“O da aynı. Sıradaki?”
“Athée.”
“Yelken açmak için tuhaf bir isim. Sonraki?”
“Calypso.”
“Sonra?”
“Preneuse.”
“Beş fırkateyn, her birinin otuz iki topu var.”
Kaptan yazdığı sayıların altına “160” yazdı.
“Onları iyice tanıdığınıza emin misiniz, rehber?” diye sordu.
“Siz de onları iyi tanıyorsunuz, komutanım. Onları tanımak iyi ama onları bilmek daha iyi.”
Kaptan not defterine gözlerini dikmiş, yazdığı sayıları topluyordu.
“Yüz yirmi sekiz, elli iki, kırk, yüz altmış.”
Tam o sırada Vieuville güverteye çıktı. “Şövalye!” diye haykırdı kaptan ve devam etti:
“Üç yüz seksen topla karşı karşıyayız.”
“Öyledir.” diye yanıtladı Vieuville.
“Az önce bir sayım yapıyordunuz, Vieuville; kullanabileceğimiz kaç topumuz var?”
“Dokuz.”
“Öyledir.” deme sırası Boisberthelot’ya geçmişti. Rehberden dürbünü alarak ufku taradı.
Sekiz siyah ve sessiz gemi, hareketsiz gibi görünseler de aslında yaklaşıyorlardı.
Yavaş yavaş yaklaşıyorlardı.
Vieuville, kaptanı selamladı.
“Komutanım.” dedi. “İşte raporum. Bu Claymore korvetine inancım yok. Seni tanımayan ve sevmeyen bir geminin üzerinde olmak gerçekten hoş bir durum değil. Bir İngiliz gemisi Fransızlara ihanetten başka bir şey getirmez. Bir sürtük top arabası da bunun kanıtı. Denetimi yaptım. Çapalar iyi durumda; kalitesiz demirden yapılmadıkları belli, sağlam çubuklarla dövülmüşler. Çapa tırnakları da sağlam. Halatlar mükemmel, uzunluğu yüz yirmi kulaç kadar, gerektiğinde salmak için yeterli bir uzunluk bu. Mühimmatımız bol. Altı topçu öldü. Her bir top, yüz yetmiş bir atış yapabilir.”
Kaptan, “Çünkü sadece dokuz top kaldı.” diye homurdandı.
Boisberthelot dürbününü ufka dikti. Filo yavaşça yaklaşmaya devam ediyordu. Top arabalarının bir avantajı var; kullanmak için üç adam yeterlidir. Ancak bir de dezavantajları var; uzağa gitmez ve atış hassasiyetleri düşüktür. Bu nedenle, filonun top arabasının menziline yaklaşmasını beklemek gerekiyordu.
Kaptan kısık bir sesle emirlerini sıraladı. Gemide, sessizlik hüküm sürüyordu. Güverteyi harekete geçirmek için sinyal verilmemişti ama yine de harekete geçtiler. Korvet, denizle olduğu kadar askerlerle de başa çıkmakta zorlanıyordu. Bu gemi kalıntısıyla ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştılar. Geçitteki dümen halatının yanında ihtiyaç anında direği güçlendirmek için istiflenmiş yedek çengeller ve kablolar bulunur. Bütün bunları yığarak yaralılar için bir yer hazırladılar. O günlerin denizcilik geleneğine göre güverteye bir barikat kurdular. Bu, toplara karşı bir koruma sağlardı ancak mermilere karşı değil. Topların çaplarını belirlemek için oldukça geç olmasına rağmen göstergeler getirildi. Ama elden bir şey gelmez, bu kadar çok olay olacağını tahmin edemezlerdi. Denizciler arasında fişek kutuları dağıtıldı. Her biri kemerine bir çift tabanca ve bir kama bağladı. Hamaklar istiflendi, silahlar doğrultuldu. Tüfekler, baltalar ve kıskaçlar hazırlandı. Mermi ve mermi depoları hazır hâle getirildi; baruthane açıldı. Askerler yerini aldı. Acele ve kasvet içinde bu hazırlıklar devam ederken kimseden çıt çıkmıyordu. Ortalık cenaze evi gibiydi.
Daha sonra korvet yan tarafa çevrildi. Bir fırkateyn gibi altı tane çapası vardı. Yedek çapayı ileri doğru, bir diğerini kıç tarafına, deniz çapasını açık denize, diğer ikisini dev dalgaların olduğu kısma ve en son acil durum çapasını da liman tarafına, altı çapanın hepsini atmışlardı. Dokuz sağlam top, düşmana doğru bakacak şekilde yan tarafa yerleştirildi.
Aynı derecede sessiz olan filo da hamlelerini tamamlamıştı. Sekiz gemi şimdi yarım daire şeklinde duruyordu. Minquiers da bu çemberin açık iki ucunu tamamlıyordu. Attığı çapalarla olduğu yere tutunan Claymore, sırtını korkunç kayalıklara yaslamış ve yarım daire içinde kalmıştı. Havlamayan ama dişlerini gösteren bir av köpeği sürüsü, bir yaban domuzunu kıskıvrak çevrelemişti.
Sanki her iki taraf da bir şeyler bekliyor gibiydi.
Claymore’un topçuları silahlarının başında bekliyordu.
Boisberthelot, Vieuville’e şöyle dedi:
“Ateş açan ilk kişi olmak isterim.”
La Vieuville yanıtladı:
“Bu şeref sizindir.”
IX
BİRİLERİ KAÇIYOR
Güverteden ayrılmayan yolcu, olup biten her şeyi alışılagelmiş kayıtsızlığıyla izliyordu. Boisberthelot ona doğru yaklaştı:
“Efendim, hazırlıklar tamamlandı. İşte mezarımıza bağlandık, elimizden bir şey gelmez. Ya filoya ya da kayalıklara boyun eğmeliyiz. Önümüzde iki seçenek var: Kayalıklara çarparak enkaz altında kalmak ya da düşmana teslim olmak. Her türlü sonu ölüm ama en azından nasıl öleceğimizi seçebiliriz; enkaz altında kalmaktansa savaşmak daha iyidir. Ateşi suya, vurulmayı boğulmaya tercih ederim. Ölmek bizim görevimiz ama sizin değil. Siz prensler tarafından seçilensiniz. Vendée Savaşı’nı yönetmek gibi önemli bir göreviniz var. Ölümünüz, monarşinin başarısızlığıyla sonuçlanabilir, bu nedenle yaşamalısınız. Gemide durup savaşmak onurlu bir davranış gibi gözükse de burada sizin için asıl onur kaçmak olur. Bizi ve bu gemiyi terk etmelisiniz generalim. Size bir tekne ve bir asker ayarlayacağım. Rotadan saparak kıyıya ulaşabilirsiniz. Henüz gün ışımış değil; dalgalar yüksek ve deniz karanlık. Kaçmayı başarabilirsiniz. Bazı durumlarda kaçmak, yenmek demektir.”
Yaşlı adam başını eğerek durumu kabullendi.
Kont Boisberthelot sesini yükselterek seslendi.
“Askerler ve denizciler!”
Herkes durdu ve yüzünü kaptana çevirdi.
“Aramızdaki bu adam Kral’ın temsilcisidir. Bize emanet edilen bu adama sahip çıkmalı ve onu kurtarmalıyız. Fransa tahtı için gerekli birisi. Prensimiz olmadığı için Vendée’nin liderinin o olacağını umuyoruz. Harika bir generaldir. Bizimle Fransa’ya inecekti, şimdi bizsiz inmek zorunda. Başı kurtarırsak her şeyi kurtarırız.”
“Evet, evet, evet!” diye yankılandı tüm mürettebatın sesi.
Kaptan devam etti:
“Ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya. Kıyıya ulaşmak hiç de kolay değil. Bu gemi denizde hayatta kalabilmek için büyük ama kruvazörlerden kaçacak kadar küçük olmalıdır. Generalin güvenli bir noktaya inmesi gerekiyor. Coutances taraflarındansa Fougères tarafına gitmesi daha iyi olur. Dayanaklı bir denizci, iyi bir kürekçi, güçlü bir yüzücü ve boğazları iyi bilen biri ona eşlik etmeli. Hava hâlâ o kadar karanlık ki bir kayık dikkat çekmeden korvetten uzaklaşabilir. Daha sonra da dumanların arasında gözden kaybolacaktır. Sığ bölgelerde de küçük oluşu avantaj sağlar. Panter yakalandığında, gelincik kaçar. Bizim için çıkış yolu olmasa da küçük kayık için olabilir; düşman gemileri onu görmeyecek, zaten onları oyalayacağız. Anlaşıldı mı?”
“Evet, evet, evet!” diye yineledi mürettebat.
“O zaman vakit kaybetmeyelim.” diye devam etti kaptan. “Aranızda bu işi yapmaya istekli bir adam var mı?”
Karanlıkta, bir denizci öne çıktı:
“Ben varım.”
X
KAÇABİLDİ Mİ?
Birkaç dakika sonra kaptanın hizmetine amade yu-yu adı verilen küçük teknelerden biri, gemiden salındı. Teknede sadece iki kişi vardı. Arkada yolcu, gönüllü denizci de ön taraftaydı. Hava hâlâ çok karanlıktı. Denizci, kaptanın talimatlarına göre çevik bir şekilde Minquiers’a doğru kürek çekti. Zaten kürek çekebileceği tek yönde orasıydı. Teknenin dibine bir torba bisküvi, füme bir dil ve bir fıçı su gibi erzaklar konulmuştu.
Yu-yu denize indirilirken hâlâ enkaz konusunda alaycı olan Vieuville, korvetin sert direğinden eğilerek, soğuk alaycı sesiyle son sözlerini haykırdı:
“Kaçmak için çok iyi ama yine de boğulmak için daha iyi bir tekne!”
“Efendim, artık şaka yapmayalım.” dedi rehber.
Hızla tekneyi ittiler ve kısa süre sonra tekne ileriye doğru açıldı. Hem rüzgâr hem de gelgit kürekçinin lehineydi. Küçük kayık, alaca karanlıkta sallanarak ve iri dalgalar tarafından gizlenerek hızla ilerledi.
Denizin üzerinde kasvetli bir bekleyiş vardı.
Aniden bu sınırsız, çalkantılı sessizliğin ortasında bir ses duyuldu; Antik Çağ trajedisinden fırlama tunç bir maskeden çıkan borazan sesine benzer abartılı bir ses duyuldu. Bu ses insana ait değildi sanki.
Konuşan Kaptan Boisberthelot idi:
“Kraliyet denizcileri.” diye haykırdı. “Beyaz bayrağı mizana direğine çekin! Bu izlediğimiz son gün doğumu olacak!”
Korvet haykırdı:
“Kralımız çok yaşa!”
Hemen sonra ufkun eşiğinden uzak, karışık ve diğerine benzemeyen bir haykırış daha duyuldu.
“Yaşasın cumhuriyet!”
Ve denizin derinliklerinde üç yüz yıldırım gürültüsünü andıran bir gürültü patladı.
Çatışma başladı. Deniz ateş ve dumanla kaplandı.
Toplar denize fırlatıldıkça sudan çıkan dalgalar suya geri karışıyordu.
Claymore, sekiz gemiyle birden savaşıyordu. Etrafında yarım bir daire oluşturmuş olan filo, tüm bataryalarından ateş açtı. Ufuk alevler içindeydi. Sanki denizden bir yanardağ fırlamıştı. Rüzgâr, savaşın içinde ileri geri esiyordu. Gemilerse bu kızıl örtüde hayalet gibi bir görünüp bir kayboluyorlardı. Bu kızıl gökyüzüne rağmen korvet ise tüm hatlarıyla belliydi.
Fleur de lis 8 bayrağı ana direkten dalgalanıyordu. Kayıktaki iki adam da sessizdi. Minquiers kayalıklarının dibindeki sığ üçgensel alan, Jersey adasından daha büyüktür. Deniz onu örter. Zirveye ulaşan noktası ise bir platodur. En yüksek gelgitte bile asla su altında kalmaz. Kuzeydoğusundaki altı büyük kayalık ise devasa bir duvar gibi görünür. Plato ve duvar arasında kalan kanala sadece sığ sularda yüzmeye elverişli gemiler girebilir. Kanal aşıldıktan sonra engin denize çıkılır.
Kayığı ulaştırmak için gönüllü olan denizci kanala doğru yöneldi. Böylece Minquiers, kayık ile savaş arasında kaldı. Gönüllü asker, kayığı sancak ve iskele tarafındaki taşlardan koruyarak dar kanalda ustaca kürek sallıyordu. Kayalıklar savaş manzarasını kapatıyordu. Kayık yol aldıkça alevler içindeki ufuk ve top mermisinin öfkeli gürültüsü geride kalıyordu. Ama devam eden patlamalara bakılırsa, korvetin hâlâ teslim olmadığı ve yüz yetmiş bir topunu sonuna kadar kullanmak niyetinde olduğu sonucuna varılabilir. Kayık kısa sürede kendisini kayalıkların ve savaşın ötesinde, misillemelerin ulaşamayacağı durgun sularda buldu. Deniz üstü yavaş yavaş kasvetinden sıyrılıyor, güneş ışınları alaca karanlığın içinden yansıyor, ışık hüzmeleri dalgaların üstünde parıldıyor ve kıyıya çarpan dalgalar cansız yansımalarını denize geri gönderiyordu. Gün doğmuştu.
Kayık, düşmanın ulaşamayacağı bir yere ulaşmıştı. Ancak asıl sıkıntı hâlâ devam ediyordu. Şarapnel parçalarından kurtulmuştu ama denizin dibini boylama ihtimali hâlâ vardı. Burası uçsuz bucaksız bir deniz; o ise güvertesi, yelkeni, direği ya da pusulası olmayan, tamamen küreklerine bağlı, okyanus ve kasırga tehlikesi ile karşı karşıya kabuktan bir kayık. Devlerin merhametine kalmış bir cüce.
Bu sonsuz yalnızlığın ortasında kalmışlardı. Kayığın ön tarafında oturan adam başını kaldırdı. Yüzüne doğan güneşin ışıkları vuruyordu. Sert bir çehreyle arka taraftaki adama şöyle dedi:
“Ben, vurulmasını emrettiğiniz adamın kardeşiyim.”
ÜÇÜNCÜ KİTAP
HALMALO
I
SÖZ VAATTİR
Yaşlı adam yavaşça başını kaldırdı.
Karşısındaki otuzlarında biriydi. Denizin rengi alnına yansımış, gözleri bir garip bakıyordu. Basit bir köylünün kılıçtan keskin bir çift gözüydü bunlar. Küreklerini sıkıca elinde tutmuştu. Yeterince nazik görünüyordu. Belinde bir kama, iki tabanca ve bir tespih asılıydı.
“Kimsiniz?” dedi yaşlı adam.
“Az önce söyledim.”
“Ne istiyorsunuz?”
Adam kürekleri indirdi, kollarını kavuşturdu ve cevap verdi:
“Sizi öldürmek.”
“Nasıl isterseniz!” diye cevapladı yaşlı adam.
Adam sesini yükseltti:
“Kendinizi hazırlayın.”
“Ne için?”
“Ölümünüz için.”
“Neden?” diye sordu yaşlı adam.
Ardından bir sessizlik oldu. Adam bu soruya bozulmuş gibiydi. Sonra tekrardan devam etti:
“Size sizi öldürmek istediğimi söylüyorum.”
“Ben de size sebebini soruyorum.”
Denizcinin gözleri parladı.
“Çünkü kardeşimi öldürdünüz.”
Yaşlı adam sessizce cevap verdi:
“İlk başta onun hayatını kurtardım ama.”
“Doğru. Önce onu kurtardınız, sonra onu öldürdünüz.”
“Onu öldüren ben değildim.”
“O zaman kimdi?”
“Kendi hatası öldürdü onu.”
Denizci hayretler içinde adama baktı. Sonra tekrardan kaşlarını öfkeyle çattı.
“Adınız ne?” diye sordu yaşlı adam.
“Benim adım Halmalo ama adımı bilseniz de bilmeseniz de sizi yine de öldüreceğim.”
Tam o sırada güneş iyice yükseldi; denizcinin yüzüne tam bir güneş ışığı çarptı ve o vahşi yüzünü canlı bir şekilde aydınlattı. Yaşlı adam onu yakından inceledi.
Top atışları henüz bitmemiş olsa da seyrelmişti. Ufka yoğun bir duman çökmüştü. Kendi kendine bırakılan kayık, rüzgârla beraber sürükleniyordu.
Denizci sağ eliyle kemerindeki tabancalardan birini kavradı. Sol eliyle de tespihini tuttu.
Yaşlı adam ayağa kalktı.
“Tanrı’ya inanır mısınız?” diye sordu.
“Cennetteki Babamız.” diye cevap verdi denizci.
Sonra istavroz çıkardı.
“Anneniz var mı?”
Denizci tekrardan istavroz çıkardı ve devam etti:
“Söylemem gereken her şeyi söyledim. Size bir dakika daha veriyorum lordum.”
Ve tabancayı kaldırdı.
“Neden bana ‘lordum’ diyorsunuz?”
“Çünkü bir lortsunuz. Bu her hâlinizden belli.”
“Sizin bir lordunuz var mı?”
“Evet, muhteşem birisidir. Hem herkesin bir lordu vardır.”
“O nerede peki?”
“Bilmiyorum. Ülkeyi terk etti. Lantenac markisi, Fontenay vikontu ve Bretonya prensidir. Ve Sept-Forêts’nin lordudur. Onu hiç görmedim ama yine de benim lordum.”
“Onu görsen ona itaat eder miydin?”
“Tabii ki ona itaat etmezsem dinsiz olur çıkarım! Önce Tanrı’ya, ondan sonra Tanrı’nın temsilcisi Kral’a ve en son Kral’ın temsilcisi olan lorda itaat borçluyuz. Ama bunun konumuzla hiçbir alakası yok. Konumuz, kardeşimi öldürmeniz ve benim de sizi öldürecek olmam.”
Yaşlı adam cevapladı:
“Kardeşini öldürmekle en iyisini yaptım.”
Denizci tabancasını daha sıkı kavradı.
“Gel!” dedi.
“Öyle olsun.” dedi yaşlı adam. Ve sakin bir şekilde ekledi:
“Papaz nerede?”
Denizci ona baktı.
“Papaz mı?”
“Evet. Kardeşin için papaz getirttim bu yüzden benim için de bir papaz bulmalısın.”
“Ama burada bir papaz yok.” diye cevapladı denizci. Ve devam etti:
“Burada, uçsuz bucaksız bir denizde bir papaz bulmamı nasıl beklersiniz?”
Savaşın sarsıcı patlamaları epeyce geride kalmıştı.
“Orada ölenlerin papazları var.” dedi yaşlı adam.
“Biliyorum bir papazları olduğunu.” diye homurdandı denizci.
“Ruhum kaybolursa bu ciddi bir mesele olur.” dedi yaşlı adam.
Denizci düşünceli bir şekilde başını eğdi.
Yaşlı adam devam etti:
“Ve eğer ruhum kaybolursa seninki de kaybolur. Dinle beni, sana acıyorum. Ne istiyorsan onu yap. Bana gelirsek ben kardeşinin hayatını kurtarırken de sonra onun canını alırken de görevimi yapıyordum sadece. Ve şu anda da ruhunu kurtarmaya çalışarak görevimi yerine getiriyorum. Kulak ver çünkü bu seni de ilgilendiren bir konu. Top atışlarını duyuyorsun değil mi? Askerler orada ölüyor. Çaresiz adamlar, eşlerini bir daha göremeyecek kocalar, çocuklarını asla göremeyecek babalar, senin gibi kardeşlerini asla göremeyecek ağabeyler; hepsi acılar içinde kıvranıyor. Ve bu olanlar kimin suçu? Bizzat öz kardeşinin. Tanrı’ya inanıyorsun değil mi? Öyleyse Tanrı’nın şu anda ızdırap içinde olduğunun da farkındasındır. Tapınakta tutsak edilmiş esaslı bir Hristiyan, İsa gibi çocuk olan Fransız prensi için acı çekiyor Tanrı. Bretonya Kilisesi’nde, kutsal sayılan katedrallerinde, parçalara ayrılmış İncillerinde, unutulan dua evlerinde acı çekiyor. Öldürülen rahipleri için de acı çekiyor! Şu anda enkaza dönen gemiyle ne yapacaktık? Tanrı’yı huzuruna kavuşturmaya gidecektik. Kardeşin itaatkâr bir kul olsaydı; eğer görevlerini sadık, iyi ve yararlı bir adam gibi yerine getirmiş olsaydı bunlar yaşanmazdı. Güvertede böyle bir talihsizlik yaşanmamış olur, korvet işe yaramaz hâle gelerek rotasından çıkmazdı. O lanetli filonun eline düşmeseydik, şimdi hepimiz sağ salim Fransa’ya iniyor olurduk! Cesur denizciler ve askerler olarak elimizde kılıçla, beyaz bayrağımızı asmış olarak inerdik gemiden. Fransa’yı, Kral’ı, cesur Vendée köylülerini ve Yüce Tanrı’yı kurtarmak için ilerlerdik. Amacımız buydu, yapmalıydık da. İşte kalan tek kişi olarak ben hâlâ bu amaçtayım. Senin niyetin ise beni yolumdan almak! Dinsiz adamların papazlara karşı, katillerin Kral’a karşı, şeytanın Tanrı’ya karşı savaştığı bu savaşta, kendini şeytanın saflarına yerleştiriyorsun. Şeytanın sağ koluydu kardeşin, şimdi sol kolu da sensin. Başladığı şeyi bitirmek istiyorsun. Tahta karşı gelen hükümdarlardan yanasın. Kiliseye karşı dinsizlerin tarafını tutuyorsun. Tanrı’nın son umudunu da ellerinden alıyorsun. Çünkü görünen o ki, Kral’ın temsilcisi olan ben orada olamayacağım. Köyler yanmaya, aileler yas tutmaya, papazlar katledilmeye, Bretonya acı çekmeye, Kral hapsedilmeye ve İsa Mesih halkı için üzülmeye devam edecek. Ve bütün bunlara kim neden olacak? Sen! Ne de olsa kafaya koyduğun şeyi yapıyorsun. Senden çok farklı şeyler bekliyordum ama yanılmışım. Kardeşini öldürdüğüm doğru. Cesur bir davranış gösterdi, bunun için onu ödüllendirdim; suçluydu, bu yüzden onu cezalandırdım. O görevinde başarısızdı, ben ise başarısız olmadım. Yaptığım şeyi yine olsa yine yapardım. Ve bizi tepeden izleyen Yüce Auraylı Azize Anne’e yemin olsun ki aynı koşullar altında, kardeşini vurduğum gibi kendi oğlumu da vururum. Şimdi efendi olan sensin. Doğrusu sana acıyorum. Kaptana olan sözünü tutmadın. Sen, Hristiyan olduğunu iddia eden bir inançsız, şereften yoksun bir Breton’sun. Ben senin sadakatine emanet edildim. Sen ise emanete hıyanet ediyorsun. Hayatımı kurtarmaya çalışan insanlara ölümümü vaat ediyorsun. Burada kim mahvoluyor farkında mısın? Kendi benliğinden başkası değil. Kral için yaşayan bir hayatı çalıyorsun ve kendi ruhunu da şeytana satıyorsun. Devam et, işle günahını. Cennetteki yerin için çok ucuz bir fiyat biçtin. Şeytan galip gelecek, kiliseler yıkılacak, dinsizler çanlardan silah yapacak, insanları ruhlarının selameti için çağıran çanlarla öldürecekler; hepsi de senin sayende olacak! Belki de şu anda, ben seninle konuşurken, vaftizin için çalan aynı çan anneni öldürüyordur. Şeytan için çalışmaya devam et. Durma! Evet, kardeşinin hükmünü verdim ama şunu bil; ben sadece Tanrı’nın emrindeki bir kulum. Ah, demek ki sen Tanrı’nın emirlerini yargılıyorsun. Bundan sonra da göklerdeki yıldırım üzerinde yargıda bulunursun. Zavallı adam, ne yaptığına dikkat et çünkü yaptığınla sorguya çekilirsin. Tanrı’nın emanetinde olup olmadığım hakkında bir bilgin var mı? Hayır, yok. Boş ver zaten, devam et; istediğini yap. Beni mahvetme gücüne sahipsin ve aynı şekilde kendini de. Hem kendi lanetin hem de benim lanetim bırakmaz peşini. Tanrı’nın önünde yargılanacaksın. Yalnızız, kayalıklardan başka kimse yok. Başladığın işi tamamla, bitir. Delikanlıya karşı bir ihtiyar, silaha karşı silahsız. Durma, öldür beni.”
Başı dik yaşlı adamın bu sözleri dalgalı denizin üzerinde çınlamıştı. Titrek dalgaların yansımasıyla üzerine bazen gölge, bazen ışık vuruyordu. Denizcinin yüzü kireç gibi olmuştu. Kaşlarının arasından iri nem damlaları düştü, yaprak gibi titredi, ara sıra tespihini öptü. Yaşlı adam konuşmayı sonlandırdığında, tabancasını fırlatıp attı ve yaşlı adamın dizlerine kapandı.
“Bağışlayın beni, lordum! Affedin!” diye haykırdı. “Sözleriniz sanki Tanrı’nın sözleri. Yanıldım ben. Kardeşim suçluydu. Onun suçunu telafi etmek için elimden geleni yapacağım. İsterseniz beni başınızdan atın, isterseniz buyurun emredin bana. Ne yaparsanız yapın, itaat edeceğim.”
“Seni bağışlıyorum.” dedi yaşlı adam.
II
KÖYLÜNÜN HAFIZASI, KAPTANIN BİLGİSİNE EŞ DEĞERDİR
Kayık için konulan erzak az değildi. Zira dolambaçlı yollardan geçen iki kaçak için yetmişti. Kıyıya ulaşmaları tam otuz altı saat sürdü. Geceyi denizde geçirdiler. Gece güzeldi ama gözden uzaklaşmaya çalışan birileri için ay ışığı fazla aydınlıktı.
İlk başta Fransız kıyılarından uzaklaşıp Jersey yönünde açıldılar. Talihsiz korvetin son yaylım atışını duymuşlardı. Ormanda avcılar tarafından öldürülen aslanın son kez kükremesi gibiydi sesi. Sonra denize bir sessizlik çöktü.
Claymore korveti Vengeur9 gibi telef oldu ama tarih korveti yazmadı. Kendi topraklarına karşı savaşanı tarih yazmaz.
Halmalo olağanüstü bir denizciydi. Becerikli ve bilgeydi. Kayalıklar, dalgalar ve düşmanın uyanıklığı arasında çizdiği rota âdeta bir başyapıttı. Rüzgâr azaldı ve denizle mücadele sona erdi. Halmalo, Minquiers kayalıklarından uzak durmuş ve Chaussée aux Boeufs taraflarında gelgitin oluşturduğu küçük koya birkaç saat dinlenmek için sığınmıştı. Daha sonrasında güneye doğru kürek çekerek, Chausey ve Granville Adaları arasından geçmeye devam ederdi. Buralardan geçerken dikkatli olması ve hiçbir gözcü tarafından fark edilmemesi gerekiyordu. Sonrasında Saint-Michel Körfezi’ne girdi. Seyir filosunun Cancale dolaylarında demir attığını düşünürsek bu epeyce gözü pek bir hareket olmuştu.
İkinci günün akşamı, gün batımından yaklaşık bir saat önce, Saint-Michel tepesini geçti ve kaygan kumundan kaynaklanan tehlike nedeniyle her zaman kaçınılması gereken bir kıyıya indi.
Neyse ki gelgit fazlaydı.
Halmalo kayığı elinden geldiğince itti, kumsalı inceledi ve sert bulduğu bir yere kayığı sabitledi. Yaşlı adamla beraber kıyıya atladılar. Yaşlı adam endişeli gözlerle ufka bakıyordu.
“Lordum.” dedi Halmalo. “Burası Couesnon nehrinin ağzı. Beauvoir sancak tarafında, Huisnes iskele tarafında kaldı. Önümüzdeki çan kulesi ise Ardevon.”
Yaşlı adam kayığın üzerine eğildi, yerden bir bisküvi aldı ve cebine koydu. Sonra Halmalo’ya şöyle dedi:
“Gerisini sen alabilirsin.”
Halmalo torbaya et ve bisküviden kalanı koyup torbayı sırtladı. Bütün bunları yaptıktan sonra sordu:
“Lordum, önden mi gideyim yoksa peşinizden mi geleyim?”
“İkisini de yapma.”
Halmalo, hayretle yaşlı adama baktı.
Yaşlı adam devam etti:
“Ayrılmak üzereyiz, Halmalo. İki kişi devam etmek bize bir fayda sağlamaz. Bin kişi yoksa eğer bir adamın yanında, yalnız olması daha iyidir.”
Durdu ve cebinden kokarta benzer düğümlenmiş yeşil bir ipek parçası çıkardı. Ortasına yaldızdan bir zambak çiçeği işlenmişti.
“Okuman var mı?”
“Hayır.”
“Bu iyi. Okuması olan adam başını derde sokar. Belleğin güçlü müdür?”
“Evet.”
“Çok iyi. Dinle Halmalo. Sen sağdan gideceksin, ben de soldan. Bazouges yönünden dönmek zorundasın, ben de Fougéres tarafına ilerlemeliyim. Torbanı sırtından indirme, böylece bir köylü gibi gözükürsün. Silahlarını sakla, kendine sivri çitten bir parça kes. Uzun çavdarların arasından sessizce ilerle. Çitlerden atla ve tarlalardan geç. Yoldan gelip geçenlere gözükeyim deme, aynı şekilde yollardan ve köprülerden de uzak dur. Ha bir de Couesnon nehrini geçmen gerekecek, bunu yapabilir misin?”
“Yüzerek geçebilirim.”
“Harika. Orada bir geçit var, biliyor musun orayı?”
“Evet. Nancy ve Vieux-Viel arasında.”
“Doğru. Gerçekten de buraları iyi biliyorsun.”
“Ama gece yaklaşıyor. Siz nerede kalacaksınız lordum?”
“Ben başımın çaresine bakarım. Asıl sen nerede kalacaksın?”
“Ben burada bir sürü yatacak yer bulurum. Ben denizci değilken ırgattım.”
“Denizci şapkanı fırlatıp at, başını belaya sokmasın. Yünden bir şeyler bul kafana tak.”
“Öylesini hemen bulabilirim, gördüğüm ilk balıkçıdan beresini bana satmasını isterim.”
“Çok iyi. Dinle şimdi. Ormanları iyi biliyor musun?”
“Hem de hepsini.”
“Bu çevrede olanların hepsini biliyor musun?”
“Noirmoutier’dan Laval’e kadar hepsini bilirim.”
“İsimlerini de bilir misin?”
“Hem isimlerini hem ormanları avucumun içi gibi bilirim.”
“Çabuk unutur musun?”
“Asla.”
“O zaman şimdi dikkatle dinle beni, bir günde ne kadar yol alabilirsin?”
On, on beş, on sekiz, gerekirse yirmi kilometre.”
“Böyle yürürsen ulaşabilirsin. Şimdi kulağını iyice aç beni dinle. Sana anlatacağım. Saint-Aubin ormanına gideceksin.”
“Lamballe yakınlarında olan mı?”
“Evet. Saint-Rieul ve Plédéliac arasındaki vadi üzerinde. Büyük bir kestane ağacı var, işte orada durman gerekiyor. Kimseyi görmeyeceksin.”
“Ama mutlaka orada birileri vardır.”
“İşaret vereceksin. Biliyor musun bunu?”
Halmalo yanaklarını şişirdi ve denize dönerek baykuşa benzer bir ses çıkarttı.
Duyan birisi bu sesin ormanların derinliklerinden geldiğini sanırdı.
“İyi bari biliyormuşsun!” dedi yaşlı adam.
Sonra da yeşil ipekten armayı denizciye uzattı.
“Bu benim komutanımın nişanıdır. Al bunu. Şimdilik kimse adımı bilmesin. Ama bu nişan işine yarayacak. Bu zambak çiçeğini Tapınak zindanında Madam Royal işledi.