üzereyken sesini alçaltarak şunları söyledi:
“Beyler, bu sırrı saklamanın ne kadar önemli olduğunu anladınız. İnfilak anına kadar sessiz kalın. Burada ismimi bilen bir tek siz varsınız.”
“Bu sır mezara kadar bizimle.” diye yanıtladı Boisberthelot.
“Ölüm kalım meselesi bile olsa bu sırrı açığa çıkarmayacağım.” diye de belirtti.
Ve yaşlı adam odasına girdi.
III
SOYLULAR VE AVAMLAR TARAFI
Komutan ve yardımcı kaptan güverteye döndü, aşağıdan yukarıya volta atmaya başladılar. Yürürken konuşuyorlardı. Konunun yolcu olduğu barizdi ve asıl mesele rüzgârla beraber karanlığa karışıyordu. Boisberthelot hafif duyulabilir bir sesle Vieuville’ye bir şeyler mırıldanıyordu:
“Gerisi artık onun iyi bir lider olup olamayacağını görmemize kaldı.”
Vievuville cevapladı:
“Aynı zamanda bir prens gibi de duruyor.”
“Sayılır.”
“Fransa’da bir soylu, Bretonya’da prens.”
“Trémoiller ve Rohanlar gibi.”
“Bağlantıda olduğu birileridir.”
Boisberthelot devam etti:
“Fransa’da ve Kral’ın vagonunda ise bir marki. Tıpkı benim kont, senin de şövalye olman gibi.”
“Vagonlar artık çok uzakta!” diye bağırdı Vieuville. “Şimdi kafeste yaşama zamanı.”
Bir sessizlik oldu.
Boisberthelot yeniden söze girdi:
“Fransa prensinin yokluğunda, bir tane Breton alırız.”
“Ardıç kuşunun yokluğunda yani… Hatta kartal bulamayınca karga almak gibi bir şey.”
“Tercihim akbabadan yana olurdu.” dedi Boisberthelot.
Vieuville cevap verdi:
“Doğru seçim aslında. Hem gagası hem pençeleri var.”
“Göreceğiz.”
“Evet.” dedi Vieuville. “Artık bir lider var. Tinténiac’a katılıyorum: Silahın ve liderin gücü! Bakın komutanım, neredeyse tüm olağan liderleri ve liderlik vasfı bulunmayanları tanırım. Ne dünküler, ne şimdikiler ne de yarının liderleri. Hiçbirinin kafası savaşa basmıyor. Bize bu lanetli Vendée için öyle bir lider gerekli ki gerektiğinde hem avukat hem lider olabilmeli. Düşmanın kökünü kurutmalı; her çalıyı, her taşı, her hendeği düşünmeli. Bütün talihsiz anlaşmazlıkları zorlamalı ve lehimize çevirmeli. Uyanık ve merhametsiz bir lider olsun, gerektiğinde çirkinleşen ve düşmana haddini bildiren. Ama nerede, bu köylü ordusunda kahraman çok, kaptan yok. D’Elbée desen bir hiç, Lescure desen kendine faydası yok. Bonchamps ise fazla merhametli, fazla nazik ve bu da onu bir ahmaktan farksız kılıyor. Rochejaquelein ise sadece mükemmel bir asteğmen. Silz sahada iyi bir subay ama bir savaş için gereken politikacı donanımına sahip değil. Cathalineau basit bir arabacı, Stofflet desen düzenbaz bir bekçi. Bérard yetersiz, Boulainvilliers bir tuhaf, Charette tam bir felaket. Berber Gaston’un bahsini bile açmıyorum çünkü berbat! Ayrıca soyluları bunlar gibilerin komutasına vereceksek cumhuriyetçilerden ne farkımız kalır, neden ihtilale karşı savaşıyoruz! Gerçi belli, bu berbat ihtilal hepimize bulaştı.”
“Bir uyuzdan farksız bu ihtilal ve tüm Fransa kaşınıyor.”
“Tiers Etat uyuzu.” diye ekledi Vieuville. “Bize yalnız İngiltere yardım edebilir.”
“Edecek de kaptan, hiç şüpheniz olmasın.”
“Ama bu süreçte mesele iyice çirkin bir hâle geldi.”
“Evet, basit köylüler her yerde. M. De Maulevrier’nin bekçisi Stofflet’in komutan olduğu bir monarşinin, Dük Castries’in hamalının oğlu Pache’ı vekil yaptığı bir cumhuriyeti kıskanması için bir sebep yok. Bu savaş kimleri kimlere kırdırıyor, bir tarafta içkici Santerre, diğer tarafta berber Gaston!”
“Sevgili Vieuville, ben yine de Gaston’a çok saygı duyuyorum. Guéménnée’yi komuta ederken oldukça iyiydi. Mavilerden üç yüz adamı kendi mezarlarını kazdırdıktan sonra bir bir vurdu.”
“Çok da iyi yapmış, ben olsam ben de aynısını yapardım.”
“Buna hiç kuşkum yok, aynı şekilde ben de yaptığını yapardım.”
“Savaşta kahraman olmak soylu kanı gerektirir.” dedi Vieuville, “Ve bu şövalyelerin işidir, berberlerin değil.”
“Yine de bu Tiers Etat içinde kıymetli adamlar var.” diye ekledi Boisberthelot. “Mesela saatçi Joy, önceleri Flandre alayında çavuştu. Daha sonra Vendean şefi oldu ve şimdi kıyıda bir ekibi yönetiyor. Cumhuriyetçi bir oğlu vardı; babası Beyazlar için hizmet ederken, oğlu Mavilerin hizmetindeydi. Savaşta karşılaştılar, baba oğlunu yakaladı ve beynini dağıttı.
“İyi yapmış doğrusu.” dedi Vieuville.
“Kralcı bir Brütüs.” diye cevap verdi Boisberthelot. “Yine de Coquere, Jean-Jean, Moulin, Focart, Bouju ve Chouppes gibilerinin komutanlığı katlanılamaz bir şey!”
“Aziz şövalye, karşı taraf oldukça öfkeli. Biz alt tabakadan insanlarla doluyuz, onlarda ise çok fazla soylu var. Sence Kont Canclaux, Vikont Miranda, Vikont Beuharnais, Kont Valence, Marki Custine ve Dük Biron gibi baldırı çıplaklar tarafından yönetilmek hoşlarına gidiyor mudur?”
“Ne kadro ama!”
“Bir de Dük Chartres var!”
“Eşitlikçi oğul. Bu arada, ne zaman kral olacak o?”
“Asla!”
“Taht için can atıyor ve işlediği suçlar da bu amaç uğruna.”
“Ve yaptığı ahlaksızlıklar da bu amacı zedeliyor.”
Ufak bir duraksamadan sonra devam etti:
“Yine de tekrar kabul edilme konusunda endişeliydi. Kral’ı görmeye gitti. Birisi ona arkasından tükürdüğünde ben de Versailles’daydım.”
“Büyük merdivenin başından mı tükürmüşlerdi?”
“Evet.”
“İyi olmuş.”
“Ona çamurlu Bourbon diye seslenirdik.”
“Hem kel hem de sivilceleri var. Bir de Kral katili. Rezil!
Vieuville ekledi:
“Ouessant’ta onunla beraberdim.”
“Saint Esprit’te mi?”
“Evet.”
“Amiral d’Orvillier’nin rüzgârı tutsun diye yaptığı uyarıya uysaydı İngilizlerin geçmesini önleyebilirdi.”
“Doğru.”
“Gemi ambarının dibinde saklandığı doğru mu cidden?”
“Hayır ama öyle söylemekte de bir sakınca yok.”
Vieuville bir kahkaha patlattı.
Boisberthelot devam etti:
“Aptallar her yerde. Bakın, bahsettiğiniz Boulainvilliers’ı tanırım. Hem de çok iyi tanırım. İlk başlarda köylüleri mızraklandırdı. İnanır mısın, onları mızraklı askerler hâline getirmeyi kafasına koymuştu. Onları mızrakla eğitip olası bir saldırıyı püskürtmek istedi. Bu barbarları, düzenli askerlere dönüştürme hayalindeydi. Onlara meydanlarının köşelerinde nasıl döneceklerini ve içi boş karelerle toplu taburları nasıl yuvarlayacaklarını öğretmeye çabalıyordu. Eskide kalmış askerî terimlerle konuşmaları için onları zorluyordu. Bölükbaşını cap d’escade olarak çağırıyordu. XIV.Louis yönetimindeki onbaşılara böyle denirdi. Kaçaklardan oluşan bu alayı düzene sokmaya takmıştı. Her akşam bir çember hâlinde dizilirlerdi. Albayın işaretini alan teğmen çavuşuna bir fısıltıyla tekrarlar, o da bir sonrakine, bir sonraki diğerine derken son adama ulaşana kadar kulaktan kulağa işaret dolaşırdı. Çavuşun parolasını alırken dik durmadığı için bir subayı yaka paça kovdu. Ne ölçüde başarılı olduğunu tahmin edebilirsiniz. Bu ahmak, köylülerin köylü gibi yönlendirilmesi gerektiğini ve basit köylüleri askere dönüştürmenin imkânsız olduğunu anlayamadı. Evet, bu Boulainvilliers’ı ben de tanıyorum.”
Her biri kendi düşüncelerine dalmış olarak birkaç adım yürüdüler.
Konuşma kaldığı yerden devam etti:
“Bu arada, Dampierre’nin öldüğüne dair gelen rapor doğrulandı mı?”
“Evet komutanım.”
“Peki Condé?
“O Pamars karargâhında, top güllesiyle saldırıyor.”
Boisberthelot iç çekti.
“Kont Dampierre, bizim tarafımızda olup da onlarla saf alan bir diğer adamımız.”
“Ruhu şad olsun!” dedi Vieuville.
“Ya Leydiler, onlar nerede?
“Trieste’de.”
“Hâlâ oradalar mı?”
“Evet.”
“Ah, şu cumhuriyet!” diye bağırdı Vieuville. Ateş olsa cürmü kadar yer yakacak bir şeyin yarattığı tahribata bak! Bu ihtilalin başlaması sadece birkaç milyonluk bir mali açığın sonucu!”
“Önemsiz bir başlangıç gibi görünmesine bakmayın.”
“Her şey kötüye gidiyor.” dedi Vieuville.
“Evet. Rouarie öldü. Dresnay aptalın önde gideni. Hepsi piskoposlardan oluşan sefil liderler sürüsü: Rochelle Piskoposu Coucy, Poitiers Piskoposu Beaupoil Saint-Aulaire, Luzon Piskoposu Mercy. Bu Mercy denen bir de Madam de l’Eschasserie âşığı.”
“Onun isminin Servanteau olduğunu biliyorsunuz, değil mi komutanım? Eschasserie, eyaletin ismi.”
“Bir de Agra’nın yalancı piskoposu var, nerenin papazı olduğu bile şaibeli!”
“Dol’ün. İsmi Guillot de Folleville. Fakat yine de cesur adam, iyi dövüşür.”
“Bize askerler lazım, papazlar değil! Ne piskoposların piskopos olduğu belli ne de generallerin general!”
Vieuville, Boisberthelot’nun sözünü kesti.
“Komutanım odanızda bir Moniteur var mı?
“Evet, var.”
“Paris’te neler var şu an?”
“Adéle ve Pauline, bir de La Caverne.”
“Görmeye değer.”
“Kesinlikle. Bir ay içinde Paris’te oluruz.” Boisberthelot bir süre düşündü ve devam etti:
“Mr. Windham’ın Lord Hood’a söylediğine göre en geç bir ay yani.”
“O zaman ben bu söylediklerinizden durumun o kadar da vahim olmadığını anlıyorum, komutanım.”
“Şu Breton Savaşı iyi yönetilirse her şey yoluna girecek.”
Vieuville kafasını salladı.
“Komutanım…” dedi. “Denizci çıkartması yapacak mıyız?”
“Kıyı bizden yana olursa evet; olmazsa hayır. Savaşın bazen tüm kapıları alenen zorlaması lazım, bazen de kapı arasından sızması. İç savaşın cebinde her zaman bir maymuncuk bulunmalı. Biz yapacağımızı yaparız da önemli olan kimin nasıl yönettiği.”
Boisberthelot düşünceli bir şekilde sordu:
“Şövalye Dieuize hakkında ne dersiniz, Vieuville?”
“Genç olandan mı bahsediyorsun?”
“Evet.”
“Şu komutan olan?”
“Evet.”
“Sadece meydan muharebelerinde iyi. Çalı çırpıdan iyi anlayan bir köylü işte.”
“Bu durumda, bütün umudunuz General Stofflet ve General Cathalineau’dan yana.”
Vieuville bir süre durdu ve sonra konuştu:
“İhtiyacımız olan bir prens. Soylu bir Fransız prensi, gerçek bir prens.”
“Ama nasıl olur? Benim bildiğim prens dediğin…”
“Prens dediğin ödlekten başkası değildir, diyeceksiniz. Biliyorum komutanım. Ama biz ona avamları etkisi altına alması için ihtiyaç duyuyoruz.”
“Aziz şövalye, prensler gelmeye zahmet etmiyorlar.”
“Biz de onlarsız hallederiz.”
Boisberthelot çevik bir hareketle alnını elleriyle bastırdı. Bir fikri var gibiydi. Devam etti:
“O zaman bu generali bir deneyelim.”
“Hakiki bir soyludur.”
“Peki bu yetecek mi?”
“İyi soylulardandır.”
“Acımasız demek istedin sanırım?” dedi Boisberthelot.
Kont ve şövalye bir süre bakıştılar.
“Mösyö Boisberthelot, çok doğru dediniz. İşte bizim ihtiyacımız bu, kelimenin tam anlamıyla acımasız biri. Bu savaş kimseye acımıyor. Kana susamış kurtlar gibi şafakta bekliyorlar. Kral katilleri XVI. Louis’nin kellesini uçurdu. Biz de onları lime lime edeceğiz. Haklısınız, ihtiyacımız olan general, acımasız bir general. Anjou ve Yukarı Poitou’da liderler fazla bağışlayıcılar, dikkate alınmıyorlar. Bu yüzden de hep bozguna uğradılar. Maraiz ve Retz’deki liderler ise oldukça gaddar. Bu yüzden her şeye cesurca göğüs gerdiler. Charette, Parrein’in karşısında durabildiyse işte bu yüzden; acımasız olduğu için. Sırtlana karşı sırtlan.”
Boisberhelot’un cevap vermesi için zaman olmadı. Viueville’in sözü çaresiz bir çığlık sesiyle kesildi ve eş zamanlı olarak, diğer seslere benzemeyen bir gürültü işittiler. Bu bağırış ve ne idüğü belirsiz sesler geminin iç kısmından geliyordu.
Kaptan ve yardımcısı güverteye doğru koşturdu ama içeri giremediler. Bütün topçular dehşet içinde kaçışıyordu.
Korkunç bir şey olmuştu.
IV
TORMENTUM BELLI 6
Top gülleleri içinden yirmi dört librelik olan bir top gevşemişti.
Bu belki de deniz üzerindeyken meydana gelebilecek en korkunç şeydir. Açık denizdeki bir savaş gemisinin başına bundan daha korkunç bir şey gelemez.
Bağlantılarından gevşemiş bir top, aniden doğaüstü bir canavara dönüşür. Tıpkı makineden geliştirilmiş bir canavar gibi. Bu kütle, tekerlekleri üzerinde bir bilardo topu kadar kolay hareket eder; yuvarlanır, atış yapar, gelir ve gider, durur, bir ara dinlenir, yeniden başlar, geminin bir ucundan diğer ucuna yaydan çıkmış bir ok gibi fırlar; döner durur, kaçar, yeniden yükselir, vurur, ezer, öldürür, yok eder. Zevkine duvara toslayıp duran bir koçtur. Üstelik bu koçun boynuzları demirden, toslayıp durduğu duvar da ahşaptan yapılmadır. Özgür bırakılan bir maddenin, ebedî köleliğinin intikamını aldığını söyleyebiliriz. Cansız nesne dediğimiz şeylerden birinin içindeki kötülük bir boşluk bulmuş ve birdenbire ortaya çıkmıştı. Sabırsız, gizemli, sıkıcı bir intikam alma havasında; hiçbir şey cansız bir nesnenin öfkesi kadar acımasız değildir. Bu delirmiş kütle, panter gibi sıçrar; bir filin ağırlığına, bir farenin çevikliğine ve bir baltanın inadına sahiptir. Aniden dalgalanan bir deniz gibi sürprizli, çakan bir şimşek gibi, bir mezar gibi sağır. On bin paunt ağırlığında olmasına rağmen bir çocuk topu gibi zıplıyor, ilerledikçe geriye dönüyor ve çizdiği dik açılı daireler bir noktada kesişiyor. Kim ne yapsın bu durumda, nasıl hakkından gelsin? Bir fırtına kopsa diner, bir kasırga çıksa yatışır, rüzgâr eser gider, kırılan bir şey olsa yenisiyle değiştiririz, bir sızıntı olsa kontrol ederiz, yangın çıksa söndürürüz ama bu tunçtan yapılma devasa canavarla ne yapacağız? Nasıl zapt edeceğiz? Çoban köpeğini hizaya getirebilir, boğayı gafil avlayabilir, yılanı büyüleyebilir, kaplanı korkutabilir, aslanı yumuşatabilirsiniz fakat bu bağları gevşemiş canavar hakkında hiçbir bilginiz yoktur. Onu öldüremezsiniz, zaten ölüdür ama yaşıyordur da aynı zamanda. Hem de sonsuzluğun bahşettiği uğursuz bir hayatı. Altındaki tahta onu ileri geri sallar, gemi onu sağa sola taşır, deniz gemiyi kaldırır ve rüzgâr denizi hareket hâlinde tutar. Bu top bir oyuncak gibi ama her şeyi yok edebilecek bir oyuncak. Gemi, dalgalar ve rüzgâr hepsi ondan yana ve onun bu korkunç canlılığını besliyorlar. Bu karışıklığı nasıl çözmeli? Gemiyi enkaza sürükleyecek bu mekanizmayı nasıl engellemeli? Gelip gitmelerini, geri tepmelerini, durmalarını, darbelerini nasıl öngörebilirim? Darbelerden herhangi biri geminin yan tarafına çarpabilir. Gemiyi bu korkunç devinimlere karşı nasıl koruyabiliriz? Düşünebilen, fikirleri olan ve her an ani bir fikir değişimi ile yönünü değiştiren bir mermi ile burun burunayız. Saldırısından kaçınılması gereken bir nesne kendi yolunda nasıl tutuklanabilir? Korkunç top koşar, ilerler, geri çekilir, sağa sola saldırır, oraya buraya uçar, yakalama girişimlerini boşa çıkarır, engelleri süpürür ve insanları sinek gibi ezer.
Bu aşırı tehlikeli durum biraz da güvertenin sallanmasından kaynaklanıyor. Eğik düzlemin kaprisleriyle nasıl baş edilsin? Geminin derinliklerinde, deyim yerindeyse, kaçmaya çalışan yıldırımlar hapsedilmişti sanki; deprem sırasında gürleyen gökteki yıldırımlar.
Bir anda mürettebat ayağa kalktı. Tüm bu olanlar topçubaşının hatasıydı. Zincir kayışının cıvatasını iyice sıkamamış ve bu yüzden dört ayaklı top arabasını zapt edememişti. Top arabasının gövdesi ve alt kısmı yerinden oynamıştı, bu yüzden zincir kırılmış ve bütün düzeni bozulmuştu. Kopan ipler yüzünden arabanın üstündeki top sağlam durmuyordu. Geri tepmeyi engelleyen sabit zincir kullanılamaz hâle gelmişti. Geminin yan tarafına bir dalga çarpınca da olan olmuştu: Yeterince emniyete alınmamış, geri çekilmiş ve zincirini kırmış olan top, güvertede tehditkâr bir şekilde dolaşmaya başlamıştı. Bir cam bölmeden aşağıya doğru kayan bir su damlası düşünün, işte bu tuhaf kayış da buna benziyor.