Topun bağları gevşeyip koptuğunda, topçular da deponun içindeydi; tek tek ya da gruplar hâlinde geminin harekete geçmesini bekliyorlardı. Darbeyle öne doğru fırlayan top arabası bir grup adama çarptı ve ilk vuruşta dördünü öldürdü; sonra, yuvarlanarak geri fırladı, talihsiz bir beşinci adamı ikiye ayırdı. Ve iskele tarafındaki bir topa çarparak topu parçalarına ayırdı. Duyulan acılı çığlığın sebebi buydu. Bütün erkekler merdivene koştu. Silah deposu göz açıp kapayıncaya kadar boşaltılmıştı.
Canavar silah kendi başına kaldı. Hem kendisinin hem de geminin efendisiydi artık. Dilediğini yapabilirdi. Savaşta bile gülmeye alışkın tayfa şimdi tir tir titriyordu. Tarif edilemeyecek bir dehşet içindeydiler.
Kaptan Boisberthelot ve yardımcısı Vieuville, her ne kadar cesur adamlar olsalar da merdivenin tepesinde kalakalmışlardı. Her ikisinin de beti benzi atmış, güverteye öylece bakıyorlardı. Biri dirseğiyle onları yana itip aşağı indi. Bu az önce hakkında konuştukları yolcu, “köylü” adamdı.
Merdivenin son basamağına ulaştıktan sonra durdu.
V
VIS ET VIR 7
Top güvertede bir ileri bir geri yuvarlanıyordu. Kıyametin yaşayan atlısı gibiydi. Güvertede sallanan gemici feneri de bu gösteriye loş bir ışık ve gölge ekliyordu. Topun ana hatları sabit durmadığı için belli belirsizdi; üzerine ışık vurduğunda siyah görünüyordu, karanlıkta ise üzerinde soluk yansımalar oluşuyordu.
Hâlâ gemiyi yerle bir etmenin peşindeydi. Şimdiden dört topu daha paramparça etmişti. Gemi tarafında ise iki yarık açmıştı. Neyse ki bu yarıklar su seviyesinin üzerindeydi ve su ancak sert hava koşullarında içeri sızabilirdi. Top çılgınca kiriş tarafına doğru koştu. Dayanaklı destek direniyordu. Ama kıvrımlı ahşap kiriş her ne kadar dayanıklı olsa da dört bir yanı kuşatmış bu muazzam saldırının altında çatırdıyordu. Her yeri ele geçirmiş bu saldırı gerçekten de dehşet vericiydi.
Şişede sallanan bir mermi bile bu kadar hızlı ve keskin sesler üretemezdi. Top arabası dört tekerleğiyle ölü bedenlerin üzerlerinden geçiyor, onları kesip parçalara ayırıyordu. Beş ceset sağa sola yuvarlanan bavullar hâline gelmişti. Ölülerin başları sanki haykırıyordu. Gemi sallandıkça güverte kan gölüne döndü. Birkaç yerinden hasar gören tavan çökmeye başlamıştı. Geminin her yerinde korkunç bir kıyamet kopuyordu.
Soğukkanlılığını hızla geri kazanmış olan kaptan dizginleri eline aldı. Bu kızgın topun öfkesini hafifletebilme ve saldırıyı kontrol altına alabilme umuduyla her şeyi ambar ağzından atma emri vermişti; şilteleri, hamakları, yedek yelkenleri, halat bobinlerini, mürettebatın çantalarını ve korveti dolduran sahte banknot balyalarını; İngiliz kökenli banknot sahteciliği savaşta mübahtı.
Ama bu paçavralar ne fayda sağladı? Kimse onları düzenlemek için aşağı inmeye cesaret edemedi ve birkaç dakikada hiçbirinden eser kalmamıştı.
Deniz bu kazayı daha da hiddetlendirdi. Esasen bir fırtına kopsa topu devirir, havada kalan dört tekerlek kolayca hâkimiyet altına alınırdı. Derken kargaşa daha da arttı. Direklerde, geminin omurgasına sağlam bir şekilde yerleştirilmiş sütunlar gibi duran ve geminin birkaç güvertesini delen yarıklar ve kırıklar vardı. Arka direk çatlamış ve hatta ana direk bile topun sarsıcı darbeleri nedeniyle hasar görmüştü. Depo kendini imha etmeye devam ediyordu. Otuz toptan onu işe yaramaz hâle gelmişti. Yan taraftaki yarıklar büyümüş ve gemiye su sızmaya başlamıştı.
Silah güvertesine inen yaşlı yolcu, merdivenlerin dibinde bir heykel gibi hareketsiz durmuş olan bitene bakıyordu. Güverteye bir adım daha atmak imkânsızdı.
Özgürlüğünü ilan etmiş topun her bir zıplayışı geminin sonunu hazırlıyordu. Birkaç dakika daha ve sonra gemiden kalan tek şey bir enkaz olacaktı. Ya bu deveyi gütmeli ya da bu diyardan gitmeli: Bu ölüm kalım meselesinde nihai bir karar almaları gerekiyordu. Ama ne?
Ne savaşçı bir top ama!
Bu çılgın yaratık durdurulmalı, bu şimşek zapt edilmeli, bu yıldırım ezilmeli.
Boisberthelot, Vieuville’e şunları söyledi:
“Tanrı’ya inanıyor musun, şövalye?”
“Hem evet hem hayır, yani bazen!” diye yanıtladı La Vieuville.
“Ya fırtına zamanında?”
“Evet ve bunun gibi anlarda.”
“Gerçekten bizi Tanrı’dan başkası kurtaramaz şu an.” dedi Bois-berthelot.
Herkes sessizdi, ortalığı top arabasının korkunç gürültüsüne bırakmışlardı.
Gemiye çarpan dalgalar bir yandan, içerideki topun darbeleri diğer yandan, tıpkı sırayla vuran bir çift çekiç gibiydiler.
Birdenbire, oradan oraya kaçan topun çizdiği geçilemez çemberin ortasında bir adam belirdi. Elinde demir bir çubuk tutuyordu. İhmaliyle kazaya neden olan suçlu ve felaketin yazarı, toptan sorumlu baş topçuydu bu. Başlattığı işi bitirmeye, sebebi olduğu hatayı onarmaya çalışıyordu. Bir elinde bir top manivelası, diğerinde de ilmikli bir dümen halatı tutarak ambar ağzından aşağıdaki güverteye girmişti.
Sonra korkunç bir mücadele başladı; devasa bir gösteri, top ve topçu arasındaki bir savaş, akıl ve maddenin yarışı, insanla cansız arasında bir düello. Adam köşede durmuş, bir elinde levhayı, diğer elinde halatı tutmuş bir hâlde desteğe yaslanmıştı. Hareketsiz ve mosmor hâliyle oldukça acıklı görünüyordu. Bacakları sanki iki çelik sütunmuş gibi sağlam duruyordu.
Topun kendisine yaklaşmasını bekliyordu.
Topçu malını tanıyordu ve sanki top da onu tanımalıymış gibi hissetti. Çünkü uzun süredir birlikteydiler. Çok defa elini topun ağzına sokmuştu. Onun evcil canavarıydı. Sanki köpeğiymiş gibi topla konuşmaya başladı. “Gel.” dedi. Muhtemelen onu seviyordu da.
Gelmesini diliyordu dilemesine ama gelmesi demek onun sonu demekti. Sorun şu ki, ezilmekten nasıl kaçacaktı? Hepsi dehşet içinde adamı izliyordu.
Güvertede durup iki savaşçıyı sert bir şekilde seyreden yaşlı adam dışında herkes nefesini tutmuştu.
Kendisinin de ezilme tehlikesi vardı ama buna rağmen yerinden kıpırdamıyordu.
Bu savaşı altlarındaki kör deniz yönetiyordu. Topçu, bu korkunç göğüs göğüse mücadeleyi kabul etmiş ve topa meydan okumak için yaklaşmışken, kabaran deniz bir an durulur gibi oldu ve topu da bir an için olduğu yere sabitledi. “Haydi!” dedi adam. Top, sözünü dinliyor gibiydi.
Aniden ona doğru sıçradı. Adam hızla yana çekildi. Sonra mücadele başladı. Duyulmamış bir savaştı bu; kurşun geçirmez ile çıtkırıldım karşı karşıyaydı. Tunçtan yapılma canavara kafa tutan bir beşer; birinde güç var, diğerinde ise ruh.
Bütün bunlar gecenin gölgesinde yaşanıyordu. Silik bir mucizenin hayaliydi sanki.
Bir ruh! Garip bir şekilde, topun içinde de sanki bir ruh varmış gibi görünüyordu ama bu ruh nefret ve öfke doluydu. Bu kör gücün gözleri vardı ve sanki adamı izliyordu. Gören herkes aynı şeyi düşünürdü; kurnaz bir kütleydi bu ve fırsat kolluyordu. Sanki devasa, demirden bir böceğe bir iblisin iradesi bahşedilmişti. Arada sırada devasa çekirge, güvertenin alçak tavanına çarpıyor, sonra bir kaplan gibi dört ayağı üzerine düşerek adama doğru koşmaya devam ediyordu. Adam ise esnek, çevik ve becerikliydi. Şimşek gibi hareket eden toptan, bir yılan gibi kıvrılarak kaçıyordu. Hamlelerden kaçınıyordu ama hamleler bu sefer de gemiye zarar veriyordu.
Top arabasına bağlı bir parça kırık zincir kalmış ve her nasıl olduysa bu zincir, top namlusunun ucuna dolanmıştı. Zincirin diğer ucu da top arabasına bağlıydı. Topun her zıplayışı tehlikeyi daha da şiddetlendiriyordu. Vida sanki bir el tutuyormuş gibi topu sıkıca tutuyordu ve topun darbeleriyle sanki demirden bir kamçı gibi sağa sola savruluyor ve topun etrafında bir kasırga gibi dönüyordu. Bu zincir, işleri daha da karıştırmıştı.
Tüm bu olanlara rağmen adam yine de savaşıyordu. Hatta zaman zaman topa karşı hamle yapıyor; bir elinde levhası, diğerinde halatı, geminin kenarlarında sürünüyordu. Top onun hamlelerini tahmin ediyormuş ve bir tuzaktan şüpheleniyormuş gibi kaçtı. Gözünü kan bürümüş adam da peşinden koştu.
Böyle bir mücadele mutlaka kısa sürer. Aniden sanki top “bu işi bitirelim” der gibi durdu. Krizi kontrol altına almış gibi hissettiler. Top sanki şüpheye düşmüş gibiydi. Niyetleri ve amaçları olan canlı bir yaratıktı sanki! Planlar kurmak için düşüncelere dalmıştı. Sonra birden adamın üstüne çullandı. Topçubaşı ise kenara çekildi. Bir kahkaha patlattı ve topa “Bir daha dene!” diye bağırarak koştu. Öfkeden gözü dönmüş top iskeledeki başka bir topu daha ezdi. Sonra, sanki üzerinde bir ip varmış da onu geri çekmiş gibi geminin sancak tarafına, kaçan adama doğru fırladı. Üç top bu hücumla ezildi. Topun gözleri adamdan başka hiçbir şey görmez olmuştu. Adamın olduğu tarafa döndü ve geminin kıç tarafından gövde tarafına doğru yuvarlandı. Pruvanın duvarında bir yarık açmıştı. Topçubaşı merdivenin dibine sığındı. Olan biteni izleyen yaşlı adamla arasında kısa bir mesafe vardı. Elinde çubuğu hazır bekliyordu. Top bunun farkındaydı ve dönme zahmetine bile girmeden, bir balta darbesi kadar hızlı bir şekilde adamın üzerine geri koştu. Eğer geminin yan tarafına fırlarsa adamın işi bitmişti.
Mürettebattan bir çığlık yükseldi.
O ana kadar hareketsiz duran yaşlı yolcu, tüm o çılgın dönüşlerden daha çevik bir şekilde öne atıldı. Sahte banknot balyalarından birine uzandı ve ezilmek pahasına da olsa balyayı, top arabasının tekerleklerinin arasına fırlatmayı başardı. Durosel’in Deniz Silahları El Kitabı’nı okuyup tüm tatbikatlarda ustalaşmış birisi bile bu kadar kararlı ve tehlikeli manevrayı yapamazdı.
Balya bir tampon görevi gördü. Bir çakıl taşı bir kütüğü engelleyebilir, bir ağaç dalı da çığın seyrini değiştirebilir. Böylelikle balya da topun tökezlemesini sağlamıştı. Bu tehlikeli manevradan istifade, topçu da demir çubuğunu arka tekerleklerin parmaklarının arasına sokmuştu. Öne doğru atılmış olan top durdu. Adam, çubuğunu bir kaldıraç gibi kullanarak topu ileri geri salladı. Ağır kütle, yankılanan bir çan sesi çıkararak yana doğru yığıldı. Kan ter içinde kalmış adam topun üstüne atıldı ve halatının ilmeğini mağlup canavarın boynuna doladı.
Çatışma sona ermiş, adam bu savaştan galip çıkmıştı. Karınca, mamutun hakkından gelmiş; cüce insan, dev yıldırımı zapt etmişti.
Askerler ve denizciler alkışladı.
Mürettebat zincir ve kablolarla ileri atıldı, topu bağlayarak hâkimiyet altına aldılar.
Topçubaşı yaşlı yolcuyu selamladı:
“Bayım, hayatımı kurtardınız!”
Yaşlı adam, tekrardan vurdumduymaz tavrını takındı ve adama cevap vermedi.
VI
TERAZİNİN İKİ KEFESİ
Galip olan adamdı ama top için mağlup demek pek de doğru değildi. Olası bir gemi enkazı önlenmişti ama korvet hâlâ tehlikedeydi. Gemide onarılamayacak tahribatlar oluşmuştu. Geminin kenarlarında beş yarık açılmıştı, bunlardan en büyüğü de pruvadaydı. Otuz toptan yirmisi paramparça olmuştu. Yakalanıp zincirlenen top da işe yaramazdı. Top ağzı iyice sıkılmıştı, bu yüzden topun nişan alması imkânsızdı. Böylelikle silah deposunda dokuz top kalmıştı. Ambarda da bir sızıntı vardı. Zaman kaybetmeden tüm bu hasar onarılmalı ve bir yandan da tulumbalar çalıştırılmalıydı. Güvertede korkulacak bir şey kalmamıştı. Ama mürettebat hâlâ bakmaktan korkuyordu. Azmış bir fil kafesinin içi bile bu kadar harap olamazdı. Gözden uzak olmak korvet için ne kadar önemli olursa olsun, güvenliği sağlamak için gemiyi onarmak daha acildi. Kenarlara aralıklarla yerleştirilen fenerlerle, güverteyi aydınlatmak gerekti.
Bu trajedinin içinde ölüm kalım meselesine kapılmış olan mürettebat, geminin dışında neler olduğunun farkında değildi. Sis yoğunlaşmış, hava değişmiş, rüzgâr gemiyi istediği yöne çekmişti. Olmaları gereken yolda değildiler. Jersey ve Guernsey görüş alanlarındaydı; güneye olmaları gerekenden çok daha uzaktaydılar ve fırtınalı bir denizin üstündeydiler. Büyük dalgalar da korvetin yaralarına, tehlikenin tadını çıkarır gibi tuz basıyordu.
Denizin yüzeyi daha da tehditkâr hâle geldi; rüzgâr şiddetlendi. Bir sağanak, belki de bir fırtına yaklaşıyordu. Dört kürek ilerisi görünmüyordu.
Mürettebat, güvertedeki tahribatı onarmak için acele ediyordu. Sızıntıları durdurmaya ve çatışmadan sağ çıkan topları dizmeye çalışıyorlardı. Yolcu güverteye geri dönmüştü.
Ana direğe yaslanmış, duruyordu.
Gemide neler olduğundan bihaberdi. Şövalye Vieuville, denizcileri ana direğin her iki tarafına da dizmişti. Geminin sinyal ıslığıyla da teçhizatla uğraşan diğer denizciler avluda hizaya geçmişlerdi.
Kont Boisberthelot yolcuya doğru ilerledi. Heyecanlı, soluk soluğa kalmış ve üstü başı dağılmış bir adam da peşinden geldi.
Bu topla kahramanca savaşan ve canavara karşı galibiyet kazanan topçubaşıydı.
Kont, köylü kılıklı yaşlı adama askerî bir selam verdi ve ona şöyle dedi:
“İşte adam bu, generalim.”
Topçubaşı gözlerini yere dikmiş, askerî bir tavırla dimdik duruyordu.
“Generalim.” dedi Kont Boisberthelot ve devam etti:
“Bu adamın yaptıklarının oldukça üst düzey bir görev olduğunu düşünmüyor musunuz?”
“Sanırım öyle.” diye cevapladı yaşlı adam.
“Öyleyse vereceğiniz emirlere hazır.” diye karşılık verdi Boisberthelot.
“Emir vermek sizin işiniz; kaptan olan sizsiniz.”
“Ama siz de generalsiniz.” diye yanıtladı Boisberthelot.
Yaşlı adam topçuya baktı.
“Bir adım öne çık.” dedi.
Topçu bir adım attı.
Kont Boisberthelot’ya dönen yaşlı adam, Saint Louis’nin haç armasını kaptanın göğsünden söktü ve topçunun ceketine taktı. Bahriyeliler bu duruma oldukça keyiflenmiş ve askerler silahlarıyla selama durmuşlardı.
Yaşlı adam daha sonra afallamış topçuyu işaret ederek ekledi:
“Şimdi bu adamı vurun!”
Alkışların yerini sersem bir sessizlik aldı.
Mezar sessizliğinin ortasında yaşlı adam sesini yükselterek şöyle dedi:
“Gemi bir ihmal sonucu tehlikeye girdi hatta bir enkaza sürüklendi. Denizde olmak, düşmanla burun buruna olmak gibidir. Savaştaki bir ordudan farksızdır denizdeki gemi. Deniz pusularla doludur. Fırtına görünmese de fırtınadır. Düşmanla yüzleşirken işlenen her hatanın cezası ölümdür. Geri dönülemez bir hataydı bu. Cesaret nasıl ödüllendirilmeli ise ihmal da cezalandırılmalıdır.”
Bu sözler, meşe ağacına vurulan balta darbelerinin sesi gibi ağır ağır yankılandı. Askerlere bakan yaşlı adam bağırdı:
“Emredileni yapın!”
Göğsünde Saint-Louis’nin haçı parlayan adam başını eğdi. Kont Boisberthelot’un işaretiyle iki denizci güverte altına indi. Kısa süre sonra hamak örtüsünü getirerek geri döndüler. İki denizciye, gemi karadan ayrıldığından beri köşesinde dua etmekle meşgul olan gemi papazı eşlik ediyordu. Çavuş bir düzine askeri altışarlı iki sıra hâlinde dizdi. Topçu bu iki sıranın arasında yerini aldı. Papaz elindeki istavrozuyla ilerledi ve adamın yanında yerini aldı. “Marş!” Çavuşun dudaklarından gelen bu sesle, tayfa yavaşça pruvaya doğru ilerledi. Hamak örtüsünü kefen gibi hazırlamış iki denizci de onları takip etti.
Korvete kasvetli bir sessizlik çöktü. Uzakta bir kasırga çıkmıştı. Birkaç dakika sonra kasvetli bir ses yankılandı; çakan şimşek dışında her şey hareketsizdi. Sonra suya düşen bir insan sesi duyuldu. Yaşlı yolcu ellerini göğsünde kavuşturmuş, ana direğe yaslanmış bir hâlde duruyordu. Düşüncelere dalmış gibiydi. Sol elinin işaret parmağıyla yaşlı adamı işaret eden Boisberthelot, Vieuville’e fısıldadı:
“Vendée için aranan lider bulundu.”
VII
YELKENİ AÇAN, TALİHİNİ BEKLER
Ama korvete ne olacaktı? Bütün gece dalgalara karışan bulutlar artık o kadar alçalmıştı ki, bir çarşaf gibi denizi aşarak ufku tamamen kapattılar. Sisten başka bir şey yok; deniz seferine dayanıklı bir gemi için bile her zaman tehlikeli bir durum.
Kalın yelken sise karışmıştı.
Zaman kazanmaya çalıştılar, geminin yol açtığı tahribattan sonra top arabasının geride bıraktığı her şeyi denize atmışlardı; dağılmış toplar, top arabaları, kırılmış ahşaplar, ortaya saçılmış tahta ve demir parçaları. Geminin pencereleri açılmıştı. Muşambaya sarılı cesetler ile ceset parçalarını tahta kalasın üzerinden kaydırarak denize attılar.
Deniz yükseliyordu. Oysa yakınlarda bir fırtına görünmüyordu. Öte yandan, ufukta uzaklardan gürleyen kasırga sesi duyuluyor ve rüzgâr hem azalıyor hem de kuzeye doğru hareket ediyordu. Ama dalgalar denizin kızgınlığına işaret eder gibi hâlâ yüksekti ve zor durumdaki korvet, darbelere karşı güçlükle direniyordu. Bu yüksek dalgalar geminin sonunu getirebilirdi. Dümendeki Gacquoil, düşüncelere dalmıştı.
Tehlike zamanlarında cesur bir tavır takınmak komutanlar için alışılagelmiş bir durumdur. Zor zamanlarda bile yüzünde güller açan Vieuville, Gacquoil’e seslendi.
“Rehber…” dedi, “Fırtına yatışıyor. Aksırık nöbetlerime bakma sen. Bu işi halledeceğiz. Biraz rüzgâr olacak, o kadar.”
“Rüzgâr olursa dalga da olur.”
Gerçek bir denizci ne şen şakraktır ne de mahzun. Verdiği cevap kaygı doluydu. Su alan bir gemi için engin deniz, hızlı bir batış demekti. Gacquoil kaşlarını çatarak bu olasılığı vurgulamıştı. Art arda yaşanan top ve topçubaşı felaketinden sonra Vieuville bu denli tasasız hatta neredeyse neşeli sözler kullanmakta çok acele etmişti. Bazı şeyler vardır, denizde talihsizlik getirir. Deniz ketumdur; kimse ne sakladığını asla bilemez. Bu yüzden de her zaman tetikte olmak gerekir.
Vieuville tekrardan ciddiyetine büründü.
“Neredeyiz, rehber?” diye sordu.
“Tanrı’nın elinde.” diye cevapladı rehber.
Rehber, denizlerin hâkimidir. Canı ne isterse söyler, canı ne isterse onu yapar. Zaten böyle adamlar gevezelik yapmayı sevmez. Vieuville’in sorduğu sorunun cevabı çok geçmeden ufukta gözüktü.
Deniz aniden durulmuştu.
Sisler dağılmış; karanlık dalgalar alaca karanlığın içinde boydan boya uzanıyordu. Manzaraları bu şekildeydi.
Artık suda asılı kalmayı bırakmış bulutlar, gökyüzünü kaplamıştı. Doğan gün, doğu tarafını aydınlatmaya başlamıştı, batıda ise batmakta olan aydan soluk bir ışık saçılıyordu. Ufuktaki bu manzara belli belirsiz iki şerit gibiydi; karanlık deniz ve aydınlık gökyüzünün arasında kalmış iki aydınlık şerit. Üzerlerinde de hareketsiz ve karanlık silüetler vardı.
Batıda, ay ışığının aydınlattığı gökyüzünde, Kelt dormen(mezar) lerine benzeyen üç dik kayalık göründü.
Doğuda, sabahın soluk ufkunda, arka arkaya heybetli bir şekilde dizilmiş sekiz yelken göründü. Üç resif kaya ve sekiz yelkenli bir filo. Arkalarında kötü şöhretli Minquiers kayalıkları ve önlerinde Fransız savaş gemileri vardı. Sola gitseler dipsiz bir uçurum ve sağa gitseler onları bekleyen bir kıyım var; olası bir gemi enkazı ve savaş arasında seçim yapmak zorundaydılar. Ya korvet kayalıklara çarpacak; gövdesi hasar görecek, direkleri kırılacak ve teçhizat mahvolacaktı, ya da savaşmayı seçeceklerdi. Ama bu durumda otuz toptan yirmisinin devre dışı kaldığını ve en iyi topçularının öldüğünü de hesaba katmalılardı.
Doğan güne aldanmamalılar çünkü gece henüz bitmemişti. Bu karanlık muhtemelen uzun sürecekti çünkü çoğunlukla havada asılı, kalın ve yoğun, sağlam bir tonoz gibi görünen bulutlardan kaynaklanıyordu.
Rüzgâr, sisli havada süzülen gün ışığını dağıtmış ve korveti Minquiers üzerinde sürüklüyordu.
Çelimsiz ve bitap düşmüş hâliyle, gemi çaresizce sürükleniyordu. Dümene itaat etmiyor, dalgaların gücüyle ileriye doğru savruluyordu.
Minquiers kayalıkları ne tehlikelidir! Hele şu durumda olduğundan daha tehlikeliydi. Bu deniz hisarının kulelerinden birkaçı, denizin aralıksız hareketleri yüzünden yıpranmıştır. Uzun kılıçlara benzeyen dalgalar kayalıkların şeklini değiştirmiştir. Her gelgit bir testere darbesi gibidir. Böyle bir zamanda Minquiers’a teslim olmak, ölümü kabul etmek demekti.
Öte yandan bu gemiler, Kaptan Duchesne komutasında Lequinio tarafından “Père Duchesne” olarak adlandırılan Cancale filosunu oluşturuyordu. Durum kritikti. Top arabasıyla boğuşurken gemi bilinçsizce rotasından çıkmış, St. Malo yerine Granville yönünde yelken açmıştı. Yelken gücü bozulmamış olsa bile bu filo onun Fransa’ya geçişine izin vermezdi. Diğer tarafta da Minquiers kayalıkları Jersey’e dönüşünü engelleyecekti. Henüz fırtına olmamasına rağmen rehberin dediği gibi deniz dalgalıydı. Dalgalar, şiddetli rüzgârın etkisiyle kayalıkların dibine çarparak büyüyordu.
Denizin sağı solu belli olmaz. Bütün hilelerini dipsiz bir uçurumunda gizler. Bir yolunu bulur; ilerler ve geri çekilir, bir anlaşma teklif eder ve sonra reddeder, bir fırtına çıkarır ve aniden niyetinden vazgeçer, bir uçuruma sürükler ve anlaşmadan cayar, kuzeye gözdağı verir ama güneyi vurur. Claymore korveti, bütün bir geceyi sisler içinde ve fırtınadan korkarak geçirmişti. Deniz önce ufuk üzerinde bir fırtına resmi göstermiş, sonra bu resmi dik kayalıklara çevirmişti. Sürekli hüsrana uğratıyordu.
Öyle ya da böyle, her hâlükârda bir gemi enkazı olacaktı. Düşmanlardan biri diğerinin işini tamamlayacak şekilde, savaşla gemi enkazını birleştirecekti.
“O tarafa gitsek gemiyi enkaza sürükleriz, diğer yana gitsek savaş çıkar!” dedi Vieuville.
Ve cesur kahkahaları arasında haykırdı:
“Her iki tarafa da çaktık çifte beşlik!”
VIII
9=380
Korvet artık enkaz altında kalmış sayılırdı.
Loş bir alaca karanlık, kararmış bulutlar, kafası karışmış ufuk ve durgun gizemli dalgalar… Her yeri bir mezar sessizliği kaplamıştı. Düşmanca uğuldayan rüzgâr dışında ses yoktu. Uçurumun olduğu taraftan gelen felaket görkemli bir şekilde yükseldi. Bir saldırıdan çok bir hayalete benziyordu. Ne kayalıklarda ne de gemide bir hareket vardı. Bu sessizliği anlatmaya kelimeler yetmezdi. Bütün bu olanlar gerçek miydi? Sanki denizin üzerinden geçen bir hayalin içindeydiler. Etrafta bu efsanelerden bahsedenler de var gerçi. Korvet tabiri caizse şeytan kayalıkları ile hayalet filonun arasında sıkışıp kalmıştı.
Kont Boisberthelot alçak bir sesle silah güvertesine inen Vieuville’e emirler yağdırıyordu. Kaptan Vieuville ise teleskopunu alarak rehberin arkasına yerleşti. Gacquoil’in daimî çabası korveti rüzgâra karşı korumaktı; eğer gemi deniz ve rüzgârdan vurgun yerse alabora kaçınılmaz olur.
“Rehber, neredeyiz biz?” dedi kaptan.
“Minquiers’de.”
“Hangi tarafında?”
“En kötüsünde.”
“Dip nasıl?”
“Küçük kayalar var.”
“Ters yüz olur muyuz?”
“Her türlü ölürüz.”
Kaptan dürbününü batıya çevirdi ve Minquiers’i inceledi. Sonra dürbünü doğuya çevirerek yelkenleri izledi.
Rehber kendi kendine konuşur gibiydi:
“Şuradaki Minquiers Kayalıkları. Martıların seslerini duyuyorsundur. Burası kara başlı martının Hollanda’dan göç ettiklerinde dinlenmek için durduğu yerdir.”
Bu sırada kaptan yelkenleri saymıştı.
Gerçekten de sıraya dizilmiş sekiz gemi vardı, savaşvari tavırlarıyla suyun üzerinde yüzüyorlardı. Ortalarında, üç katlı bir güvertenin görkemli hatları görülüyordu.
Kaptan rehberi soru yağmuruna tuttu:
“Bu gemileri biliyor musunuz?”
“Elbette.”
“Ne peki bunlar?”
“Bir filo.”
“Fransızların mı?”
“Şeytanın da denilebilir.”
Bir sessizlik oldu ve kaptan tekrar sorularını devam etti:
“Bütün gemiler bunlar mı?”
“Hayır, sanmıyorum.”
Aslında 2 Nisan’da Valazé, hattaki on fırkateyn ve altı geminin Manş Kanalı’nda seyir hâlinde olduğunu Konvansiyon’a bildirmişti. Kaptan bunu hatırladı:
“Haklısın, filo on altı gemiye sahip ve burada sadece sekiz gemi var.” dedi.
“Diğerleri aşağı tarafta, kıyı boyunca gözcülük yapıp dolanıyorlar.” dedi Gacquoil.
Hâlâ dürbünüyle gözetleyen kaptan, “Bir üç katlı gemi, ikisi birinci sınıf ve beşi ikinci sınıf olmak üzere yedi fırkateyn.” diye mırıldandı.
“Ben de onları yakından inceledim.” diye mırıldandı Gacquoil. “Birini, bir diğeriyle karıştırmayacak kadar iyice inceledim.”
Kaptan dürbünü rehbere uzattı.
“En büyük gemiyi seçebiliyor musunuz, rehber?”
“Evet komutanım. Bu Côte-d’Or.”
“Ona bu ismi yeni vermiş olmalılar. Eskiden ismi États de Bourgogne idi. Yüz yirmi sekiz topluk yeni bir gemi.”
Kaptan cebinden bir not defteri ve kalem çıkardı, deftere “128” sayısını yazdı.
“Rehber, limandaki ilk gemi hangisi?”
“Expérimentée.”
“Birinci sınıf bir fırkateyn; elli iki topu var. İki ay önce Brest’te hazırlanıyordu.”
Kaptan not defterine “52” sayısını yazdı.
“Limana giden ikinci gemi hangisi, rehber?”
“Dryade.”
“Birinci sınıf bir fırkateyn; on sekiz librelik kırk topu var. Hindistan’dan getirilme ve muhteşem bir askerî sicile sahip.”
Ve “52” nin altına “40” sayısını yazdı. Sonra başını kaldırarak şöyle dedi:
“Peki ya sancak tarafındakiler?” dedi.
“Hepsi ikinci sınıf fırkateynler, komutanım; toplamda beş taneler.”
“İlk baştaki gemi hangisi?”
“Résolue.”
“On sekiz librelik otuz iki topu var. Peki ya ikincisi?”
“Richmond.”