Книга Doksan Üç - читать онлайн бесплатно, автор Виктор Мари Гюго. Cтраница 6
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Doksan Üç
Doksan Üç
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Doksan Üç

Adam devam etti:

“İkimiz de burada kendi yuvamızdayız. Siz kalenizde, ben ise çalılıklarda.”

“Daha fazla uzatmayalım. Ne yapacaksanız yapın. Beni yetkililere teslim edin.”

Adam konuşmayı sürdürdü:

“Herbe-en-Pail çiftliğine gidiyordunuz, öyle değil mi?”

“Evet.”

“Oraya gitmeyin.”

“Neden?”

“Çünkü Maviler orada.”

“Ne zamandır oradalar?”

“Üç gündür.”

“Çiftlik ahalisi köy ve çiftlik için direndi mi?”

“Hayır. Kapıları sonuna kadar açtılar.”

“Ah!” dedi Marki.

Adam parmağıyla ağaçların ardından uzakta görünen bir yere işaret etti. Burası çiftliğin çatısıydı.

“Çatıyı görüyor musunuz, Marki?”

“Evet.”

“Peki üstündekini?”

“Bir şeyler dalgalanıyor gibi.”

“Evet.”

“Bu bir bayrak.”

“Evet, üç renkli.” dedi adam.

Kum tepesinin zirvesinde otururken Marki’nin dikkatini çeken şey de buydu.

“Tehlike çanları çalıyor değil mi?”

“Evet.”

“Kimin için?”

“Kuşkusuz sizin için.”

“Fakat kimse duyamıyor.”

“Rüzgâr duyulmasını engelliyor.” dedi ve devam etti:

“Sizin için olduğunu fark etmiş miydiniz?”

“Evet.”

“Sizi arıyorlar.”

Çiftliğe gelişigüzel bir bakış attıktan sonra konuşmayı sürdürdü.

“Yarım tabur kadar adam var.”

“Cumhuriyetçiler mi?”

“Parisliler.”

“Peki.” dedi Marki, “Hadi devam edelim.”

Ve çiftlik tarafına doğru bir adım attı. Adam onu kollarından tuttu.

“Oraya gitmeyin!”

“Nereye gideyim istiyorsunuz?”

“Benimle gelin.”

Marki dilenciye baktı.

“Beni dinleyin, Marki. Benim evim size layık değil ama en azından güvenlidir. Mahzenden daha alçak bir kulübe; zemini yosundan, sütunu çimenden, çatısı da dallardandır. Gelin. Çiftliğe giderseniz sizi vururlar. Yorgun olmalısınız, evimde uyuyabilirsiniz. Yarın Maviler tekrar yola koyulurlar ve siz de istediğiniz yere gidersiniz.”

Marki adamı sorgulamaya başladı.

“Siz hangi taraftansınız? Kralcı mı yoksa cumhuriyetçi mi?”

“Ben bir dilenciyim.”

“Yani kralcı ya da cumhuriyetçi değilsiniz?”

“Taraf tutmuyorum.”

“Kral’ın yanında mısınız, karşısında mı?”

“Bu gibi şeyler için düşünecek vaktim olmadı.”

“Olan bitenler hakkında ne düşünüyorsunuz?”

“Ben sadece hayatta kalmaya çalışıyorum.”

“Yine de benim yardımıma koşuyorsunuz.”

“Kanun kaçağı ilan edildiğinizi öğrendim. Bu kanun denen şey her ne ise, demek birileri ondan kaçabiliyor. Pek anlamıyorum. Kanundan kaçıyor muyum, kaçmıyor muyum onu bile bilmiyorum. Hiçbir fikrim yok. Açlıktan ölmek kanun kaçağı olmak demek midir?”

“Ne kadar zamandır bu durumdasınız?”

“Tüm hayatım boyunca.”

“Ve beni kurtarmaya çalışıyorsunuz?”

“Evet.”

“Neden?”

“Çünkü kendime şöyle dedim: İşte benden daha kötü durumda birisi, nefes almaya bile hakkı yok.”

“Doğru. Bu yüzden mi beni kurtarıyorsunuz?”

“Kesinlikle. İşte şimdi kardeşiz, lordum. İkimiz de dilenciyiz; ben ekmeğimin peşindeyim, siz ise hayatınızın.”

“Ama benim başıma ödül konulduğunu biliyor musunuz?”

“Evet.”

“Nasıl?”

“Afişte okudum.”

“Okuyabiliyorsunuz demek.”

“Evet, yazabiliyorum da. Cahil olduğumu mu düşündünüz?”

“Okumayı bildiğinize ve afişi okuduğunuza göre beni teslim edene altmış bin frank verileceğini de biliyorsunuzdur.”

“Biliyorum.”

“Hem de kâğıt para olarak değil.”

“Evet biliyorum, altın olarak.”

“Beni teslim edenin başına talih kuşu konacağının farkında değil misiniz?”

“Farkındayım.”

“Beni teslim eden bir servete sahip olacak.”

“Evet, ne olmuş?”

“Bu bir servet!”

“Ben de aynen bunları düşündüm. Sizi gördüğümde dedim ki kendime, ‘Bu adamı birisi yakalarsa eğer altmış bin frank kazanacak ve başına talih kuşu konacak. Öyleyse acele edeyim de bu adamı saklayayım.’ “

Marki, dilenciyi takip etti.

Bir çalılığa girdiler. Dilencinin kulübesi buradaydı. Büyük ve eski bir meşe ağacının altında adamın oturması için bir tür oda vardı. Köklerinin altında oyulmuş ve dallarla kaplıydı bu yer. Karanlık, alçak, gizli ve esasen görünmez bir alandı. İçinde iki kişilik yer vardı.

“Bir misafirim olabileceğini tahmin etmiştim.” dedi dilenci.

Bretonya’da bu tür yer altı barınağına karnihot denir. Bu barınaklar tahmin edebileceğinden daha nadir görülür. Kalın duvarlar içine inşa edilen saklanma yerlerine de aynı isim verilmektedir. Yerde birkaç güğüm vardı. Saman veya yıkanıp kurutulmuş, kaba deniz otundan yapılmış bir yatak, kalın yünlü bir battaniye ve birkaç mum yağı kandili, gerektiğinde ateş yakmak için kibrit olarak kullanılacak bir çakmak taşı, bir parça çelik ve ince dallar ile döşenmişti.

Eğildiler, bir süre emeklediler ve ağacın kalın kökleriyle garip bölmelere ayrılan bir odaya girdiler. Yatak görevi gören kuru deniz yosunu yığınının üzerine oturdular. İçinden girdikleri ve bir kapı görevi gören iki kök arasındaki boşluk, belli bir miktar ışık geçiriyordu. Gece bastırmıştı ancak insan gözü kendini ışığın değişimine alıştırır ve karanlıkta bile bazen gün ışığı varmış gibi görür. Ay ışığının yansıması girişi aydınlatıyordu. Köşede bir testi su, bir somun karabuğday ekmeği ve biraz kestane vardı.

“Haydi yiyelim.” dedi dilenci.

Kestaneleri bölüştüler. Marki cebinden çıkardığı sert galetayı adama verdi. Kara somunu bölüp yediler ve sohbet ederken aynı testiden sırayla su içtiler.

Marki adamı sorgulamaya devam etti:

“Öyleyse ne olursa olsun, hepsi sizin için aynı.”

“Hemen hemen. Bu tür işlerle ilgilenmek siz lortların görevidir.”

“Ama örneğin şu anda ne olanlar…”

“Bütün bu olanlar beni aşıyor.”

Dilenci ekledi:

“Ayrıca, daha mühim olan şeyler var; güneş doğuyor, ay da büyüyüp küçülüyor. Beni ilgilendiren türden şeyler bunlar.”

Testiden bir yudum aldı:

“Güzel ve tatlı su!”

Sonra devam etti:

“Suyu nasıl buldunuz lordum?”

“Adınız nedir?” diye sordu Marki.

“Benim adım Tellmarch ama bana Caimand derler.”

“Anlıyorum. Caimand buralara özgü bir kelimedir.”

“Ve dilenci anlamına gelir. Bir de Le Vieux13 derler bana.”

Dilenci devam etti:

“Kırk yıldır Le Vieux olarak anılıyorum.”

“Kırk yıldır! Ama o zamanlar genç olmalısınız!”

“Ben hiç genç olmadım. Siz hâlâ gençsiniz, Marki. Yirmi yaşında bir adamın bacaklarına sahipsiniz. Ben zorlukla yürüyebiliyorken siz büyük kum tepesine tırmanabiliyorsunuz. Biraz yürüyeyim hemen yoruluyorum. Aynı yaşta olsak dahi zenginlerin bize göre avantajları vardır. Her gün yemek yerler mesela. Yemek insanın gücünü korur.”

Bir an sessizlikten sonra dilenci devam etti:

“Zenginlik ve yoksulluk. Ne fena! Bana öyle geliyor ki tüm felaketlerin nedeni bu. Yoksullar zengin olmak istiyor, zenginler yoksullaşmak istemiyor. Bence her şeyin temelinde bu var. Ama bu tür konulardan yana bir rahatsızlığım yok. Ne olursa olsun, ben ne alacaklıdan ne de borçludan yanayım. Bildiğim bir şey varsa o da bir borç varsa ödenir. Kral’ı öldürmemiş olmalarını isterdim ama bunu neden istediğimi açıklamak zor. Ama böyle deyince bana şunu söylüyorlar: ‘İnsanları bir hiç uğruna nasıl astıklarını bir düşünün! Kral’ın geyiklerinden birine yapılan sefil bir atış için, bir keresinde bir adamın asıldığını gördüm. Bir karısı ve yedi çocuğu vardı.’ Her iki tarafın da söyleyecek bir şeyleri var.”

Tekrar sustu, sonra devam etti:

“Elbette bunları biliyorsunuz. Olup biteni biliyormuş gibi yapmıyorum çünkü bilmiyorum. Birileri gelip gidiyor, bir şeyler değişiyor. Ben ise yıldızların altında yaşamaya devam ediyorum.”

Tellmarch yine düşüncelere daldı. Sonra sürdürdü:

“Kırık çıkık ve ilaç hakkında bir şeyler bilirim. Otlara ve bitkilerin kullanımına aşinayım. Köylüler beni onların anlamadıkları işlerle uğraşan biri olarak görüyor. Ve bana büyücü diyorlar. Çünkü hülyalar görüyorum diye beni âlim sanıyorlar.”

“Buralardan mısınız?” diye sordu Marki.

“Evet, buralardan hiç gitmedim.”

“Beni tanıyor musunuz?”

“Elbette. Sizi son gördüğümde, İngiltere’ye giderken buralardan geçiyordunuz. İki yıl önce olsa gerek. Şimdi de kum tepesinde bir adam gördüm, uzun boylu. Buralarda uzun erkek pek olmaz. Bretonya kısa boylu adamların ülkesidir. Daha yakından baktım; afişi okumuştum ve kendi kendime, ‘Bak sen şu işe!’ dedim. Ve siz aşağı indiğinizde, ay ışığı size vurdu ve sizi tanıdım.”

“Ama ben sizi tanımıyorum.”

“Siz bana baktınız ama beni hiç görmediniz.”

Dilenci Tellmarch ekledi:

“Sizi gördüm. Yoldan öylece geçen birileri gibi öylesine bakmaz dilenciler.”

“Sizinle daha önce hiç rastlaştık mı?”

“Tabii çünkü ben sizin dilencinizim. Yolda, kalenin altında yalvarırdım. Bazen bana sadaka verirdiniz. Veren adam fark etmez ama alan adam endişeyle bakar ve iyi gözlemler. Dilenciler doğuştan casustur. Ama ne kadar kötü durumda olsam da kötü niyetli bir casus olmamaya çalışıyorum. Eskiden elimi uzatırdım ve siz bundan başka bir şey görmezdiniz. Bazen sabahleyin attığınız sadaka beni gece açlıktan ölmekten alıkoyardı. Yirmi dört saat ağzıma tek bir lokma koymadan günlerimi geçirdiğimi bilirim. Öyle anlar olur ki bir metelik hayatınızı kurtarır. Size bir hayat borçluyum ve şimdi de borcumu ödüyorum.”

“Doğru, benim hayatımı kurtarıyorsunuz.”

“Evet, hayatınızı kurtarıyorum, Monsenyör.”

Tellmarch’ın sesi ciddileşti:

“Ama bir şartla.”

“Nedir o?”

“Eğer buraya zarar vermek için gelmediyseniz.”

“Buraya iyi şeyler yapmak için geldim.”

“Öyleyse uyuyalım.” dedi dilenci.

Yosundan yatağa yan yana uzandılar. Dilenci başını koyduğu gibi uykuya daldı. Marki her ne kadar yorgunluktan tükenmiş olsa da bir süre ayık kaldı. Doğrularak karanlığı izledi ve biraz düşündü. En sonunda geri uzandı. Bu yatağın üstünde yatmak, toprağın üstünde yatmaktan farksızdı. Fırsattan istifade, kulağını yere dayadı ve dinledi. Bu yer altı oyuğundan sesler geliyordu. Seslerin toprağın içinde yayıldığını herkes bilir. Duyduğu sesler aslında çan sesleriydi.

Tehdit çanları çalmaya devam ediyordu.

Marki uykuya daldı.

V

UYANDIĞINDA GÜN DOĞMUŞTU

Dilenci ayakta bekliyordu. Kulübesinde değildi tabii çünkü orada dik durmak imkânsız. Dışarıda eşikte duruyordu. Asasına yaslanmıştı ve yüzüne güneş ışığı vuruyordu.

“Monsenyör.” dedi Tellmarch. “Tanis çanına dört kez vuruldu. Sesleri duydum. Rüzgâr yönü değişti, rüzgâr karadan esiyor. Başka da ses duymadım. Tehlike çanları kesilmiş olmalı. Çiftlikte ve Herbe-en-Pail köyünde her şey sessiz. Maviler ya uyuyor ya da köyü terk ettiler. Tehlikenin büyüğünü atlattık. Ayrılmak bizim için ihtiyatlı olacak. Benim için dışarı çıkma zamanı.”

Ufukta bir noktayı gösterdi.

“Ben bu tarafa gidiyorum.” Sonra ters yönü göstererek, “Siz de o tarafa gideceksiniz.” dedi.

Dilenci ağır bir şekilde Marki’yi selamladı.

“Acıktıysanız şu kestaneleri de yanınıza alın.” diye ekledi akşam yemeğinin kalıntılarını işaret ederek.

Bir süre sonra da dilenci ağaçların arasında kayboldu.

Marki ayağa kalktı ve Tellmarch’ın belirttiği yöne gitti.

Eski Norman köylülerinin dediği gibi “Gün ağarıyordu.” İspinozların ve çalı serçelerinin cıvıltısı duyuluyordu. Marki, bir gün önce geçtikleri yolu takip etti. Çalılıktan çıktıktan sonra kendisini taş haçla işaretlenmiş yol ağzında buldu. Afiş hâlâ oradaydı, yükselen güneşte göz alıcı bir beyazlıkla duruyordu. Bu bildirinin altında, azalan ışık yüzünden dün akşam okuyamadığı küçük harflerle yazılmış bir yazı olduğunu hatırladı. Haç kaidesi üzerine çıktı. Bildiri, “PRIEUR DE LA MARNE” imzasının altında, küçük harflerle yazılmış aşağıdaki satırlarla bitirilmişti:

Lantenac Markisi’nin kimliği tespit edildiğinde vakit kaybetmeksizin idam edilecektir.

İmza: GAUVAIN, Keşif Kolu Komutanı Tabur Şefi.

“Gauvain!” dedi Marki.

Durdu, derin düşüncelere daldı. Gözlerini afişin üzerinden çekmemişti.

“Gauvain!” diye tekrarladı.

Yürüdü, kaidenin etrafında döndü, haça baktı, geri geldi ve afişi yeniden okudu.

Sonra yavaşça uzaklaştı. Yanında biri olsaydı, onun kendi kendine bir şeyler mırıldandığını duyabilirdi:

“Gauvain!”

Solundaki çiftliğin çatıları, yürüdüğü yolların çukurunda görünmüyordu. Sarp bir tepenin eteklerine tırmanmaya başladı. Tepenin etekleri dikenli karaçalı olarak bilinen türlerin çiçekleriyle kaplıydı. Tepenin zirvesi “tilki başı” denen noktalardan biriydi. Tepenin eteklerindeki ağaçlar ise manzarayı kapatıyordu. Ağaç yaprakları ışıl ışıl parlıyordu. Doğa, sabahın derin neşesi içindeydi.

Birdenbire bu manzara berbat oldu. Bir pusu kurulmuş gibiydi. Tarlalardan ve sabah ışığında parıldayan ormanlardan feryat figan çığlıklar ve tüfek sesleri yükseldi. Ortalık alev alevdi. Sanki yanan köy ve çiftlik değildi de yanan bir saman demetiydi. Parlak alevlerle karışan yoğun bir duman etrafı kaplamıştı. Sadece şaşırtıcı değil, aynı zamanda korkutucuydu da. Huzuru gazaba dönüştüren bir korkunçluk. Şafağın tam ortasında bir anda cehennem patlaması yaşanıyordu sanki. Çatışma, Herbe-en-Pail yönünde devam ediyordu. Marki durdu.

Böyle bir durumda herkes aynı şeyi hissederdi; merak korkudan daha güçlüdür. İnsan yaşam tehlikesi altında bile neler olup bittiğini öğrenme güdüsüne karşı koyamaz. Dibinde çukur bir patika bulunan tepeye tırmandı. Birilerinin onu görme ihtimaline rağmen neler olduğunu görebilmek için izlemeye koyuldu. Birkaç dakika içinde durup etrafına baktı. Aslında hem yaylım ateşi hem de yangın vardı. Biri rahatlıkla çığlıkları duyabilir ve ateşi görebilirdi. Çiftlik belli ki bazı gizemli felaketlerin merkezindeydi. Ne olmuş olabilirdi? Çiftlik saldırıya mı uğramıştı? Ve eğer öyleyse kim tarafından? Bu bir savaş olabilir miydi? Yoksa askerî bir infaz olması daha olası mıydı? Belki de Maviler devrimci bir kararnamenin emriyle dayanıklı çiftlikleri ve köyleri ateşe vererek onları cezalandırıyordu. Mesela yasanın öngördüğü şekilde ağaçları kesmeyi ihmal eden ve cumhuriyet süvarilerinin geçişi için yol açmayan her çiftlik ve mezra yakılmış olabilirdi. Ernée yakınlarındaki Bourgon cemaati de bu şekilde cezalandırılmıştı kısa bir süre önce. Herbe-en-Pail için de durum aynı mıydı? Kararnameyle emredilen yerlerin açılması için, ne çalılıklarda ne de Tanis ve Herbe-en-Pail çevresindeki ağaçların kesilmediği aşikârdı. Bunun cezası bu muydu? Çiftlik, yetkili muhafızdan emir alınarak işgal mi edilmişti? Bu yetkili muhafız, keşif kolunda “cehennem kolonileri” olarak adlandırılan ekipten miydi?

Marki’nin tünediği zirve, Herbe-en-Pail korusu adı verilen vahşi ve tüylü bir çalılıkla çevrilmişti. Burası bir orman kadar genişti ve tüm Bretonya ormanlarında olduğu gibi dağ geçitleri, patikaları ve çukur yolları vardı. Cumhuriyet orduları bu labirent gibi yerde sık sık yolundan sapıyordu.

Eğer bu bir infazsa acımasız bir infazdı. Çünkü oldukça hızlı olmuştu. Tüm acımasız işler gibi bu da çabucak olup bitmişti. İç savaş bu vahşi eylemleri de beraberinde getirmişti. Marki, tüm olanları kafasında atıp tutarken ve aşağı inip inmemek konusunda tereddüt ederken, çatışma sesleri kesilmişti. Daha doğrusu yok olmuştu. Marki, koru boyunca dağılan azgın ve coşkun birliği görebiliyordu. Ağaçların altında ürkütücü bir koşuşturma vardı. Birlik, çiftlik tarafından ormana girdi. Trampet sesleri devam etmesine rağmen artık ateş açan yoktu. Ortalık mahşer yerine dönmüştü. İz sürüyorlardı. Belli ki birisini arıyorlardı. Velvele alabildiğine yayılmıştı. Öfke ve zafer çığlıkları birbirine karışmıştı. Kopan yaygara yüzünden hiçbir ses anlaşılmıyordu. Birdenbire, bir duman bulutu içinden ortaya çıkan bir hat gibi bu yaygarada da bir ses net bir şekilde duyulmuştu. Bu bir isimdi. Binlerce kişi aynı şeyi tekrarlıyordu. Marki bu sefer açıkça duyuyordu:

“Lantenac, Lantenac! Lantenac Markisi!”

Onu arıyorlardı.

VI

İÇ SAVAŞ DEĞİŞİKLİKLERİ

Etrafı birdenbire, her yönden tüfekler, süngüler ve kılıçlarla doldu. Loş ışıkta üç renkli bir bayrak açıldı. “Lantenac!” haykırışları kulaklarında çınlıyordu. Ayaklarının dibinde, diken ve dalların arasında vahşi yüzler belirdi.

Marki, ormanın her yerinden görülebilen yüksekliğin zirvesinde tek başına duruyordu. Adını haykıranları pek seçemiyordu ama onu herkes görebiliyordu. Ormanda bin tüfek varsa hepsinin tek hedefi oydu. Korulukta görebildiği tek şey ona çevrilen barut gibi gözlerdi.

Şapkasını çıkardı, siperliğini geri çevirdi ve cebinden beyaz bir kokart çıkardı. Dikenli bir çalıdan kopardığı parça yardımıyla kokartı şapkasının siperliğine tutturdu. Sonra şapkayı tekrardan kafasına geçirdi. Başını, alnını ve kokartı açığa çıkaran kalkık siperliği ve yüksek sesiyle, geniş ormana hitap ediyormuş gibi seslendi:

“Ben aradığınız adamım. Ben Lantenac Markisi, Fontenay Vikontu, Breton Prensi ve Kral’ın ordularının korgeneraliyim. Bu işe bir son verelim. Nişan al! Ateş!”

Keçi derisi yeleğini iki eliyle açarak çıplak göğsünü gösterdi.

Üzerine doğrultulmuş silahları görmek için gözlerini aşağı indirdi. Etrafı diz çökmüş adamlarla çevriliydi.

Büyük bir haykırış yükseldi:

“Yaşasın Lantenac! Çok yaşa Lordumuz! Yaşasın General!”

Aynı anda şapkalar fırlatıldı, kılıçlar neşeyle sallandı. Uzun sırıklara asılı kahverengi yün şapkalar her taraftan yükseliyordu.

Bir Vendean grubu etrafını sardı.

Onu görünce dizlerinin üzerine çöktüler.

Efsanelere göre antik Thuring ormanlarında, hem insanlardan üstün hem de onlardan zayıf bir dev ırkı yaşardı. Bu tuhaf ırkı Romalılar korkunç hayvanlar olarak görür, Almanlar da duruma göre tapılacak ya da imha edilecek ilahi tecessümler olarak kabul ederdi.

Bu varlıklardan birinin hissettiğine benzer bir hisle, bir canavar gibi muamele görmeyi bekleyen Marki birdenbire bir Tanrı olarak karşılanınca bu efsaneyi hatırlamıştı.

Tüm o parıldayan gözler ona bir tür vahşi sevgiyle bakıyordu.

Kalabalık; silahlarla, kılıçla, tırpanla, direk ve sopalarla kuşanmıştı. Hepsi büyük beyaz kokart iliştirilmiş keçe şapkalar ya da kahverengi şapkalar takıyordu. Hepsi bol miktarda tespih ve tılsım taşıyordu. Dizleri açıkta kalmış geniş pantolonlar, deri ceketler ve deri tozluklar giymişlerdi. Baldırları çıplak, saçları uzundu. Bazılarının sert bir görünümü vardı ama hepsinin alnı ak, başları dikti.

Soylu bir delikanlı diz çökmüş adamların arasından geçti ve telaşla Marki’ye yaklaştı. Köylüler gibi kalkık siperliği olan beyaz kokart tutturulmuş keçe bir şapka takmıştı. Üzerinde deri bir ceket vardı. Ama narin elleri vardı. Boynuna beyaz ipek bir eşarp takmıştı. Belinde de altın kabzası olan bir kılıç asılıydı.

Tepe noktasına ulaştıktan sonra şapkasını bir kenara attı, eşarbını çözdü ve diz çökerek Marki’ye hem eşarbı hem de kılıcı sundu.

“Gerçekten de sizi arıyorduk.” dedi. “Ve sizi bulduk. Komutanlık kılıcını alın. Bu adamlar artık sizin hizmetinizde. Ben onların komutanıydım; şimdi sizin askerliğinize terfi ediyorum. Bağlılığımızı kabul edin Lordum. Emirleriniz için hazırım, Generalim.”

Ondan gelen bir işaret üzerine, üç renkli sancağı taşıyan adamlar ormandan çıktı ve Marki’ye giderek bayrağı ayaklarının dibine koydu. Ağaçların arasından gördüğü bayraktı. “General!” dedi kılıcı ve eşarbı sunan genç adam, “Bu, Herbe-en-Pail çiftliğini basan Mavilerden aldığımız bayrak. Benim adım Gavard, Lordum. Rouarie Markisi’nin hizmetindeyim.”

“Pekâlâ.” dedi Marki.

Sakin ve soğukkanlı bir ifadeyle eşarbı kuşandı.

Sonra kılıcını çıkardı ve başının üzerinde salladı.

“Kalkın! Yaşasın Kral!”

Hepsi ayağa kalktı. Sonra ormanın derinliklerinden coşkulu ve muzaffer bir çığlık yükseldi:

“Yaşasın Kral! Yaşasın Markimiz! Yaşasın Lantenac!”

Marki, Gavard’a döndü.

“Kaç kişisiniz?”

“Yedi bin.”

Tepeden aşağı inerlerken, köylüler Lantenac Markisi’ne yol açmak için çalılıkları temizliyordu.

Gavard devam etti:

“Lordum, bütün bu olanlar sadece tek bir sözcükle açıklanabilir, her şey çok basit aslında. Beklenen, bir kıvılcımdı. Varlığınızı ifşa eden cumhuriyetçi afiş, bütün ülkeyi Kral için ayağa kaldırdı. Ayrıca, bizden biri olan Granville Belediye Başkanı, (Abbé Ollivier’i kurtaran da odur, tarafından gizlice bilgilendirildik. Gece de tehlike çanlarını çaldılar.)”

“Kimin için?”

“Sizin için.”

“Ah!” dedi Marki.

“Ve işte buradayız.” diye devam etti Gavard.

“Ve yedi bin kişisiniz.”

“Bugünlük. Ama yarın on beş bin olacağız. Bu Breton birliğidir. Mösyö Henri de la Rochejaquelein, Katolik ordusuna katılmaya gittiğinde de çanları çalmışlardı ve bir gecede tam altı kilise, Isernay, Corqueux, Échaubroignes , Aubiers, Sainte Aubin ve Nueil ona on bin adam göndermişti. Savaş cephaneleri yoktu ancak bir taş ocağının evinde altmış kilo kadar barut bulan Mösyö de la Rochejaquelein, bununla yola çıktı. Sizin bu ormanda bir yerlerde olduğunuzdan emindik ve sizi arıyorduk.”

“Ve Herbe-en-Pail çiftliğinde Mavilere mi saldırdınız?”

“Rüzgâr, tehlike çanlarının sesini duymalarını engelledi. Hiçbir şey anlamadılar. Köy ahalisinden bir dizi palyaço onları iyi karşıladı. Bu sabah Maviler uyurken çiftliğe çıkarma yaptık ve her şey bir anda oldu bitti. Burada bir atım var, onu size lütfetmek isterim Generalim. Kabul buyurur musunuz?”

“Tabii.”

Bir köylü, askerler gibi kuşatılmış beyaz bir at getirdi. Marki, Gavard’ın sunduğu yardımı kabul etmeden atın sırtına atladı.

“Hurra!” diye bağırdı köylüler.

İngiliz tezahürat tarzı Bretonya sahillerinde çok revaçtadır. Çünkü Breton halkı, Manş Adaları’yla sürekli ticaret hâlindedir.

Gavard asker selamı yaptı ve sordu:

“Karargâhınızı nerede kuracaksınız Lordum?”

“İlk başta, Fougères ormanında.”

“Size ait yedi ormandan biridir.”

“Bir papaza ihtiyacımız var.”

“Bizde bir tane var.”

“Kimdir o?”

“Chapelle-Erbrée’nin vaizi.”

“Onu tanıyorum. Jersey’e gelmişti.”

Papaz sıradan çıkarak şöyle dedi:

“Evet, üç kere.”

Marki kafasını çevirdi.

“Gününüz aydın olsun, Monsenyör. Size oldukça ihtiyacımız var.”

“Elimden geleni yapacağım, Aziz Marki.”

“Günah çıkarmak isteyenler olacak. Kimse zorlanmayacak elbette.”

“Marki.” dedi papaz, “Gaston, Guéménée’de günah çıkarmaları için cumhuriyetçileri zorluyor.”

“O bir berber. İnsanlara ölürken seçim şansı sunulmalı.”

Talimat vermek için aralarından ayrılan Gavard dönmüştü.

“Emirleriniz için hazırım, Komutanım.”

“Öncelikle, buluşma yerimiz Fougéres ormanı. Adamlar dağılsın ve oraya gitsin.”

“Başüstüne.”

“Herbe-en-Pail ahalisinin Mavileri hoş karşıladığını söylemiştiniz, değil mi?”

“Evet Generalim.”

“Çiftliği yaktınız mı?” “Evet.”

“Köyü yaktınız mı?”

“Hayır.”

“Yakın o zaman.”

“Maviler savunmaya geçtiler ama sadece yüz elli kişiler. Biz ise yedi bin.”

“Nerenin Mavileri bunlar?”

“Santerre’in.”

“Kral’ın boynu vurulurken trampet çaldıran adam değil mi o? Öyleyse bu tabur Paris’ten mi geldi?”

“Yarım tabur.”

“Adı ne peki?”

“Afişlerinde ‘Bonnet-Rouge Taburu’ yazıyor.”

“Vahşi hayvanlar.”

“Yaralılara ne yapılmalı?”

“Acılarına bir son verin.”

“Mahkûmlarla ne yapacağız?”

“Onları da vurun.”

“Yaklaşık seksen tane var.”

“Hepsini vurun.”

“İki kadın var.”

“Hepsini aynı şekilde vurun.”

“Ve üç çocuk.”

“Onları da beraberinizde getirin. Onlarla ne yapılacağına sonra karar veririz.”

Marki atını ileri doğru itti.

VII

MERHAMET YOK! ACIMAK YOK!

Tanis civarında bu olaylar olurken dilenci Crollon’a gitmişti. Geniş yapraklı çardakların altında, hiçbir şeye aldırış etmeden dağ geçitlerine daldı. Kendisinin de ifade ettiği gibi düşünmek yerine hülyalara dalmıştı. Çünkü düşünmek maddeseldir ancak bir hayalperest maddeye ihtiyaç duymaz. Avare gibi başıboş dolaşıyor, duraksıyor, yabani kuzukulakları bulup sağından solundan ısırıyor ve pınarlarda su içiyordu. Zaman zaman uzaktan gelen seslere dikkat kesiliyor ve başını kaldırıp bakıyordu. Sonra yeniden doğanın karşı konulamaz büyüsüne teslim olup paçavralarıyla güneşleniyordu. İnsan seslerine kulak kabartmıyordu ama kuşların cıvıltısını dinliyordu.

Yaşlı ve yavaştı, Lantenac Markisi’ne söylediği gibi uzağa gidememişti. On beş dakikalık yürüyüş onu yormuştu. Croix-Avranchin’e doğru kısa bir tur yaptı. Geri döndüğünde akşam olmuştu.

Macey’in biraz ötesinde, izlediği yol onu bir tür yüksekliğe, ağaçsız bir yere götürdü. Burası, batıdan denize kadar olan tüm ufku rahatlıkla görebildiği bir yerdi.

Bir duman dikkatini çekti.

Bir dumandan daha hoş ve daha endişe verici hiçbir şey yoktur. Duman ki, barışı ifade eder ya da bela anlamına gelir. Savaş ve barış, kardeşçe sevgi ve düşmanca nefret, misafirperverlik ile mezar hatta yaşam ve ölüm arasındaki tüm farklar bile bir dumanın yoğunluğu ve renginde yatar. Ağaçların arasında yükselen bir duman, tüm dünyadaki en tatlı şey anlamına gelebilir. Belki ocağı tüten bir yuvadır çünkü. Ya da en korkunç felaketlerin işaretidir, mesela bir yangın. İnsanın tüm mutluluğu ya da mutsuzluğu bazen rüzgârın saçtığı bir buharın içindedir bazen. Tellmarch’ın gördüğü duman, endişeyi uyandıracak türdendi.